Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Uğur Mumcu’nun mirası

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/304284682″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

 

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba iyi günler. Bugün büyük gazeteci Uğur Mumcu’nun katledilmesinin 24. yılı. Yirmi dört yıl önce onun öldürüldüğü zaman ben Amerika Birleşik Devletleri’nde New York’taydım. Nasıl bir şok olduğunu unutamam. Kendisini hayatta tanıma şansına erişmiştim; çok fazla olmasa bile birkaç kere değişik ortamlarda sohbet etme imkânımız olmuştu. Şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim: Uğur Mumcu benim gazetecilik hayatımda, ömrü hayatımda gördüğüm, takip ettiğim, okuduğum gazeteciler içerisinde kesinlikle en takdir ettiğim kişidir; meslektaşımdır. Benim gözümde, benim gördüğüm Türkiye basın tarihinde en iyi gazetecinin Uğur Mumcu olduğunu hep söylerim, söylemeye de devam edeceğim.

Onun bir araştırmacı-gazeteci yönü, bir de köşe yazarlığı yönü vardı. Köşe yazarlığında dile getirdiği görüşler, siyasi görüşlerle birçok konuda çok ayrıldığımız bakidir, katılmadığım çok yönü vardır ve kendisiyle bunu tartışmışlığımız da vardır; ama bir gazeteci olarak, komple bir gazeteci olarak Uğur Mumcu gerçekten çok büyük bir değerdi, çok büyük bir isimdi ve zaten katledilmesinin nedeni de buydu. Onun araştırmacı-gazetecilik yönünün doğurduğu rahatsızlık sonucu kendisini kalleşçe katlettiler 24 yıl önce bugün, evinin önünde arabasına binerken.

Uğur Mumcu denilince akla ilk gelen Cumhuriyet gazetesi

Uğur Mumcu’dan bugüne ne kaldı? Sabah kızı Özge ile arkadaşımız Gülener Kırnalı konuştu. Bir Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı var, öldürülmesinin hemen ardından ailesi tarafından hayata geçirilen ve gerçekten Uğur Mumcu’nun mirasını elinden geldiğince yaşatmaya çalışan ve gerçekten bu konuda da çok başarılı olan bir vakıf var. Ama onun dışında Uğur Mumcu denince ilk akla gelen Cumhuriyet gazetesi ve Cumhuriyet gazetesinin şu andaki durumu gerçekten pek parlak değil. Çok sayıda yöneticisi, yazarı cezaevinde. Gazetenin üzerinde çok büyük bir baskı var ve gerçekten Cumhuriyet gazetesi Türkiye’nin en köklü medya kuruluşlarından, basın kuruluşlarından. Cumhuriyet gazetesi gerçekten zor bir dönemden geçiyor ve zaten Türkiye çok zor bir dönemden geçiyor ve Türkiye’de gazetecilik çok zor bir dönemden geçiyor.

Şunun özellikle altını çizmek lazım: Uğur Mumcu denince akla araştırmacı-gazetecilik geliyor ve Türkiye’de an itibariyle araştırmacı-gazetecilik anlamında elle tutulur, ciddiye alınabilir hemen hemen hiçbir şey yok. Ama onun ötesinde Türkiye’de zaten normal haberlerin düz bir şekilde olduğu gibi, sade bir şekilde verilme imkânı da pek yok; kalmadı. Türkiye’de şu anda “şurada şu oldu, şu şunu yaptı, bu bunu yaptı, şu şunu dedi, şu şöyle eleştirdi, bu böyle yaklaştı olaya” diye, biz gazetecilerin “tam ajans haberciliği” diye küçümseyerek dile getirdiği şeyleri yapabilmek bile bugün Türkiye’de gerçekten gazetecilik anlamında devrimci bir duruş olur. Türkiye, bunun çok gerisinde artık, maalesef böyle bir noktadayız.

Sıkıyönetim dönemlerinden daha sert, daha az özgür, daha sıkı denetimli bir medya ortamı

30 yılı aştım gazetecilikte ve çok kötü dönemler, sıkıntılı dönemler yaşadık. Değişik yerlerde, çalıştığım yerlerde, arkadaşlarımla beraber çok şikâyetçi olduk, ama o dönemlerin hepsinde –buna 12 Eylül cuntası yılları da dahil, ben o sırada gazeteci değildim ama bir gazete okuru olarak da, sonra o dönemde gazetecilik yapmış olan kişilerle konuşmalarımdan ve yazdıkları kitaplardan da görüyoruz– çok daha özgür bir medya ortamı, gazete, basın ortamı vardı. İnsanlar en azından belli kurallar içerisinde –kurallar ne kadar, alan ne kadar dar olursa olsun– bir alan vardı ve bu alanın içerisinde bir şeyler yapmak için ellerinden geleni yapıyorlardı.

