Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Şehir Hepimizin (6): Anayasalarda yerelliği Osman Can ile konuştuk

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/303009973″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

 

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

 

Engin Gürsel: Merhaba! Altıncı “Şehir Hepimizin” programına hoşgeldiniz. Biliyorsunuz, her pazartesi günü bu saatte yayınlanıyor “Şehir Hepimizin” programı ve “İstanbul Hepimizin” girişimi tarafından hazırlanıyor. Bugünkü başlığımız: Anayasalarda Yerellik. Bu konuyu, bugünkü konuğumuz Osman Can ile görüşeceğiz. Kendisi anayasacı, Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu üyesi ve 25. dönem milletvekili.

Osman Can: Eski milletvekili yani…

 

Peki, eski milletvekili. Hoşgeldiniz.

Hoşbulduk.

 

Şimdi bu yerellik, yerinden yönetim, adem-i merkeziyet, bunlar hep birbiriyle ilişkili, birbiriyle benzer kavramlar. Bugün bu konuları biraz anayasayla ilişkisi çerçevesinde ele almaya çalışacağız. İsterseniz tarihi bir süreç içerisinde bakalım, ele alalım konuyu. Hem Cumhuriyet dönemi, hem de Osmanlı dönemindeki anayasal metinlerde bu yerellik ne kadar vardı, nasıl vardı? Belki buradan başlayabiliriz.

Tabii ki.

 

Buyrun.

Bir metin gösterimi olmayacak değil mi?

 

Bir-iki görselimiz var. Arkadaşlar verecekler.

Bir kere yerellik niye bir tartışma konusu bizde veya niye bunu masaya yatırmak istiyoruz? Herhalde buradan bir girmek gerekiyor. Demokrasi tarihiyle yerellik, yerel yönetimler aslında atbaşı gidiyor. Birbirleriyle bağlantılı olan şeyler. Demokrasiyi, biz halkın halk adına halk tarafından yönetilmesi olarak nitelendiriyoruz. Yani bu bizim bildiğimiz, Abraham Lincoln’dan bugüne kadar gelen klasik tanımı, en basit ve özet tanımı demokrasinin. Eğer halkın halk tarafından yönetilmesi söz konusuysa, halkın halk tarafından en yakın merkezden, kendilerine en yakın olan merciden, karar mercilerinden başlayarak merkeze kadar, ülkenin başkentine kadar olan bütün aşamalarda yönetime katılmaları demektir. Bu da ister istemez yerelliği ortaya çıkarıyor. Yani mahallem hakkında kararı kim verecek? Benim babamın, dedemin çocukluklarının, hayatlarının geçtiği, dolayısıyla bir anı, bir arşiv, bir hatıra değeri olan yerlerle ilgili düzenlemeler, imar düzenlemeleri, kaldırım düzenlemeleri, vs. yani hatırat vardır orada, güçlü bir arşiv vardır; toplumlar arşivlerle, toplumlar hatıralarla varolur. Kültür bu şekilde ortaya çıkar. Dolayısıyla, bunlarla ilgili kararı kim verecektir? Nasıl yapılacaktır? Bunların hepsi yerellikle bağlantılı. Dolayısıyla eğer demokrasiden bahsediyorsak, halkın kendi kendini yönetimi dersek eğer, insanların kendi mahallelerinden, sokaklarından, caddelerinden başlayarak, sonra semtlere, semtlerden sonra şehirlere, şehirlerden sonra ülke yönetimine, her bir aşamada, aslında kendi kaderi hakkında karar vermesidir demokrasi. Yerellik burada başlıyor zaten. Dolayısıyla, yerelliğin olmadığı yerde demokrasiden söz etmek biçimsel olarak mümkündür, ama öz itibariyle çok fazla mümkün değildir.

 

