Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Joseph Samaha’nın gözünden Arap milliyetçiliği, sol ve İslam

2007’de vefat eden Lübnanlı entelektüel ve gazeteci Joseph Samaha, Arap milliyetçiliği, sol ve İslam konularında yaptığı çalışmalarıyla öne çıkmıştı. 4 Mart 2016 tarihinde Orient XXI‘de Joseph Samaha’nın 2006’da Nicolas Dot-Pouillard’a verdiği röportaj tekrar yayınlandı.  Türkçe’ye Haldun bayrı çevirdiği yayının Fransızca orijinalini bu linkten okuyabilirsiniz.

Joseph Samaha’nın gözünden Arap milliyetçiliği, sol ve İslam

1990 ve 2000’li yılların Lübnan’ında Joseph Samaha etkili bir entelektüeldi. Dokuzuncu ölüm yıldönümünde, Nicolas Dot-Pouillard’ın 2006’da yaptığı söyleşiyi sunuyoruz (Arapça metni için bu linki tıklayın.)

O günden bugüne siyasî bağlam değişmiş de olsa, Lübnan solundan olup kafasına “ulusal sorun”u takmış ve siyasî İslam’ın oluşumuna dikkat kesilmiş bir entelektüelin sözlerini tekrar okumak yararsız olmaz.

JOSEPH SAMAHA
1949’da doğan Joseph Samaha, Lübnanlı en önemli entelektüellerinden ve gazetecilerinden biriydi.

Joseph Samaha 25 Şubat 2007’de Londra’da bir kalp krizi geçirerek vefat etmişti. Sol bir entelektüel ve Lübnan Komünist Eylem Örgütü’nün (OACL) eski bir militanıydı; bir yandan Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır’ın mirasını benimserken, siyasî İslam’la diyalog halindeydi. 1990 ve 2000’li yıllarda, Joseph Samaha etkili bir entelektüel çehreydi ve kalemi tüm Arap dünyasında tanınmıştı. Günlük gazete Es-Safir’in yazı işleri müdürlüğünü yapmıştı; 2006 Yazı’nda, İsrail-Lübnan Savaşı’nın tam ortasında, El Ahbar gazetesini kurmaktaydı.

Onunla 17 Şubat 2006’da yapmış olduğumuz bir söyleşiyi Es-Safir gazetesi kısa süre önce yayımladı. Bu röportajın yapıldığı dönemden beri siyasî bağlam değişti: İsrail’in Lübnan’da yürüttüğü savaş sırasında, Joseph Samaha El Ahbar gazetesini henüz kurmamıştı. Dahası, söylediği şeylerin, muayyen bir zaman farkıyla da olsa tuhaf bir yankısı var: 2011’deki Arap başkaldırıları henüz yaşanmamıştı; Suriye krizi, Joseph Samaha’nın sık sık atıfta bulunduğu Müslüman Kardeşler’le Hizbullah’ı henüz ayırmamıştı. Siyasetin mezheplere ayak uydurması günümüzdeki derecesine ulaşmamıştı. Ama kafası öncelikle “ulusal sorun” ve “toplumsal sorun”la meşgul olan ve o dönemde hem çoğul hem de hegemonyacı gibi algıladığı bir siyasî İslam’ın oluşumunu dikkatle takip eden Lübnanlı bir sol entelektüelin sözlerini okurlara sunmak yararsız olmaz.

Nicolas Dot-Pouillard.