Şu anda teknoloji çok gelişti, işler çok daha kolaylaştı, herkesin bir şekilde haber ve yorum üretme süreçlerine dahil olma imkânı çoğaldı; ama Türkiye’deki alanın nasıl bir alan olduğunu bile tarif edemiyoruz maalesef. Dar bir alan olur, o dar alanın içerisinde insanlar bir şey yapmak ister, gazeteciler bir şeyler yapmak ister, o alanın her geçen gün şekil değiştirdiğini görüyoruz ve özellikle 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından Olağanüstü Hal’le beraber Türkiye’de sıkıyönetim dönemlerinden daha sert, daha az özgür, daha sıkı denetimli bir basın-medya ortamıyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla şu anda Uğur Mumcu’nun mirası anlamında yaşayan, Türkiye’deki medya ortamında söylenebilecek hemen hemen maalesef hiçbir şey yok. Bu bizim en önemli acı durumlarımızdan birisi.

Şunun da altını ısrarla çizmek lazım: Uğur Mumcu’nun, Ahmet Taner Kışlalı’nın ve diğerlerinin o dönemde, 90’lı yılların başlarında değişik yerlerde değişik şekillerde katledilmeleri aslında bugün geldiğimiz noktanın birer kilometre taşıymış; bunu da böyle yazmak lazım. Türkiye’nin tarihi 5 yıl önceden ya da 10 yıl önceden başlamış değil; Türkiye 90’ların başından itibaren özellikle garip bir yere doğru gitti, inişli-çıkışlı bir grafik izliyor; kimi zaman Avrupa Birliği süreçleriyle beraber çok heyecanlandığımız, umutlandığımız oldu; çözüm süreçleriyle beraber çok umutlandığımız anlar oldu, ama şu anda Türkiye gerçekten 90’lı yılların başında inşa edilen o kötücül ortamı büyük ölçüde devralmış durumda.

Katillerin motivasyonu hâlâ belirsiz

Uğur Mumcu’yla ilgili bir diğer husus tabii ki onun neden öldürüldüğü, nasıl öldürüldüğü konusunun hâlâ –her ne kadar bazı kişiler mahkûm edilmiş olsa bile– karanlıkta kalmış olmasıdır. Yaklaşık çeyrek yüzyıl oldu, bu ülke yetiştirdiği en büyük gazetecilerden birinin –bence son dönemin en önemli gazetecisinin– nasıl öldürüldüğünü, neden öldürüldüğünü aydınlatmadı. Devlet üstüne düşeni yapmadı, gazeteci meslektaşları olarak bizler de lâyıkıyla bunun peşine düşmedik. Birileri mahkûm oldu, o birilerinin isimlerini Google’a girip bakarsanız, belki hatırlıyorsunuz, belki de cezalarının şu ya da bu şekilde tamamlayıp çıkmış olabilirler; sanmıyorum ama belki de olabilirler. Çok ağır cezalar aldılar ama motivasyonlarının ne olduğu bir türlü anlaşılmadı ya da birileri anladıysa bile kamuoyuna bunu anlatmadı.

O tarihte yapılan operasyonlarda Uğur Mumcu ve diğer aydınların öldürülmesiyle ilgili yapılan operasyonlarda İran’la irtibatta olduğu söylenen birtakım kişiler yakalandı, yargılandı, mahkûm edildi; birtakım kişiler de –bazıları İran uyruklu– kaçtılar.

O tarihte, dile getirilen Kudüs Ordusu ya da Kudüs Savaşçıları diye İran’da Devrim Muhafızları’na bağlı bir birim ve bu birim kapsamında bu suikastlerin gerçekleştirildiği karara bağlandı. Bunun üzerine Türkiye’de çok fazla gidilmedi, doğru mu yanlış mı, neden sorusunun cevabı pek araştırılmadı. Ama şunu vurgulamakta yarar var: Yıllar sonra Kudüs Savaşçıları denilen yapı karşımıza nerede çıkıyor? Özellikle Suriye’de çıkıyor. Kasım Süleymanî adında bir komutanları var, dünyanın en popüler İranlılarından birisi herhalde şu anda. Ali Hamaney’den ve Ruhani’den bile popüler olduğu söylenebilir. Suriye’de cephede ve onun yönettiği güçler Suriye’de Esad rejiminin yanında muhaliflere karşı mücadele ediyor. Hatta Irak’ta da IŞİD’e karşı savaşta Kudüs Savaşçıları ya da Kudüs Ordusu’nun yer aldığı söyleniyor.