Eksik kalacaktır yani…

Çok ciddi bir eksiklik vardır. Yerellik bu açıdan çok önemli. Böyle önemli olduğu için de demokrasi mücadelesi, anayasacılık mücadelesi, halkın yönetimde söz sahibi olma konusundaki mücadelesine paralel bir mücadeledir aslında yerellik. Osmanlı dönemine bakıldığında, anayasacılık faaliyetinden önce aslında bir yerelleşme faaliyeti vardır. İşte Sened-i İttifak’tan başlayarak, sadece merkezde Padişah 2. Mahmud’un sözünün her konuda geçerli olması değil, ama âyanın, yani lokal bölgelerdeki yöneticilerin fiili iktidar olarak artık her neyse, âyanların yani derebeylerin, onların da artık söz sahibi olması… Kendi bulundukları bölgelerde –tabii ki padişaha bağlı olmak şartıyla– söz sahibi olması yönündeki çabasının ifadesidir Sened-i İttifak. Ne kadar geçerli olmuştur, ne kadar uzun ömürlü olmuştur ayrı bir tartışma konusu. Oradan başlıyor. 1839 yılından itibaren Türkiye’de yerel seçimler başladı. Yani Türkiye’de demokrasi deneyimi, seçimler deyince, öyle 1950’de başlamış değil aslında. Oldukça geçmişten başlıyor: 1839. Bu açıdan bakıldığında Avrupa tarihinin, demokrasi tarihinin çok gerisinde bir yerde, bir noktada değil aslında Türkiye. Anayasacılık tarihi ve yerelleşmeyle başlıyor. Yerel seçimlerle başlıyor. Sonra, gayrimüslimlere özerklik verilmesi, dinî cemaatlerin tanınması, gerçi dinî cemaatlerin tanınması meselesi Osmanlı’nın aslında önemli toplumsal kodlarından birisi. Dinî özerklikler, millet sistemi dediğimiz şey de o. Yani müslümanlar bir millet, Hıristiyanlar bir millet, Yahudiler bir millet, Ermeniler kendi içlerinde alt millet vs.. Bu şekilde millet sistemi, kavramı vardır. Bunlar dinî parametrelere göre şekillenen kavramlar. Burada da özerklikler var belli ölçülerde Osmanlı’da. Bu özerkliğin Sened-i İttifak’tan sonraki Islahat fermanlarında bir şekilde anayasal belgelerle korunmaya çalışıldığını, hem içe doğru hem de dışa doğru, Avrupa güçlerine güvence verme suretiyle kurumsallaştığını görmeye başlıyoruz. Tanzimat Fermanı’yla birlikte yerel yönetimler güçlü hale geliyor. Ardından 1876 Anayasası’na geldiğimizde ilk bir anayasal belgede yerel yönetimleri görüyoruz. Bu yerel yönetimler illere; iller livalar, ondan sonra kasabalar diye yanlış hatırlamıyorsam ayrılıyor ve aynı zamanda özerklik tanınıyor. Fakat sadece yerel yönetimlere özerklik değil, aynı zamanda cemaat yapıları itibariyle de özerklikler vardır. Bu da bir nevi yerelleşmedir aslında. Bir nevi. Yani tam anlamıyla klasik modern anlamda, anladığımız anlamda yerelleşme kapsamının içerisine girip girmediği tartışmalı olabilir, ama bu da bir nevi yerelleşmek. Yani merkezî otorite karşısında, yerelde, lokalde, bir arada şu ya da bu özellik çerçevesinde yaşayan insanların, bu özellik çerçevesinde yaşamlarının bir güvence altına alınması. Burada bir özerkliğin de olması. Bu açıdan bakıldığında dinî özerklikler ve dinî yerellikler Osmanlı Anayasası’na bir güvence olarak giriyor. Tabii orada durmuyor. Yani Osmanlı bir yandan bu reformları sağlarken, ayakta durmaya çalışıyor. Hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Çünkü Osmanlı yıkılıyor, Osmanlı’nın bütçesi zayıf, Osmanlı çok ciddi bir şekilde borçlu… Ulusalcılık faaliyetleri nedeniyle Osmanlı toprak bütünlüğünü koruyamıyor. Çokuluslu bir devlet. Yine aynı zamanda uluslararası düzlemde bakıldığında Osmanlı’nın parçalanmasında ciddi bir şekilde yararı bulunan Rusya, İngiltere, Avusturya-Macaristan, Fransa… bunların etkileri vardır. Osmanlı hakikaten bir beka sorunuyla karşı karşıya. Bir yandan bu beka sorununun üstesinden gelmek için merkezîleşmeye çalışıyor, bir yandan da insanları bir arada tutmak için ufak tefek yerel özerklikler vermeye çalışıyor. Bir denge bulmaya çalışıyor. Kolay bir denge değil tabii ki. Ama zaman içinde, 1876 Anayasası’ndan sonra da bu özerkliklerin dağılma dinamiği diyelim, onu çok fazla engellemeyeceği görüldüğü zaman Osmanlı’da çok ciddi bir merkezîleşme eğilimi ortaya çıkıyor. Genç Osmanlılar’la birlikte başlıyor, İttihat ve Terakki’yle birlikte doruk noktasına ulaşıyor. 1913’e geldiğimiz zaman Osmanlı bütün her tarafı itibariyle katı merkeziyetçi bir şekilde yönetilen, bütün kararların merkezden alındığı bir yapıya dönüşüyor. Tabii daha önce yerelleşme Osmanlı’nın dağılmasını engellemediği gibi, katı merkeziyetçilik de Osmanlı’nın dağılmasını engellemiyor. Yani artık dağılmakta olan, dağılma ve parçalanma dinamiği çok güçlü bir şekilde işlemeye başlamış olan bir Osmanlı’yı, ufak tefek reformlarla kurtarmak, koruyabilmek çok fazla mümkün değildi.

 

Peki Cumhuriyet dönemine geçersek…

Şimdi Cumhuriyet dönemine geçmeden önce, yani niye Cumhuriyet dönemiyle bağlantılı? Onun bir ön aşaması olan 1924 Anayasası’na aslında bakmakta yarar var. Katı merkeziyetçilik, 1918’de Osmanlı’nın çökmesiyle sonuçlanıyor. Tabii ki sadece katı merkeziyetçi olduğu için çökmüyor. Dediğimiz gibi başka faktörler çok güçlü. Ama katı merkeziyetçilik deneyiminden çok yarar sağlanmadığı anlaşılıyor. 1918’e doğru gelindiğinde hiç olmazsa Anadolu’nun ayakta kalması lazım. Hiç olmazsa Anadolu’yu korumamız gerekiyor. Bu, katı merkeziyetçilik tercihinde bulunanların da geldiği bir nokta. 1918-1919-1920’ler. İnsanları bir arada tutmamız gerekiyor. Son kaleyi, Anadolu’yu korumamız gerekiyor. Bunu nasıl sağlayacağız? Anadolu topraklarında yaşayan ve bir arada yaşama iradesi gösteren figürleri, unsurları, onların gönüllü birlikteliğini sağlamak suretiyle yapabiliriz. Bu nasıl olur? Bu da yerel özerklikler sayesinde olur. 1921 Anayasası ortaya çıkıyor ve 1921 Anayasası’na bakıldığında Cumhuriyet tarihinin ve Osmanlı tarihinin gördüğü en güçlü yerel yönetim sistemi var. Şûrâ sistemi var. Vilayet sistemi vardır ve tam anlamıyla bir özerklik söz konusu. O kadar ki, anayasa maddelerinin yarıdan fazlası yerel yönetimlerle ilgili. Bu nedenle bazı anayasacılar 1921 Anayasası’nı anayasa değildir diye etiketleyebiliyor. Tabii ki bazı eksiklikleri vardır. Örneğin yargı kısmı orada düzenlenmemiştir. Neden düzenlenmediği ya da düzenlemenin ne anlama geldiği konusunda kafa yormadan, madem yargı kısmı yok, o halde bu bir anayasa değildir diyorlar. Bir de, bir anayasada bu kadar yerel yönetimler olur mu, o halde bu bir anayasa değildir, diyenler de vardı. Ben iki görüşe de katılmıyorum. Yerel yönetim tercihi, anayasanın en önemli sorunu. Yani bir ülkeyi, yerel yönetimlerin özerk olduğu bir ülke mi, yoksa katı merkeziyetçi bir ülke mi, adem-i merkeziyetçi bir ülke mi? Bunlar bir ülkenin anayasal düzeninin, devlet-toplum ilişkilerinin ne olduğu, insanların özgürlüklerinin gerçekten hayata geçip geçmediği sorularına cevap verebilecek olan hususlar. Bu yüzden tam anlamıyla anayasa meselesi. Ve bu açıdan bakıldığında 1921 Anayasası kadar bu konuda daha demokratik davranabilen, daha demokratik tercihleri bulunabilen hiçbir anayasa olmadı. 1921 Anayasası, yerel yönetim özerkliğini çok ileri bir noktaya taşımış. Hatta belki bir cümle olarak şöyle demek mümkün: Küçük bir kararla, çok büyük değişikliklere girmeye gerek kalmaksızın, federalizme dahi dönüşebilirdi anayasa, neredeyse. Anayasanın, ben şimdi maddesini şuradan bulabilirsem belki bakabilirim ama, anayasanın maddelerine baktığımız zaman, örneğin merkezin yetkileri sayılmış. Ondan sonra bir de yerel vilayetlerin yetkileri sayılmış. Vilayetlerin yetkilerine baktığımız zaman mesela, dahili yani iç ve dış siyaset, ondan sonra adli-yargısal meseleler, askeri meseleler ve uluslararası hükümet ile hükümetin genel sorumluluğunu doğuran hususlar, merkez hükümete aittir, onun dışındaki bütün hususlar neredeyse yerel yönetime aittir. Yani yerel yönetimler üniversite kurulup kurulmaması, üniversitelerde nelerin okutulması gerektiği konusunda karar verebilecek olan mercilerdir. Milli Eğitim diye bir şey yoktur, yerel yönetimler eğitim konusunda yetkilidir. Ziraat konusunda yerel yönetimler yetkilidir. Her bir bölgenin ekonomik kararları, ekonomik tercihleri yerel yönetimlere aittir. Bütün bunların hepsi yerel yönetimdedir. Sosyal yardımlar, vakıf, ziraat, ondan sonra sağlık meselesi, medreseler… Bunların hepsi, teker teker saymış olduğum bütün bunların hepsi yerel yönetimlere aittir. Yani bugün ile kıyaslanması çok fazla mümkün değil.