*********************************************************************************

1967-1995 Siyasi güzergah

Önce Nasırcı akımdan çok etkilendim, ama Haziran 1967’de İsrail karşısındaki Arap yenilgisi nedeniyle 1968-69’da bir boşluktan geçer gibi oldum. Hepimiz sarsılmıştık; o dönemi unutmayı tercih ederim. Gençtim, yirmili yaşlardaydım. 1969’dan itibaren, özellikle iki Suriyeli düşünürün, Yasin Hafız ile Elias Morkos’un1 temsil ettikleri ve maalesef Arap solu üzerinde çok etkisi olamayan bir düşünce akımıyla ilişkideydim. Bu iki düşünür Nasır’ın Marksist bir okumasını, ya da Arap milliyetçiliğinin Marksizan bir okumasını yapmayı denemişlerdi. O dönemdeki üç akımla daha geniş bir tartışmanın parçasıydı bu. İlk olarak, Arap dünyasındaki geleneksel komünist partilerin akımı, yani Sovyet yanlıları vardı. İkinci olarak, Baas Partisi’nin Arap milliyetçisi akımları vardı. Üçüncü olarak da, aşırı sol hareketlerle birlikte, “yeni sollar” diye adlandırılan, Arap Milliyetçileri Hareketi’nin (MNA) geçirdiği dönüşümlerle(2), 1967 ve 1969’da Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC),  Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FDHKC), ama aynı zamanda Lübnan Komünist Eylem Örgütü’nün (KEÖ) doğuşuyla, özellikle Filistin direnişine dayanan sol hareketlerdi bunlar.

Beni en çok Yasin Hafız ve Elias Morkos etkilemişti. Lübnan’da, Irak’ta, Suriye’de, etraflarında küçük grupçuklar vardı ve siyasî akımlarını temsil eden Arap Devrimci İşçi Partisi maalesef genişleyememişti. 1972’ye kadar bu hareketlilik içindeydim. Gençtik, Lübnan kaynıyordu, işçi hareketi vardı, köylü hareketi vardı, öğrenci hareketi vardı, üniversiteler çok hareketliydi.

Sonra, 1972’de, yeni radikal sol gruplarla Arap milliyetçiliğinin sınırında bulunan Lübnan Komünist Eylem Örgütü’ne (OACL) katıldım. 1980’e kadar bu örgütün yönetiminde siyasî büro üyesi olarak bulundum. Ama strateji, taktik ve yönetim tarzı üzerine eleştirel bir tutumum vardı. Birçok kez yönetim tarafından ihraçla tehdit edildim. Ve 1980’de, özellikle sadece örgütü eleştirmekle kalmayıp Velid Canbolat’ı(3) ve Lübnan ulusal hareketinin genel stratejisini eleştiren bir makale dizisi akabinde OACL’den gerçekten ihraç edildim. Kendimi hep solda hissediyordum, ama Lübnan solunun pratiğine muayyen bir eleştiri getirmeyi deniyordum. Belirli bir anda, Velid Canbolat, artık İlerici Sosyalist Parti (PSP) adını taşımayıp daha geniş bir parti olacak yeni bir Sosyalist Parti’nin programının yazılmasını telkin etti, ama başarısızlıkla sonuçlandı bu.

İnsanlarla siyasî anlaşmazlıklarım kişisel ilişkilerimi hiç etkilemedi: Fawaz Trabulsi’yle(4) çalışmaya devam ettim; Velid Canbolat’la hep tartıştım.

Sonra 1982’de İsrail istilası oldu. 1982’den sonra Beyrut’ta iki yıl kaldım, sonra bir süreliğine Beyrut’tan ayrılarak Fransa’ya geldim. Bu benim için hem entelektüel hem siyasî bakımdan derin bir tecrübe oldu: Başkalarıyla birlikte, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne (FKÖ) bir anlamda yakın olan haftalık bir dergi işi başlattım. Bu dergiye “Yedinci Gün” (al-Yom al-sabi’)(5) adını vermiştik. 1980’li yılların ortasındaki bu dönem zordu; Güney Lübnan İsrail işgali altındaydı, ama aynı zamanda Filistinlilerle Şii Emel hareketi arasında kamp savaşları yaşanıyordu. Gazetemiz Lübnan’daki Suriye politikasına karşı gerçekten epey eleştireldi; bu nedenle de Beyrut’a dönemiyordum.

Dolayısıyla Lübnan’a 1995’teki dönüşüme kadar on bir yıl Paris’te kaldım. Bunu yapabilmiş olmam, Suriyelilerin artık beni veto etmemelerindendi. Ortaya yeni bir durum çıkmıştı: Oslo Anlaşması. Anlaşmaya karşı çok eleştireldim, bunun yardımı olmuştu. İsrail-Arap çatışması üzerine, her zaman eleştirdiğim “Refik Hariri’nin sistemi”(6) ve “Taif-sonrası” yeniden inşa(7) üzerine çok sayıda yergi yazdım.

