Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum (73): Cihangir İslam & Funda Başaran

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

İyi akşamlar Açık Oturum’a hoş geldiniz. Bu 7 Şubat akşamı geç saatlerde çıkan Kanun Hükmünde Kararname’yi konuşacağız. Biliyorsunuz bu kararname ile 330 öğretim üyesinin memuriyetle ilişiği kesildi. Tabii yalnızca onlar değil son kararname ile 4644 kamu çalışanı memuriyetten atılmış, uzaklaştırılmış oldu. Bununla birlikte 1 Eylül’de çıkan 5 kararname ile toplam 84 binden fazla kamu çalışanı artık devlette çalışmıyor durumda. Bu 5 kararname de toplam 4811 akademisyenin memuriyetle ilişiğini kesmiş durumda. Bunlar artık akademik görev yapamıyorlar. Son kararname ile az önce belirttiğim 330 akademisyen uzaklaştırılmıştı. Bugünkü Açık Oturum’u bu isimlerden üçüyle yapacağız. Yanımda Prof. Cihangir İslam var. Kendisi Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi. Ankara’daki konuğumuz şu anda bizi dinliyor: Funda Başaran Özdemir. O da Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi. Funda Hocam siz de hoşgeldiniz yayınımıza. Ve İstanbul’daki trafik yoğunluğu nedeniyle Gaziantep uçağı ile Sabiha Gökçen’e indiği halde stüdyomuza yetişemeyen Sayın Ceren Akçabay da ilerleyen dakikalarda programda bizlerle beraber olacak; onunla da telefonla bir bağlantı kuracağız. Hocam müsaade ederseniz önce sözü Funda Hanım’a vermek istiyorum. Hocam iyi akşamlar, öncelikle geçmiş olsun diyelim. Hakikaten Kanun Hükmünde Kararname ile görevden uzaklaştırıldığı zaman şu anda idarî olarak hukukî bir süreç işletmek mümkün gözükmüyor. Öncelikle şunu sormak istiyorum: Bugüne kadar 4 kararname ile çok sayıda, 4 binden fazla öğretim üyesinin görevlerine son verilmişti. Son kararnamede siz de vardınız. Bu iklimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve böyle bir kararnamede adınızın geçmesini bekliyor muydunuz?
Funda Başaran:
Sondan başlayayım ben soruları cevaplamaya; aslında evet, bekliyordum. Çünkü 1 Eylül’den bu yana çıkan KHK’larla Ankara Üniversitesi’nde Barış İçin Akademisyenler diye bilinen, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atanlara yönelik gayet sistemli bir tasfiye işletiliyordu. İlk 1 Eylül kararnamesinde bir grup arkadaşımızı yolcu etmiştik. Daha sonra 6 Şubat’ta yayınlanan bir diğer kararnamede hem Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi hem İLEF’ten hem de Tarih Coğrafya Fakültesi’nden, Eğitim Fakültesi’nden yine imzacı arkadaşlarımız ihraç edilenler arasındaydı. Ve bir sonraki kararnamede artık sıranın bize geldiğini çok fazla farkındaydık. Ama diğer taraftan şunu da belirtmek gerekiyor: Bu son kararname gerçekten de çok ciddi bir kıyıma dönüştü. Yani öncekiler çok daha küçük sayıdaydı. Hatta ilk KHK’da, 1 Eylül’de çıkanda, “Burada çok büyük yanlışlık var, böyle olmaması gerekir, herhalde arkadaşlarımız geri dönerler” diye bir umut içindeydik. Fakat son KHK ile, 686 sayılı Kararname ile artık böyle bir olasılığın olmadığı, bunun bize yönelik gayet sistemli, kıyıma yönelik, gayet sistemli tasfiye hareketine dönüştüğünü idrak etmiş olduk.

Elimdeki rakamlar beni yanıltmıyorsa bu beş kararnamede 117 Ankara Üniversitesi öğretim üyesi meslekten uzaklaştırılmış oldu. Son kararname ile dediğiniz gibi 70 akademisyen uzaklaştırıldı. Yapılan yorumlarda Mülkiye’nin –ki Türk siyasî sisteminin en önemli öğretim kurumlarından biri Ankara Üniversitesi– hem Siyasal Bilgiler Fakültesi hem Hukuk hem İletişim Fakültesi. Buralarda ciddi bir uzaklaştırılma olduğu ortada. Siz bunu sistematik bir şey olarak mı gözlemliyorsunuz?
Başaran
: Şöyle değerlendiriyorum. Zira çok büyük birimlerde herkesin bildiği gibi pek çok yerde çok farklı kampüsleri var. Çok fakülteleri var. Ama Dil Tarih Coğrafya Fakültesi ile Siyasal Bilimler Fakültesi, Hukuk Fakültesi, İletişim Fakültesi ve Eğitim Fakültesi’nin olduğu Cebeci Kampüsü aslında eleştirel, diğerlerine oranla daha barış ve özgürlük seslerinin güçlü yankılandığı yerler olmalarıyla bilinirler.

Hocam, araya girmek istiyorum. Eleştirel derken 2002’den önceki dönemde mi eleştirel? Yoksa gelenek olarak 12 Mart, 12 Eylül, ne bileyim 28 Şubat süreçlerinde de Ankara Üniversitesi bu konuda iyi sınavlar vermiş miydi? O zamanda sesini yükseltebilen bir kurum muydu?
Başaran
: Elbette. Size şu kadarını söyleyeyim. Özellikle burada 28 Şubat çok önemli bir tarih gibi görünüyor. Ben 28 Şubat Süreci’nde öğretim üyesi değildim, ama sonraki süreçlerde üniversitedeydim. O dönemde de hakları elinden alınmaya çalışılan, sadece kıyafetleri yüzünden üniversiteye girmeleri engellenen öğrencilerimiz vardı. Biz Ankara Üniversitesi Cebeci kampüsündeki öğretim üyeleri olarak, pek çoğumuzun katıldığı bir biçimde, o öğrencilerimizin kampüse herhangi bir zorlamaya, herhangi bir baskıya maruz kalmadan girmeleri için elimizden geleni yaptık. O zaman ki öğrencilerimiz de buna şahittirler. Derslerde onların kıyafetleri yüzünden herhangi bir ayrıma uğramamaları için elimizden geleni yaptık. Ve hatta Türkiye üniversiteleri içerisinde “ayrımcılığa karşı dersler” diye ders okutulan tek fakülte de. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden ve tüm kampüsten öğrencilere açık bir derstir bu. Burada belki eleştirellik üzerine birkaç şey söylemem gerekiyor. Eleştirellik derken, sadece siyasî iktidarı eleştirmek, varolan düzeni eleştirmek falan gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Sosyal bilimler içindeki eleştirel gelenekten bahsediyorum. Bu eleştirel geleneğin de benim için en önemli tarafı özdüşünselliğidir. Yani kendi yaptığımız iş üzerine düşünme becerisidir. Öğrencilerimize de bu beceriyi kazandırmaya çalışmaktır. Çünkü hepimiz biliriz ki, ürettiğimiz bilgi, içinde bulunduğumuz toplumu değiştirir; ama içinde bulunduğumuz toplum da, bizim ürettiğimiz bilgiyi etkiler. Yani bir etkileşim söz konusu; tabii bu bilinçle bilgi üretmeye çalışırız. O yüzden de sorunuza daha net bir cevap vermek gerekirse: Siyasal Bilimler Fakültesi, İletişim Fakültesi yani Cebeci Kampüsü’ndeki tüm fakülteler tarihleri boyunca eleştirel fakülteler olmuştur. Burada üretilen bilgi eleştirel bilgi olmuştur. O yüzden eleştirellik sadece 2002 sonrasına dahil değil elbette ki; ama sanırım bu eleştirelliğe tahammül sınırları farklı dönemlerde farklı biçimler alıyor. Bu dönem, özellikle iktidarların –ama sadece siyasî iktidarların değil, daha küçük iktidarların– eleştirisine bir tahammül gösterilmediğini düşünüyorum. Çünkü bizim için rektörlük de eleştirilecek bir kurumdur. Ve eleştirildikçe rektörlüğün daha iyi olması, daha demokrat olması sağlanır.

