Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Turhan Çömez anlattı

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/309034042″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Bugün Londra’yla Skype üzerinden bir yayın yapacağız ve Turhan Çömez’le konuşacağız. Turhan Çömez’i bilmeyenler için kısaca söyleyelim. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk yıllarında Recep Tayyip Erdoğan’ın özel kalem müdürüydü. Aslen cerrah. Daha sonra AK Parti’den milletvekili oldu, ama daha sonra bir daha seçilmedi ve Londra’ya, İngiltere’ye yerleşti. Ergenekon davasında adı geçti. Yaklaşık on yıldır İngiltere’de yaşıyor ve cerrahlık yapıyor. Kendisi uzun bir zamandır Türk medyasında gözükmüyordu. Kendisinin bayağı heyecanlı bir hayatı olduğu için biraz anlatmasını isteyeceğiz. Merhaba Turhan Bey, nasılsınız?
Merhaba, teşekkürler Ruşen Bey, sağolun. Sizler nasılsınız?

Sağolun. Gerçekten ilginç bir hayatınız var. Olağandışı diyelim en azından, en yumuşak tabirle olağandışı bir hayatınız var.
Ya da heyecan verici de diyebiliriz.

Evet. Sonuç olarak yaklaşık on yıldır Türkiye’de değilsiniz. Hiç mi gelmediniz?
Hayır, hiç gelmedim.

İsteseniz gelebiliyor musunuz?
Bu şartlar altında gelebilirim, ama biraz daha zaman olduğunu düşünüyorum.

Peki sizin oraya gitmenizin nedeni neydi? Çok şey olmayın ama, zamanında sizin kaçtığınız, Ergenekon zanlısı olarak kaçtığınız söylendi. Hatta geri getirilmeniz için de çalışmalar yapıldığını biliyoruz. Onu bir anlatır mısınız? Nedir olay, aslı nedir?
Zaten milletvekilliği döneminde çok bir uyum içerisinde çalışmadığımızı kamuoyu gayet yakînen biliyor. Partinin o dönemki uygulamalarından ciddi manada rahatsız olduğumu ve önemli eleştiriler yönelttiğimi de herkes biliyor. Dönemin sonunda ben aday olmayacağımı kamuoyuna deklare ettim ve partiyle yollarımı ayırdım. Tabii siyaset kurumu benim yola çıkarken hayal ettiğim, umut ettiğim kalitede, olgunlukta ve güzellikte olmadığı için, en azından ben böyle bir atmosferde bulunamadığım için siyaset defterini kapatıp tekrar mesleğime dönmeye karar verdim. Tabii bu benim anayasal hakkımdı. Müracaat ettim Sağlık Bakanlığı’na. “Eski 22. dönem milletvekiliyim. Eski genel cerrahi uzmanıyım. Falanca hastanede çalışıyordum, beni görevime iade edin.” Maalesef partiyle yaşadığımız sürtüşmelerden dolayı bir intikam duygusu olsa gerek, beni görevime iade etmediler. Dedim: “İzin verin o zaman Ankara’da, eşimin bulunduğu yerde çalışayım.” Ona da izin vermediler. “Ancak kura çekip Hakkâri, Siirt, Şırnak vs. çıkarsa gidip orada çalışabilirsin, aksi halde çalışmanıza izin vermiyoruz” dediler. Tabii onun dışında bir sürü baskılara falan da maruz kalınca ben de biraz İngilizce öğreneyim, kendimi yenileyeyim diye ülkeden ayrılıp İngiltere’ye geldim. Tabii arkadan bir süre sonra söz konusu kumpas davaları ve saldırılar başladı. Malum çetenin hukuk içerisindeki ve Emniyet içerisindeki uzantıları, ev basmalar, akıl almaz suçlamalar, saldırılar ve bunun tabii medyadaki infaz mangalarıyla akıl almaz karalama kampanyaları… Dolayısıyla ben dönmemeye karar verdim. İngiltere’de bir şekilde hayata tutunma kararı aldım. Tabii burada da rahat bırakmadılar. Halen bir kısmı hapishanede olan, bir kısmı aranan çete mensupları ta İstanbul’dan kalkarak Fransa’ya kadar, buraya kadar geldiler. Kırmızı bülten çıkartmaya veya bir şekilde hukuk yoluyla beni geri götürmeye çalıştılar. Ama tabii bilmedikleri bir şey vardı. Burada hukuk insanların iki dudağı arasında değil, sistemin kontrolündeydi. Hukuk çalıştığı için de ben burada oturma izni alarak hayata devam kararı aldım.

