Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Olivier Roy: “Dindarlığa dönüş diye bir şey yok”

Olivier Roy: “Dindarlığa dönüş diye bir şey yok”

Nicolas Truon – Le Monde  / Çeviri: Haldun Bayrı

Chloé Poizat

Tanrıların günbatımı vuku bulmadı. Avrupa –ve özellikle Fransa– İslamî terörizmin ölümcül taassubu tarafından kalbinden vuruldu. Bununla birlikte bu tanık olduklarımızı dindarlığa bir dönüş olarak görebilir miyiz? Ve din neden 21. yüzyılda sürüp gitmekte bu kadar ısrarcı?

Psikanalist Fethi Benslama ile siyasetbilimci Olivier Roy’nın, 21 Temmuz’da Avignon’da düzenlenen ve modernliğimizi kemiren soruları aydınlatmaya yönelik olarak Avignon Festivali’yle ortak yürütülen sohbetleri “Dünyanın Tartışmaları”nda (“Controverses du Monde”) cevap verdikleri sorular bunlar.

Dindarlığın dönüşüne, hatta yaygınlaşmasına mı tanık oluyoruz?

Olivier Roy: Günümüzde görünür olan dinî ibadetler altmış yıl öncekiler değil. Gazete “manşet”lerini oluşturan olaylar, dindarlığın geleneksel biçimleri değil. Neo-fondamantalist biçimler bunlar. Yine de dindarlığın bir yaygınlaşmasına mı tanık olunuyor? Rakamlar bunun aksini kanıtlıyor. Her yerde, Müslüman ülkeler de dahil olmak üzere, dinî ibadet azalmakta. Sekülerleşme kazandı; ki bu da 1960’lı yıllarda başladı ve değerler bakımından egemen kültürle dindarlığın birbirinden kopmasına yol açtı.

1880’de Jules Ferry laik okulun ne olduğunu açıklamak için ünlü “İlkokul Öğretmenlerine Mektup”unu (Lettre aux instituteurs) yazdığında, şöyle sesleniyordu onlara: Ahlâk üzerine bir tartışma değil bu. Çünkü ister Katolik olalım ister ateist, hepimiz aile üzerine, kadının rolü üzerine, cinsiyet ayrımı üzerine aynı ahlâka sahibiz.

1960’lı yıllardan itibaren, bireysel özgürlüğün her şeyin merkezi haline geldiği; sonunda dinî değerlerden tam bir kopuş oluşturan eşcinsel evliliğe, yardımlı üremeye, taşıyıcı anneliğe varan, değerlerde yeni referanslar dayatıyor kendini.

Dolayısıyla, 1905’te olduğu gibi dogma ya da iman üzerine bir tartışmaya tanık olmuyoruz sadece; toplumumuzun temelini oluşturan değerler üzerine bir tartışma da bu aynı zamanda. Dindarlığa dönüş diye bir şey yok.

Fethi Benslama: Din neyle uğraşır? Psikanaliz açısından, konusu öncelikle insanların doğuştan gelen yıkımıdır, dünyada terk edilmişlik duygularıdır; bunlara karşı bir ümit kalkanı sunar din.

Daha sonra insanlara ortak mecburiyetler, dolayısıyla da bir ahlâk dayatarak onların tatmin olma şekilleriyle uğraşır. Endişeyle gelen sorunlar artık yok mu peki? Elbette var ve insanlığın büyük kısmı için bu endişeyi ele almanın başlıca usûlü hâlâ din. Buna karşılık, bu usûlün uygulanma şekli dünyanın bilimsel kavranışının ve onunla birlikte sekülerleşmenin yaygınlaşması sebebiyle değişti.

Din artık dünyayı kavramanın yegâne ortak kaidesini teşkil etmez olunca, dinî muamele özerkliğin modern sürecini takip ederek özelleşme eğilimi gösterir. Git gide daha fazla birey aynı dinin içinde iman tazeler. Born again diye de adlandırılan yeniden canlanma (reviviscence) hâdisesidir bu. Bunlara artık sadece kendi dinî geleneklerinin mirası yetmez, bunu kendi başlarına kazanmaları gerekir. Modern özneye vergi bir kendini tanımlama süreci söz konusudur.