Peki, o zaman bir ara verelim size. Cihangir Hocam size dönmek istiyorum. Sizde bu KHK ile üniversiteden uzaklaştırıldınız. 90’lı yıllarda da benzer şeyler galiba yaşamışsınız. Ve Ankara Üniversitesi’nde yaşamışsınız. Yanılıyor muyum? İsterseniz oradan başlayalım. O zaman süreç nasıl işledi, sonrasında neler oldu yani? Yani mahkemeye gittiniz ve o zaman nasıl şeyler oldu?
Cihangir İslam
: Öncelikle bu kararnameden zarar gören akademisyen arkadaşların üzerindeki bu haksızlığın bir an önce kalkmasını diliyorum. Aslında geçmiş olsun demeye de dilim varmıyor. Çünkü geçmiş olsun bizde: 1) hastaya 2) suçluya söylenen şeyler. Ben bildiri yazmanın, kanaat ifade etmenin ifade özgürlüğü sınırları içinde olduğunu kabul ettiğim için, geçmiş olsun demekten ziyade tebrik ederim demek daha doğru olabilir. Yani ifade beyan ettiği için. Doğruluk ve yanlışlık değerlerinden bağımsız olarak bunu söylüyorum. Ama başlarına gelen veya başımıza gelen kaza için, inşallah bir an önce hepimizin başından gider ve hepimiz görevlerimize döneriz diyorum.

Sabah Funda Hoca’ya geçmiş olsun dedim, o da bana hayırlı olsun diye yanıt verdi.
İslam
: Evet, evet, beni birçok telefon hayırlı olsun diye aradı. Ben öyle bir üslubu daha sıcak buluyorum. Bu sıkıntıların da bir an önce bitmesini temenni ediyorum. Gelelim 90’lara. 1991 yılında Türkiye’de sistematik işkence vardı. Bunun dışında Kürt meselesinde hemen hemen hiçbir şey elde edilmemişti, yani ne anadil yönünden… Yaygın bir başörtüsü yasağı vardı. Hatırlarsınız o dönemleri. Siz gençsiniz gerçi.

Yok, hatırlıyorum.
İslam
: Bu üç mesele, evet, ilk defa ne oldu? İlk defa İnsan Hakları Derneği sol camianın bir insan hakları derneği idi. Öyle fonksiyon görüyordu, ama maalesef o dönemde solcu olmayanları pek dikkate almamak gibi bir tutumu, bir uygulaması da vardı. Mesela başörtüsü meselesini kabul etmiyordu sorun olarak. Daha sonra oturuldu Mazlum-Der kuruldu. Ve Mazlum-Der’in kuruluşunda şu ilke benimsendi…

Siz Mazlum-Der’in kurucularındansınız değil mi?
İslam
: Evet, 54 kurucusundan biriyim. Şu ilke: Her insanı insan olarak kabul edeceğiz; siyasî kimliğine, etnik kimliğine, herhangi bir kimliğe bakmaksızın insan olarak herkesin haklarını savunacağız. 54 kurucu bu işe giriştik. O dönemde şu da vardı, mevzuat varmış daha doğrusu. Bir derneğe –Kanarya Severler Derneği de dahil bir derneğe– üye olmak için rektörün yazılı iznini alıyorsunuz. Ben şu derneğe üye olabilir miyim? O da “Olabilirsin evladım” derse oluyorsunuz. Olamazsın derse “Peki hocam” diyorsunuz. Fakat ben bundan habersizim samimiyetle.

O zaman yardımcı doçent misiniz?
İslam
: O zaman daha çiçeği burnunda bir uzmandım, daha 32 yaşlarımda falan. Yeni bir uzmanım. Derneği kurduk; bir süre sonra bana bir sarı zarf geldi. İlk defa böyle bir şeyle karşılaştım. Tabii biraz incindim, travmatize oldum, ürktüm de doğrusu. Baktım, işte, “İzin almadığınızdan dolayı” falan, “savunmanız”. Hukuk Fakültesi’nde bir öğretim görevlisini görevlendirmişlerdi. Şu anda ismini hatırlamıyorum, ama çok yapıcı davranmıştı. Aslında yönetmelik atılmamı öngörmüştü. Fakat öyle bir kanaat bildirdi ki, “Mevzuattan habersiz olduğu için bu doktor arkadaşımıza ihtar ya da kınama verilip işine devam etmesi” falan söylendi.

Yani mevzuatı aslında sizin lehinize değerlendirdi ya da yorumladı.
İslam
: Yani mevzuatı aslında bir hukukçu gibi değerlendirdi. Yani benim ifadem şuydu: Bu bir formalitedir. Yani rektörden izin almak. Ben bu formaliteyi bilseydim, gidip rektörden izin alacaktım. “Evlâdım, insan haklarında çalışma” mı diyecekti bana mesela? Deseydi o zaman başka bir soru açılırdı tabii. Bir formaliteyi atlamışım; yani maksadım yeraltı çalışması, yeraltı faaliyeti yapmak değil ki… açık bir insan hakları çalışması yapmak. Buna rağmen rektörlük beni işten attı. Orada enteresan olan şuydu: Üç kere attı. Mahkemeye gittim, İdare Mahkemesi’ne. Ve İdare Mahkemesi beni görevime iade etti, tekrar işime başladım; bu sefer temmuzda –her sene temmuzda sözleşme yenilenir– ilişiğimi kestiler göreve başladıktan sonra. Çünkü burada husumet var. Yani ilişiğimin kesilmesi için de bir neden yok ki! İşimi yapıyorum, çalışıyorum, yeniden kestiler. Yine mahkemeye gittim; mahkeme yine beni görevime iade etti. Üçüncüde iade etmedi; ben de ondan sonra zaten Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne geçtim. Çünkü bütün kapılar kapanmıştı yüzüme. Fakat hukuk yolu açıktı. Ve İdare Mahkemesi haklı buldu. Ve de evet, şuna bakarsak, mevzuat kötüydü, ama o kötü mevzuatı ben açık olarak çiğnemiştim; ama buna rağmen mahkeme beni kötü niyet bulmadığı için, yani yasanın amacı bu değildir diyerek görevime iade etti. Şimdi fakat bugünkü…

Bugüne gelelim. Bugün o dönemde rektörlükle, en azından akademiyle birtakım problemler yaşadınız. Bugün de siz ilk bildiriye imza atmış mıydınız?
İslam
: Hayır ilk bildiriye imza atmadım.

İkinci bildiriye imza atmıştınız yanılmıyorsam, değil mi?
İslam
: İlk bildiriyi imzalayan öğretim üyesi arkadaşlarımıza tutuklamalar başladı; gözaltılar başladı; işten atılmalar, hemen ilişik kesmeler, kapının önüne koyulmalar başladı. Bunun üzerine zannedersem Boğaziçi menşeli bir bildiri ortaya çıktı; bir paragraflık bildiri zaten. Aslında sizin diksiyonunuz daha güzel. Lütfen şu bildirinin tam metni, şu kadar…

Peki,
“Biz aşağıda imzası olan akademisyenler, fikir ve ifade özgürlüğü ilkesine bağlıyız ve bu ilkenin akademik yaşamın temel unsuru olduğuna inanıyoruz. Bu temelde, ülkedeki çatışma ortamıyla ilgili kişisel değerlendirmelerimizden bağımsız olarak, siyasi iradenin ve YÖK’ün çok sayıda üniversite mensubunun imzaladığı “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye karşı gösterdiği tepkiyi yanlış ve kaygı verici buluyoruz.
İfade özgürlüğü olmadan demokrasi olmaz. Üniversite ve akademisyenin görevi akıl yürütme ve vicdan muhakemesi sonunda vardığı fikirleri toplumuyla paylaşmaktır. Fikrin eleştirilmesi demokrasinin, fikri ifade edenin cezalandırılması ise otoriterliğin niteliğidir. Akademisyenlerin ülke sorunlarıyla ilgili dile getirdikleri görüşlerinin siyasi irade tarafından cezalandırılmaya çalışılması, akademik özgürlüklere darbedir. Böyle darbeler her şeyden önce toplumsal gelişmeyi durdurur. Ülke demokrasisine verilecek en büyük zarar, fikri söylemek değil, fikri ifade ettirmemektir.”
İslam
: Evet, bu üç sayfa benim savunmam. Bu nedenle bana soruşturma açıldı. İkinci bildiriye imza attım. Çünkü mesele şuydu: Yani ilk bildirinin ifade ettiği fikirlere katılıp katılmamak değildi mesele. Mesele benim gibi düşünenlerin konuşması değil, fikir özgürlüğü benim gibi düşünmeyenlerin de konuşması; kaldı ki ben burada bu saatten sonra artık fikir ayrılığı, fikir birliği konusunu tartışmayacağım. İfade özgürlüğü ilkesi üzerinden tartışacağım her şeyi… ve bunun üzerine soruşturma açıldı. İşte bu iki buçuk sayfalık soruşturmada aynen bildiriyi buraya koydum, işte, hemen bildirinin altında söyledim: “Anayasamızın 25. maddesine dayanarak bu bildiriyi imzaladığımı bir kez daha beyan ediyorum”. Bunu ifademe geçtim. “Anayasamızın bu maddesine ve yukarıda sıralanan diğer hukukî gerekçelere dayanarak ifade vermeyi reddediyorum.” Yani ifade vermedim ben; sadece bilgilendirme yazısı yazdım o ifade çağrısına, çünkü şu andaki mevzuata göre, soruşturma açma, cezalandırma yetkisi de yok zaten. Üniversite beni cezalandıramadığı için KHK’ye işi havale edip o şekilde ilişiğimi kesti.

