Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ali Bayramoğlu ile başkanlık sistemi tartışmaları üzerine söyleşi

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/302577366″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

 

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

 

Merhaba, iyi günler. Ali Bayramoğlu konuğumuz. Kendisiyle başkanlık sistemi tartışmalarını ele alacağız, Anayasa değişikliği tartışmalarını. Ali, hoşgeldin.

 

Hoşbulduk Ruşen.

 

Türkiye’ye yetişemiyoruz. Sürekli yeni yeni şeyler oluyor. Seninle en son burada daha çok terör ağırlıklı konuşmuştuk. Hiç uzatmadan bir şey soracağım çok net: Geçer mi bu Meclis’ten? Yani referanduma gider mi? Ne tahmin ediyorsun?

Yani gitmemesini temenni ediyorum tabii herkes gibi. Yani rakamlar öyle bir noktada duruyor ki, buna bir çırpıda geçer ya da geçmez diye cevap vermek çok kolay değil. Ben şöyle söyleyeyim: Daha kolay, daha çok oy alabileceklerini zannediyordum. Daha az oy alıyorlar. Ve kritik madde bugün, bir tanesi bugün, diğeri yarın, bu maddeler aşağıya çekebilir mi bilmiyorum. Ama genel olarak sorarsan geçeceğini sanıyorum. Bu baskı ortamında, milletvekillerinin bu kendini beğendirme yarışı ortamında, bu açık oy-kapalı oy gürültüsü içerisinde 330’u bulacaklarını zannederim.

 

Tabii burada kilit MHP. Şimdi AK Partili milletvekilleri vs. daha yakın markaj şu bu falan da, MHP’den fire –zaten deklare fireler var –, başka fireler olur mu, olmaz mı? Hâlâ şu sorunun cevabını –ben de burada MHP ile ilgili yayın yaptım– düşünüyorum; Kemal Can’la konuştuk vs. Hâlâ tam olarak –analiz yapabiliyoruz belki ama– MHP nasıl böyle bir şeye, çok bir yakın zamana kadar çok sert bir şekilde karşı çıktığı bir olaya, dahil olmak da değil, ateşleyicisi oldu biliyorsun.

Tabii tabii.

 

Bahçeli gündeme taşıdı.

Onun verdiği ışıkla başladı, evet.

 

Sen ne düşünüyorsun?

Tabii içeriden bilgim yok. Bahçeli’nin ruh halini de bilmem mümkün değil. Ama dışarıdan daha analiz terimleriyle birkaç şey söylemem mümkün. Bir tanesi, daha siyasi partiyle ilgili bir şey görüyorum. Bir tanesi de siyasi partinin fikirlerini de kuşatan konjonktürle, yani hem bölgesel hem Türkiye içindeki konjonktürle ilgili bir şey görüyorum. İlk gördüğüm şey şu, partiyle ilgili: Bu Fethullah Gülen örgütü –FETÖ, ne ise– Bahçeli için bir meseleydi bu. Parti içerisinde, doğru ya da yanlış, ama bunu bu şekilde algılayan bir Bahçeli söz konusuydu. Bu FETÖ’yle mücadele meselesini Tayyip Erdoğan gibi kısmen araçsal olarak kullanıyor. Kendi partisi üzerindeki hâkimiyetini tekrar sağladı. Bu ortamda ne kongre ne ihraçlara yönelik tartışmalar söz konusu olabilir. Hem de araçsallık dışında, buna inanan, kuvvetli inanan, şöyle söyleyeyim, bu tehlikenin gerçekten çok derin bir tehlike olduğuna inanan bir ruh hali olduğu kanaatindeyim. Şimdi bütün bunlara baktığımız zaman, tabii partisi üzerinde hâkimiyeti sağladığı gibi, bu yapıyla mücadelede kendisini başka bir yere doğru itti. İkinci faktör orada. Bugüne kadar Bahçeli daha çok başbuğlarının, ünlü Türkeş’in çizgisinin dışına çıkmıştı malum. Neydi bu çizgi? Mümkün olduğu kadar devletin, mümkün olduğu kadar iktidarın içinde yer almak; sadece istikrar meselesi içinden değil, güç kullanımı içinden de varlığını sürdürmek. Son dönemlerde, son 3-4 yıldır Tayyip Erdoğan karşısında Bahçeli bu pozisyonunu terk etti. Hatta malum, biliyorsun koalisyon ortağı olabilecek bir konumdayken bunu da arzu etmedi. Bu şekilde yenebileceğini, belki yıpratabileceğini düşündü, ama kendisi yıprandı. Sonuç olarak 2015 Kasım-Haziran seçimleri arasındaki fark Bahçeli için büyük bir vurgundur, fiyaskodur. Bir de parti içerisindeki zayıflama halini düşünelim. Ben buradan, koşulların da itmesiyle çok ciddi bir aks değişikliğine gittiğini düşünüyorum. Şu anda Bahçeli kendisini koalisyonun ortağı yaptı. Yapmanın ötesinde adeta bir başkan yardımcısı…