Peki Turhan Bey, şunu sorabilir miyim? Neden Turhan Çömez? Çok kişinin bu süreçte hedef alındığını biliyoruz ama, herkes de hedef alınmadı. Siz de o çete diye tarif ettiğiniz Gülen Cemaati ya da FETÖ, FETÖ’yü kastediyorsunuz anladığım kadarıyla. Sizden ne istediler? Ne meseleleri vardı sizinle?
Bence bunun iki nedeni vardı. Tabii bunun için size kanıt sunmam çok mümkün değil, ama iki tane açık nedeni vardı. Birincisi: Ben siyasi hayatım boyunca onlarla hiçbir yakınlık içerisine girmedim. Bugün gözyaşı döküp, salya sümük milletin gözü önünde ağlayıp “Hata yapmışız” diyenlerin aksine, “Beni milletim de affetsin, Allah da affetsin” diyenlerin aksine, ilk günden beri tavırlı bir duruş sergileyerek bu ahlaksız çeteye karşı tavır sergiledim. İkincisi: Benim Sn. Erdoğan’la o dönemde bulunduğum bir yakınlık var. Yani hem Özel Kalem Müdürü, hem geçmişten gelen, hekimlikten kaynaklanan, arkadaşlıktan kaynaklanan bir yakınlık var. Dolayısıyla benim üzerimden yürütülecek bir operasyon Sn. Erdoğan’ın üzerinde büyük bir tesir oluşturacaktı. Neydi bu? Sözde Ergenekon örgütü senin bu kadar yakınına kadar adam sokabildiğine göre bu güçlü bir örgüttür diyerek benim üzerimden Sn. Erdoğan’a bir operasyon yürüttüler. Ve Sn. Erdoğan’ın yanına, sonradan bu darbe sonrasında ortaya çıktığı gibi en yakın adamlarını yerleştirerek onun konuşmalarına varıncaya kadar, özel hayatına varıncaya kadar her şeyini takip edip izlediler. Hatta onun canına kastedecek noktaya geldiler. Son derece iyi planlanmış, kurgulanmış bir süreçti. Ve maalesef bütün uyarılarıma rağmen, bütün samimi ikazlarıma rağmen Sn. Erdoğan o zamanlar bunun ciddiyetini anlayamadı.

Doğrudan kendisine söylediniz mi bunu? İkazlarıma rağmen derken…
Söylemenin ötesinde, bu dönemde, yani ben hâlâ İngiltere’deyken kendisinin benim ailemle bir teması oldu, yakınlarımla bir teması oldu. Benim onun yakınlarıyla bir temasım oldu. Son derece net bir mektup yazdım ve eline ulaştırdım. O mektupta aynen şu cümleleri kullandım: “Bugün siz söz konusu bu çete marifetiyle muhaliflerinizden kurtuluyorsunuz. Sevmediğiniz, hazzetmediğiniz insanlardan kurtuluyorsunuz. Ama bu ahlaksız çete devletin en derin noktalarına kadar nüfuz etmiş ve hiç endişeniz olmasın ki bir gün siz bunların faturasını ödeyeceksiniz. Ve bu ahlaksız çete bugün bize yaptıklarını yarın size yapacaktır.” Ben defalarca ikaz ettim ve bunu yazılı belge olarak da kendilerine teslim ettim.