Funda Hoca’ma sormadan bir şey daha soracağım. Bu savunma alınacağı ortaya çıkınca araya herhangi birileri, “Ya Cihangir Hocam, şu imzanı geri çek, gel şu işi böyle kapatalım” diyen, böyle bir cüret, böyle bir yaklaşım gördünüz mü?
İslam
: Yani o terbiyesizliği bana kimse yapamaz. Kusura bakmayın biraz sert konuştum; o teklifi yapamaz, biraz sert, ahlaksız bir tekliftir o. Ama bu ifade isteği, zaten bu ifade isteği “İmzanı geri çek”, zımnen “İmzanı geri çek” çağrısıdır. “İmzanı geri çek ki biz de seni bir kınamayla falan geçiştirelim” çağrısıdır. Ama ben o imzayı geri çekersem ayna ile benim aram ne olacak? Ayna ile benim aram bozulur, kendime güvenim sarsılır; yani kendi varoluşumu inkâr ederim. İfade özgürlüğü tartışma kabul etmez. İfade özgürlüğü istisnasız herkes için geçerlidir. İfade özgürlüğü sizin gibi düşünenler… – yanlış anlaşılmasın, burada ben farklı düşünüyorum mesajı falan vermiyorum; ben kendimi bu popülasyonun bir üyesi olarak kabul ediyorum ve bu arkadaşlarla aynı kaderi yaşayacağım, benim kararım bu. Ama ifade özgürlüğünü herhangi bir tartışma konusu yaparsak, birlikte bir sistem oluşturmak için bir başlangıç noktası yakalayamayız. Benim söylemek istediğim bu.

Peki, Funda Hocam, ifade özgürlüğü bağlamında burada açıkçası ciddi bir problem var ve KHK’lar sürecinde en azından bunun hukukî olarak mahkemelere taşınması kolay gözükmüyor. Bundan sonraki süreçte siz, bizatihi kendiniz, ya da birlikte hareket ettiğiniz akademisyen arkadaşlarınız varsa, nasıl bir yol izlemeyi planlıyorsunuz?
Başaran
: Gerçekten ifade özgürlüğü konusunda ciddi bir problem var ve bunların mahkemeye taşınması çok olası görünmüyor. Ayrıca yaptığımız tartışmalarda AİHM’nin de bu konuda çok hızlı bir karar vermede yetersiz kalacağı görünüyor. En azından şu âna kadar olan pratikler bunu ortaya koyuyor. Çok alanım değil, ama dediğim gibi kendi içimizde yaptığımız tartışmalardan çıkartarak söylüyorum. Çok kısa vadede biz üniversitelere dönmeyi beklemiyoruz. Zaten bizden önceki tasfiyelerde de üniversitelere dönüşler bu kadar kolay olmamıştı. Biz bu sürecin başında, yani 1 Eylül’de, dediğim gibi dönüşü mümkün buluyorduk; hâlâ bir hata olduğunu… eğer bütün bunların gerekçesi darbe girişimi ise biz de bunu sonuna kadar lânetliyorduk açıkçası. Böylesine korkunç bir darbe girişiminin sonucu olarak bunlar oluyorsa, bizim bununla bir ilişkimiz olamayacağını söylüyorduk. Zaten gelinen noktada, daha önceden kurmuş olduğumuz Sokak Akademisi ve Ankara Dayanışma Akademisi var.
İslam: Ameliyat masaları var mıymış? Ben de geleyim…
Başaran: Yaparız hocam, buyrun bekliyoruz. Buralarda derslerimizi vermeye başlamıştık. 1 Eylül’deki KHK ile ihraç edilen arkadaşlar derslerini veriyorlardı. Şu anda ilk yapacağımız iş buraları daha da genişletmek. Öğrencilerimizle buralarda buluşmayı sürdürmek ve her yeri bir akademiye çevirmek açıkçası. Bunun sonunda da ne oluyor bilemiyorum. Biraz da hâlâ şaşkınlığı üzerimizden atabilmiş değiliz; hatta 1 Eylül’den beri şaşkınlığımızı üzerimizden atamadık. “Ne oluyor ya!” diyoruz. Ama dediğim gibi bugün Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin neredeyse… — size rakamlar vereyim: 24 tane dersi açılamıyor, 3 tane semineri açılamıyor, lisansta 14 ders 2 semineri olamıyor. 50 tez çalışması kaldı. İLEF’te 40 lisans dersi açılamıyor, 29 yüksek lisans dersi açılamıyor, 99 tez danışmansız kalmış durumda. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro bölümü tamamen kapanmak üzere. Bu koşullarda zaten kurumsal akademiye akademi demenin olanağı kalmadı; o yüzden biz her yeri akademiye çevirme sözü veriyoruz. Her yerde beraberiz. Derslerimiz her yerde. Sizler öğrenmeye biz öğretmeye hevesle devam edeceğiz.

Yani şimdi verdiğiniz rakamlar hakikaten çarpıcı yani. Yalnızca iki üniversitede yanılmıyorsam 70’ten fazla ders kapatılmış durumda. Ve 150 öğrenci de tezsiz kalmış, yani tez danışmanı olmadan kalmış yani. Onların tezlerinin de tamamlanması muhtemelen gecikecek. Çünkü oraya yeni tez danışmanları atanacak, onlar birbirini tanıyacaklar falan; o da ciddi şekilde esasında Ankara Üniversitesi’nin iki fakültesi, DTC’yı zaten saymıyorum, orası anladığım kadarıyla akademisyen birikimini tamamen yitirmiş durumda. Peki, öğrencilerin reaksiyonu nasıl oldu? Ne oluyor, birkaç gündür bazı haberler düşüyor, dünden bu yana; ama öğrencilerin reaksiyonu nedir hocam?
Başaran
: Öğrencilerimiz bu işin başından beri bizimle gerçekten çok güçlü bir dayanışma gösterdiler. Güçlü bir destek verdiler. Bugün sosyal medyada dolaşmaya başladı, belki görenler olmuştur. Bu son KHK ile beraber özellikle lisans öğrencilerimiz kendi içlerinde bir araya gelerek bugün bir bildiri yayınladılar ve çok zor sınavlardan geçerek bizlerden ders alma ayrıcalığını elde ettiklerini ve bu zorlu sınavlardan geçmelerine ve kendileri için bunun esas mevzu olmasına rağmen, üniversite yönetiminin bu sözü yerine getiremediğini ilettiler. Bütün bunların karşılığında da Rektör Erkan İbiş’in ve bu KHK ihraçları sonucunda derslerin kapanmasına neden olan herkesin istifasını istediler. Aslında çok da güzel bir şey yaptılar. Yani sadece bize destek vermekle dayanışmayla kalmadılar; aynı zamanda da bana kalırsa Ankara Üniversitesi açısından kurucu bir adım attılar diye düşünüyorum.