1924 Anayasası’nda ise, geçişte ise, biraz önce okuduğunuz faktörler mi yani 1924 Anayasası’na geçişi zorluyor? Çünkü bir beka sorunundan da bahsettiniz. Böyle bir algı da var.

Evet.

 

1924 Anayasası’ndaki değişimin esas kaynağı nereden geliyor?

Önce neyin değiştiğine bir bakmakta yarar var. 1924 Anayasası, 1921 Anayasası ne dediyse tersini yapan bir anayasa. Öyle söyleyelim. Yani izleyiciler açısından belki bu daha açıklayıcı olabilir. Ne diyorsa tersini söyleyen… 1921 Anayasası yerel yönetimler konusunda, yerel yönetimleri özerk kılan, kamu hizmetlerinin yürütülmesinde yerel yönetimleri genel yetkili kılan, yerel özerkliklere önem veren bir anayasa. 1921 Anayasası resmî dilin ne olduğunu söylemeyen bir anayasa. 1921 Anayasası, resmî ideolojiyi barındırmayan bir anayasa. 1921 Anayasası bütün toplumsal çeşitlilikleri kurucu olarak kabul eden bir anayasa. 1921 Anayasası bunlar. 1924 ise bunların tam tersiyse eğer, ne anlama geldiğini aşağı yukarı tahmin edebiliriz. 1921 Anayasası ülkenin –merkez, yerel, farketmiyor– yönetiminin bizatihi, bilfiil halkın katılımına dayanması gerektiğini söyler. 1924 Anayasası bunun tersini söyler. Böyle bir şeyi kabul etmiyor. Bu açıdan bakıldığında 1921 Anayasası’yla 1924 Anayasası’nın siyasal tercihlerinin nasıl radikal bir şekilde farklılaştığını görebilirsiniz. Orada şu hususun altını çizmekte yarar var; hani beka kaygısı dedik ya, beka kaygısı, “Eyvah, ülke acaba nereye gidiyor? Ne oluyor ne bitiyor? Nasıl bundan sonra ayakta kalabiliriz? Anadolu’yu koruyabilir miyiz?” kaygısı, bu her zaman mümkün ama, böyle bir kaygı insana bazı tercihler yaptırabilir. Önemli olan hangi tercihi yaptığınız, hangi tercihte bulunduğunuz. Osmanlı beka kaygısıyla gittikçe merkezîleşti, Osmanlı çöktü. 1920 Meclisi, işgal altında olan bir ülkenin meclisiydi. Beka kaygısının 1920’den daha fazla olduğu bir dönem olmuş mudur Türkiye’de? İstanbul işgal edilmiş vaziyette, İzmir işgal edilmiş vaziyette. Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmı Ermeni hegemonyası altında. Ondan sonra diğer tarafta Fransızlar yukarıya doğru yürüyor, Sivas taraflarına doğru ilerliyor. Yani geriye bir şey kalmıyor. Beka kaygısı dersek eğer, bundan daha fazla, daha ağır bir şekilde o kaygıyı hissedebilecek bir dönem var mı Türkiye’de? Ama burada, 1920 Meclisi’nin her şeyi çok önemli. 1920 Meclisi, “Eyvah, beka, ülke elden gidiyor” dediği halde bütün yetkiyi merkezde toplayalım demiyor. Tam tersini diyor. Evet, “Eyvah, ülke elden gidiyor, işgal altında, buna karşı direnmemiz gerekiyor…” Biz direneceksek biz kimiz? Biz, bu Anadolu topraklarında yaşayan herkesiz. Tabii ki Ermeniler bunun içinde yok. Yahudiler de etkisiz eleman, o konuda herhangi bir şeye karışmıyorlar. Rumlar yok. Neden? Çünkü 1. Dünya Savaşı ve sonrasında doğal ittifaklar vardır. Yani bir tarafta Ermeni işgali varken, Ermeniler Ermeni işgalini sağlayan Ruslarla vs. ittifak halinde. O dönemin şartları içinde böyle. Dolayısıyla bir arada yaşama iradesini, o dönemin Ermeni kanaat önderlerinde en azından görebilmek çok fazla mümkün olmayabilir. Rumlar da zaten Ön Asya’ya ya da Küçük Asya’ya Yunanistan işgali gerçekleştiği zaman, tabii ki Yunanlıların Anadolu’da ilerlemesini doğal karşılamışlardır. Bu o dönemin savaş ortamı içinde. Herkes nereye gidebiliriz, nasıl yaşayabiliriz sorusuna cevap aramak için yola çıktığına göre bunlar normaldir. Peki geriye ne kalıyor? Anâsır-ı İslamî dediğimiz İslamî unsurlar, yani Müslüman unsurlar. Kimlerdir bunlar? Türklerdir, Kürtlerdir, Çerkezlerdir, Pomaklardır, Boşnaklardır vs.. Anadolu topraklarında biz bir arada yaşamak istiyoruz, başka işgal istemiyoruz, diyebilen insanlar. “Biz işgalden kurtulmalıyız” diyenler. Kimdir bu biz? Bu biz, bunlar. İçinde Kürt vardır, içinde Laz vardır. Farklı dili olan, farklı inancı olan… Alevi vardır. Dolayısıyla farklı inanç yorumu olan insanlar vardır, gruplar vardır. Böyle bir meclis bir anayasa yapıyor. O halde “Biz bu işgali nasıl karşılayabiliriz? Kendimiz olarak, kendi gönüllü birlikteliğimizle bir araya geldiğimizde bunu yapabiliriz”, diyorlar. 1921 Anayasası, böyle bir meclisin ürettiği bir anayasa. O yüzden yerel yönetimlere ciddi bir şekilde destek veriliyor. Yerel yönetimler güçlendiriliyor. Tabii bunda aynı zamanda Rusya’nın da etkisi yok değil. Rusya da halkların kendi kaderini belirleme ilkesini sosyalist bir perspektiften kabul ediyor ve o dönemin Yunan işgaline karşı, İngiliz ve Fransız işgaline karşı, Ankara hükümeti sırtını bir miktar Rusya’ya dayamak istiyor. Çünkü Rusya da anti-emperyalist, Anadolu da emperyalist bir işgal altında. Bu belli ölçülerde Şûrâ ilkesinin hayata geçirilmesini kolaylaştırıyor ya da anayasada kabul edilmesini kolaylaştırıyor. Ama meseleyi sadece onunla izah etmek mümkün değil. Kürtleri tam böyle bir ortamda gönüllü birlikteliğe nasıl davet edebilirsiniz? Otoritelerini, özerkliklerini tanımak suretiyle ancak davet edebilirsiniz. Ve bu davet üzerine insanlar, “Evet, biz Türklerle birlikte kardeş olarak bir arada yaşayacağız. Dolayısıyla birlikte bu mücadeleye gireceğiz” diye tercihte bulunabildiler. Örneğin İngilizlerden yana tercihte bulunmadılar. Ankara Hükümeti’nden, dönemin en zayıf, sonu en iyi görünmeyen otoritesi, Ankara otoritesi, Ankara Hükümeti otoritesiydi. Ama bir kader birlikteliği vardı, tarihte biz yine birlikte olacağız diye tercihte bulundular mesela. İşte bunun yansıdığı bir anayasaydı 1921 Anayasası. O yüzden yerel yönetimler çok güçlü olarak tanımlanmıştı. Halk egemenliği çok güçlü olarak anayasada tayin edilmişti, güvence altına alınmıştı. 1921 Anayasası’nda hem beka kaygısı vardır, ama aynı zamanda beka kaygısına doğru bir kararın verildiği tek anayasadır Türkiye Cumhuriyeti’nde.

