Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Meral Akşener medyascope.tv’ye konuk oldu

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/309178635″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu

Merhaba iyi günler. Önemli bir konuk ağırlıyor Medyascope.tv. Meral Akşener burada. Meral Hanım sonunda sizi getirebildik.
Estağfurullah. Teşekkür ederim davetiniz için.

Sağolun. Geldiğiniz için çok teşekkür ediyoruz. Konuşacak çok şey var. Önce şununla başlayalım; siz MHP içerisinde adaylıkla ortaya çıktığınız zaman, medya size çok geniş bir ilgi gösteriyordu.
Evet.

Önde gelen haber kanallarına çıkıyordunuz, uzun uzun yayınlara çıkıyordunuz. Ama çok net olarak, bir süredir bu yok.
En son 14 Temmuz’da bir televizyon programına davet edilmiştim, gittim. Sonra 15 Temmuz’da o iğrenç kalkışma oldu. Sonrasında bir daha, bırakın bir televizyon kanalında konuşmayı, benim hakkımda en iğrenç şeyleri söyleyenlere telefonla katılma hakkım dahi elimden alındı.

Neden böyle oldu?
“Korku dağları bekler” diye bir atasözü vardır. Sayın Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi, bir büyük şemsiyeyle bir çatı oluşturdular. Hem Türk milliyetçilerinin, hem merkez sağın önemli isimlerinin tamamı o şemsiyenin altında. Bir ölçüde merkez sağı da bilen ve kendisini Türk milliyetçisi olarak tanımlamış, o çatının dışında kalan tek siyasetçi benim şu an itibariyle. Bir de, büyük şehirlerde, özellikle İzmir’de ve diğer il merkezlerinde –37 il gezdim ben– çoğunluğu açık hava toplantıları oldu o adaylık süresi içinde. Otobüsler tutup insanlar getirmedik, büyük yemekler yapmadık. Bildiğiniz açık hava toplantıları. Kendiliğinden gelen insanlar oldu oraya ve büyük toplantılar oldu. Yani miting. Örneğin, Bolu’da o mitinge gelen insan sayısının, iktidar partisi ile mukayese edildiğini gördüm ben. Herkes de biliyor ki, otobüsler tutup yan illerden, ilçelerden insanlar da taşıtmadım. Böyle bir imkânım yoktu çünkü. Sanıyorum bu iki olgunun getirdiği bir sonuç bu.

Burada yalnız şöyle bir şey var. Siz dediniz ki: “Bir çatı altında topluyor”. Ama ben hatırlıyorum, bilenler de biliyor, siz AKP’nin ilk kuruluşunda…
Başlangıcında yer almıştım, evet.

Başlangıçta varsınız. Sonra, kurulmadan ayrıldınız. Ama bu, şunu gösteriyor ki, bir hukukunuz var.
Tabii.

Yani böyle bir çatı altında niye Meral Akşener yok? Mesela, Tuğrul Türkeş girdi. Daha sonra, MHP de şu anda organik bir şekilde beraber hareket ediyor.
Evet. Sayın Bahçeli de girdi. Sayın Çiller orada, Sayın Yılmaz orada.

Size davet geldi de mi kabul etmediniz?
Olmaz mı? Ben seçim hükümetinde, yani 7 Haziran’dan sonra ortaya çıkan o geçici dönemde, yani iktidar olunamaması, koalisyon kurulamaması süresinde, istikşafi görüşmelere devam etme ve sonuçta seçim kararı alındığında, bir hükümet kuruldu. O hükümette bana Başbakan Yardımcılığı teklif edildi. Ama ben reddettim. Dolayısıyla o çatının altında olmak gibi bir isteğim olsa, olurdu. Ben olmadığım için problem var.

Olmadığınız ve olmayacağınız için problem var.
Evet, olmayacağım için de problem var.

Peki, şunu da sorayım. Siz Doğru Yol Partisi’nde siyasete girdiniz ve Tansu Çiller’le adınız anılıyor, ama benim gazeteci olarak sizi tanımam daha çok MHP’de ve Devlet Bey’le beraber. Sizi her gördüğümde muhakkak Devlet Bey’in yanındaydınız.
Evet, resepsiyonlarda öyle olurdu.

Meclis Başkan Vekili de oldunuz. Yani, MHP’nin itibarlı bir ismiydiniz.
Evet, doğru.