Evet, peki, Cihangir Hocam şunu merak ediyorum ben; şimdi bu 5 kararname peyderpey yapıldı, her seferinde farklı üniversitelerden çeşitli miktarlarda öğretim görevlileri görevlerinden uzaklaştırıldılar. Bu bir gözdağı mıydı? Yoksa bir korku salma gibi bir şey miydi? Yavaş yavaş “işkencemsi” bir şey, çünkü birileri gidiyor, sen de bekliyorsun filan; bu zor bir süreç olsa gerek. Belki sizin gibi daha önce bu süreçlerden geçmiş insanlar başka türlü olmuş olabilir ama genç akademisyenler için daha zor olmuştur. Yoksa bu başkanlık, yani referandumla alâkalı bir şey mi? Burada sizce hangi parametrelerle birileri önce birileri daha sonra mesela siz ikinci bildiriyi imzalayanlardan birisiniz ve benim baktığım kadarıyla sizin dışınızda ikinci bildiriyi imzalayan ben bir isim göremedim.
İslam
: İmzalayıp soruşturma geçiren 611 kişi imzaladık. Aslında varsa, bir dinleyen de varsa bir şey yapabilir bildirimde bulunabilir bilmiyorum. Ben ikinci bildiriyi imzalayıp… Ya, bu saatten sonra birinci-ikinci ayrımı yapmamak da gerekiyor, ama yani ben onlardan değilim — bakın fikirlerin içini tartışmıyorum, her fikir ifade edilebilir. Benim üzerinde durduğum nokta ifade özgürlüğü noktası. Bunun içine her ifade sığar. İkinci bildiriyi imzalayıp da soruşturma geçiren ben başka kimseye rastlamadım, duymadım da, bilmiyorum, varsa bilgisini bize versinler. O yüzden ilişiği kesileni hiç duymadım yani. Sanki soruşturma geçirenler bir-iki kişi olabilir diye bir duyum almıştım diye hatırlıyorum. Şimdi burada tabii sistemli bir tasfiye var. Yani ne kadar sistemli onu da bilmiyoruz. Ya, bu listeleri kim hazırlar? Neye göre hazırlar? Ölçüt ne? Altında bir haklılık ifadesi aradığım için söylemiyorum. Neye göre, hangi kurala göre? Bilmiyorum. Fakat Machiavelli’nin klasik bir kuralı vardı değil mi? Yani en başlardaki bir-iki kişiyi asarsınız şehir meydanında, ondan sonra hizaya gelir. Tabii bu bir gözdağı da olabilir, bir tasfiye süreci ve yeni bir ekipleşme de olabilir. Bunların hepsi…
Bu tasfiye sonra yeniden yeni tasfiyeleri yeni intikamları da beraberinde getiriyor. Bu tasfiye sonucunda hidayete eren veya istediği şeyi uzun vadede gerçekleştiren bir kadro da pek yok herhalde. Başkaları da gelip bu haksızlıkları göstererek diğerlerini tasfiye edebilir. Böyle bir şey mi isteniyor? Ben çok emin değilim.
İslam: Bir şey daha yaşadım ben. Çalıştığım kürsüde iki yardımcı doçent kadrosu açılmıştı. Aslında girenler de benim arkadaşlarımdı. Problemim olmadı, fakat benim müracaatım küçük bir bahane yüzünden kabul olmamıştı. Dosyayı hazırlayıp götürüp geldim, halbuki müracaata alırsınız, beni rahatça elimine edebilirsiniz. Yani yukarıdaki hocalar yazıyor raporu; ne diyeceğim yani? Şimdi o zaman hep bunu düşünürdüm; yani şu devran bir dönse de adil düzen gelse, yani adil bir sistem gelse. Nasıl olsun? İşte; olabildiğince objektif olsun. İnsanların yayınlarına, ders performanslarına şunlara bunlara birtakım kabul görmüş genel ölçütler hazırlansın. Ve hatta bir ara ben bunu dillendirdim. Yani Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde şeflik yaparken benim şefliğime itiraz edenler oldu. Yani işte, “şöyledir böyledir”. Ben “Varım” dedim, “gelin, bütün üniversite ve Sağlık Bakanlığı’na bağlı şeflik ve prof. kadrolarını boşaltalım, objektif bir sınav belirleyelim, beş yıl için bu sınava girelim, nereye puanımız yetiyorsa o üniversiteye gidip çalışalım”. Tabii kimse dikkate almadı. Fakat benim bu iktidardan beklentim adil bir sistem kurmaları olacaktı. Yani öyle bir sistem kuralım ki insanların kimliklerine kişiliklerine karşı kör olsun; bu sistem bunları görmesin, sadece eserleri ve yapıtları ve yaptıkları işlerle onları değerlendirsin ve ona göre atamalar olsun.

Hayal kırıklığı yarattı mı bu sizde?
İslam
: Elbette yarattı. Yani yaratmaz olur mu? Ben ne için yaşıyorum? Ben adalet için yaşayan bir insanım; bırakın kimlikleri. Hangi, en üst ilke nedir? Adalettir. Ben kimsenin omuzuna basıp da çıkıp yaşamak istemiyorum ki. Kimsenin emeğini sömürerek yaşamak istemiyorum ki. Müslümanlık iddiasında olan hiç kimse de bunları yapamaz, yapıyorsa kusura bakmasın, o iddiasının içini dolduramıyor demektir. Adaleti es geçerek böyle bir şey yapamazsınız.

Peki, bu başkanlık ile ilgili bir şey açmak istedim. Yani şöyle söyleyeyim 16 Nisan’da muhtemelen referandum olacak. Görünürde şöyle bir şey var. Milliyetçi Hareket Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi referandum lehine davranıyor. MHP tabanında biraz daha hareketlilik var; belli ki orada konsolidasyon sağlanmakta zorluk çekilecek. Ve bu ilk bildiri, “Barış Akademisyenleri” diye tabir edilen, daha çok solcu, bu meselelere daha fazla duyarlı insanlardan oluşuyordu. Ve bu peyderpey tam da referandum arifesinde bu son hareket geldi. Çünkü insanları ayırmak istemiyorum ama, ilk özelikle Eylül’de çıkan KHK’da tasfiye edilenlere baktığınız zaman ağırlıklı olarak eskiden Fethullah Gülen Cemaati denen sonrasında FETÖ olarak adlandırılan yapıya yakın, o çevrede, onlarla alâkalı kişiler öğretim görevlileri daha ağırlıklı. Sonra başka başka şeylerde oldu. Bunların peyderpey olmasının referandumla bir ilgisini kuruyor musunuz?
İslam
: İnanın o konuda düşünmedim; yani referandumda benim ne yapacağım zaten bellidir ve tahmin ediliyordur; yani çok açık söylüyorum, bu yetkileri bana verseniz korkarım ve kabul etmem. Babama teklif etseniz, “Baba,” derim “kabul etme”. Babam kabul edecek olursa, “Kusura bakma baba, benim üzerimde her türlü yaptırımın var, ama kamu üzerinde bu kadar yaptırımın olamaz” derim yine; o konuda tutumum net. Kategorik olarak başkanlık sisteminden bahsetmiyorum. Öyle bir başkanlık sistemi kurarsınız ki orada 600 tane deve dişi gibi adam oturur, sizi her türlü denetler. O zaman öyle denetime açık bir başkanlık. Ama siyasetin bu denli yukarıdan aşağı tanzim edildiği, koşulsuz itaatin geçerli siyaset dili olduğu bir ortamda böyle bir sistem bu toplumu felakete götürebilir. O yüzden benim çok büyük endişelerim var. Bununla ilgili olabilir mi? Vallahi ne hesaplar yapıyorlar bilmiyorum. Ama burada önemli olan şudur — ben davranışlarını değerlendirmek açısından söylüyorum: Bunlar adilce davranışlar değil. Yani adalete uygun davranışlar değildir. Hukuk şudur: Hukuk sizin de üstünüzde olur, adalet ilkesi sizin de üstünüzde olur ve siz de o ilkelerin altında ve o yasanın altında ancak hareket etme serbestiyeti bulabilirsiniz ve o yasalara karşı siz de sorumlu olursunuz.

Peki, Funda Hocam, az önce sorduğum soruyu çok fazla detaylandırmadan sormak istiyorum. Siz referandumla önceki günkü kararname arasında bir ilişki görüyor musunuz?
Başaran
: İster istemez insan böyle bir ilişki kuruyor. Çünkü referandumun gündeme gelmesinden başlayarak Meclis’te halkın temsilcisi olarak HDP’lilere yapılanlar, barış isteyen herkese yapılanlar, tüm bu süreç nasıl işletildi diye düşünülürse ve “Barış için Akademisyenler”in de temel motifinde “Bu Suça Ortak Olmayacağız” cümlesi ve barış olduğu düşünülürse, aslında bir paralellik olduğu ve referandumun bir savaş söylemi üzerinden ve burada da özellikle o savaştan yana olan kesimlere daha milliyetçi kesimlere bir mesaj olarak örgütlenmeye çalıştığını söylemek mümkün. Ama yine de referandum süreciyle belki böyle ilişkisini kurabilecek bir şey daha söylemek istiyorum. Cihangir Hocam konuşmasının en başında “Bu listeleri kimin hazırladığını bilmiyoruz, kimin yaptığını bilmiyoruz” dedi. Bu son çıkan 686 no’lu KHK ile beraber YÖK’ten birtakım açıklamalar geldi. YÖK listeleri rektörlerin yaptığı konusunda ilk defa bu kadar açık bir açıklama yaptı. “Bir üniversitedeki bir öğretim görevlisini nereden tanıyabiliriz? Bu listeleri rektörler yapıyor” dedi. Ve rektörlerin küçük birer başkan olduğunu söylemek gerekiyor. Gerçekten de en azından kendi üniversitemizi söyleyebilirim. Hiçbir kurumun işletilmediği, taban diyebileceğimiz kesimden hiçbir görüşün alınmadığı, rektörlerin kendi isteklerini büyük bir başarıyla gerçekleştirdiği bir dönem yaşıyoruz. Herhalde bu kadar yetkili başkanlar da, başkanlık süreci tartışmalarını düşünürsek, tıpkı rektörler gibi olacaklar ve canlarının her istediğini yapacaklar. Belki referandumda karar vermek için bugün üniversitelerde olup bitenlere özellikle Ankara üniversitesinde olup bitenlere dönüp bakmak bazı insanlara daha kolay karar verme olanağı sağlayabilir diye düşünüyorum ben.
Yani tabii doğru, ben konuyu başka yere çekmek istiyorum. Konuşurken de bir taraftan bilgiyi düşünmeye başladım. İlk akademi, Platon, Eski Yunan’da gelişiyor. Bolonya Üniversitesi yanılmıyorsam 15. yy. oralarda filan aktif olduğunda akademi esasında bilginin iktidardan ayrıştığı, kendi içinde hem iktidardan hem Vatikan’dan –özellikle Vatikan için öyle– ayrıştığı bir yer ve orada üretiliyor. Ve aslında iktidar her zaman bilgiyi ele geçirmek ve yönlendirmek istiyor, ama akdemi hep ona karşı direniyor ve kendi bilgisini orada yönetmeye çalışıyor. Bugün olan şey ise, tamamen siyasî yapının –şu anki iktidarda kim olduğundan ayrı söylüyorum– “Bilgiyi öğretebilirsiniz, bunun dışında da üretim yapmanız çok da mümkün olmaz” demesi. Yani burada siyasî otoritenin bilgi otoritesine bir meydan okumasından ziyade zapturapt altına alıp istediği şekli verme durumu söz konusu.
İslam: Şimdi sanki bilgi-iktidar ilişkisi kadim bir sorun, ama bu ilişki biçimini biz Cumhuriyet tarihi boyunca görüyoruz. Yani üniversiteler –mazeret olsun diye söylemiyorum– hiçbir dönemde özerk olamadı; ama yine olamadı, yani AKP döneminde de özerk olamadı. Sıkıntı bu; buradan kaynaklanıyor.