Siyasi İslam ve tarihin anlamı

Artık bir siyasî partiye üye değilim: Benim seçtiğim konum, gazetecilik, yazı, kamu önünde tavır alma yoluyla, bence sol olan, fakat solcu olduğunu söylemenin yetmemesi anlamında ulusal soruna çok bağlı olan; solun bu bölgede önemli olanın yabancı müdahaleleri ve buna karşı çıkma görevi olduğunu göz önünde bulundurmasının gerekmesi anlamında, fikirleri ve patikaları özümlemeyi deneyen bağımsız bir solcu insanın konumudur. Dolayısıyla da sol savaş alanını terk ettikçe ulusal sorunu bırakmakta, ötekiler de, özellikle İslamcılar, gelip bu alanı işgal etmekte ve etkilerini artırmaktadır.

Yıllar geçtikçe sadece siyasî İslam’ın değil, İsrail’e karşı direnişin de simgesi olmuş olan iki İslamcı örgütü ele alalım. Ulusal soruna önem veren bir sol insanı olarak, siyaseten iyi yönde gittiklerini düşünüyorum. Hamas’tan çok Hizbullah; ama Hizbullah ve Hamas yine de. Dinî ideolojileriyle hemfikir olmayabiliriz; stratejilerinin, taktiklerinin, hatta taşıyıcısı oldukları sloganların bazı veçhelerini onaylamayabiliriz. Fakat duruma dürüstçe bakılırsa, Arap dünyasında hakiki bir durum tespiti yapılırsa, Arapların ulusal ya da vatansever bir akıma yönelik büyük bir beklenti içinde oldukları görülür. Arap milliyetçisi akımın yenilgisinden sonra da, belirli bir anda, bu boşluğu solun doldurabileceğini düşünmüştük çoğumuz. Fakat doldurmadı. Özellikle Sovyetler Birliği’nin sonu, Afganistan savaşının sonu ve galebe çalan Amerikan politikasıyla kendisi de tamamen dönüşüme uğrayan bir konjonktürde, 1990’lı yıllarda geçirdikleri dönüşümlerle tedrici bir biçimde bu boşluğu dolduranlar İslamcılar oldular.

İslamcılar bazen sol hareketten ve Arap milliyetçi hareketinden gelen kadroları devraldılar; mesela El Fetih’in sol kanadından olup siyasî İslam’a geçen solcu bir Filistinli entelektüel olan Münir Şefik geliyor aklıma. O zaman sorarım: Sızmaya mı çalışıyor, yoksa söylediğine gerçekten kanaat getirmiş mi? Ama ne önemi var? Başkalarıyla birlikte, Filistin’de 1990’lı yıllar boyunca Hamas’la, Lübnan’da da Hizbullah’la yaşanmış olan tüm değişimlerle birlikte, muayyen bir ulusal söylemin sürekliliğini temin etmeyi başarmıştır.

Arap kitlelerini hakikaten yerinden kımıldatabilecek tek söylem olan ulusal kurtuluş söylemini bu İslamcı akım ele geçirdi gibi geliyor bana. Şimdiye kadar ne soldan, ne demokratlardan, ne liberallerden hiçbir başka akım bunu yapmayı başaramamıştı maalesef. İslamcılar, Lübnan’da ve Filistin’de, diğer siyasî akımlarla müzakere yürüterek nihayet demokratik ve çoğulcu bir çerçeveden istifade ettiler; bunun onlara yararının dokunduğunu, karşılıklı evrimlerine de katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Demokrasinin bu akımlara yararı dokunmalıdır. Her fırsat çıktığında, Nasır’dan Saddam Hüseyin gibi bir müstebite, Araplar gerçekte ne istediklerini söylemişlerdir: Hissettikleri tehditlere, bu Amerikan hegemonyasına ve git gide daha istilacılaşan o politikaya cevap veren bir politika. Mesela Filistin’de.

Arap milliyetçiliği, sol ve siyasi İslam

Ocak 2006’da Filistin’deki Meclis seçimlerini Hamas kazandığında, ikircikli duygular yaşadım. Muayyen bir korku hissettim, ama aslında Hamas’ın kazandığına memnun olmuştum. Zira Mahmud Abbas’ın ve El Fetih yönetiminin, hareketi, El Fetih’i ve Filistin Ulusal Yönetimi’ni ne hale getirdiklerine bakmak yeterli: Tarihî bir felaket bu. Oysa basit bir ulusal sorun yaklaşımıyla, Hamas El Fetih’i yenmeyi ve Filistin Ulusal Yönetimi’nin vazgeçtikleri karşısında milliyetçi bir mesajın taşıyıcısı olmayı başarmıştır.