Ne oldu da oldu?
Sayın Bahçeli’nin daveti üzerine MHP’ye siyasî olarak katıldım. Yani ‘Meral Akşener’ ismi Sayın Bahçeli tarafından davet edildi. Katıldım ve aşağı yukarı 7 Haziran seçimlerine kadar da gereken saygıyı karşılıklı gösterdiğimiz bir iletişim biçiminde gitti işler. Örneğin, 15 yıl süre içerisinde ben hiç randevusuz görüşmedim. Sayın Bahçeli bana hiç ‘sen’ diye hitap etmedi. Karşılıklı bir saygı içinde yürüyen bir hadiseydi. Kendisinin uygun gördüğü hiçbir görevi de ben kendisinden talep etmedim. Ama en iyi şekilde yerine getirdiğimi hep kalabalık içinde kendisi söyledi.
Sayın Bahçeli açısından nedir bilemem, ama benim açımdan çok insanî bir şey var. 7 Haziran seçimleri esnasında, ben bir kadının uğrayabileceği çok ağır bir iftiraya uğradım.
O iftirayla önce kendim için, sonra Sayın Cumhurbaşkanı, eşi ve kendisi aradıktan sonra konuyu kapatabilirdim. Fakat başka genç kadınların çok acı hikâyelerini öğrenmeye başladım. Çok kadın aradı beni, tahmin edemeyeceğiniz isimler ve çok modern ailelerin çocukları. “Ne olur bizim için bu mücadeleyi yap” diye. Olayı mahkemeye taşıdım ve her şartta bu insanlarla mücadele etmeye gayret ettim. Sanıyorum o biraz siyasî olarak rahatsız etmiş olabilir.
Bir başka şey daha var. Örneğin, bütün görüşmelere, –buna Hillary Clinton dâhil, o çok konuşulan Türkçe Olimpiyatları dâhil–, hepsine Sayın Bahçeli’nin talimatı ve Sayın Bahçeli’nin adına katıldım. Örneğin, o günkü adıyla ‘Cemaat’ organizasyonuna, –bugünkü adıyla FETÖ organizasyonuna– bireysel olarak hiçbir katılmışlığım yoktur. Hiçbir okulu ziyaretim yoktur. Ama Türkçe Olimpiyatları’na Sayın Bahçeli’nin adına katıldım. Ankara’daki olimpiyatlara da bir Genel Başkan Yardımcısı gene kendisinin adına katıldı. Hillary Clinton ile olan görüşmeye de, bizatihi Sayın Bahçeli’nin talimatıyla onun adına gittim. Bunu niçin diyorum? Hiçbir ile, hiçbir televizyon programına Sayın Bahçeli’nin izni ve bilgisi olmadan çıkmadım. Ben yapmadığım gibi, hiçbir arkadaşımız yapmadı. Dolayısıyla, kural hatası yapmadığım için, arka planında siyasî ne vardır bilemiyorum. Ama benim açımdan iş insanîdir. Sayın Bahçeli, cumhurbaşkanlığı döneminden başlayan –benim adım çok geçti– benimle konuşmak yerine hep üçüncü şahıslar üzerinden yaptığı konuşmalarla bana karşı bir rahatsızlığı olduğunu kamuoyuyla paylaşmış oldu. Ama şahsıma hiçbir şey yapmadı. Her gördüğünde son derece sevgi ve saygı dolu bir iletişim oldu. Sonra o iğrenç dönemde Sayın Bahçeli bana sadece “Kafana takma, üzülme” dedi.

Siz ondan daha fazlasını mı bekliyordunuz?
Ben ondan hiçbir şey beklemiyordum. Fakat kendimi savunmamın, kendisini çok rahatsız ettiğini, bizatihi bir Genel Başkan yardımcısını evime göndererek ifade etti.

Yani sizin bu mahkemeye vermenizi vs. mi?
Hayır. Bu şiddetli mücadelenin, “Artık yeter, Cumhurbaşkanı aramış, muhterem eşleri aramış, dolayısıyla yeter kardeşim”i istedi. Ama ben öyle bir insan değilim. Dolayısıyla da o olaydan sonra böyle oldu.

Peki, o mücadeleniz sonuçlandı mı?
Çok ilginç bir şey oldu. O mücedelede ben süreci çok ciddi takip ettim. Bir Hâkime Hanım karar verecek. O gün, sanıklar 15 sayfalık bir savunma verdiler 8.30’da. 10.30’da Sayın Hâkime Hanım –o 15 sayfayı okuması mümkün değil– beraat kararı verdi. Şöyle bir içtihat yaptı Sayın Hâkime Hanım. Kendisi de dâhil olmak üzere, herhangi bir kadın ya da erkek hakkında, örneğin, ben X kişisinin, bana söyleyen X kişisine göre, bir kadın ya da erkeğe yakışmayacak davranışlarının olduğu bir kaseti vardır diyebilirim artık. Dolayısıyla bunun yolunu açtı Sayın Hâkime Hanım. Bu bir korkudur. Bir ceza almaları gerekiyordu. Sanıklar da bu cezanın geleceğini biliyorlardı. Yapılan savunmalar da ona göreydi. Biliyorsunuz, ceza alınsa da basında, yatmıyor. Ama orada bir caydırıcılık söz konusu olacaktı, o olmadı. Bunun, yok Saray’dan, yok Başbakanlık’tan ya da Çankaya’dan aranarak yapıldığına inanmıyorum. Çünkü havuz medyasında her gün nöbetçi bir yazarın saldırdığı bir insanım ben. Bu beraati, havuz medyasından hiç kimse alıp da işlemedi. Onların da utandığı bir davranış biçimi oldu bu.