Bir şey söyleyeceğim hocam, mesela Korkut Boratav’ın babası Pertev Naili Boratav yanılmıyorsam Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde onlar o zaman. Sonuçta akademi, evet yani…
İslam
: Şunu söylemek istiyorum: Şimdi, her döneme baktığınızda muhaliflerini elimine eden bir tavır görüyorsunuz. Özellikle fikir ifade edenlere. Ve iktidarın kafasındakilerle örtüşmeyen fikirlerle. Bu sosyalist olabilir; bu İslamcı olabilir; geçmişe baktığınızda böyle bir durum görüyorsunuz. Bunu dünyanın her yerinde görüyorsunuz. Bu kadim bir sorun. Sonra ne oldu? Zannedersem, hocam daha iyi bilir, 400-500’lü yıllarda Academia’yı kapattılar. Artık buna ihtiyaç yok diye. Şimdi bilgi üretiminin benim anlayabildiğim iki tarzı var: Ya gerçekten özgür bir ortamda bilgi üretilir, yani iktidardan bağımsız olarak ve iyi yapmak isteyen, iyiyi eylemek isteyen… iktidar da bu bilgiden istifa eder ve iyiyi eyler. İkincisi iktidarın meşruiyeti kendinden menkul birtakım hedefleri vardır. Derler ki mürekkep yalayanlara: “Bu konuda bana bilgi üretin” ya da “Bu hedefe nasıl ulaşırım?”. Bu ikisinin arasında şey yapar. Tabii ben tıp alanında bunun çok doğrudan bir etkisini yaşamıyorum. Çünkü yapılacaklar ve yapılmayacaklar belli. Fakat özellikle siyasal alanlarda, sosyal düşünce alanlarında bu müdahale çok şey olabilir. Yani şöyle diyelim: Bir ısmarlama bilgi var. Yani: “Bu konuda nasıl hedefime erişirim? Bunun altını doldurun” bilgisi. Bir de şu var: “Bana mevcut tabloyu çıkarın; bu tablodan adalet ilkesine ulaşacak bir yönetimi nasıl biçimlendiririm?” Bir de bu var. Ama iktidarların yaptığı, bugün de yaşadığımız olay bu. Nasıl olacak? Daha alacağımız çok mesafe var. Yani bu ülkede herhalde henüz ifade özgürlüğü ve adalet adına yeterince mücadele verilmedi. Kendi tarihimizi oluşturacak denli mücadele verilmedi. Kutuplaşma bugün bunun en büyük engeli. Ancak insanlar bu kimlikler-arası çatışmadan çıkıp ilkeler bazında düşünme noktasına geldiğinde kimliklerin birer faktör olarak –işte Türk’tü, Kürt’tü, Alevi’ydi, Sünni’ydi, başörtülüydü, başörtüsüzdü. her ne kadar değişken varsa– bunları izole edip salt ilkeler üzerinden düşünmeye başladıklarında belli birlikteliklerin, belli ittifakların kurulabileceği ve böyle bir tarihin elbirliği ile yazılabileceği kanaatindeyim.

Funda Hocam, sizin böyle bir umudunuz var mı? Böyle bir dönem yaklaşmakta mıdır? Ya da böyle bir ortamın oluşturulması için hocamın da az önce dile getirdiği çevrelerde bir arayış var mı? Yoksa herkes kendi kapısının önüne gelene kadar sesini çıkartmıyor, kendi kapısının önüne geldiğinde, canı yanınca mı bağırıyor? Ve de kendi tarafının hatalarını eleştirmekte diğerini eleştirdiği kadar bonkör davranmıyor mu? Ne diyorsunuz?
Başaran
: Yani bu konular üstüne dün yine Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Milletvekili Mithat Sancar’ın çok güzel bir konuşması vardı — muhtemel ki herkes izlemiştir. Çarpıcı bir konuşmaydı. İnsan haklarından bahsedip özellikle AKP milletvekillerine seslendi. O cümleleri tekrarlamak istemiyorum; eminim Mithat Hocam kadar etkili bir şekilde tekrarlayamam. Ama aslında üniversite sorusuna geri dönmek istiyorum. Ben üniversiteyi de çok yüceltmemek gerektiğini düşünüyorum. Tam az önce bahsettiğim eleştirellikte böyle bir şey gerekiyor. Aslında üniversite çok uzun zamandır bir baskı içerisinde. Özellikle bilgi üretiminin piyasanın bir parçasına dönüştüğü üniversitelerin ticarîleştiği, öğrencilerin müşterileştiği, bizlerin de bu sürecin bir parçası haline geldiğimiz ortam bu süreci hazırlayan bir program gibi görünüyor. Özellikle Türkiye’de üniversitelerde yaşanan süreci bir önceki dönemde neo-liberalizmin üniversitede yarattığı tahribatlardan falan ayrı düşünmek çok mümkün değil. Hatta o tahribatlar bugün yaşananları kolaylaştırdı diye düşünüyorum. Bir ideal üniversiteye ulaşmanın tabii ki yolu var. O da Cihangir Hoca’nın dediği ifade özgürlüğü. Üniversitelerde, dediği gibi bir özerk kurum olduğunun kabulü ve bu kurum içinde de özellikle ifade özgürlüğünün önemi. Bilgi üretme, o bilgiyi paylaşma özgürlüğünün çok önemli bir yeri olduğunun altını çizmek gerekiyor.
İslam: Bir şey ekleyebilir miyim? Demin aklımda olmasına rağmen unuttum. Seçilmiş hiçbir milletvekilinin hapiste olmasını ben kaldıramıyorum, içime sindiremiyorum. Eğer milletvekilliği sıfatı devam ediyorsa –ki bunun örneğini Ergenekon davası sürecinde yaşadık belli kararlar var– bu insanların mahkemeleri devam etse dahi Meclis’te yer almalarının, hukuk karşısında herkes eşit bunu kabul ediyorum ama tutuksuz yargılanmalarının, en azından milletvekili sıfatını korudukları sürece onların içeride olmasının çok büyük bir çelişki olduğunu altını çiziyorum.

Peki, şimdi kaba bir tabir kullanacağım ama eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek diye bizim dilimizde bir laf var. İmza atmış ama hâlâ görevine devam eden birçok akademisyenler var. Onlar da muhtemelen “Bu iş bize de gelecek mi gelmeyecek mi?” endişesini yaşıyorlar. Bilmiyorum yani, onlar hangi duygu içindeler, ama bu durum onları da açıkçası ürkütüyordur. Çünkü özellikle OHAL devam ediyor. OHAL devam edince buna itirazlar olmuyor. Bunun bitmesini bekliyoruz. Ondan sonra Türkiye’de nasıl bir hal, ortam oluşacak? O konuda çok iyi bilgimiz yok, ama bir de böyle bir durum var. Funda Hocam, yeni dalgalar da sizce seçim öncesi gelebilir mi? Ne dersiniz?
Başaran
: Altını çizmeye çalıştığım, şu âna kadar süreci rektörler ve rektörlerin hazırladığı listeler götürdü. Ama bizim de korkularımızdan birisi özellikle rektörlerin bu sürece eklemlenmeyi tercih etmediği birtakım üniversiteler var; tam belki sizin de kaygınızdan öne çıkarak ben de isim anıp anmamakta çok kararsız kalıyorum, ama öbür taraftan herkes de biliyor: ODTÜ, Boğaziçi, Hacettepe gibi birkaç üniversitede imzacı akademisyenler olmasına rağmen onlar hakkında soruşturmalar açılmadı, çünkü bizim bütün sürecimiz aslında o bildiriye imza attıktan sonra hakkımızda açılan soruşturmalarla başlamıştı; buna bağlı olarak da bu tasfiye sürecine girmediler, ama bu süreci rektörlere bağlamak, aslında bugüne kadar yaşanan sürecin sorumluluğunun rektörlerde olduğunu söylemek, onların üzerinde bir baskı olmadığı anlamına gelmediğini düşünmüyorum ben. Birtakım duyumlar alıyoruz biz.