Geleneksel din egemen olduğu zaman, bireyler vicdanlarındaki endişe payını onun üzerine yüklerler; kabahatlerini kendi üzerine alıp bağışlayan bir tanrıya yaslanırlar. Üstbenlik diye adlandırdığımız şey, Tanrı ile paylaşılır. Din insanlık için bir üstbenlik protezi teşkil eder.

Özne dünyanın dinî kavranışından kopunca ve özerkleşince, vicdanındaki endişeyi tek başına taşımak zorunda kalır, daha üstbenliksel (surmoïque) bir hale gelir. Bu sebepledir ki, bugün dinin azaldığı her yerde takıntılı nevrozların artışıyla karşılaşıyoruz. Kimi başkaları da, üstbenliksel sıkıntıların özelleşmesine karşı mücadelede daha yetkin olan temel dinî biçimlere dönmeyi seçiyorlar.

Dindarlık neden bize bugün eskiden daha görünür geliyor?

Roy: Çünkü bir şekilde kamusal sahneden dışlanmıştı. Basit bir hatırlatma: 1940’lı yılların sonunda Rahip Pierre Ulusal Meclis’e seçildiğinde, Bourbon Sarayı’na üçrenkli bayrağı sardığı cübbesiyle gelmişti. Bugün bu imkânsız olurdu. Oysa yasa değişmedi. Öyleyse ne değişti? En iyi ihtimalle tuhaf, beter ihtimalle de fanatik, tehlikeli veya cahilâne görünen dindarlığın algılanışı değişti.

İman cemaatleri – entegrist Katolikler’den ortodoks Yahudiler’e, bu arada Selefi Müslümanlar da– laik toplum ve kültürün saldırısına uğramış hissediyorlar kendilerini. Toplumsal alandan dışlanmış olmanın bu duygusu bir tekrar fetih arzusu doğuruyor (Fransa’nın Hıristiyan köklerine dönmesi gerek, vaaz vermek gerek, vs.), ya da aksine bir kuşatılmışlık kompleksi doğuruyor: Tehdit altındayız, saldırıya uğruyoruz, bize müstesna bir statü verilmesi lâzım.

Mesela ABD’de, yeni yasalara karşı korunmayı, örneğin bir eşcinsel evliliği kutlamama hakkına sahip olmayı ya da Sosyal Güvenlik Kurumu’yla sözleşmelerde doğum kontrolünü finanse etmekten muaf olmayı talep eden dinî cemaatlerle git gide daha fazla karşılaşılıyor. Dolayısıyla bugün dindarlık toplum nazarında özerkleşiyor ve hatta toplumdan çıkıyor, çünkü Mayıs 68 yasaya girmiştir.

Olivier Roy222
Fethi Benslama (solda) psikanalist ve Tunus Akademisi üyesi. Olivier Roy CNRS’te araştırma yöneticisi ve Floransa Üniversite Enstitüsü’nde profesör.

Benslama: Dinde olağanüstü bir kendini uyarlayabilme ve anlam üretmek için elinin altındaki her şeyi, en heterojen unsurları bir araya getirerek kullanabilme yeteneği var. Sakalı olan ve qamis (gömlek) giyen bir adam görüyorsunuz; ayağında Nike flashy‘ler var, cep telefonunun sinyali ise Kur’an’dan ilâhiler çalıyor.

Bilimin ve sekülerleşmenin dini sileceğini zannettik; aslında, onu dönüştürdü; bu yüzden, dindar kalabilmek için fazladan bir şeyler yapmak ve bunu daha çok göstermek gerekiyor. Bazı Müslümanlar imanlarının işaretlerini taşıma gereği duymuyorlar, kimi başkaları ise kendilerini yeterince Müslüman hissetmiyorlar ve git gide daha bâriz bir biçimde Müslüman görünmek zorunda hissediyorlar kendilerini.

Bugün en kitlesel “radikalleşme” süreçlerinin İslam adına yaşanması neden?

Roy: Öncelikle sosyolojik nedenler var, çünkü Batı Avrupa’daki büyük göçmen kitlesi Müslüman kökenli; bu da toplumla bütünleşme/entegrasyon sorununun İslam’ı, hedeflerin ve taleplerin merkezine getirmesine sebep oluyor.