Peki Turhan Bey, siz o dönemde bu cemaat yapılanmasının çete olduğunu gözlediğinizi söylüyorsunuz. Çünkü genellikle –demin sizin de söylediğiniz gibi– insanlar “Biz aldatılmışız, kandırılmışız” diyorlar. Herhalde Türkiye’de bunu bu açıklıkla şey yapanlardan birisi benim. Birisi Ahmet Şık, şu anda FETÖ’den içeride biliyorsunuz maalesef garip bir şekilde. Orada sizi özellikle bu yapıda ne rahatsız ediyordu? Gözlem ve bilgileriniz neden sizi alarma geçiriyordu?
Benim tabii sizin gibi bir gazetecilik vasfım yok, bir araştırmacı olma özelliğim yok. Sizin gibi birtakım bilgilere rahat ulaşma şansım yoktu, hâlâ da yok. Ama benim bir siyasetçi olarak objektif bir gözlem yapma şansım var. Ben prensip olarak cemaatlere asla karşı bir insan değilim. Eğer bir cemaat bir ülkede, bir coğrafyada dinî anlamda hizmet vermek istiyorsa ben buna ancak saygı duyarım, destek duyarım. Kaldı ki bu anlayış neyi temsil ediyor olursa olsun, hangi dinden olursa olsun, cemaatlerin yaptığı dinî hizmetler benim gözümde saygındır. Ama bir cemaat ya da cemaat adı altında kurulmuş bir örgüt veya yapı, görüntüsü bir dinî hizmet olurken, öte yandan devlet içerisinde yuvalanıyorsa, Emniyet içerisinde yuvalanıyorsa, bunun temel hedefi MİT, Askeriye, Emniyet, hukuk düzeni ve yönetim anlayışıysa, direkt bunları hedef alıyorsa, bunun arkasında başka şeyler aramak lazım. Hele hele böyle bir yapının önderi veya lideri, veya sorumlusu her kim ise –çete lideri de diyebilirsiniz– Amerika gibi bir ülkede yuvalanmış ve oradan gelmeyerek bütün örgütü oradan idare ediyorsa, benim buna iyi niyetle bakmam mümkün değil. O nedenle hiçbir şekilde yakınlık duymadım ve bu yakınlık duymayışımın sebeplerini defalarca siyasetteyken anlattım. Siyasetten sonra yaşananlarla birlikte az önce de ifade ettiğim gibi Sn. Erdoğan’a ilettim.

Peki İngiltere olayına gelelim. Demin söylediniz, İngilizce geliştirmek, anladığım kadarıyla gidene kadar şu andaki dil hâkimiyetine sahip değildiniz. Biraz zorluk çekmişe benziyorsunuz.
Bu arada sorunuzun bir kısmı yarım kaldı. İzah etmem gerekiyor sanırım. Hani Türkiye’de birçok kişi kaçtı vs. tarzı yorumlar da yaptı. Ben Türk Hava Yolları’nın tarifeli seferiyle VIP’den çıkarak, yanımda en az elli tane arkadaşımın uğurlamasıyla İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan ayrıldım. Hatta uçakta olduğumu bilen kaptan pilot da beni uçakta anons ederek yanına davet etti. Kaptanın kokpitinde Londra’ya geldim ben. Yani böyle bir kaçış öyküsü herhalde dünyanın hiçbir yerinde yoktur.

Peki İngiltere öykünüze gelelim. Bayağı zorluk çekmiş olmalısınız. Her ne kadar cerrah olsanız da dil, yeni bir ülke, bir de sorunlar iyi-kötü, aileniz Türkiye’de kalmış vs.. Neler yaşadınız? Tabii çok uzun, on yılı anlatmanızı istemeyeceğim ama…
Tabii ben buraya geldiğimde hiç İngilizce bilmiyordum. Bu Ergenekon olayı başlamadan bir İngilizce kursuna yazıldım. Biraz İngilizce öğrenme çabam vardı. Fakat ardından ev basıldı, çocuklara zulümler yapıldı. Hakaretler, saldırılar, her türlü şey ortaya çıktıktan sonra burada kalmaya karar verdim. Ve tabii oturup İngilizcemi ilerletmek istedim. Bu esnada uğraşmam gereken onlarca sorun vardı. Bir tanesi Türkiye’deki hukukî problem. Diğeri burada kalış sürecimin hukukî boyutu, öte yandan ekonomik sorunlar. Ben bu ülkeye geldiğimde hiçbir ekonomik imkânım yoktu. Barınma sorunu yaşadım. Hatta gündelik hayatımı idame ettirmek için bile büyük zorluklar çektim. Ama hiç bunlardan rahatsız olmadım. Gecemi gündüzüme kattım, oturdum İngilizce çalıştım. Ve bu ülkede ikinci bir örneği olmayacak şekilde İngilizce’den çok yüksek bir puan alarak burada hekimlik sınavlarına girme hakkı kazandım. Yine ikinci bir örneği olmayacak şekilde tıp fakültesinin bütün derslerinin yeniden sınavlarını vererek bu ülkede yeniden doktor olma hakkı kazandım. Tabii o esnada ilginç bir şey yaşadım. Onu da söylemek istiyorum. Sağlık Bakanlığı’na avukatlarımı gönderdim, oradaki belgeleri almak için ve oradaki çalıştığım geçmiş kariyerimi belgelemek için. Onu dahi vermedi Sağlık Bakanlığı zulmetmek için. Ve döndüm İngiliz hükümetine dedim ki: “Ben buradaki bütün sınavları verdim ama Türkiye’deki Sağlık Bakanlığı benim belgelerimi vermiyor.” Ve maalesef utandığım bir cümle söyledi. Tekrar hatırladığımda yeniden hüzün duyduğum bir cümle söyledi. Dedi ki: “Bizim ülkemizde bir doktorun yetişmesi 300 bin Pound. Ve siz son derece kalifiye bir doktor olarak yetişmişsiniz. Bütün sınavları da vermişsiniz. Eğer Türkiye sizin gibi bir doktora böyle bir zulmü yapıyorsa ve sizi kaybetmeyi göze alıyorsa o Türkiye’nin ayıbıdır” dedi. Ve hiçbir belge almadan benim burada doktorluğumu onayladılar.