Ne gibi?
Başaran
: KHK ile akademisyenleri ihraç eden üniversitelerin rektörlerinin diğer üniversite rektörlerine baskı oluşturduğu, YÖK’ten bu konuda bir adım atmasını talep ettiğine dair zaman zaman birtakım duyumlar geliyor; bunların doğruluğunu yanlışlığını bilmemekle beraber, ben özellikle bu süreçte yapacaklarımız ve bu sürece vereceğimiz tepkinin, sadece bizim değil duyarlı insanların vereceği tepkinin hiç olmazsa diğer arkadaşlarımızı kurtaracağını, diğer üniversitelerde bu tasfiyelerin yapılmasını engelleyeceğini düşünüyorum.

Ben bir şey merak ediyorum hocam, dekanlık yaptınız mı?
İslam
: Ben bir cerrahım, yani klinik işlerle uğraştığım için yöneticilikten olabildiğince kaçtım. Anabilim başkanlığı da yaptım, ama ondan da mümkün olduğu kadar kaçıyorum, çünkü sevmiyorum.

Şunu merak ediyorum: Mesela burada bir adaletsizlik olduğu aşikâr. Sonuçta bilim insanlarını meselelere mümkün oldukça objektif yaklaşabilen insanlar olarak kabul ediyoruz. Genel tabirler içinde böyle bir objektif kriteri vardır bilim insanının. Az önce tarif ettiğiniz bir adaletsizlik ortamı var. Diyelim Ankara Üniversitesi: 70 tane akademisyenin ismini veriyorsunuz, bunları atabilirsiniz diye. Bunu vermek yerine, koltuktan kalkıp ben bunu yapamayacağım demek zor mu oluyor? Neden böyle bir şey işletilemiyor, ben insanın bu kadar vicdansız olabileceğini düşünmüyorum. Peki ne oluyor oradaki duygusal mekanizma? Siz az önce dediniz ya; “Aynaya bakarak, ben bunu yapamazdım, ayna ile benim aramda ilişki” diye. Ne oluyor yani? Gerçi ortopedistsiniz, bu psikolojik oldu ama.
İslam
: Şimdi Türkiye’deki genel duruma baktığınızda, insanların koltuklarına değil koltukların oraya oturanlara birtakım şeyler kazandırdığını görüyoruz. Çok farklı bir ilişki.

İnsanlar koltuklara değil koltuklar insanlara bir şeyler kazandırıyor diyorsunuz.
İslam
: Genelde diyorum. Bunun istisnalarını temsil eden örnekler zaten hepimizin hafızalarımızdadır; hocamızdır, siyasetçidir falan ama, doldurmuştur o koltuğu. Böyle bir ilişki var. İnsanların sözde onurları buna göre dağıtılıyor; bir yerde müdür olmak onurlu, genel müdür olmak daha onurlu falan. Halbuki bu işleyişe baktığınız zaman, yukardakinin takdiri, yani çoğu zaman da iki dudağının arasında bir şey. Şimdi bunu ölçü olarak kabul etmezseniz zaten koltuk diye bir şey aklınızdan geçmez. Siz kendinizle uğraşırsınız, yani siz kendinizi geliştirmeye bakarsınız. Ama o koltuğa böyle gelmiş bir insandan –yani koltuk insanların içini dolduruyorsa– o koltuğu içinden çıkartıp atmak hakikaten sorundur, zordur o insan için; onu söylemek istiyorum.

Hocam, siz ne dersiniz bu konuda?
Başaran
: Ben galiba hocamdan bir parça daha fazla tecrübeye sahibim; üç yıl kadar dekan yardımcılığı yaptım.
İslam: Ben bir şey söylemedim hocam, biliyorsunuz değil mi?
Başaran: Ben tecrübelerimden değil, ama özellikle son süreçte biz çok sorun yaşadık, biz kendi dekanımıza sorduk, çünkü bu KHK’lere girip ihraç olmanın dışında son altı aydır ciddi baskılar yaşıyoruz; soruşturmaların açılması ile beraber yurtdışı izinlerimiz verilmemeye başlandı, yurtdışı görevlendirmeler yapılmamaya başlandı, derslerimiz kapatıldı. En son İnsan Hakları Merkezi rektörlüğe bağlandı Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden alınarak. Bu dönemde neden buna karşı çıkmadınız dekan olarak. Bize sürekli olarak kurumu korumaktan bahsettiler. Yani hatta en son kendi dekanımız “Ya muhtemel ki bütün imzacılar bu fakülteden gidecek, ama burada mutlaka birileri kalacak, onlar da benim yaptığımı hatırlayacaklardır, biz kurumu korumaya çalışıyoruz, bu kurum kalmalı, yoksa kapatılabilir” falan dediler. Sanırım iktidar, yani bir yönetme biçimi her yere sinmiş durumda. Biliyorsunuz bunun hemen öncesine kadar biz dekanlarımızı kendimiz seçiyorduk; şimdi artık bütün seçim mekanizmaları ortadan kaldırıldı. Rektörü kendimiz seçiyorduk; bu seçim mekanizması ortadan kaldırıldı, her şey atamaya bağlandı. Kendi içimizden çıkan insanlar; ama o koltuğa oturunca işler çok değişiyor. Çünkü şu andaki yapı içerisinde o kadar ciddi güçler var ki ellerinde, bu gücü kullanma ve bu gücü paylaşmamak ya da bu güçle verilecek kararları daha katılımcı mekanizmalarla almaktan yana olmamak vs. hani bütün bunları biz dekan koltuğumuza seçtiğimiz arkadaşlarımızda da görüyoruz ya da rektör koltuğuna seçtiğimiz insanlarda da görebiliyoruz. Bu sanırım ülkenin demokrasi kültürü ile bu demokrasi kültürünün tamamen aşılmış olmasıyla bir yönetim biçiminin en küçük noktalar dahil her yere sinmiş olmasıyla son derece ilişkili.

Burada tabii şöyle bir durum var; yani az önce rakamını söyledim, 85 bin civarında kamu çalışanı, 4 bin 800 civarında öğretim görevlisi, öğretim üyesi görevlerinden uzaklaştırıldı. Bunlar maaşlarını alamıyorlar, emeklilik hakkı kazandıysa onları alamıyorlar. Ayrıca pasaportlarına el konuyor. Yani bir akademisyen, yani Yüksel Taşkın benim arkadaşım, üniversiteden arkadaşım, şimdi Yüksel’in yazdığı bir facebook mesajı vardı onu okudum. Diyor ki: “Ben 96’dan beri ders veriyorum; 20 yıldır o heyecanla girerim, dersin başında ben bir heyecan duyarım içim titrer” diyor. İşine âşık böyle insanlar var; az önce yukarda Ruşen’le konuştuk, sen gazetecilik yapamayacaksın. Ben hayatımı bu işe adamışım, siz hayatınızı bu işe adamışsınız. Bir akademisyen, yani 20 yıl, 30 yıl, 10 yıl neyse ve şimdi deniyor ki “Sen bunu yapamayacaksın”, yurtdışından teklif gelirse pasaportunu vermiyorlar yapamayacaksın. Bu nasıl bir şey? Bu nasıl bir duygu hali? Hakikaten insanın aklı almıyor.
İslam
: Şimdi hocamdan da müsaade alıp araya bir şey sıkıştırmak istiyorum. Kafkas Üniversitesi’ne –şimdi ben kendimi yalancı çıkartacak bir şey söyleyeceğim size– anabilim dalı başkanı olmak için ben Kafkas Üniversitesi’ne dava açmıştım. Eğer atılmasaydım. Ben olsam şunu söylerdim: “Ya hoca, sen hani koltuk önemli değil diyorsun, ama Kafkas Üniversitesi gibi bir üniversitede anabilim dalı başkanı olmak için yırtınıyorsun”. Bir yandan dışarıdan bakınca öyle. Şimdi orada üç yardımcı doçent arkadaşla birlikte çalışıyorum, bir de profesör. Yönetmelik çok açık: Profesör varsa profesör, yoksa doçent, yoksa yardımcı doçent, o da yoksa öğretim görevlisi –silsile ile gidiyor– o anabilim dalı başkanı olur. Yani tek profesörseniz siz olursunuz; başka bir şey yok, çünkü diğerleri akademik hiyerarşiye bağlı olarak altınızda. Mesela o konuda dilekçe yazdım; kafalarındaki hesap ne ise, bilmiyorum, “Anabilim dalı başkanı olmanız uygun görülmemiştir”. Ya kardeşim senin uygun göreceğin bir şey değil, bak mevzuata böyle diyor; YÖK atama yönetmeliği böyle diyor. Ya bu sana karar vereceğin bir alan bırakmamış yani. Şununla şununla yapabilirsin. Tek profesörüm beni yapacaksın. Böyle bir saçmalık yüzünden, düşünün bu mahkemeyi de kazansaydım alırdım ve anabilim dalı başkanlığını o gün bırakırdım, dediğim gibi idarî iş hoşuma giden bir iş değil, ama bu kadar keyfîlik de var yani. Bu listeler, rektörler, kendi her neyse, ama birileri bunu içine sindiriyor, hâlâ aynaya bakıyor ve bu listelere altını imzaladığı halde bir yerlerde oturuyor. Ben oturamazdım yani.