İkinci olarak, Ortadoğu’daki krizler var. Oysa bu krizler dinî değil, jeo-stratejik mantıklara tâbi; tıpkı Suudi Arabistan’la İran’ın araya soktukları başkaları üzerinden yürüttükleri savaş gibi. Aktörlerin her biri kendi halkı nezdinde bir meşruluk edinmek ve hasmının meşruluğunu yerle bir etmek için bu çatışmayı dinî terimlerle açıklayacaktır. İçinde dindarlığın istismar edildiği realpolitik alanındayız.

Üçüncü boyut ise, benim dindarlığın formatlanması diye adlandırdığımdır; yani bu sekülerleşmenin meydan okumasına dindarlığın karşılık verme tarzıdır. Bu sorunla bütün dinler karşılaşmıştır. Katolik Kilisesi için bir asırda oluşmuştur bu. Bugün İslam, dönüşümünü ve dünyanın sekülerleşmesine uyarlanmasını, 1970’li yıllardan başlamak üzere birkaç on yılda, tamamına erdirmelidir.

Müslüman dindarlıklarını toplumlarımızdaki değişime uyarlamak için oluşan baskı muazzam. Dolayısıyla kendini uyarlayanlar var; bir de aksine, “Hayır, hiçbir taviz vermeyi kabul etmiyoruz, saf ve sert bir İslam istiyoruz” diyecekler var. Ve burada, iki versiyon var: biri Selefi, sadece dindarlığa düşkün; diğeri ise cihadcı, bir halifelik, bir İslam devleti yaratma efsanesine dayanıyor. Dolayısıyla dindarlığın dönüşümünün İslamî ânını yaşamaktayız.

Benslama: Napoléon Mısır’a geldiği zaman, korkunç katliamlar yapar, sonra da Kahire’deki şeyhleri toplar ve onlara mealen şöyle konuşur: “Siz büyük bir uygarlıktınız, ama şimdi hiçbir şeyiniz yok artık, neyiniz kaldı?” Ve Kahire’nin büyük şeyhi ona şöyle cevap verir: “Bizim Kur’an’ımız var.” Napoléon alaya alır: “Kur’an’da topun nasıl döküleceği var mı?” Bütün şeyhler koro halinde ona evet diye karşılık verirler.

Bu öyküyü Müslüman fondamantalizminin ilk sahnesi gibi değerlendiriyorum. Batılıların savaşçı fethine ve onun taşıyıcısı olduğu, Tanrı’nın mutlak bilgisinde gedikler açan teknik-bilimsel güce karşı savunmacı bir cevaptır bu.

Bunun sonucunda, kendini kurtaracak Tanrı’yı kurtarmak için Müslüman’dan da fazla Müslüman olmak isteyen ve benim “üst-Müslüman” (surmusulman) diye adlandırdığım çıkar ortaya. Bugün gözlemlenen işaretler, markalar ve kuralların yarıştırılması bundandır. Bu kurtarıcıyı kurtarma endişesi çok sayıda Müslümanın ıstırabıdır.

Göçmen işçilerin torunları olan Fransız gençliğinin bir kesimindeki ölümcül nihilizmin Tanrı adına yapılıyor olması nasıl açıklanabilir?

Roy: İlkin, hiç de Müslüman gençlere özgü olmayan kuşağa bağlı bir nihilizm var. ABD’deki Columbine katliamının paradigması bu: Yolunu şaşırmış gençlerin, cinayet tasarılarını Facebook’ta ilan ettikten sonra ayrım gözetmeden katliama giriştiği ve kendini de yok ettiği intihar eğilimli davranışları.

İkinci olarak, cihada ve İslamî terörizme katılan ve vakaların yüzde 80’inde polis tarafından bilinen o gençler var. Bunların dinî terbiyesi yoktur, ama radikalleşmeye meylettikleri anda, dine de meyletmişlerdir. Dinen yetiştirilmeye bağlı yoğun bir pratiğin devamında radikalleşmiş değillerdir. Dinî radikaller olmadığı anlamına gelmez bu. Ama dinî radikaller şiddete meyledenler değildir.

Önce, 1995’ten beri hepsinin öldüğünü tespit edelim: ya kendilerini havaya uçuruyorlar, ya da polisin onları öldürmesini bekliyorlar. Suriye’ye gidenler oraya ölmek için gidiyorlar. Tasarıları bütünüyle ölüme bağlı.