Peki orada hiç mi hukukî sorun yaşamadınız?
Yani burada tabii ki hukukî sorun yaşadım. Çünkü halen bir kısmı cezaevinde olan, halen bir kısmı aranan çete mensupları az önce de ifade ettiğim gibi Paris’e giderek, Lyon’a giderek oradaki Interpol’ü devreye sokmaya çalıştılar. İngiltere’ye gelerek buradaki hükümetten benim iade edilmem konusunda birtakım temaslar kurdular. Bu esnada tabii oturma izniyle ilgili ciddi problemler yaşadım. Ve iade edilmemle ilgili bir süreçte de bir süre İngiliz cezaevlerinin de nasıl olduğunu tanıma fırsatı buldum.

Nasıl, hapis mi yattınız yani?
Evet ben İngiltere’de hapis yattım.

Aa, ne kadar yattınız?
Hatırı sayılır bir süre yattım, ama benim için hayatımın en güzel deneyimi oldu. Hayatın bir başka cephesini gördüm. Hayata direnme gücü kazandığım yerlerden birisidir İngiliz cezaevi.

Ben de yatmış olduğum için bilirim. Herhalde ben sizden fazla yatmışımdır, ama Allah kimseyi yatırmasın, öyle diyelim.
Allah kimseyi yatırmasın. Doğru söylüyorsunuz.

Şimdi bildiğim kadarıyla siz bayağı uzun bir süredir aktif şekilde genel cerrahi yapıyorsunuz ve bir üniversite hastanesindesiniz. Bu aynı zamanda öğrencileriniz olduğu anlamına mı geliyor?
Tabii şimdi İngiltere’de sağlık sektörü önemli bir kriz içerisinde ve maalesef burada ciddi bir hekim açığı var. Dolayısıyla burada yetişen öğrenciler son derece kıymetli. Çok özel bir ihtimam gösteriliyor. Ben de kendi hastanemde, burası üniversite olduğu için öğrenci yetiştiriyoruz. Ve büyük bir keyifle genç doktorlara tecrübelerimi aktarıyorum. Onların eğitimlerine katkı sağlıyorum. Dolayısıyla böyle bir akademik tarafım da var. Ama onun dışında Türkiye’den gelen çok sayıda doktor öğrenci oldu yanıma şu âna kadar. Otuzun üzerinde insan geldi. Yanımda belli bir süre rotasyon yaptılar. Bu da benim için büyük bir onur.