Funda Hocam, siz ne diyorsunuz? Sonuçta Türkiye’de akademisyenlik, öğretmenlik, hocalık yapamayacaksınız herhangi bir üniversiteden kabul alsanız pasaportunuz olmadığı için. Yeşil pasaportunuz mutlaka vardır, onu da iptal etmişlerdir.
İslam
: Ya şimdi hocam, bize hiç mi vermeyecekler pasaport, ben onu da bilmiyorum.

Benim anladığım kadarıyla birçok akademisyene verilmemiş, daha önce çıkartana. Siz biliyor musunuz? Hâkim misiniz bu meseleye ve nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başaran
: Bir parça bu işlerle uğraştık, 1 Eylül’de ilk arkadaşlarımızı yolcu ettiğimizde; çok hızlı bir şekilde, onlara özellikle Avrupa’daki birtakım üniversitelerden burs önerileri geldi, çünkü çok vahim bir durum vardı ortalıkta; dönemde daha genç arkadaşlarımız, araştırma görevlisi arkadaşlarımız, bir tane de doçent arkadaşımız vardı: Gülseren Adaklı. O da pasaport almak için bir girişimde bulundular; kendilerine pasaport alamayacakları söylendi. Zaten yeşil pasaportların iptal olduğu da kararnamede yazıyordu. 2. KHK’da da benzer bir şeyle karşılaştık. Hatta şöyle şeyler de yaşadık. KHK’ye girmeden bir süre önce pasaportlarımızın iptal edildiğine dair bir bilgiye de ulaştık; çünkü iki arkadaşımız da henüz KHK yayınlanmamış olmasına rağmen bayağı bir ay öncesinden yurtdışına çıkış yapamadılar. Bütün izinleri, her türlü vizeleri olduğu halde, havaalanı pasaportlarına el koydu, pasaportlar geçersiz dendi. Emniyet’e yapılan başvuruda herhangi bir neden açıklanmıyor. “Pasaportunuza el konulmuştur, İçişleri Bakanlığı kararıdır.” Ve OHAL sonuna kadar pasaport alınamayacağı çok net ifade ediliyor.
İslam: Ne zamana kadar?

OHAL bitene kadar denilmiş. Ben KHK’yı okudum. Ve ilgili maddeleri de okudum; evet, yeşil pasaporta el konuluyor, ama normal, bizim sıradan insanların kullandığı pasaportları geri vermeleri gerekiyor.
İslam
: Mesela 28 Şubat bunu başörtülülere yapmadı, pasaportlarını ellerinden almadılar; tabii o insanlar yurtdışında okullara gittiler ve okudular. İki: Birçok insan var ki eşi yurtdışında yaşıyor, kendisi burada yaşıyor. Yani düşünün bu ailenin bütününü de bozuyorsunuz. Bu yani herhangi bir insanın –hocam lütfen, ben arada Müslümanlara gönderme yapıyorum, bunu bir ayrım koyuyor olarak anlamayın, ben bütün insanlara kardeşim, zaten öyle kabul etmek durumundayım, ama Müslümanlara da bazen, Müslümanlık iddiasında olanlara da bazen birtakım notlar göndermek zorundayım– bunlar zulüm sınıfına girer, yani bir aileyi ayırmak, insanların seyahat özgürlüğüne geleceğine ipotek koymak falan. Müslüman şudur: Hepimizin eşit olduğunu kabul eden, ama eğer Müslümansa onun ayrıca görevi olduğunu, tektaraflı olarak, mütekabiliyet tanımaksızın tektaraflı olarak kabul etmek demektir.

Onun görevi odur ne demek yani?
İslam
: Birtakım görevlerle, dünyada adaleti sağlamak için birtakım görevleri peşinen kabul etmek lazım. Bütün insanların haklarda eşit olduğunu kabul etmek istisnasız, ama eğer kendine Müslüman sıfatını yüklüyorsa bunlardan bağımsız olarak kendisinin birtakım görevleri yüklendiğini ve sonuna kadar bu uğurda çalıştığını taahhüt etmesi demektir. Bunu hatırlatmak istiyorum. Bu uygulama apaçık bir haksızlıktır. Yani pasaport alsın almasın, yani elimden almış da şey yapacak. Bu saatten sonra kimse kusura bakmasın, ben kendi adıma konuşuyorum, ama bunlar insanı yıldıracak şeyler değil. Hayat gelip geçiyor, siz de geçicisiniz, siz de gideceksiniz, ama geriye kötü bir isim bırakacaksınız, geriye kötü bir miras bırakacaksınız. Apaçık bir zulüm var; çoluğu çocuğu yurtdışında olanlar olabilir, hani aileleri birleştiriyorduk. Ya, birtakım insanlar sana siyaseten ters düştü diye onlara bu hayatı cehenneme mi çevireceksin? Bu mu oluyor adalet? Bu mu oluyor adil sistem?

Şunu da sormak istiyorum, az önce yayına girmeden önce Kanal D Ana Haber’de bir röportajınızı izledim; orada bir cümle kullandınız, yanılmıyorsam “Şefaatçi olmayacağım” gibi bir şey.
İslam
: Şefaatçi olmayacağım değil, yani araya şefaatçi sokmak, aracı sokmak istemiyorum.

Ne demek istediniz burada ben onu tam anlayamadım, o cümle orada kısa kaldı, ne demek arada şefaatçi istemiyorum?
İslam
: Şimdi beni savunan arkadaşlarımın bir kısmı diyor ki: “Ya senin ismin bu listeye yanlışlıkla girmiş”. Ben de onlara diyorum ki “Ya burada söz konusu isim değil; bu liste hangi ölçüye göre, ne ile yapılmış? Önce onu söyle; ben sana o listede mi olacağım olmayacağım ya da bu arkadaşlar o listede olması gerekiyor mu gerekmiyor mu söylerim. Sana ölçütü ne onu sormak istiyorum”. Yani hangi ilkeye dayanarak, hangi ölçüye dayanarak bu listeyi hazırlıyorsunuz belli değil. Keyfî bir liste. Yani bana “Senin bu listede olmaman gerekiyordu” demek şu değil aslında: “Sen böyle demek istemiyordun da seni yanlış anladı”. Hayır, ben sınırsız ifade özgürlüğünü savunan bir insanım, ya da çok sınırlı kısıtlamaları olan bir özgürlüğü. Ne diyorlar ona? Şiddete yol açabilecek bazı durumlarda falan. Ben bunu kabul etmiyorum kardeşim, ben bunu söyledim, anlatabildim mi? Herkese ifade özgürlüğü hakkı vardır bu dünyada; anadan doğmadır bu hak. Allah’ın verdiği haktır sen alamazsın elinden. Yani benim inancıma göre de böyle sen alamazsın; onun elinden alıyorsan Allah ile tepişiyorsun demektir. O insan üzerinden Allah ile çekişiyorsun demektir. Söylemek istediğim; burada önemli olan şu kişi o listeye yakıştı, şu kişi yakışmadı meselesi değil, sen hangi ölçüye göre bu listeleri hazırlıyorsun sorusunu soruyorum. O yüzden de herhangi bir şefaatçi istemiyorum araya girecek. “Ya bu aslında öyle demek istemedi de şöyle demek istedi” demelerini istemiyorum. Suçlu isem verin cezamı; değilsek herkesin üzerinden kaldırın.