Yani beka kaygısı nedeniyle yaptıkları anayasa, aslında rasyonel bir anayasa diyorsunuz.

Rasyonel bir anayasa. Doğru cevabı verebilen bir anayasa. Yani korkuya, panik haline girdiğiniz zaman önünüze gelen herşeyi yıkarak ilerleyebilirsiniz. Ama korkuyu görüyorsunuz, korkuya neden olabilecek olan unsurları, etkenleri görebiliyorsunuz. Etrafta ne olup bittiğini görüyorsunuz. Ardından “Bir dakika, durup bir düşüneyim bakayım, ne yapabilirim? Nasıl yapsam acaba bu korkuyu engelleyebilecek bir mekanizma üretebilirim?” Bunu sorduğunuz zaman, doğru bir cevap verirsiniz. 1921 de bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti tarihinde doğru bir cevabın verildiği tek örnek. Onun dışındakilerin tamamı yanlış cevaplardır. Özellikle yerel yönetimler bağlamında değerlendirdiğimiz zaman. 1924 Anayasası’na geçiş yapıldığında, yerel yönetimlerin özerkliği ortadan kaldırılıyor. Sadece tüzel kişilik vardır, diye bir ifade vardır. Sonra iller, kasabalar, köyler diye üçlü bir kategori vardır. Bu kadar, başka bir şey yok. Yerel yönetimlerden başka hiç söz edilmiyor.

 

1961 ve 1982’ye doğru da geçiş yapabiliriz. Herhalde çok farklı bir durum yok.

1961, 1924 Anayasası’nın o katı merkeziyetçi yapısını bir miktar yumuşattı. Yerel yönetimlerin özerkliğini tanıdı. Ama bu özerklik 1921 Anayasası ile ya da 1876 Anayasası’yla kıyaslanabilecek bir şey değil. Yani tam anlamıyla merkezin kontrolünde ve merkezin vesayetinde olan yerel yönetimler vardır. Karar organları halk tarafından seçiliyor, seçimle iş başına geliyor, ama yetki alanı sadece mahalli, müşterek nitelikteki hizmetler. Yani yolların tamiratı, duvarların boya badanasının yapılması, çöplerin toplanması, hastane duvarlarının vs. yapılması gibi. Atık su hizmetlerinin, su şebekesinin çekilmesi vs.. Bu kadar. Mahalli, müşterek nitelikteki hizmet kavramının en dar yorumlandığı, dolayısıyla yerel yönetimlerin en yetkisiz olduğu bir özerklik modeli getirildi 1961 Anayasası’yla. Yani 1924 Anayasası’ndaki siyasal tercihin ufak, küçük bir şekilde yumuşatılmasıdır aslında, başka bir şey değildir. 1921 ile hiçbir ilgisi yoktur. 1982 de 1961 Anayasası’nın tercihini birebir aldı ve birkaç kelime, ufak kelime değişiklikleri dışında herhangi bir şey yapmadı. Ve 1961 ile 1982 Anayasası da 1924 Anayasası’nın izinden gidiyor. Dolayısıyla siyaset felsefesi, siyasal tercihleri, vatandaşa bakış açısı, yerele bakış açısı, insanların özerkliğine, bireysel özerklikleri artı toplumsal özerkliklere bakış açısı yönünden hiçbir farkları yoktur.

Peki… İsterseniz biraz da, vaktimiz de ilerliyor, dünyada nasıl bu anayasalar? Yani bu yerellik, anlattığınız dönem itibariyle dünyadan örnekler verebilir misiniz? Dünyada nasıl gelişmeler oluyor anayasalarda?