 

Sürecek bir ittifak diyorsun. Yani bu…

Bahçeli bunu arzu ediyor. Sürecek bir ittifak gibi gözüküyor. Zaten şu anda dikkat edecek olursan hükümetle ilgili eleştirisi olmadığı gibi, hükümetin bütün kritik politikalarında –Fırat Kalkanı operasyonunda, Kürt politikasında– adeta bir hükümet görevlisi gibi, bir devlet başkan yardımcısı gibi bir pozisyon, bir söylem içerisinde hareket ediyor. Şimdi bu tekrar Bahçeli’nin birazcık zorlayarak, ince yerleri kullanarak iktidar kanallarının içine girmesi ve yerleşmesi. Bunu niye yaptı? Bu kendisine fayda sağlar mı? Sağlar. Hep zaten böyle varlığını sürdürmüş bir siyasi parti. Sosyolojik tabanı belli işte, belli bir değişkenlik içinde hareket ediyor. Bir diğer boyut, biraz önce söylediğim boyut: Bölge ve Türkiye konjonktürü. Şimdi bu “ikinci Kurtuluş Savaşı Türkiye’de veriliyor”, “Türkiye’yi Batı; doğudan, batıdan, kuzeyden kuşatmıştır”, “sınırlar değişecektir, Türkiye’nin de sınırları değiştirilmek isteniyor” söyleminin çok kuvvetli bir söylem olduğunu görmemiz lazım. İnandırıcı mı benim açımdan? Hayır.

 

Ama inanan bayağı insan var.

İnanan bayağı insan olduğu gibi, gerek ulusalcı kesim –bunların içinde ulusalcı askerlerin de olduğunu düşünüyorum–, gerek MHP, gerek AK Parti, yine iki yönlü, hem bunu araçsal, fonksiyonel olarak kullanma, hem buna inanarak bunun etrafında yol alma politikalarında gidiyorlar. Böyle baktığımız zaman, bu, MHP’nin yıllardır söyleyegeldiği işte “milletlerarası mücadele” olarak tarihi özetlemekten tut, Kürt meselesinde tavizsiz bir –nasıl söyleyeyim– asayiş politikalarına gidiş, bütün bunlar hem biraz inanç, hem biraz politika itibariyle bakıldığı zaman açıkçası MHP’nin dün söylediklerinin, dünkü endişelerinin, politize ettiği endişelerin bugün bu söylemin özünü oluşturduğunu da görüyoruz. Dolayısıyla fikren de cismen de iktidarın içine giren bir MHP var. Başkanlık sistemine geçiş de bir anlamda bunun devamlılığını sağlıyor, adının konmasını sağlıyor.

 

Ama burada şöyle bir şey yok mu? Şimdi sadece AK Parti değil, geçmişten itibaren hatta Milli Selamet Partisi’nden başlatabiliriz, Refah, Fazilet… Bu partilerin, bu silsilenin, bu devamlılığın en büyük artılarından birisi aynı zamanda Kürtleri de kucaklayabiliyor olmasıydı. Yani sağda yer alıp, Kürtleri ümmetçilik perspektifinden, şu ya da bu şekilde kucaklayabiliyor olmasıydı. Ama MHP’yle bu şekilde iç içelik, özellikle Kürt meselesinde çok büyük bir benzeşme, iç içe geçme, hatta şeyi söyleyebiliriz, birçok yerde MHP iktidarda olsa bugün AK Parti’nin yaptığından daha fazla ne yapabilirdi Kürt meselesinde? Peki bu AK Parti için, Tayyip Erdoğan için çok riskli bir durum değil mi?