Lübnan’daki çerçeve farklı: Solun söylemi Hizbullah’ın hegemonyası tarafından bütünüyle tasfiye edildi. Ama Hizbullah başka akımlardan gelen fikirlere açık davranıp onları özümlemeyi de becerdi. Büyük gücü budur. Hizbullah’ı iyi biliyorum, kadrolarını ve yöneticilerini iyi tanıyorum. Onlarla her tartıştığımda, gerçek milliyetçiler oldukları izlenimine kapılıyorum. Ve paradoksal olarak, geçmişle mukayese edersem, bu hareketin, kadrolarının, yönetiminin ana maddesinin, başka bir dönemde, vatansever ve ilerici büyük bir hareketinkiyle aynı olabileceğini geçiriyorum aklımdan.

İslamî hareketin bağrındaki kesilmeleri de anlamak gerek. Kuveyt’teki İhvan’ın Irak, Mısır, Sudan ve Cezayir’deki İhvan’la hiçbir alâkası yok. Tek bir siyasî İslam yok. Ama beni ilgilendiren siyasî  İslam, vaktiyle Arap milliyetçilerinin ve solun taşıyıcısı oldukları milliyetçi mesajı taşıyandır. Aslında artık hegemonya kurmuş hâkim ideoloji olan İslam aracılığıyla kendini ifade eden, Arap milliyetçiliğidir. Çelişkileri görmek gerek: Belki irtica olarak telakki edilebilecek epey gerici bir söylem vardır, ama aslında ilericidir ve benim rıza göstermezlik edemeyeceğim bir istikamette gitmektedir.

Bununla birlikte, ideolojik uzlaşmalardan hoşlanmam. Ne söylediğimi iyi anlamak gerek: Bazı İslamcı siyasî akımların ulusal kurtuluş söyleminin taşıyıcıları olduklarını düşünüyorum. Ama bu şekilde, Arap milliyetçiliğiyle sol ve siyasî İslam arasında bir karışım yapılabileceğine de inanmıyorum. Bu tür ideolojik uzlaşmalardan hoşlanmam. Ben Arap milliyetçisi ve solcu olabilir ve Hamas gibi bir siyasî parti hakkında konuşabilirim: Bu durumda, tecrübelerinde olumlu ve olumsuz olarak kaydettiklerimi söylüyorum. Fakat ne idüğü belirsiz bir şeye de mahal verebilecek olan ideolojik bir karışım vaz’etmeye vardırmam işi. Benim kafamı iki şey meşgul ediyor: Arap ve anti-emperyalist olmak. Bu çerçevede, hiçbir yere götürmeyen sâfî İslamî göndermelerden daima biraz korkarım. İslamî dayanışmaya inanmıyorum.

Mesela Nasır dönemini alalım: Müttefiklik kıstası anti-emperyalist olmaktı; kültürel ya da dinî bir kıstas değildi bu. Hindistan’la birlikte Pakistan’a karşıydık, Yunanistan’la beraber Türkiye’ye karşıydık. Çünkü Türkiye ile Pakistan açık bir biçimde emperyalist taraftaydılar. “Neler biz Arapların ulusal çıkarınadır?” demekten ibaret olan yaklaşım, “Biz, Müslümanlar…” demekten farklıdır. Çok sayıda Arap ülkesi, SSCB bizim özlemini çektiğimiz toplumdan uzak bir toplum modelini temsil etmesine rağmen, Araplar olarak SSCB ile ittifak yaptı. Ama gerçekte, muayyen bir küresel ve uluslararası güç dengesi bakımından Arapların müttefikiydi o. Afganistan’a Sovyetlere karşı dövüşmeye giden o Arapları anlamıyorum: Orada yapacak hiçbir işleri yoktu. Şeyh Abdullah El Azzam(9) İsrail’e iki adım mesafedeydi ve Pakistan’a Afganistan’da dövüşmeye gitmişti. “Arap ulusal davasının taşıyıcılığını yapan İslamcı partileri savunuyorum” demek bir şeydir; “Müslüman oldukları için İslamcı partileri destekliyorum” demek başka şeydir.