Ben sizle ilk tanışmamızı hatırlıyorum. Adınızı biliyordum. Siz de beni biliyordunuz herhalde, ama 1 Mart 2003 sabahı Meclis’te –ben tam İstanbul’dan Ankara’ya gelmiştim– meşhur tezkere oylaması olacaktı. O sırada NTV’de çalışıyordum ve ilk karşıma çıkan kişi siz olmuştunuz. Hiç unutmuyorum. Ve nihayet tanıştık demiştik birbirimize. Biliyorsunuz o tarihte “tezkere kesin geçecek” havası vardı. Siz bana demiştiniz ki –kelimeler tam olmasa bile mealen- “Sabah eşimle oturduk konuştuk. İstişare ettik. Bedeli ne olursa olsun ben bu tezkereye hayır diyeceğim. Bu kararı verdik” demiştiniz. Ben de çok şaşırmıştım. Çünkü siz Tayyip Erdoğan’a çok yakın, Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapmış birisi olarak. Daha sonra birkaç arkadaşınızla daha, AK Parti’den milletvekilleri de benzer şeyler söyleyince de gazetecilik kariyerimin en parlak çıkışlarından birinde, canlı yayında demiştim ki “Ben burada başka bir hava görüyorum. Bu tezkere galiba geçmeyecek” demiştim. Ve insanlar benimle dalga geçmişlerdi. Sonuçta sizlerin sayesinde ben de haklı çıkmıştım. O gün sizin de herhalde siyasî kariyerinizde çok önemli bir gün olsa gerek. Türkiye tarihinde de çok önemli bir gün zaten 1 Mart tezkeresinin reddi. O dönem siyasî yasaklı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın, parti liderinin bütün uğraşlarına rağmen parti içerisinde sizin de dahil olduğunuz insanlar “Hayır” vererek, bazıları çekimser kalarak bunun geçmesini engellemiştiniz. Ne hatırlıyorsunuz siz o günden?
Tabii burada bir şeyi vurgulamak istiyorum. Ben Sn. Erdoğan’a yıllarca çok yakın oldum. Şu anda hiçbir hukukumuz, diyaloğumuz ve bağlantımız yok, ama uzun yıllar bir ortak paydamız oldu. Arkadaşlığımız oldu. Özel danışmanlığını yaptım. Ama yaşadığımız süreç hep gösterdi ki benim kendisine koyduğum yol haritası, işaret ettiğim şeyler zaman içerisinde hep doğru çıktı ve haklı çıktı. 1 Mart tezkeresine ben “Hayır” derken vicdanımın sesini dinledim. Ve hep arkadaşlarıma dedim ki: “Bu coğrafyada Türk halkı ve Irak halkı kardeş olarak yaşayacaktır.” Dört asırlık bir ortak geçmişimiz ve tarihimiz var. Bu insanlara hiçbir zaman saldırı yapacak olan yabancılarla ve emperyal güçlerle biz aynı kefede olamayız. Ve o zamanlar başta Sn. Erdoğan, Sn. Gül olmak üzere bu tezkerenin geçmesi için büyük çaba sarf ettiler. Ama siz de hatırlayacaksınız, bir kaç yıl önce hem Sn. Erdoğan, hem Sn. Gül, hem de zamanın başbakanı Davutoğlu bu tezkerenin geçmemesinin çok hayırlı olduğunu defalarca ifade ettiler. Bence o, tarihin bir kırılma noktasıdır ve aldığımız kararın ne kadar haklı olduğunu gösteren önemli bir dönüm noktasıdır. Yine az önce ifade ettiğim FETÖ olayında olduğu gibi, Sn. Erdoğan zamanında dinlemiş olsaydı, ikazlarıma itibar etmiş olsaydı, bu yaşadığı darbeler başına gelmeyecekti. O gün bir olayı anlatayım size. Ben vicdanımın sesini dinledim. “Bunun bedeli eziyet çekmek, sıkıntı görmek, ne olursa olsun ben tarih önünde hesap veremeyecek hale gelmek istemiyorum” dedim. “Çocuklarımın yüzüne utanarak bakmak istemiyorum” dedim ve 1 Mart tezkeresine “Hayır” dedim. Sizin yine bilmediğiniz bir şey söyleyeyim. Tezkere reddoldu ve o gün biz büyük bir mutluluk ve huzurla parlamento salonundan çıkarken Egemen Bağış’la karşılaştık. O zaman Sn. Başbakan’a çok yakın olan insanlardan bir tanesiydi. Kendisinin aynen şöyle bir ifadesi oldu: “Bugün 1 Mart tezkeresine ‘Hayır’ diyen herkes bir gün bunun hesabını ödeyecektir.” Sanki kendisi o dönemlerde bir Amerikan mandasının Türkiye’deki temsilcisi gibi parmağını gözümüze sallaya sallaya böyle bir tehdit savurdu. Ben de aynen kendisine dedim ki: “Tarih kimin haklı kimin haksız olduğunu gösterecek ve sen bir gün utanarak bu toplumu terk etmek zorunda kalacaksın.” Ve tarihin nelerin yaşattığını hep beraber gösterdi bize.