Evet, çok net anladım şimdi. Funda Hocam, programı artık kapatacağız ama bir şey de sormak istiyorum. Az önce anlattım, hani 4 bin küsur insan okullardan atıldı, memuriyetten atıldı. Bununla ilgili dayanışma konusunda bir şeyler yapılıyor mu? Yani daha önceki seferlerde Eğitim-Sen’de örgütlü olan akademisyenler ile ilgili birtakım fon oluşturulduğunu biliyordum. Bundan sonrasına ilişkin bu dayanışmayı güçlendirecek herhangi bir çalışma var mı? Ya da neler olabilir? Bu konuda da konuşalım. Çünkü yani bir taraftan da yaşanacak hayat var, çocuklar var, kira var vs. var; hayatta kalmak, boyun eğmemek, direnmek, hocamın twitter’da paylaştığı gibi diz çökmemek çok onurluca, insanî hareketler; ama bir de bir hayat var. Buna karşı bir hazırlık var mı, bir çalışma var mı? Onu öğrenmek istiyorum?
Başaran
: Başından itibaren çok hazırlıklı olduğumuz söylenemez, ama bu dayanışma konusunda biz Eylül’den bu yana epey yol da teptik diye düşünüyorum. Dediğim gibi Eğitim-Sen’e üye olan akademisyen arkadaşlarımızın zaten bir dayanışma fonu var — ki Türkiye’deki hayat standartlarını düşünürsek çok yeterli miktarda değil, ama anlamlı bir para. Bu dayanışma fonundan ihtiyacı olan arkadaşlarımıza veriliyor. Diğer taraftan bizim kendi içimizde Eğitim-Sen’li olup olmamasına bakmadan özellikle bu Barış İçin Akademisyenler imzacısı arkadaşlarımızla oluşturduğumuz ikinci bir fon var. Bu fon daha gayri resmi bir fondu. Ve ihraç edilen arkadaşlarımıza, ihraç edilmemiş, hâlâ üniversite içinde olan arkadaşlarımız tarafından sağlanan bir şeydi. Şu anda artık neredeyse içeride Barış İçin Akademisyenler imzacısı olup da kalan kimse kalmadı. Ama dostlarımız, dışarıda başka meslekler yapan arkadaşlarımız bu tür bir fonu yeniden yaratmanın yollarını arıyorlar. Bu ağırlıklı olarak yarından itibaren oluşturulacak bir şey. Bunun dışında da, bu dayanışma dışında, sizin bahsettiğiniz hayat şartlarını görmediğimiz için, oraya biraz daha vakit olduğu için, insanların bizlerin yanında olması… dün ve bugün biz odalarımızdaydık; odalarımızı hemen toplamama kararı aldık.

Şu anda odanızda mısınız peki, şu anda üniversitede misiniz?
Başaran
: Şu anda üniversitede değilim onu da ayrıca belirteyim. Üniversite yönetimi ofisimizdeki bilgisayarların internetini kestiği için ofiste değilim. Gün içerisinde lisans öğrencilerimiz, yüksek lisans öğrencilerimiz, onun dışında dostlarımız arkadaşlarımız, Ankara’daki değişik odalardan demokratik örgütlerden sendikalardan dostlar geldiler gittiler. Yarın da emekli olan hocalarımızın ve yine yüksek lisans doktora öğrencilerimizin, demokratik kitle örgütleri temsilcilerinin, oda temsilcilerinin, sendika temsilcilerinin katılımıyla 12.30’da –çok meşhurdur Ankara için ama belki anlatmak gerekiyor size– Siyasal’ın bir arka bahçesi vardır, bizlerin her öğle yemeğinden sonra mutlaka gidip çay içtiği. Orada bir buluşmamız olacak; bu buluşma biz ihraç edilenlere, Ankara Üniversitesi’nden ihraç edilenlere çok büyük güç verecek ve herhalde şu anda ihtiyacımız olan dayanışmanın en önemli biçimlerinden birini gösterecek diye düşünüyorum. O yüzden burada özellikle altını çizmek istedim, yarın 12.30’da Siyasal arka bahçede gerçekleşecek buluşmamızın.

Evet bu bilgi için teşekkür ederim. Toparlayacağım programı. Bir zamanlar medyada işten çıkartılma olduğu zaman telefonla haber verilmiyordu. Gidiyordun şirkete binaya girmek için kart çalışmıyordu anlıyordun ki işten çıkarıldın. Şimdi bu internet kesintisi biraz galiba bunun işareti.
Başaran
: İnternet kesintisi ve e-maillerimizin iptali. KHK yayınlandıktan 15 dakika sonra e-posta adreslerimiz iptal edilmişti artık o adreslere…

Giremiyorsunuz. Eski bilgileriniz de gitti.
İslam
: Benim maaşımı keserek haber verdiler. Ben de uyanamadım aslında geçen ay.

Şubat ayı maaşı yatmadı mı, öyle mi?
İslam
: Ocak yatmadı. Her neyse, emekliliğimi istemiştim ben, hocam, emekliliğimi istemiştim; 20 Aralık tarihinden itibaren emekliliğimi istedim. Ya bir ses çıkmadı, “Herhalde inceliyorlar” falan derken, sonra KHK ile cevap geldi iki gün önce.
Başaran: Üç ay önce istifa edip görevinden ayrılmış, beş ay önce istifa edip üniversiteden ayrılmış arkadaşlarımız var; yani toplam üç tane, biri geçen hafta istifa etmişti. Hadi o listeler önceden hazırlandığı için dahil edildi diyelim; ama dediğim gibi, üç ay önceden, beş ay önceden istifa edip üniversiteden ayrılmış arkadaşlarımız şu anda ihraç edilenler listesinde.

Ama ben biliyorum ki Marmara Üniversitesi’nde bu yapılmadı. Marmara Üniversitesi’nde emekli olanlar atılmadılar; orada da galiba rektör inisiyatif kullandı diye biliyorum ben.
Başaran
: Bizde de iki tane emekli olan vardı, onlar atılmadı; ama dediğim gibi, istifa edenler KHK kapsamına alındılar.

Evet ben programı toparlayacağım; son cümleleri alalım, buyrun Hocam.
İslam
: Yani bir ülkede adaleti tesis etmezseniz, herhangi bir yerde kalıcı olamazsınız. Böyle bir kural vardır; bu bir toplumsal kuraldır. Bu kozmik bir kuraldır. Yapamazsınız. O yüzden benim tavsiyem herkesin aklını başına alması. Bu bir çılgınlıktır. Bu gerçekten insanlar arasına nifak sokucu bir şeydir. Bütün toplum bunu geleneksel bilginin içinde bilir: Zulüm hiçbir zaman ayakta kalmaz. Zulüm daima bir şekilde çöker; bir yerlerde tökezler ve çöker. O yüzden ben herkesin aklını başına almasını, kafasını iki elinin arasına alıp bir müddet düşünmesini tavsiye ediyorum. Onsan sonrası da Allah kerim; yaşayıp göreceğiz bakalım.

Peki sizce böyle bir ihtimal var mı böyle bir ortamda?
İslam
: İnsanın olduğu her yerde imkân vardır. Ben yine de insanın –tabii bir garantisi yoktur– ama en azından bir imkân olarak böyle bir şeyin olduğunu düşünüyorum. Çünkü sonu yoktur bu işlerin, yani nereye kadar yapacaksınız?

Funda Hocam, sizden de son cümlelerinizi alalım eğer varsa, ondan sonra vedalaşalım.
Başaran
: Ben de hocama katılıyorum. Gerçekten insanın olduğu her yerde umut vardır. Bizler umudumuzu yitirmiyoruz, ama diğer taraftan bütün bu sürecin başında öğrencilerimize verdiğimiz sözü tutmak konusunda ben kararlı olduğumuzu bir kere daha ifade etmek istiyorum. Her yer akademi. Biz her yeri akademiye çevireceğiz ve öğrencilerimizle birlikte bilgiyi yönetmeye, bilgiyi paylaşmaya ve dünyayı değiştirmeye devam edeceğiz. Çok teşekkür ederim.

Evet, bu akşamlık bu perşembe günü Açık Oturum’dan bu kadar. Bu programda iki akademisyeni konuk ettik Prof. Funda Başaran Özdemir Ankara’dan katıldı. İstanbul’da ise yine…
Başaran
: Ben bir şey söyleyebilirim. Ben bunu twitter’da da paylaşmıştım. Aslında Funda Başaran. Funda Başaran Özdemir bildiri imzaladığım adım bile değil.

Özür dilerim geri aldım. Funda Başaran diye düzeltiyorum. Cihangir İslam İstanbul’da stüdyoda. Yard. Doç. Ceren Akçabay’a bağlanacaktık, ama burada telefonu kullanarak ben beceremedim ondan ve sizden özür diliyorum Ceren Hoca’ya bağlanamadığım için. Evet, bu akşamlık bu kadar herkese iyi akşamlar diliyorum. Hoşçakalın.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.