Dolayısıyla olup bitenlere çok pragmatik ve gerçekçi bir tarzda bakıyorum. Günümüz konjonktüründe, İslam’ın siyasî ve kültürel yaşama hâkim olduğu ve olacağı bir tarihî safhadayız. Bu bir olgu ve daha yıllar boyunca sürecek. Siyasî İslam hâlâ yükselme evresinde. Belki de bunun başlangıcındayız. Yasin Hafız şöyle diyordu: “Hiçbir zaman İslam’dan tasarruf edemeyeceksiniz; Araplar hiçbir zaman İslam’dan tasarruf edemeyeceklerdir.” Haklıydı.

Arap dünyasındaki entelektüel kriz

İslam’da derin bir entelektüel devrime inanmıyorum; çünkü halihazırda Arap dünyasında derin bir entelektüel devrime inanmıyorum. Entelektüel kriz tüm dünyayı sarsıyor. Entelektüel bakımdan, karamsarım. Her şey yokuş aşağı gitti. Siyasî İslam için de geçerli bu: Cemaleddin Afganî’nin Muhammed Abduh’dan(10) iyi olduğunu; Muhammed Abduh’un Reşîd Rıza’dan iyi olduğunu; Hasan El Bennâ’nın(11) da Seyyid Kutub’dan iyi olduğunu samimiyetle düşünüyorum. Sonunda, Eymen el Zevahiri’ye ve Ebu Musab el Zerkavi’ye varıyoruz!(12)   İslam’ın yaşadığı kriz daha genel bir düzeyde düşüncenin krizidir. Sadece İslamcılara mahsus değildir ve yapısaldır. Mesela, Arap liberallerinin dünkü Mısırlı liberallerle hiç alâkaları yoktur: Liberal akım için, tarihî olarak Taha Hüseyin’den Eymen Nur’a inilir (13); İslamcılar’da da Afgani’den Zevahîrî’ye inilir. Arap solu ve milliyetçileri için de geçerlidir bu: Bu akımlarda derin bir kriz vardır.

Manzaranın bütünüyle olumsuz olduğunu söylemiyorum. İhvan’ın bazı çevrelerinde bir şeyler olup bitiyor (bkz. http://orientxxi.info/dossiers/les-freres-musulmans/le-repositionnement-des-freres-musulmans-en-egypte-1-5,1099). Kendi üzerlerinde bir çalışma yürütüyorlar. Hizbullah’ın içinde, bu çalışma açıkça yürüyor. Genel olarak Şii düşüncesinde, Muhammed Hüseyin Fadlallah’ın yazıları vardır ve bunlar ilginçtir(14). İhvan’a yakın hareketlilikte, Mısırlı Şeyh Yusuf El Kardavi gibi bir şahıs var belki. Onu derinlemesine gerici entegrist bir şeyh gibi görebilirsiniz; ama başka bir açıdan, ileridedir, zira bazı din adamlarıyla arasında ışık-yılları var.

Suriyeli İhvan’ın içinde şu son yıllarda biraz hareketlilik yaşandı: Kaleme aldıkları son iki veya üç belge epey moderndi. Tunus’taki Ennahda hareketinin lideri Raşid Gannuşi(15), entelektüel yenilenme ve laiklerle diyalog anlamında ilginç bir şey yapmayı deniyor. Raşid Gannuşi geçmişte Baasçıydı. Suriye’yi bilir, Arap sorununa muayyen bir hassasiyeti vardır; atgözlüksüz bir İslamcı bakışı var. Münir Şefik ilginç bir bakış açısı geliştirmeyi deniyor, Fehmi Huveydi de(16).

Ama bütün bunlar çok dağınık. Bölgede o kadar sabırsızlık belirtileri var ki. Halihazırdaki gibi kalırsak, İslam’ın içinde elzem olan o kültürel devrimi yapabilecek miyiz bilmiyorum. Çünkü tarihsel bir tasarının taşıyıcısı olan toplumsal sınıf yok. Bu bakımdan epey Marksist kalıyorum.