Peki ben o dönemlerden daha sonraki bir dönemde sizin birtakım… Mesela Irak’a gidiyordunuz. Hatta yanılmıyorsam gazeteci Güler Kömürcü’yle beraber değil mi? Kerkük falan…
Çok ziyaretlerim oldu. Birçok gazeteciyle beraber gerek Irak…

Bir tane onu hatırladım da. Ama bunları sanki partinin bilgisi dahilinde ve görevlendirmeyle yapmıyordunuz gibi hatırlıyorum. Yanılıyor muyum?
Haklısınız. Çünkü parti benim hiçbir çalışma yapmama müsaade etmediği için ben gerek yurt içi, gerek yurt dışı çalışmalarımı büyük ölçüde bağımsız yürüttüm. O dönemlerde Endonezya’da deprem oldu. Sivil toplum örgütleriyle gittim Endonezya’da bir köy kurdum. Irak’ta savaş oldu, defalarca insanî yardım götürdüm. Pakistan’da depremler oldu. Gittim günlerce orada kalarak oradaki sağlık hizmetlerine katkıda bulundum. Lübnan’da savaş oldu, gittim savaş ortamında 15 gün insanî yardım götürdüm. Bu tür hizmetleri seven birisiyim. Ben bunu bir İslamî sorumluluk olarak da değerlendiriyorum.

Peki burada ama özellikle Irak meselesi –diğerleri deprem falan da– birazcık parti çizgisiyle de sorunlar yaşadığınızı gösteriyor. Öyle değil mi?
Tabii o dönemde benim Irak’la ilgili yaptığım bir sürü çalışma oldu, verdiğim bir sürü beyanat oldu, bir siyasî duruş oldu. Bu dolayısıyla parti kültürü içerisinde çok alışılagelmiş, hazzedilmiş bir davranış olmadı. Halbuki bundan bir rahatsızlık olduğunu biliyorum ben de.

Peki şimdi, aradan geçen yaklaşık on yıl içerisinde Türkiye’ye gelmediniz, ama Türkiye’yi çok yakından takip ettiniz. Aileniz zaten burada. Takip ettiğinizi biliyoruz. Orada İngiltere’de yıllardır yaşayan bir eski siyasetçi ve doktor olarak Türkiye’ye baktığınız zaman ne görüyorsunuz? Neler hissediyorsunuz?
Tabii ki buradan Türkiye’yi üzülerek izliyorum. Her ne kadar şu anda medya hükümetin tamamen denetim ve kontrolünde olduğu için gerçekleri çok fazla yansıtıyor gibi görünmese de, dışarıdan birçok şey çok rahatlıkla okunuyor ve değerlendirilebiliyor. Tabii Türkiye’de çok sayıda arkadaşım var, çok yakın dostlarım var, onlarla temas içerisindeyim. Beni ziyarete gelenler var. Hâlâ şu anda benim yanımda sekiz on tane arkadaşım Türkiye’den ziyarete gelmişti. Sizi canlı olarak takip ediyorlar. Türkiye’nin şu anda yaşadığı atmosfer dışarıdan açıkçası çok da güzel okunmuyor. Tabii şunu söyleyeyim: Parlamentodayken bir milletvekili olarak sürekli demokrasi, insan hakları, hukuk ve hukukun üstünlüğünü dilimize pelesenk etmiştik. Bunu her konuşmamızda bir kenara sıkıştırır halka söylerdik. Ama ben bu ülkede yaşamadan önce bunun ne anlama geldiğini maalesef bilmiyormuşum. Burada insan hayatına olan saygıyı, insana verilen değeri, hukukun üstünlüğünü ve insanın hukukla birlikte ne kadar güçlü olduğunu gördüm. Ben burada oturma izni almak için İngiliz hükümetini mahkemeye verdim. Ve mahkeme nezdinde İngiliz hükümetini mahkûm ederek burada oturma izni aldım. Siz bu ülkede hukuka saygılıysanız hiçbir şekilde hakkınız yenmez. Hiçbir şekilde bir zarar görmezsiniz. Türkiye gibi “Acaba bugün başıma ne gelecek? Acaba sabah kalktığımda kapımda kimi göreceğim? Acaba bu gece telefonum dinlenir mi? Yahut bir gün vergi memuru kapımı çalar mı?” falan gibi bir korkunuz yok. Dolayısıyla Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu ekonomik sarmal, siyasî gerginlik ve özellikle toplum kesimleri arasında, siyasî görüşler arasında giderek derinleşen bu ayrışma maalesef Türkiye’nin fotoğrafını son derece olumsuz bir şekilde etkiliyor.