Federalizmi biraz başka bir noktada bırakmakta yarar var. O siyasal adem-i merkeziyetçilik anlamına geliyor. Yani devlet içinde devlet ortaya çıkıyor. Bir üst federal devlet vardır, bir de onun altında federe devletler vardır; eyaletler, vs. vardır. Onların her birisinin merkezî devletteki yapılanmaya benzer yapılanmaya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar tabii ki ayrı şeyler, ama yerel yönetimler Avrupa’da demokrasinin kurumsallaşmasıyla birlikte güçlenen ve anayasal güvencelere kavuşan yerler. Anayasaların bir kısmına baktığımız zaman, yerel yönetimler doğrudan doğruya Anayasa Mahkemesi’ne müracaat edebiliyor. Yerel yönetimler Anayasa Mahkemesi üzerinden –merkezin kendi haklarını gereksiz yere sınırladığından bahisle– Anayasa Mahkemesi’nden karar alabiliyor. İptal kararları verebiliyor. Merkezî bir başbakan, bir yerel yönetimdeki belediye başkanını arayıp “Şu niye böyle olmadı? Bu niye böyle oldu?” şeklinde hesap sorabilme yetkisine ve imkânına sahip değil. Kıta Avrupası açısından söylemek gerekirse, Fransa yerel yönetimler konusunda en katı örnek olarak gözüküyor. Bölgedeki diğer ülkeler yerel yönetimler konusunda daha özerk, daha ileri adımlar atabilmiş vaziyette. Ama Fransa, Türkiye’yle benzerlik arz edebilecek olan tek ülke Fransa diyelim. Fransa da 2003 yılında yaşadığı anayasa değişikliğiyle, yerel yönetimlerin özerkliğini bir anayasal hüküm haline getirdi. Bu açıdan bakıldığında Türkiye ile kıyas kabul etmez. Türkiye, Avrupa Konseyi içinde neredeyse tek örnek. Bu kadar katı merkeziyetçi; bu kadar yerelin, bölgede yaşayan insanların iradelerini, tercihlerini, taleplerini tamamıyla göz ardı eden, bunlara kulaklarını ve gözlerini kapayan tek ülke neredeyse. Avrupa ülkelerine bakıldığında, yerel yönetimler konusunda bir demokrasi standardı vardır. Demokrasinin yerelden başladığına inanılır. Ve Avrupa Konseyi’nde üstelik, yerel yönetimde özerklik şartı vardır. Avrupa Konseyi yerel yönetimler özerklik şartına Türkiye de imzacı devlet olarak katılmış vaziyette, ama şerhleri vardır. Hangi madde idi tam olarak hatırlamıyorum, 27. madde olabilir. Şu an tam olarak aklıma gelmiyor. Hafızam beni yanıltabilir bu konuda. İşte yerel yönetimlerle, yerel dillerin konuşulması, yerel-ulusal azınlıklar ilişkisinin kurulduğu her bir yerde, dil ve ulusal azınlık ilişkisinin kurulabildiği her yerde, her bir maddede tabii ki Türkiye şerh koyuyor. Bu bizim anayasal düzenimizle bağdaşmaz vs.. Şerh koyduğu yerler, yerel yönetimler özerklik şartının Türkiye’de etkinliğini ortadan kaldıran noktalar. O açıdan bakıldığında, Türkiye evet Avrupa yerel yönetimlerde özerklik şartına tâbidir, imzalamıştır, ama bunun Türkiye’de çok ciddi bir karşılığı yok. Karşılığı olan hususlara bakıldığında, Türkiye’de yasa koyucu ve anayasa koyucuya takdir alanı bırakmıştır. Daha fazla yerelleşme iyidir gibi şeyler söylüyor. Yerel üye devletler, yerelliğin özerkliği konusunda gerekli adımları atma hakkına sahiptir vs.. Bu ifadelerin Türkiye’yi belli bir noktada cesaretlendirebilecek etkisi ve gücü yok.

 

Bu Avrupa özerklik şartını, hatta daha doğrusu Avrupa Birliği sürecini alırsak, aslında 2000’li yılların yarısında, daha doğrusu 2000 ila 2005 gibi bir dönemde bizde uygulamayla ilgili birtakım yasal düzenlemeler var. Bir şeyler oldu diye hatırlıyorum.