Nasıl bir “siyasi kolektiflik”?

Bir etiket tercih edersem, kendi  tarzımda Nasırcıyımdır. Ve de solcu. Nasır’ın tecrübesini nasıl gördüğüm hakkında çok sayıda makale yazdım ve daima söylediğim şey, Arap dünyasındaki büyük düşünce akımları içinde; İslamcılar, liberaller, Marksistler ve milliyetçi akım –özellikle de Baas– içinde, hem pragmatizmi hem de tecrübesiyle en azından doğru soruları sorabilmiş tek kişinin Nasır olduğudur. Nasırcılık ille de Baasçılık ya da Marksizm gibi bir düşünce değil; döneminde Arap dünyasını derinlemesine değiştirmiş olan pratik, hatta duygusal bir tecrübe. Arapların Batı karşısında kendilerini algılayışlarını değiştirdi. Kaldı ki az veya çok iyi cevaplar almıştı –daha sonra Mısır’da olup bitenleri gördük–, ama en azından, Arap dünyasının çağdaş tarihindeki büyük akımlar üzerine tartışırsak, bağımsızlık ve toplumu kapsama anlamında, yapılması gerekene en yakın örnektir. Nasırcı olduğumu söylemek, Baasçı olmadığımı söylemenin bir şeklidir : Zira Nasır ile Baas arasındaki farkı göremiyorsak, Arap dünyasında Nasır tecrübesinin ne olduğunu hiçbir zaman anlayamayız.

Nasır döneminde sorulmuş olan bu soruları çıkış noktası kabul ederek, günümüzde karşımıza çıkan bazı sorular üzerine nasıl düşünebiliriz? Arap dünyasında büyük bir ulusal kurtuluş hareketi bugün ne demektir? Nasır’da bu, belirli bir ölçüde, üç şeyin bileşimiydi: Çekoslovakya’dan silah satın alımı (1955), Süveyş Kanalı Şirketi’nin millileştirilmesi (1956) ve 1960’lı yıllarda hizmete giren Asvan Barajı’nın inşası. Muayyen bir dünya düzeninin, günümüzde yaşadığımızdan farklı bir güç dengesinin bağrında mümkün bir tecrübe olmuştu bu. Devletin ekonomide önemli bir rol oynaması fikri, halk sınıflarının çıkarlarına dikkat gösteren bir kalkınma fikri; herkesin, İslamcıların, liberallerin, demokratların ve hatta Arap solunun hedefleri arasında bütün bunlar artık hiç bulunmamaktadır. Bu sol demokrasiden, insan haklarından bahseder; ama kalkınma sorunsalı, Devlet meselesi, hedefleri arasında bulunmamaktadır artık. Hangisi olursa olsun bütün bu akımlar, tekkutuplu, homojen bir dünyanın ve ekonomik açıdan sadece liberal olarak tasarlanmış bir küreselleşmenin bir bakıma kabul edildiğini göstermektedir. Günümüzde bir Arap ulusal kurtuluş hareketinin toplumsal içeriği ne olabilir? Bilmiyorum, zira güç dengesi bozuldu.

Arap dünyasında kültürel içeriğe doğru bir sapma olması tesadüf değil. Araplardan söz ettiğim vakit, bu konuda siyasî terimlerle, siyasî ortaklaşmanın terimleriyle konuşmak isterdim. Fakat artık bu sadece, İslam gibi kültürel bir belirtidir. Çünkü Arap dünyasındaki siyasî akımların tamamı, programlarına siyasî, ekonomik ve toplumsal bir içerik vermeyi becerememişlerdir. Dolayısıyla, Araplar olarak ve Müslümanlar olarak, kimliğe kapanılan bir dönem yaşamaktayız. Arabız ya da Müslümanız, ama hiçbir zaman siyasî, stratejik ve ekonomik bir anlamda değil. Sadece kültür anlamında. Tunus’tan Lübnan’a Arap dünyasında, ortak olan sadece kültür var. Yeni medyalarla, özellikle de televizyonlarla, aynı yazarlarımız, aynı filmlerimiz, aynı kültürel duyarlılıklarımız var gerçekten. Ama o kadar. Halihazırda revaçtaki konular kültürdür, kimliktir, dindir.