O başka bir tartışma, kesin. Ama MHP açısından taşlar yerli yerine oturuyor. Bence riskli bir durum, ama şu soruyu sormamız lazım: Bugün AK Parti’nin bulunduğu yer bir geleneğin parçası ve devamlılığı, ama o geleneğin sürekliliği ya da o geleneğin yaşadığı bir evrimsel değişme midir? Yoksa AK Parti’nin bulunduğu yer, biraz Tayyip Erdoğan’ın hükümranlığında, daha bir şahıs hükümranlığı ya da hegemonyası altında ortaya çıkan, bölgesel konjonktür değişiklikleriyle ortaya çıkan refleksif, devletçi bir tavra doğru ilerleyiş midir? Tabii İslami hareket açısından bunu sen daha iyi değerlendirirsin ama, ben bugün AK Parti’nin bulunduğu yerin İslami hareket açısından, zihniyet bakımından anlamlı olduğunu düşünüyorum; tartışılır ve ele alınır bir durumda olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında baktığımız zaman şu anda Tayyip Erdoğan’ın kullanmış olduğu dil bir kere çok fazla bir şahıs dili. Ve bu şahıs dilinin yanında bir başka geri dönüşü temsil ediyor. Erbakanlı günlerin vurgusuna da bir geri dönüşten bahsedebiliriz. İşte Batı karşıtlığı, Batı değerlerine yönelik bir mesafe alış, özellikle Rojava’daki gelişmeler, Suriye’deki PYD’nin varlığı, Temmuz 15’ten sonra burada yaşanan Kürt meselesindeki gelişmeler, bunların yarattığı okumalarla birlikte gelmiş olduğu nokta bir üçüncü ayak olarak –yani şahsileşme ve diğer boyut dışında– çok kuvvetli bir devletçileşme boyutu, yani gerçekten bir sağcılaşma boyutu. Burada İslami geleneği ikame eden daha sağcı bir refleksin ortaya çıktığını görüyorum.

 

Ama bu sağcı reflekse tam…

Zarar verir mi? Verir. Tabii verir. Yani şöyle zarar verir: Sadece Gülen Cemaati’nin mensuplarının –bunların hepsi muhtemelen darbeci değildi– başına gelenler bile… herhalde hatırlıyorsun, seninle ta ne zaman konuşmuştuk: 2012’de. Büyük bir savaş başlıyor İslami alan içinde demiştik. Eh bu savaşın sonuçları olur. Yani bu savaşın sonuçları AK Parti’ye, o geleneğe zarar verecektir. Yeni sorunlar üretecektir. Kaldı ki Cemaat’in dışındaki İslami aktörler açısından, sosyal aktörler açısından da herhalde bu sürekli tehlike, sürekli düşmanlık, sürekli bölünmek, sürekli birilerinin müdahale etme ruh hali ve söyleminin etkisi bir yerde duracaktır diye umuyorum. Bir yerde insanlar nedenselliğin dışında içeriden “Ne oluyoruz?” diye Tayyip Erdoğan’a doğru, partiye doğru, onların siyasetine doğru soru sormaya başlayacaklardır diye umuyorum. Ama Ortadoğu’daki dengeler böyle seyrettikçe bunun çok kolay olmadığını sanıyorum.

 

Bir de Trump giriyor işin içine.

Bir de Trump giriyor işin içine. O kadar milliyetçi ve devletçi refleks önde ki şu soruyu soramıyor, sormuyor bile insanlar: Kürt meselesi o kadar riskli ve tehlikeli ki, Suriye’de PKK devleti, öbür tarafta Barzani devleti, ileride bunların birleşmesi ve buradan hareketle Ortadoğu’nun çoğunluk nüfusunu oluşturan Türkiye Kürtlerinin de bir o tarafa doğru kayışı, PKK üzerinden falan, bu endişe, bunun etrafında kurulan model… Bunu Fikret Bila’dan, Hürriyet gazetesinin bizim bildiğimiz daha legalist yazarının İslami kesimde MHP’den Ahmet Zeki Üçok’a kadar giden bir skala içerisinde bu denklem kuruluyor. Bu denklem öyle bir noktaya geldi ki Esad’a olan pozisyon değişikliği bile sorgulanmaz hale geldi. Yani bu o kadar önemli, satılabilir ve inandırıcı bir söylem halinde ki ben sahici soruların, gerçek soruların, gerçek yüzleşmelerin yaşanmadığı kanaatindeyim. Bunun sürekliliği faşizmdir. Bunu başka türlü açıklayamayız. Bu 20 sene, 30 sene sürecekse, bir toplum sürekli “Bölünüyoruz, dolayısıyla burada ne yaparsak bu bölünme karşısında her adım mubahtır” diye bakacak bir noktaya doğru gidiyorsa –ki ummuyorum ve sanmıyorum–, yukarıdaki bu faşizan eğilimle aşağıdaki faşizan eğilimin el ele vermesi ve kalıcı olması demektir. Ama şu noktada bu siyaset toplumu daha avcunun içine hapsetmiş durumda. O toplumun bir noktada kendisine soru soracağını sanıyorum. Bu nokta ne zamandır?