Peki böyle bir yapı Türkiye’de –eğer doğruysa– bu aydınları niye katletmiş olabilir? Burada gerçekleştiren katliamları, suikastleri gerçekleştiren kişilerin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları oldukları karara bağlandı. Yani, bakın “karara bağlandı” diyorum, mahkûm edildiler; ama hâlâ onlar mı yaptı, yoksa başkaları yaptı onlar mı mahkûm edildi, bu konuda emin olamıyoruz. Çünkü bu olaylar hakkında kamuoyuna hiçbir şekilde aydınlatıcı, tatmin edici bilgiler verilmedi. Şu ortamdan sonra da bunların aydınlatılma ihtimalinin çok kuvvetli olduğunu sanmıyorum.

Derin devletler ittifakı

Peki, bu konuda ne olmuş olabilir? Açıkçası geçen çeyrek yüzyıl diyelim, 24 yıl içerisinde Uğur Mumcu meselesi, Uğur Mumcu’nun ve diğer aydınların katledilmesi meselesi üzerine kendi çapımda –çok geniş çaplı olduğunu söyleyemeyeceğim ama– araştırdım, soruşturdum, bilenlerle konuştum, bildiğini düşündüğüm insanlarla konuştum; benim kişisel görüşüm şu: Tabii bu bir hipotez, ama benim kişisel görüşüm, bunun Türkiye’de Uğur Mumcu ve diğer aydınlardan hoşlanmayan, onların varlıklarından hoşlanmayan kesimlerin –ki buna eskiden çok kolay bir şekilde derin devlet diyorduk, o arada geçen süre içerisinde o derin devlet çok şekil değiştirdi, kimisi tasfiye oldu, kimisinin yerine yeni bir derin devlet inşa edildiği söyleniyor vs. onu bir kenara koyalım ama– o yıllarda Türkiye’de özellikle Uğur Mumcu ve diğer aydınların varlıklarından, faaliyetlerinden, görüşlerinden rahatsız olan Türkiye’deki bazı çevrelerin İran üzerinden bir nevi siparişle bu olayları yaptırdığını, suikastleri yaptırdığını düşünüyorum. Bu benim kanıtlanmamış bir hipotezim.

Bunun karşılığında Türkiye’deki Türk derin devletinin de İran adına bir şeyler yapmış olma ihtimalini ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum. Çok üstü kapalı gibi görünebilir, ama açıldığında da söylenebilecek çok fazla bir şey yok. Fakat şunu çok iyi biliyoruz ki Türkiye ve İran, bölgede ayrı ayrı devlet gelenekleri çok güçlü olan yerler; buralarda seçimler, Türkiye’de çokpartili İran’da daha katı seçimler olsa da, İran’da özellikle rejim değişmiş olsa da, devlet gelenekleri hiç değişmedi ve bu her iki ülkede de devletin görünen ve görünmeyen sahipleri olageldi. Görünmeyen sahipleri derken derin devletleri, yani bizdeki terminolojiyle derin devletleri kastediyorum ve bu derin devletlerin her ne kadar özellikle İran Devrimi’nden sonra devrim ihracı vs. gibi konularda aralarında çok karşılıklı atışmaları olsa da, açıktan atışmalar olsa da, bu devletlerin, bu ülkeleri gerçekten kontrol eden yapıların birçok konuda çok iyi anlaşabildiklerini düşünüyorum, özellikle geçmişte.

Suriye İç Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin, Ankara’nın politika değiştirmesiyle beraber burada büyük bir kopuş oldu. Şimdi Astana’da da süren görüşmelerle belki bu yeniden tamir ediliyor olabilir, ama İran’da İslamî rejim olsa da, Türkiye’de laiklik iddiasında bir rejim olsa da, bu iki ülkenin derin devletlerinin, derin yapılarının birbirleriyle çok uyumlu bir şekilde çalışabildiklerini düşünüyorum ve Uğur Mumcu ve diğer aydınları bu uğursuz uyum sonucunda kaybettiğimizi düşünüyorum; bu benim kişisel görüşüm.