NICOLAS DOT-POUILLARD, JOSEPH SAMAHA

FransizKultur

NOTLAR:

1 Yasin Hafız, 1930’da doğmuş ve 1978’de vefat etmiştir; Suriye Deir ez Zor kökenlidir. Elias Morkos 1927’de doğmuş ve 1991’de vefat etmiştir. Lazkiye kenti kökenlidir.

2 Prof. Konstantin Züreyk’in fikirlerinden esinlenen Arap Milliyetçileri Hareketi (MNA) 1960’lı yılların başında Filistinli Georges Habbaş tarafından kurulmuştur.

3 Velid Canbolat, çoğunluğu Dürziler’den oluşan İlerici Sosyalist Parti’nin (PSP) lideridir.

4 Fawaz Trabulsi Lübnan Komünist Eylem Örgütü’nün (OACL) eski liderlerindendir. Bugün Lübnan Amerikan Üniversitesi’nde (LAU) profesördür ve Bidâyet (Başlangıç) adlı üç ayda bir yayımlanan bir sol dergi çıkarmaktadır.

5 Haziran 2005’te Beyrut’ta katledilen tarihçi Samir Kassir, Le septième jour (Yedinci Gün) adlı haftalık dergiye düzenli olarak yazmaktaydı .

6 Refik Hariri Lübnan’da birçok kez başbakanlık yapmıştır; Şubat 2005’te katledilmiştir.

7 Lübnan İç Savaşı’na son veren Taif Anlaşması Ekim 1989’da Suudi Arabistan’da imzalanmıştır.

8 Münir Şefik 1980’li yıllarda El Fetih üyesi ve FKÖ’nün sol kollarının teşvikçisi ve Planlama Bürosu’nun sorumlusu olmuştur. 1979 İran Devrimi’nden sonra siyasî İslam’a yakınlaşmıştır.

9 Abdullah el Azzam Ekim 1984’te Pakistan’ın Peşaver şehrinde Afgan mücahitleriyle beraber dövüşmeye gelen yabancı savaşçılara yardım amaçlı Mekteb ul-Hadimat’ı (Mücahitlere Hizmet Bürosu) kuran Filistinli bir şeyhtir. 1960’lı yılların sonunda kısa bir süre Filistin El Fetih hareketine üye olmuştur. 1989’da katledilmiştir.

10 Cemaleddin Afganî (1838-1897) ümmetçiliğin (panislamizm) kurucularındandır. Muhammed Abduh (1849-1905) Mısırlı Müslüman bir reformcudur.

11 Muhammed Abduh’un talebesi olan Muhammed Reşîd Rıza (1865-1935) Suriye kökenli Müslüman bir reformcudur. Hasan el Bennâ (1906-1949) Mısır’daki Müslüman Kardeşler’in (İhvan-ı Müslimin) kurucusudur.

12 Seyyid Kutub (1906-1966) radikal İslam’ın ideolojik babası olarak kabul edilir. Mısır kökenli Eymen Zevahiri, bugün El Kaide’nin önde gelen yöneticilerinden biridir. 2006’da öldürülen Ebu Musab El Zerkavi, El Kaide’nin Irak sorumlusuydu.

13 Taha Hüseyin (1889-1973) Arap modernizminin babası kabul edilen bir Mısırlı romancı ve entelektüeldir. Eymen Nur, El Ghad (Yarın) Partisi’nin lideri olan Mısırlı bir siyaset adamıdır.

14 Muhammed Hüseyin Fadlallah (1935-2010) Irak Necef’te dinî ilimler öğrenimi görmüştür. Lübnan’daki Şii topluluğunun en önemli dinî şahsiyetlerinden biriydi.

15 Raşid Gannuşi 1980’li yılların başında, müstakbel En Nahda’nın ilk hali olan İslamî Eğilim Hareketi’ni (MTI) kurmuştur; Ocak 2011’de Zeynel Abidin Bin Ali’nin düşüşünden sonra, bu partinin hâlâ başlıca lideri ve teorisyenidir.

16 Fehmi Huveydi uzun süre El Ahram gazetesine yazmış olan Mısırlı bir entelektüel ve gazetecidir.

 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.