 

Soruma geleyim: Referandum eğer olursa, burada ne bekliyorsun? Şu şartlarla güçler dengesi dağılımına falan baktığımız zaman, Olağanüstü Hal koşullarını da hesaba katarsak “Hayır” diyenlerin imkânları çok sınırlı olacağa benziyor.

Bir kere araçlar çok sınırlı. Basın diye bir şey yok. Dolayısıyla neden “hayır” denmesi gerektiğini sağlıklı bir şekilde tartışacak bir ortam yok. Anayasa bile böyle hazırlandı, malum. Biliyorsun, iki tane avukatın Beştepe’de hazırladığı bir Anayasa metninden bahsediyoruz. Bu kadar önemli bir belgenin hazırlanma biçimine baktığımız zaman, dolayısıyla orada bir araç yok. İkincisi, müthiş bir baskı ortamında yaşıyoruz. Sözü olanların söz söyleyeceği yerler çok az. Söz söylenen yerlerde söylenen sözlerin riski var. Dolayısıyla oto-sansür var, endişe var. Şimdi bütün bu koşullarda bu kadar önemli bir paket, büyük bir sistem değişikliği, hatta fazlası gündeme geldiği zaman, dolayısıyla çok demokratik açıdan olumlu, avantajlı bir pozisyonda olmayacak “hayır” demek isteyenler. Dertlerini anlatamayacaklar. İki şu: Bu paketi biz hangi koşullarda tartışacağız? Şunu düşünüyorum: Bu neo-klasik iktisatta vardır, şeyi varsayarlar ya, tam piyasa koşulları. Tam piyasa koşulları olsa, tam açık koşullar olsa, bu referandumda “Hayır” çıkar. Kanaatim budur. Bu toplumun genel eğilimleri, İslami kesimdeki bu konudaki görebildiğim genel eğilimler, Tayyip Erdoğan’ın bu şahsileşmesine yönelik çok net söylenmese bile içeriden gelen rahatsızlıklar, bütün bunlar bu referanduma “hayır” denmesini beraberinde getirir. Ama mevcut koşullar içinde baktığımız zaman iki faktör var. Birinci faktör o demokratik ortam yok. Bir başka unsur, istikrar, tehlike etrafında oluşacak referandumda biz neyi oylayacağız? Ahmet Zeki Üçok, bir radyo programında dinledim, enteresan bir şey söyledi –bir asker olması ve Balyoz’dan hapis yatmış bir subay olması itibariyle, bir de hukukçu– diyor ki: “Evet biz Tayyip Erdoğan’ın pek çok şeyine karşıyız. Ama bugün Tayyip Erdoğan’ı çekip alırsanız bu sistem dağılır.”

 

Bunu düşünen çok insan var.

Bu çok önemli bir faktör. Bu faktörü ister istikrarla açıkla, ister otoriter istikrar modeliyle açıkla, neyle açıklarsan açıkla, referanduma bu koşullarda girilip aynı zamanda bu oylanacaksa, ya da oylarda bunun da payı olacaksa, ben referandumdan “Evet” çıkacağını düşünüyorum.

 

Peki, ne olacak? Sen pakete baktığın zaman –çok husus var tabii de– burada kuvvetler ayrılığı diye bir şey kesinlikle kalmıyor değil mi?