Rabıta skandalı

Aradan geçen bu süre içerisinde bu olay aydınlanmadı, aydınlanacağa da pek benzemiyor. Sonuçta baktığımız zaman Uğur Mumcu’nun mirası olarak ailesinin çabalarıyla yapılan, yapılmak istenen, kitaplarıyla bir miras var; ama onun dışında Türkiye’de –şu anda arkadaşlar mesela Rabıta’nın kapağını gösteriyorlar– şunu söyleyeyim: Uğur Mumcu’nun kitapları içerisinde en sevdiğim, en çok yararlandığım kitaptır. Rabıta’nın şöyle bir öyküsü var, bilmeyenlere hatırlatmakta yarar var; Uğur Mumcu, Avrupa’daki Türk İslamî grupları, cemaatleri araştırmak için bir Avrupa turuna çıkıyor; tabii ki ağırlıkla Almanya ve burada camilerde vs. Milli Görüş olsun, o zaman Cemalettin Kaplan gibi diğer değişik gruplarla görüşerek, Süleymancılar gibi gruplarla görüşerek çok ciddi bir araştırma hazırladı. Hiç unutmam, o dönemde bu araştırmanın finansmanı için Cumhuriyet gazetesinin imkânlarının yetmediği ve kendi kitaplarından elde ettiği gelirle araştırmasını kendisinin finanse ettiğini okumuştum ve tam Uğur Mumcu’ya yakışır bir şeydir.

Sonuçta Uğur Mumcu bu araştırmaları yaparken, röportajları yaparken çok ilginç bir şeyle karşılaştı; Suudi Devleti’nin yan kolu olan Rabıtat-ül- Âlem-ül-İslam, Dünya İslam Birliği adlı kuruluşu araştırırken –ki bu Dünya İslam Birliği adlı kuruluş, petro-dolarları akıtarak dünyanın dört bir tarafında Suudi Arabistan’ın resmi ideolojisi olan Vahhabiliği yaymaya çalışan bir kuruluş– Uğur Mumcu orada bir belgeye ulaştı, o belgede 12 Eylül askeri rejimi döneminde, Türkiye’de ekonominin iyi olmadığı dönemlerde, yurtdışındaki, Almanya’daki, Diyanet İşleri camilerinin personelinin maaşlarının Suudi Arabistan’ın yan kuruluşu, devletin yan kuruluşu olan Rabıta tarafından ödendiğini saptamıştı, kayda geçirmişti; çok büyük bir skandaldı.

Bu skandalı ortaya çıkardı; çünkü şunu da biliyoruz: 12 Eylül askeri rejimi, Kenan Evren ve diğerlerinin yönetime el koyarken, darbeyi yaparken, en önemli gerekçelerinden birisi de laiklikti. Laiklik iddiasıyla ülkedeki parlamenter sistemi lağvedip bir diktatörlük inşa eden cuntacılar, kendi devletinin memurlarının parasını Suudi Arabistan Devleti’ne ödetmekten hiç de çekinmemişlerdi. Uğur Mumcu bunu kanıtlayarak çok büyük bir gazetecilik başarısına imza atmıştı; ama o kitabın içerisinde tabii bu belgeyi bulması ve açığa çıkartmasına ek olarak orada yaptığı röportajlar, orada camilerde ve değişik yerlerde yaptığı değişik röportajlar da gerçekten çok önemli, büyük gazetecilik örnekleriydi.

Evet çok uzatmaya gerek yok. Uğur Mumcu’yu sevgiyle ve saygıyla anıyorum ve bir gazeteci olarak, artık emekliliğine gelmiş bir gazeteci olarak, gazeteciliğin Türkiye’de şu anda içine düşmüş olduğu duruma bir kere daha hayıflanmaktan başka elimden bir şey gelmiyor ve bu arada tabii cezaevindeki tüm meslektaşlarıma buradan –tabii onlar izleyemiyorlar, internet bağlantıları yok, hatta birçoğunun, özellikle Silivri’de bir bölümdeki gazetecilerin mektup bile almalarına izin verilmiyor, kitapları çok sınırlı olarak veriliyor– ama yine de onları tanıyanlar üzerinden, aileleri üzerinden onlara da buradan selamlarımı iletmek istiyorum. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.