Motivasyon boyutu ortaya çıktı. Türkiye’nin o dönemdeki şansı, Ak Parti iktidarının yerel yönetimlerden doğan bir iktidar olmasıydı. Ak Parti yerel yönetimler olarak, merkezin kendi otoritesini, kendi alanını ne kadar daralttığını, merkezin müdahalesi nedeniyle yerelde belediyelerin nasıl hizmet veremediklerini, hangi tür engellerle karşılaştığını bilen bir siyasi parti olarak iktidara geldiğinde, ilk bu konuda bir duyarlılık içinde hareket etti. Ve yerel yönetimlere özerklik şartı bu dönem önem kazandı. Türkiye bunu çok tartıştı mesela. Ve Türkiye’de o konuda bir adem-i merkeziyetçilik hamlesi başladı. Ak Parti o hamleyi başlattı. Ömer Dinçer’in Başbakanlık Müsteşarlığı döneminde bu konularda ciddi hamleler oldu ve kamu yönetimi reform kanun tasarısı hazırlandı. Ve 1921 Anayasası’ndaki mantığa çok yaklaşan kanunî çalışmalar yapıldı. Yasa çalışmaları yapıldı. Hasbelkader ben de o dönem Anayasa Mahkemesi’ndeydim. Bunların hepsi önemli ölçülerde Anayasa Mahkemesi’nin önüne geldi ve o yerel demokrasi konusundaki mücadeleyi de ben Anayasa Mahkemesi’nde kendi başıma vermek durumunda kaldım. Kamu yönetimi reform çalışması maalesef dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in vetosuna takıldı. Ondan sonra yine dönemin muhalefet partisinin çok yoğun ve güçlü muhalefeti nedeniyle bunlar, Meclis’te ikinci defa görüşülemedi. Ve öylece kaldı. Onun çıkarılamayacağı anlaşılınca, tabii Ak Parti reformlar konusunda adım atmaya çalışıyor, ama bir yandan da çekiniyordu. Yani Ak Parti’nin kendi beka sorunu da vardır o dönemler içinde. Bunu tabii ki inkâr etmek mümkün değil. Beka sorunu var ve beka sorunu dediğimizde de çok çok riskli adımlar atmaması gerekiyordu. Yani o yüzden biraz bu kanun çalışmalarını durdurdu, sonra daha alt seviyede, daha ikincil düzeyde, daha soft bir şekilde, işte İl Özel İdaresi Kanunu’nu yeniledi, Belediye Kanunu’nu yeniledi, Büyükşehir Belediye Kanunu’nu yeniledi. Bu üç temel kanun vardı. Bunları yenilemeye çalıştı ve bunlar üzerinden bir miktar yerel yönetimlere alan açmaya çalıştı. Tabii bunları yaparken, artık çok yoğun bir şekilde, “İşte, Ak Parti emperyalistlerle ittifak yaparak Türkiye’yi bölmeye, parçalamaya çalışıyor; yerel yönetimlerin güçlendirilmesi de esasen budur”. Cumhuriyet Halk Partisi de, “Devlet bölünüyor, parçalanıyor” diye Anayasa Mahkemesi’ne iptal müracaatlarında bulunmuştu o zaman. Hatta Ahmet Necdet Sezer de aynı şekilde Anayasa Mahkemesi’ne müracaatta bulundu diye hatırlıyorum. Ve Anayasa Mahkemesi dönemin, nasıl söyleyelim, o hâkim havasından kaçamadı. Ve yerel yönetim, belediyelerle ilgili yanlış hatırlamıyorsam 14. maddeydi, Belediye Kanunu’nun 14. maddesi, yerel yönetimlerin önünü bir miktar açan, mahalli müşterek nitelikte olmak şartıyla kamu hizmetlerinde belediyeyi genel yetkili kılan… Zaten anayasa da bunu söylüyor aslında. Fakat Anayasa Mahkemesi bunu bile tehlikeli görerek iptal etti o zaman. Yani şok içindeydim. Nasıl böyle bir şey olabilir? Tabii ki Anayasa Mahkemesi kararlarına, karar gerekçelerine yansıyan bir şey yoktu, ama içeriden benim bildiğim bilgiler vardı. O da şöyle: “Türkiye çok hassas bir dönemden geçiyor. Osman Bey sizin dediğiniz her şey çok haklı, ama şu an tehlikeli bir noktadan geçiyoruz. O yüzden kusura bakmayın. Biz başka şekilde karar veriyoruz” denildi örneğin. Yani böyle söylemlere, böyle diyaloglara şahit olmuşluğumuz var. Ve Anayasa Mahkemesi o zaman bunu engelledi. Mevcut anayasal düzende, o dönemden bugüne kadar yerel yönetimler konusunda çok ciddi bir gelişme olmadı. Ak Parti de zaman içinde, merkezdeki otoritesini güçlendirdikçe, merkezden ülkeyi yönetmenin kolaylığını, konforunu yaşayıp görmeye başlayınca, bu sefer 2004 yılında, 2005 yılında bu yerel yönetimlerde attığı adımların önemli bir kısmını zaman içinde peyderpey geri almaya başladı. Belediye başkanları vardı, daha sonra bakan oldular mesela. Belediye başkanıyken çok güçlü bir şekilde “Merkez yerel yönetimlere karışmamalı, yerel yönetimlerin önü açılmalıdır” derken, bu yönde bir propaganda yaparken; bakan olduktan çok kısa bir süre sonra, birden “Yerel yönetimler neden bu kadar çok yetki kullanıyor? Bütün bu yetkileri merkeze bağlamak lazım” deyip, politika üretmeye başladılar, söylem üretmeye başladılar. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin yerel yönetimler konusundaki temel zâfiyetini ve temel problemini ortaya koyuyor işte. Bütün yetkiler merkezde toplandığı anda, merkezde otoriteyi, gücü ele geçiren bütün yetkileri orada toplamaya devam eder ve her konuda karar vermeye başlar. Her konuda karar verdiği yerde zaten demokrasi olmaz.

Evet. Bir de toplumun bütün bunları algılamasıyla ilgili değişik sonuçlarla karşılaşıyoruz. Aslında yerel demokrasi, adem-i merkeziyet, yerinden yönetim deyince, Kürt vatandaşlarımızın bunu daha çok gündeme getirdiği, daha çok dillendirdiği gibi bir algı var. Hatta toplumun diğer kesimleri bunu bir sorun gibi görebiliyorlar. Yani objektif bir bakışla değerlendiremeyebiliyorlar. Bu biraz da benim kişisel algım. Bununla ilgili ne diyeceğiz? Yani sanki toplumun diğer kesimleri, Kürtler bunu dile getirdikçe, bu yerel, yerinden yönetim haklarından vazgeçiyorlar gibi bir pozisyona geliyorlar. Bununla ilgili ne düşünürsünüz?