İki tane mesele var. Asıl mesele bu bizim eskiden presidensiyalizm dediğimiz, başkanlık sistemlerine benzeyen ama olmayan, tek adam, Afrika, Latin Amerika’daki tek adam yapılarının çok benzeri bir yapı. Başkanlık sistemini artık herhalde Türkiye öğrendi, hukukçu olmasa bile, başkanlık sistemi çok kuvvetli bir kuvvetler ayrılığı demektir, ideal başkanlık sistemi. Bizde tam tersine kuvvetler ayrılığını ortadan kaldıran, gücü tek adamın elinde toplayan bir model üretiyoruz. Bunun iki tane büyük kaynağı var. Bir sosyolojik kaynak var zaten. Yani lider seven, partilerini liderler etrafında örgütleyen, kimliklerin içine gömülmüş, kimlik içini sorgulamayan, karşı kimliği sorgulamayı daha çok tercih eden bir cemaatçi toplum arayışı var, bu siyasete de yansıyor. Burada siz dünyanın en tatlı parlamenter sistemini getirseniz bile, çoğunlukçu, majoriter bir yapı ortaya çıkabiliyor. Bunun üzerine siz bunun kurumsallaşmış biçimini getiriyorsunuz. Çok önemli iki tane husus olduğunu düşünüyorum. Bir: Başkana yetkiler veriyorsunuz, başkanlık sistemindeki yetkilerin biraz fazlası: Yürütmenin yasama alanına girebileceği kararnameler. Tayyip Erdoğan bunu hiç şüphe yok abartarak kullanacaktır. Yani yasama gücünü. Ama bu en az önemli olan. Asıl önemli olan şey partinin üyesi olarak kalacak olması. Seçim sisteminin değişmemesi halinde –ki muhtemelen değişmeyecek– listeler hazırlanırken Cumhurbaşkanı’nın yani Başkan’ın iktidar partisinin başkanı, ya da üyesi, ya da yetkili adamı olarak bu listeleri hazırlayacak. Dolayısıyla yasamadaki grubun patronu olacak konumda olması, bu tabii yasama ve yürütmenin –tek parti iktidarı olsa da olmasa da çok fark etmez– müthiş bir şekilde birleşmesi demektir. Eskiden buna parti-devleti modeli denirdi. Tabii o tek-parti dönemlerinde olan bir şeydi. Ama olsun. Bugün yasamayla yürütmenin fonksiyonlarını tek bir kişide birleştirdiğiniz zaman demokrasi bitmiş demektir. Anayasa 12 Eylül Anayasası’ndan daha kötü, daha geri bile olur. Bir de şunu ekleyelim: Yargı üstündeki hükümranlık. Belki bazı şeylerde MHP ile anlaşamadılar, öyle görülüyor Yargıtay konusunda. Ama HSYK konusunda yine cumhurbaşkanına adeta bütün dokuyu belirleyecek bir imkân veriyorsunuz; yani üyelerin yaklaşık yarısını cumhurbaşkanı atayacak, geri kalan üçte birini zaten onun hâkim olduğu siyasi parti atayacak. Ülkedeki bu partizanlık siyaset-yargı ilişkilerinin geldiği sığ, vahim noktaları da dikkate aldığımız zaman yargı üzerinde de hükümranlık kuracak bir kişiden bahsediyoruz. Bu, Türkiye’nin parlamentosunun, siyasi partilerinin kendi eliyle Türkiye’yi 1921 Anayasası’ndan bile geriye götürecek bir hamle yapmasıdır. Bunun nedenlerini anlamak için rasyonel düşünmek mümkün değil. Bu rasyonalite ile açıklanabilecek bir şey değil. Çünkü Tayyip Erdoğan gücü kullanıyordu. Gücü kullanması için bu korkunç modele gerek yoktu. O gücü kullanırken zaten buraya getiriyordu sistemi. Bütün itirazımız buna değil miydi? Keyfîleşmek, yargıya müdahale etmek, yasamaya müdahale etmek, cumhurbaşkanı olarak yürütmenin başı gibi davranmak… bunlar zaten fiilen olmakta olan şeylerdi. Şimdi bunlar başka bir biçime dönüyor. Neden mahsurlu? Çünkü bir kez kalıplara, kodlara döküldüğü zaman bunu bozmak, yeniden yapmak çok büyük bir sıkıntı. Türkiye gibi bir ülkede anayasa yapmanın ne kadar büyük bir sıkıntı olduğunu biliyoruz. Krizlerle yapılıyor anayasalar; mutabakatlarla yapılmıyor ki. “Artık bize uymuyor, şunu değiştirelim” demiyoruz. Ancak bir kriz yaşıyoruz, bunalım yaşıyoruz. Ve bunalım demek güçler dengesi demek. Güçler dengesi demek her zaman herkesin taleplerinin üreteceği bir demokratik model demek değil. Dolayısıyla ben bunun kodlaşmasının Türkiye için 21. yüzyılda yaşanacak en büyük kötülüklerden biri olduğu kanaatindeyim. Bunu engelleyebilir miyiz? Sorun da bu.