Turhan Bey, özellikle son dönemde bir beyin göçünden bahsediliyor. Beyin göçü çok eski bir laftır ama, yakın dönemde çok bahsediliyor. Ve telaffuz edilen ülkelerin birisi de İngiltere. Kanada, hatta Avustralya, Hollanda, Portekiz, böyle değişik ülkeler telaffuz ediliyor. Siz orada olan birisi olarak bu söylentilerin ya da bu iddiaların doğru olduğunu düşünüyor musunuz? Gözlemleriniz ne yönde?
Şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Son bir yıldır gerek iş adamı, gerek akademisyen, beni arayarak buraya yerleşmek isteyen ve bunu söyleyen insanların sayısı yüzleri geçmiş durumda. Bunların hepsi ülkenin sosyal sermayesi. Bunlarla konuştuğumda, “Niye buraya gelmek istiyorsunuz? Neden Türkiye’yi terk etmek istiyorsunuz?” dediğimde hepsinin ortak bir paydası var: “Geleceğimizi görmüyoruz. Çocuklarımızın istikbalinden endişe duyuyoruz. Huzurumuz ve mutluluğumuz kalmadı.” Bunların sayısı o kadar arttı ki son zamanlarda. Çok sayıda tıp doktoru, profesör, çok sayıda önemli iş adamı ve akademisyen buraya gelmek için bir şekilde benden destek veya fikir almaya çalıştılar. Geçtiğimiz günlerde bizim, kendi çalıştığım hastanenin bir klinik şefiyle bir görüşmem oldu. Iraklı kendisi. Önemli bir doktor. Yıllar önce Irak’ı terk ederek gelmiş. Çok ilginç bir gözlemini benimle paylaştı. Dedi ki: “Şu anda Türkiye Irak’ın Saddam döneminde yaşadığı sendromun bir başka versiyonunu yaşıyor. Irak son derece dolu bir ülkeydi. Irak sadece yeraltı zenginliği olan değil, sosyal sermayesiyle zengin bir ülkeydi. Ama despotizmin ardından Irak’tan önce iş adamları, ardından da sosyal sermaye yani akademisyenler, bilim adamları, ülkenin beyni göç etti” dedi. “Ülkenin donanımlı insanları ülkeyi terk edince, lümpen insanların yaşadığı, donanımsız insanların yaşadığı bir coğrafyaya dönüştü Irak. Ve ondan sonra kaçınılmaz son ortaya çıktı” dedi. Maalesef ülkenin geleceğiyle ilgili böyle bir endişeyi taşıdığını benimle paylaştı. Maalesef bu doğru bir sezi, doğru bir öngörü. Türkiye’den şu anda sadece İngiltere’ye değil, Amerika’ya, Kanada’ya, Fransa’ya, Avusturya’ya, Avustralya’ya çok sayıda insanın göç etmek istediğine tanık oluyorum. Bu Türkiye için büyük bir sosyal sermaye kaybı.

Peki Turhan Çömez olarak sizin önünüzde nasıl bir yol haritası var? Orada kalıp yolunuza devam mı edeceksiniz? Türkiye’ye dönmeyi düşünüyor musunuz? Siyasete dönmeyi düşünüyor musunuz ayrıca? Nasıl planlarınız var?
Tabii ki ben Türkiye’ye dönmeyi düşünüyorum. Türkiye benim her şeyim. Canımdan çok sevdiğim vatanım, yurdum, toprağım, büyüdüğüm, yetiştiğim coğrafya. Her metrekaresini, her santimetre karesini derinden özlediğimi ve bir özlem içerisinde yandığımı ifade etmeliyim. Tabii ki döneceğim Türkiye’ye. Burada huzurumun yerinde olmasına rağmen, kariyerimin son derece iyi olmasına rağmen, son derece iyi şartlarda çalışıyor olmama rağmen tabii ki Türkiye’ye döneceğim. Dönmek istiyorum. Türkiye’nin benden ne istediğine bağlı olarak da kendime bir yol haritası koyacağım. Eğer Türk milleti, “Biz senin hekimliğinden memnunuz. Burada sağlık hizmeti vermeye devam et” derse tabii ki öyle bir hizmete devam ederim. Ama şunu da gördüğümü itiraf etmeliyim: Türkiye benim taşıdığım siyasî sorumluluğu veya ruhumda taşıdığım siyasî anlayışı çok özümseyebilecek bir ülke gibi görünmüyor bana. Ben bugün Ankara koridorlarında yaşanan o siyasî komplolar veya siyasî atmosferlere çok adapte olabileceğimi sanmıyorum.