Ergen psikolojisi diyelim, ya da çocuk psikolojisi. Yani yanındakinin de, hasmı olarak bellediği kişinin bir şeye sahip olmasındansa, kendisinin dahi o şeyden mahrum kalmasını tercih eden bir ruh hali. Kürtlerin de –yani Kürt olarak değil aslında– Anadolu’da yaşayan her unsur, bunların yerel yönetimler konusunda özerklik kazanması Türkiye Cumhuriyeti’ni ortaya koyan bir gerçektir. Yani o olmasaydı, Türkiye Cumhuriyeti şu an olmazdı. Şimdi işte Doğu, Güneydoğu bölgelerine, yani daha doğrusu özerklik falan verirsek, yerel yönetimlerin önünü bir miktar daha açarsak, oradakiler şöyle yapar, böyle yapar diyorsak, 1920 ruhunu yani Kurtuluş Savaşı’nı, o destanı anlamamışız demektir. O dönemlerde insanlar bu sayede bir araya geldiler. Türkiye Cumhuriyeti bu sayede ortaya çıktı. O halde yine bir arada, gönüllü olarak bir arada olan, bir arada yaşamaya karar vermiş, kader birlikteliği yapmış olan o insanların da sizler gibi yerel yönetim özerkliğinden, nerede yaşıyorlarsa, İstanbul’da yaşıyorlarsa İstanbul’da, Muğla’da yaşıyorlarsa Muğla’da, Mersin’de yaşıyorlarsa orada, Diyarbakır’da yaşıyorlarsa Diyarbakır’da, tabii ki anayasal çerçeve içinde, tabii ki hukuk devleti sınırları içerisinde, tabii ki ülkenin bütünlüğünü tehlikeye atmamak şartıyla –buna hiç kimsenin hakkı yok–, atmamak şartıyla, ama bulunduğu bölgelerde kaldırımların nasıl düzenleneceği, o bölgede caddelerin nasıl düzenleneceği, o bölgede adalet hizmetlerinin gerekiyorsa nasıl yürütüleceği, zabıta işlerinin nasıl yürütüleceği konusunda da söz hakları olsun. İnsanlar kendi hayatlarına tekabül eden, kendi hayatlarını somut bir şekilde etkileyen kararlar ne ise o kararlara da katılabilsinler. Bunun Kürtlükle, Türklükle bir ilgisi yok. Dolayısıyla İzmir’in de aslında sorunudur, Edirne’nin de sorunudur. 2010 yılında biz yeni anayasa platformu oluşturduk ve Türkiye’nin her tarafını dolaştık. Edirne’yi de, İzmir’i de, Muğla’yı da dolaştık. Her tarafa gittik. Kars, Erzurum, Diyarbakır, Batman, buralara da gittik. Ve insanların ortak çağrısı şuydu: “Bizimle ilgili, bizim mahallemizle ilgili, bizim hayatımızı doğrudan etkileyen kararlara niye merkez karar veriyor? Mesela bir hemşirenin atanması konusunda niye merkez karar veriyor? Niye insanların büyük bir kısmı ya da Türk Hava Yolları –öyle söyleyelim–, Türk Hava Yolları kendi bulundukları bölgelerde küçük bir atamayı yapmak üzere Ankara’ya yola çıkanlardan oluşan, onların taşımacılığını yapan bir havayolu şirketi niye oluyor?” örneğin. Bu tür eleştiriler, bu tür çağrılar vardı yani. Diyarbakır’daki bunun içine bir miktar ideoloji koyuyor. Bir miktar daha Kürt etnisitesi referanslı bazı unsurlar koyuyor. Edirne’deki ise daha başka bir şekilde bakıyor. Ama Edirne’deki insanımız, Erzurum’daki insanımız, İzmir’deki insanımız, evet herkes, “Merkez bizim hayatımıza o kadar da karışmamalı” diyebiliyor. Bu açıdan bakıldığında hepsi için ortak yarardır yerel yönetimlerin güçlü olması. Gezi olayları başladı Türkiye’de, Gezi olayları nerede başladı? Diyarbakır’da mı başladı? Hayır! Gezi olayları İstanbul’da başladı. Taksim’de başladı. Taksim’deki problem neydi? Gezi Parkı meselesiydi, oraya bir kışlanın yapılabilmesi meselesiydi. Bu yereldir. Yerel bir meseleydi ve yerel meselelerle ilgili olarak o bölgede yaşayan insanlar karar versin. Ama lütfen. Mesele buydu ama burada Türkiye’nin genel bir siyasal problemi olduğu için, bir yerde ufak bir haklılık ortaya çıktığında bu çok hızlı bir şekilde siyasal bir ajitasyona ya da siyasal bir hamleye, siyasal bir direnişe dönüşebiliyor. Dönüşebilme potansiyeli vardır, çünkü Türkiye’nin anayasal düzeni demokratik değildir. Nerede, hangi yerde ufak bir kıvılcım ortaya çıkarsa, siyasal bir dile tercüme edilebiliyor ve siyasal bir ajitasyona dönebiliyor. Bu potansiyel vardır. Bu potansiyel Türkiye’nin gerek yerel yönetimler konusunda ve gerek merkezî yapı konusunda demokratik olmadığının da göstergesi. O halde doğru karar verebilmek gerekiyor.

Evet. Peki. Son bölüme geliyoruz. Ve tabii ki bugüne biraz bakalım. Şimdi önemli bir anayasa değişikliği çalışmasının tam ortasındayız. Ve “Cumhurbaşkanlığı” adı altında, yürütmenin Cumhurbaşkanı’na devredileceği bir değişiklik var. Şimdi bununla yerel, yerinden yönetim ya da yerellik, yani konuştuğumuz bütün bu konuların ilişkisine biraz bakabilir miyiz? Aslında ben sorumu şöyle de değiştirmek istiyorum. Şimdi bu çalışmalar sonucunda, ikinci aşamada belki bir referandum gündeme gelecek. Buradan da evet çıkarsa bu değişiklik gerçekleşecek. Ülkede çok büyük bir bölüm bunun için negatif düşünüyor. Belki de aynı miktarda bir bölüm de pozitif düşünüyor ama evet ya da hayır çıkması, ikisinin de sonucunda birtakım fırsatlar da belki çıkacak. Yani pozitif anlamda söylüyorum. Böyle bir ihtimal var mı? Buraya biraz girelim isterseniz.

Şöyle söyleyelim: Yerel yönetimler, insanların hak ve özgürlüklerini daha rahat kullanabilmesinin imkânıdır. Yerel yönetimler ne kadar özerkse –tabii ne kadar derken sonsuza kadar giden bir akıl yürütme değildir–, belli bir anayasal çerçeve içinde yerel yönetimler özerk olduğu zaman, o bölgede yaşayan insanlar, daha otonom, daha kendi kararlarını kendileri verecek şekilde bir yaşam sürdürebiliyorlar. Bu, ülkenin demokrasi kalitesine ciddi bir şekilde katkı sağlıyor. Demokrasiyi aslında mümkün kılıyor. Bireysel özerklik, aile özerkliğine, toplum özerkliğine, mahalle özerkliğine, oradan şehir özerkliğine doğru gidiyor. Oradan bir ülkenin aslında özerkliğine doğru gidebilen bir şey. Bir kere bunun altını çizelim. İkinci bir boyut vardır; yani bir özgürlük ve özerklik boyutu vardır, ikinci olarak da iktidarın sınırlanması boyutu vardır. Yerel yönetimler güçlü değilse, merkezdeki otoriteyi sınırlandırabilme, dengeleyebilme imkânı çok fazla yoktur. Çok fazla yoksa, bu durumda erkler ayrılığı dediğimiz ve aslında yine özgürlüklerimizin garantisi olan mekanizmalar çok fazla çalışmayabilir. Parlamenter sistemde de böyledir, başkanlık sisteminde de böyledir. Almanya bir parlamenter sistem; İtalya, İspanya, bunların hepsi birer parlamenter sistem ve bunlarda yerel yönetimler inanılmaz bir şekilde güçlüdür. Yani İtalya ve İspanya bölgeli devletlerdir. Almanya federasyondur; ama her bir eyalet içerisinde yerel yönetimlerin inanılmaz özgürlükleri vardır. Yerel yönetimler doğrudan doğruya Anayasa Mahkemesi’nin muhatap alabildiği anayasal kurumlardır, anayasal organlardır. Doğrudan doğruya bireysel başvuru, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapma yetkisine sahiptirler. Türkiye’de böyle bir şey yok.