IŞİD, bir halifelik kurmak, saf ve âdil bir İslamî toplum kurmak istediğini beyan ediyor. Ama ters giden bir şey var: Âdil toplumu yaratacak olan bir harekete katıldığınızı düşünüyorsanız, kendinizi öldürmezsiniz; ya da, kendinizi feda etmeye hazırsınızdır, ama yine de iyi ve âdil toplumda yaşamak istersiniz, vb.. Ama içlerinden hiçbiri bunu temenni etmiyor. Suriye’ye gittikleri zaman, oraya cihad için gidiyorlar, ölüm için gidiyorlar. Aslında, IŞİD’in öne çıkardığı ütopya tasarısına inanmıyorlar. Bizzat IŞİD de, yakından incelenirse, metinlerinde ütopya tasarısını öne çıkarmıyor; kıyameti ve tüm zamanların sonunu çıkarıyor.

Benslama: Radikalleşmiş gençlerin üçte ikisi 15 ila 25 yaş arasında. Bu veriyle her yerde karşılaşıyoruz. Dolayısıyla kafalarındaki karışıklıkları, kendini feda etmeye çağıran amansız iletişimcilerce yaygınlaştırılan Tanrı endişesiyle özdeşleşmiş bir ergen ve genç erişkin kesiminin belirtisiyle karşı karşıyayız; bazıları bu çağrıya cevap veriyor. İçlerinden çoğu başıboş dolanıyor ve çileyle sınanmaktan geçen bir anlam arayışı üzerinden ölümü başlangıç kabul ederek kendine tekrar bir yön bulma arayışında.

Bir kısmı, döndüklerinde, “Ölmek istiyordum, ama kendimi öldürmek istemiyordum” diyen intihar eğilimli o ergenlere benziyor. Ama içlerinde, dönmek istemeyen, terörün ideolojisi ve tahripçiliğiyle kişisel marazlarını/patolojilerini kesinlikle kaynaştırmış olanlar da var.

Dindarlığın toplumdan daha da ayrılma riski var mı? Yoksa bir uzlaşı mümkün mü?

Roy: Sâfî dindarlığın önünde hiçbir perspektif yok. Toplumdan kopuş, ya genç İslamî radikallerin ölümcül ve nihilist yönelimi, ya da laik dünyayla karmalık içinde yaşamaktan tamamen imtina gibi daha az şiddetli fakat ayrılıkçı reddedişler anlamına geliyor. Ya da: “Peki tamam, Katolik Kilisesi artık Avrupa’da bir azınlıktır, öyleyse çoğunlukla diyaloğu öğrenelim” diyen Papa Franciscus’un yolundan giderek kültürle ve toplumla tekrar bağlantı kurma yolu kalıyor.

Benslama: Radikal İslamcılığın şiddeti çok sayıda Müslümanı düşünmeye yöneltiyor. Müslüman diniyle muayyen bir bağlantının bu dehşete yol açabiliyor olması en yakıcı sorun. Mesela Tunuslu İslamcılar siyasî İslam’dan vazgeçmek istediklerini beyan ediyorlar. Fakat dinin toplumla tekrar bağlantı kurması toplumsal ilerlemesiz yapılamayacak. Hıristiyanlığın toplumla bağlantılarını rahatlatmasını sağlayanın aynı zamanda yaşam koşullarının iyileşmesi olduğunu unutmayalım. En şiddetli din biçimlerinin, tüm gezegene yayılan insanî yıkımdan doğduklarını kendimize hatırlatalım.

FransizKultur

 

Fethi Benslama psikanalist ve Tunus Akademisi üyesi. Paris-Diderot Üniversitesi’nde klinik psikopatoloji profesörü; kısa süre önce, Un furieux désir de sacrifice. Le surmusulman (“Müthiş Bir Fedakârlık Arzusu. Üst-Müslüman”, Seuil, 160 s, 15 euro) adlı kitabı yayımladı.

Olivier Roy CNRS’te araştırma yöneticisi ve Floransa Üniversite Enstitüsü’nde profesör. Son iki kitabı: La Sainte Ignorance. Le temps de la religion sans culture (“Aziz Cehalet. Kültürsüz Dinin Zamanı”, Seuil, 2008) ve Kayıp Şark’ın Peşinde (Metis, Mayıs 2015) (En quête de l’Orient perdu, Seuil, 2014).

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.