 

Engellenemese bile daha sonra geriye dönüş, demin söyledin ama…

Tabii ki olacak. Bir gün olacak. Ama nasıl olacak? Yani bütün sorumuz orada. Yeniden bir konsensüs olması lazım. Türkiye’nin bütün bu sistemin ve modelin kötü taraflarını deneyleyerek yaşaması lazım. Bütün bunlar olmadan nasıl “Hadi bunu değiştirelim” diyeceksiniz? Şunu bekleyeceksiniz: Tayyip Erdoğan muhafazakâr kesimde –tamam, sol ve diğer kesimi hiç tartışmıyorum, en azından bu konuda– muhafazakâr kesimde daha özgürlükçü, daha AK Parti’nin ilk dönemlerini andıran bir dalga değişir. Ama bunun çok kolay olmayacağını biliyoruz. Böyle akmıyor rüzgâr. Dünyada liberal rüzgârlar ya da özgürlükçü rüzgârlar eserken AK Parti’nin nasıl bir politika izlediğini, şimdi tersi rüzgârlar, otoriter rüzgârlar eserken nasıl bir yere savrulduğunu, meşrulaştığını görüyoruz. AK Parti tek başına değil. Sonuç olarak İngiltere’deki gelişme, yakında Fransa’da seçimler var, Marine Le Pen ne kadar oy alacak göreceğiz. Trump diye bir faktör daha şimdiden dengeyi sarsıyor. Bütün bunlar şimdiden daha içe kapanmacı, daha güvenlikçi, daha kendi düzenini, elindeki araçlar neyse onunla kurmayı meşru kılan bir düzen sistemine işaret ediyor dünyada. Burada Tayyip Erdoğan gibi, bir otoriteyi ifade eden, bunu çok sık kullanan, bunda da başarı sağlayan, kabul etmek lazım şu âna kadar… Çok büyük insan hakkı ihlalleri yaşandı Güneydoğu’da; ama gidip gördüğün zaman, o bölgede askerî açıdan bir başarı kazanmış durumda. Bunda da başarı kazanan, otoriter imkânları iyi kullanmayı bilen bir lider var. Bu ne zaman gidecek? Nasıl gidecek? Bunu bilmiyoruz. Model şu: İki tane model var. Toplum buna itiraz edecek mi? Kim toplum? Yani biz toplum deyince çok amorf bir şeyden bahsediyoruz, ama sonuç olarak bakalım: Türkiye’de bir, daha ulusalcı, Kemalist, yaşam biçimini önemseyen gruplar var. İkincisi daha liberal diyelim, bağımsız, değişken olan, sayısı çok büyük olmayan gruplar var. Kürtler var. Ve ortalama bir davranış içerisinde, seçmen davranışı itibariyle ortalama davranışlarının kodu yüksek olan bir muhafazakâr kesim var. Şimdi biz bu muhafazakâr kesim içerisinde bir hareket olursa bu değişimi yaşayabiliriz. Burada solun muhafazakârlardan çok oy alması ya da Kürtlerle sol arasında bir ilişkinin olması falan, bunlar şu konjonktürde, özellikle Ortadoğu konjonktüründe düşünülecek şeyler değil. Bu olabilir mi? Çok sanmıyorum. AK Parti içerisindeki itirazların böyle bir siyasallaşmaya yol açacağını hiç sanmıyorum. Nitekim gördüğüm aktörler buna müsaade etmiyor. İkinci ihtimal şudur: Krizler. Ekonomik kriz ya da uluslararası krizler. Krizler iki şeye yol açıyorlar, biliyoruz bunu. Ya deviriyorlar iktidarı, ya da o iktidarı konsolide edebiliyorlar. Konsolidasyon ihtimali de var. Dolar yükseliyor. Tayyip Erdoğan “Dolarlarınızı bozdurun” dedi. Bir sürü adam parasını kaybetti. Kimse “Senin yüzünden paramı kaybettim” demiyor. Artık “O alçak, namussuz kimse, dışarıdaki el doları yükseltiyor” diyor. Ve Tayyip Erdoğan’ın etrafında bir destek yeniden oluşuyor. Ama şunu da unutmayalım: Sistem yeniden tıkanabilir. Sistem tıkandığı zaman Türkiye’de sistem tıkanıkları toplumsal krizler olarak yaşanmazlar. Yaşanırlar tabii, hiç yaşanmazlar demiyorum. Ama asıl kriz odası devlet olur. Devlet krizine dönüşür, devlet krizine dönüşmesi demek Türkiye’de felaketin başlaması demektir. Yeniden askeri darbe ihtimalleri ki ordunun bugünkü durumu karmakarışık. İçinde çeşitli durumlar var. Sonuç olarak askerî bir imparatorluk, askerî bir cumhuriyet, büyük bir refleks. Ulusalcılar, içeride hâlâ mevcut olan muhtemel Gülenciler, diğerleri arasında bir denge oluşuyor. Bütün bunlar bize ileride istikrarsızlık soruları sordurabilir. Dolayısıyla önümüzde, kötü tablo çizecek olursam, böyle bir kötü tablo var. Yani ben ömrüm boyunca topluma inandım. Hâlâ da inanmaya devam ediyorum. Değişimin gücüne inandım. Ve en kötü anlarda bile işin olumlu tarafını bulmaya çalıştım, bu yüzden de çok eleştirilmişimdir. Bu sefer görmekte zorlanıyordum. Buradan nasıl çıkabileceğimizi, nasıl ilerleyebileceğimizi açıkçası görmekte zorlanıyorum.