Üstelik bizde sosyal katmanlar biraz daha çeşitli. Yani çok-kültürlülük daha geniş bizde.

Dolayısıyla aslında bu yerelliği dinamizmle dönüştürebilme potansiyeli İtalya’dan daha fazla vardır Türkiye’de. Ama biz o potansiyeli yıkım potansiyeli olarak yorumladığımız için kendi ayağımıza kurşun sıkıyoruz. Bu ayrı bir hastalıklı yapı. Şimdi yerel yönetimlerdeki yetki, aynı zamanda yürütmenin, merkezdeki yürütmenin sınırlandırılması işlevini de yerine getirir. Biz buna, yasama, yürütme, yargı diye üç erkin birbirini dengelemesi ve sınırlamasından bahsediyoruz, ama bir de bunlar yatay erkler ayrılığıdır. Yani aynı düzlemde yürütme, yasama, yargı… birbirinden ayıracağız bunları. Bunlar ayrı yetkilerle donatılmış olacak ve her birisi kendi yetkisini kullanırken, ötekinin de aynı zamanda sınırını çizmiş olacak. Bu, denge denetimi demektir; bu, ülkenin sağlıklı bir demokrasiye sahip olduğunun göstergesi. Ama bu yetmez, aynı zamanda düşey erkler ayrılığı. Yani merkezdeki yetkilerin, idari yetkilerin örneğin, özellikle bu yürütme açısından geçerli, merkezdeki idarî yetkilerin yereldeki idarî yetkilerle ve kurumlarla dengelenmesidir. Dolayısıyla yerel yönetimler aynı zamanda iktidarın sınırlandırılması, dolayısıyla akılcı hale getirilmesinin de en önemli aktörlerinden bir tanesidir. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti anayasalarına baktığımız zaman, 1921 Anayasası hariç, gerel yönetimlerin böyle bir özelliği çok fazla yok. Mevcut anayasal değişikliğe geldiğimizde…

Başkanlık…

Başkanlık sistemine geldiğimizde, yerel yönetimler konusunda bir şey getiriyor mu? Hayır, hiçbir şey getirmiyor. Yani çok sınırlı bir yerel yönetimler özerkliği, dolayısıyla demokrasiye katkı sağlaması çok sınırlı olan bir yerel yönetimler özerkliğine dokunulmadan bunun üzerine başkanlık sistemi konuyor. Başkanlık sistemine geçildiğinde, yerel yönetimleri aslında daha fazla güçlendirmeniz gerekiyor. Parlamenter sistemde olmadığı kadar güçlendirmeniz gerekiyor. Çünkü başkan zaten güçlü, başkanı bir yandan parlamentoyla güçlendirip dengelerden, bir yandan da yereli güçlendirmek ve başkanın yetkilerini yerelle sınırlandırmak gerekiyor. Başkan yerelin alanına asla ve asla girmemeli. Trump örneğin, kıyameti koparıyor, esip savuruyor. Twitter üzerinden dünyanın gündemini vs. belirliyor, ama Trump New Orleans’taki valinin işine karışamaz. Oradaki bir belediyenin işine hiçbir şekilde karışamaz, o kadar güçlü değildir mesela.

Federal Devlet.

Federal Devlet olmasa dahi başkanlık olması nedeniyle böyledir. Çünkü onun yetkisi federasyon ile sınırlıdır. Yetkisi merkezle sınırlıdır, dengelenmiştir. Yerel yönetimlerle dengelenmiştir. Başkanlık sisteminde bu ihtiyaçtır ve Türkiye’de bunun yapılmış olması gerekiyordu. Bu yapılmadı. Yani dolayısıyla yerel yönetimler konusunda bir iyileşme ihtimali yok. Bir şans yok aslında. Pozitif bir durum yok. Yasalarda ve anayasada yerel yönetimlerin durumunu sıkıntıya sokabilecek ya da onların durumunu daha da güçlendirebilecek, daha da iyi bir hale getirebilecek herhangi bir değişiklik bu pakette yok. Ama şöyle bir şey vardır; parlementer sistemde, yerel yönetimler konusu, yerel yönetimlerin güçlü olmasına yönelik ihtiyaç düzeyi çok yüksek değilken, başkanlık sisteminde aslında daha da güçlendirmek gerekiyor. Şimdi başkanlık sistemine geçildiği halde yerel yönetimlerin durumunun aynı şekilde bırakılmış olması, aslında olumsuz bir duruma işaret ediyor. Aslında bir geriye gidiş olarak da nitelendirilebilir. Yani bu açıdan bu değişiklik yapılırken bir yandan da yerel yönetimler güçlendirilmiş olsaydı, Türkiye için daha pozitif bir çıkış noktası yakaladık diyebilirdik.

Peki bu durumda bekleyeceğiz ve göreceğiz sonuçları.

Evet, bekleyip göreceğiz. Yani bu ortaya çıkacak olan sıkıntıları bir şekilde Türkiye tecrübe edecek. Deneyim yaşayacak, acı deneyim de olabilir, ama bunların sonucunda herhalde hepimizin aklı başına gelecek. “Bir dakika, böyle olmuyor” diyeceğiz. “En azından 1920 Meclisi’ndekilerin sahip olduğu özgüvene biz de sahip olmalıyız, bu ergen psikolojisinden kurtulmalıyız”, demek suretiyle herhalde daha doğru bir yola tevessül edeceğiz diye bekliyoruz, ümit ediyoruz.

Peki, süremizin sonuna geldik. Çok teşekkür ederiz katıldığınız için.

İyi yayınlar diliyorum.

Bugünkü konumuz “Anayasada Yerellik” idi. “Şehir Hepimizin” programları önümüzdeki hafta da devam edecek. Anayasada Yerelliği Prof. Osman Can’la beraber konuştuk. Önümüzdeki haftaya kadar bize ulaşmak isterseniz istanbulhepimizin.org web sitesinden ve @isthepimizin facebook ve twitter adreslerinden bize ulaşabilirsiniz. İzlediğiniz için çok teşekkür ederiz. Hoşçakalın.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.