Son olarak şununla bitirelim: Sizin birtakım –geçen Vatan gazetesinde de bir haber çıktı– insanî yardımları daha önce milletvekiliyken yaptığınızı söylediniz. Şimdi doktor olarak, cerrah olarak bayağı bir faaliyet içerisinde olduğunuzu duyuyoruz. Onları bir anlatır mısınız? Neler yapıyorsunuz?
Vakıf hizmetleri veya buradaki tabiriyle charity hizmetleri bana göre bir insanî sorumluluktur. Ben Türkiye’deyken de bunu çok sevdim. Sözde vakıf diye ortalıkta dolanan birçoğunun aksine son derece mütevazı ve iyi niyetli bireysel çalışmalar içerisine girdim. Burada da aynı çaba içerisindeyim. Hastanemde tabii büyük bir hizmetle, büyük bir keyifle binlerce ameliyat yaptım. Yapmaya devam edeceğim. Ama onun dışında Afrika ülkelerinde insanî yardım çalışmalarım var. Geçtiğimiz yıl bulundum uzunca bir süre orada. Birçok ameliyat yaptım. Önümüzdeki dönemde de yine Afrika ülkelerine gidip oralarda fakir ülkelerde tıp eğitimi vermek ve oradaki insanlara sağlık hizmeti götürmek gibi bir niyetim var. Yine bunun yanında özellikle yurtdışında eğitim almak isteyen genç Türk doktorlarına hizmet verecek bir çalışma içerisindeyim. Onları burada misafir ediyorum, ağırlıyorum. Kendi hastanemde eğitimlerini tamamlamaları için yardımcı oluyorum. Dediğim gibi yanıma otuzun üzerinde öğrenci ve doktor geldi. Bunu da benim mütevazı mesleğimin bir zekâtı gibi değerlendiriyorum. Dolayısıyla böyle bir sosyal çalışmam da var.

Daha çok kanser operasyonlarında yer alıyorsunuz değil mi?
Benim üniversitem çok büyük bir üniversite. Binlerce çalışanı var. Çok kapsamlı, geniş çalışma alanı var. Ben ağırlıklı olarak kanser ameliyatları yapıyorum ve özel olarak da kalın bağırsak kanseri ameliyatları yapıyorum.

Türkiye’de de böyle miydi? Yoksa İngiltere’de mi ihtisaslaştınız?
Türkiye’de ben genel cerrahi uzmanı olarak yetiştim. Türkiye’de her şeyi yapıyordum genel cerrahiye ait. Burada da aşağı yukarı birçok ameliyatı yapıyorum, ama özel ilgi alanım kalın bağırsak kanserleri.

Evet Turhan Bey, burada noktayı koyalım. Bu bir başlangıç olmuş olsun. Artık sizin izinizi bulduk. Arada bir şeyler geliştikçe, sizinle böyle teknolojinin imkânlarını kullanarak sohbet ederiz. Çok teşekkür ediyoruz.
Benim için de büyük bir keyifti sizinle tekrar buluşmak ve sizin vasıtanızla Türkiye’ye selam verebilmek. Ben de sizinle ilgili izin verirseniz şu cümleyi sarf edeyim: Siz de Türkiye’de onurlu ve duruşunu koruyabilmiş nadir –altını çizerek söylüyorum– gazetecilerden bir tanesisiniz.

Sağolun, eksik olmayın.
Siyasî düşüncelerini hiçbir zaman gazeteciliğine yansıtmamış, bunun da bir anlamda bedelini ödemiş insanlardansınız. Lütfen siz de çalışmalarınıza ara vermeden devam edin. Türkiye’nin size ihtiyacı var.

Çok sağolun. Evet, Turhan Çömez’e çok teşekkür ediyoruz. İzleyicilerimize de çok teşekkürler. İlginç bir sohbet oldu. Yaklaşık on yıldır ülkeden uzak olan eski siyasetçi ve her zaman doktor Turhan Çömez, Londra’dan Skype yayınıyla on yılı bize yarım saatte özetledi. Güzel bir sohbet oldu. Kendisine çok teşekkürler. Size de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.