 

Ayrıntı bir şey soracağım. Bu durumda çok anlamlı gelmeyebilir ama. Şimdi zaten Meclis seçimleriyle cumhurbaşkanı seçiminin birlikte yapılması planlanıyor. Ama hani bu sandık acayip bir şey olduğu için, mesela kohabitasyon dedikleri, biri bir partiden diğerinin başka bir partiden olmasının Türkiye’de yaşanması halinde ne olacak? Cumhurbaşkanı herhalde Meclis’i feshediyor. Yapabilecek mi? Çünkü bu yapı da Türkiye’de, mesela bu sistemde, belki o birazcık…. Her ne kadar Meclis’in doğru dürüst bir yetkisi ve etkisi olmasa da, en azından hani başkandan farklı partililerin çoğunlukta olduğu bir Meclis şekillenebilse, belki birazcık olsa…

Bu tabii nasıl uygulanacak? Dengeler nasıl oluşacak? Bunları bilmiyoruz. Ama bu Anayasa böyle çıkarsa, Meclis’in yasama gücünün çok sınırlı olduğu, Başkan’ın ise yasama alanına bile müdahale edecek bazı araçlara sahip olacağı bir model karşımıza çıkacak. İlk defa olmuyor ki bu. Özal dönemini hatırla. Bütçe-dışı fonlar tartışmasını hatırla. KHK’leri hatırla. SS kararnamelerini hatırla. Türkiye’de yürütme yasama alanına girer ve yasama alanını gasp ederek kriz anlarında yol alır. Bu anayasayla bir de bayağı buna imkân hazırlayacaksınız. Tabii şu önemli: Tayyip Erdoğan, şimdi nasıl olacak bilmiyorum, 2019’da başkanlık seçimleri olacak gibi gözüküyor. 2019’a kadar Türkiye… İki aşama var, iki sınavımız var. Biri referandum. Referandumda “hayır” dedik dedik. Demedik, yeni bir döneme başlıyoruz. Ondan sonra ikinci büyük sınav, yine toplum için, 2019 olacaktır. Burada Tayyip Erdoğan seçilirse Türkiye’nin başka türlü düşünmeye başlaması lazım. Bunun da şöyle olduğu kanaatindeyim: Bir yeni sistem restorasyonu. Yani Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadar iddia ettiği, bir modeli ters yüz etmek, ama demokratik ters yüz ediş değil, bu sefer kendi kimliği üstüne kurulu, değerleri üstüne kurulu otoriter bir sistem inşa etmek üzerine yol almak. Eğer şansı yardım ederse, yani Ortadoğu’da her şey istediği gibi giderse, Ruslardan kazık yemezse, Trump’la anlaşırsa, Kürt meselesinde başka imkânlar ortaya çıkarsa, çok akılsızlık edip piyasa ekonomisiyle böyle Don Kişot gibi savaşmaya devam etmezlerse, farkına varırlarsa bu toplumun ortalaması itibariyle böyle bir sistemi kurma şansı da var.

 

Ben dün bir tweet attım, ironik, herhalde bir seçimde, yeni sistemde yapılacak seçimde CHP ile MHP yine bir çatı adayı çıkarırlar mı diye. Çok anlamı yok böyle geçmişe böyle dönmenin ama, o çatı adayı denilen olayın ne kadar doğaya aykırı olduğunu, siyasete aykırı olduğunu, hızla zaten 7 Haziran’dan itibaren gördük de. Şimdiki halinde çok net bir şekilde gördük. Yani buradan bir muhalefet nereden çıkacak?

Çok zor bir soru. Kürtler, getirildikleri nokta, Kürt hareketini, Kürt siyasetini, Kürt aktörlerini –PKK dışında bahsediyorum tabii ki– legal alanda getirdikleri nokta görülmemiş bir nokta. 1993 modeli, 1994 modeli diyoruz, o bile değil. Evet o zaman alıp hapse atmışlardı Leyla Zana’ları, Ahmet Türk’leri, ama bu daha fazlası. Bu Kürt kelimesinin, Kürt hareketinin K’sini telaffuz edeni kriminalize eden, boğan ve bunu uzun süreli bir planla yapan… Her geçen gün bir eşbaşkan daha tutuklanıyor. Tek tek, tek tek. Bütün seçilmiş insanlar toplanıyor. Dolayısıyla burada Kürt faktörünü ve Kürt seçmenini nasıl hesaplamak lazım? Oy veren bir kitle. Tepki gösteren bir kitle olarak bunu hesap edebilirsiniz. Ama önemli olan o değil ki, sadece önemli olan onları temsil edecek siyasi partinin yapacakları pazarlıklar, girecekleri ilişkiler vs. Bir kere bu oyundan çıkıyor. Şu anda Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının yaptığı meselelerden bir tanesi budur. Yani Kürtleri yok edemezsiniz, Kürt meselesini, Kürt sosyolojisini yok edemezsiniz, ama Kürt hareketini, legal Kürt hareketini böyle bir konuma ittiğiniz zaman tabii ki iki ucu var onun. PKK ile ilişkiye de gider, sistemle ilişkiye de gider, sizin kullanmanıza bağlı. Siz sistemle ilişkinin bütün kapılarını kapatıyorsunuz. Dolayısıyla siyasi alandan tümüyle dışlıyorsunuz. CHP’nin de çok büyük hatası var tabii; buna müsaade etmeyebilirlerdi. Ne CHP ne başka siyasi partiler onlarla el ele tutuşacak konumda değiller. Bu durumda ben uzun vadeli bir MHP-AK Parti iktidarının daha gerçekçi göründüğü kanaatindeyim. CHP de, işte, itiraz ediyor. Fazla bir şey yapamıyor. Aslında daha çok şey yapmasını beklerdim. Benim CHP’ye yönelik eleştirim çoktur, ama bu konularda durduğu yer doğru bir yerdi, anayasa meselesinde. Toplumu seferber etmek. Meclis gürültüsünü anlıyorum. Ama işte görüyoruz. Nasıl zamanında Çetin Altan’ın kafasına tabanca kabzasıyla vurup kafasını yardılarsa şimdi de başka şeyler oluyor. Daha önce gördük. Meclis’te böyle bağıra çağıra, döverek, iterek, kakarak; ne usul tanırlar, ne şekil tanırlar, oradaki parlamenter kalabalık. Dolayısıyla sizin toplumu harekete geçirebilmeniz lazım, ama iki tane büyük endişe var. Tabii bence –bunu daha önce konuşmuştuk– tarihî, tarihî demeyeyim de, Gramsci’nin söylediği anlamda bir iktidar bloğu oluştu. Bunda MHP de, AK Parti de, CHP de var bence. Korku ve endişe Kürt hareketinin Ortadoğu’daki ilerleyişi, büyümesi ve bunun Türkiye’ye yönelik bir, Türkiye’yi küçültecek bir sonuç üretecek olması. Oradaki umut, bu tarafta büyük bir sistem endişesi. Bunun göbeğinde CHP de var. CHP’lilerle veya Kılıçdaroğlu ile konuştuğunuz zaman bunu görmemeniz mümkün değil. Dolayısıyla sokağa yönelik, topluma yönelik, Kürt meselesinde veya başka yerlerde “Yanlış yapıyorsunuz, hukuksuzluk yapıyorsunuz” demenin ötesine geçecek, daha toplumu seferber edecek, daha siyaset yapacak bir kapı açma ihtimalleri de gözükmüyor.

 

Evet Ali, noktayı koyalım.

Koyalım, daha çok moralimizi bozmadan.

 

Ali Bayramoğlu’yla başkanlık sistemi tartışmalarını, Anayasa değişikliği meselesini ele aldık. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.