Sizin bir diğer davanız da Kongre davası. O çok karıştı. Çok detaya girmeyeyim, çünkü siyasî şeyler de konuşmak istiyorum. Özetle, sonuçta ne oldu? Siz yasal olarak kongreye gidemiyor musunuz? Zaten sizi bu arada partiden de…
Tabii, ben partiden de atıldım. 28 Mart’ta bir duruşma yapılacak. 19 Haziran’da yapılan kongreye tedbir kararı verilmişti. Bu tedbir kararının devamı veya o kongrenin iptali ya da devam etmesi konusunda bir duruşma yapılacak. Haziran ayı içinde de bir karara bağlanacak. Bu, trajikomiktir. Ben 12 Eylül’de ağabeyi MHP İl Başkanı olan bir insanım. 12 Eylül geldi. Babam devlet memuruydu. Ben de devlet memuruydum, öğretmendim. Babam da, İzmit Kocaeli Devlet Hastanesi’nin muhasebe müdürüydü. Yani ikimiz de, o günkü 657 sayılı kanuna göre devlet memuruyduk. Biz ağabeyimden dolayı, işlerimizden olmadık. Biz ağabeyimden dolayı, işlerimizden atılmadık. Yani MHP davası içinde yasak geldi. Ağabeyim o malum süreçte siyaset yapamayacak yasakların içindeydi. Ama biz, yasaklı MHP İl Başkanı’nın kız kardeşi olarak ben ve babam işlerimizden olmadık. Dolayısıyla, ben böyle bir şey görmedim. Hukukun guguk olduğu, askıya alındığı, adaletin ortadan kaldırıldığı bir süreci hiç yaşamadım.

Şu anda siz parti üyesi değilsiniz.
Hayır.

İtiraz etmişsinizdir herhalde ihraç konusunda? O sonuçlandı mı?
Tabii, tabii. O da çok ilginç. Bir hâkim, Sayın Özdağ ile bana “bu atılma haklıdır” diye ikimiz için de aynı kararı verdi. Hukuken doğru değil. Ben Anayasa Mahkemesi’ne müracaat ettim. İyi-kötü biz sizinle uzun zamandır tanışırız. Kararlılığımı, takipçiliğimi bilirsiniz. Sonuna kadar takip edeceğim tabii.

Peki, şu anda ne yapıyorsunuz? Sizinle ilgili haberler genellikle şöyle çıkıyor: “Meral Akşener’in konuşma yapacağı salonun elektriği kesildi. Meral Akşener’in şurada başına şu geldi” vs. Yani, başınıza gelen tatsızlıklar üzerinden haber oluyorsunuz. Ve dikkat ediyorum, orada da ne söylediğiniz pek söylenmiyor.
Aynen öyle, doğru söylüyorsunuz.

Yani sizinle ilgili haberlerde de tatsızlıklar oluyor. Tatsızlıkları bir kenara bırakalım, bir kenara bırakalım derken, konuşalım da, gidip ne anlatıyorsunuz insanlara?
Başkanlık talebinin, Sayın Bahçeli tarafından –10 Ekim’di yanılmıyorsam– gündeme getirildiği andan itibaren, yani, partili cumhurbaşkanlığı kılıklı partili başkanlık sistemidir bu. Bunun, Türkiye için yanlış olacağını, sizler için, normal insanlar için yanlış olacağını ve – bakın, tarihe not düşmek için söylüyorum: Sayın Cumhurbaşkanı’nın şahsı için de yanlış bir iş olduğuna inanıyorum. Bununla ilgili olarak, önce Meclis’e gelme esnasında, daha sonra Meclis’ten geçtikten sonra, illeri gezmeye başladım. Örneğin Bursa’ya gittim. Bursa’da dedim ki: “Gelin bunu tartışmadan evvel biz siyasî partiler, önce, madem şu 82 Anayasası’na hepimiz karşıyız, sivil bir anayasa talebi de vardır, tamam o da kabul. Fakat biz önce, şu 82 Anayasası’nı değiştirelim” dedim. 100’ün üzerinde değişiklik yapıldı. Ben 1995’te milletvekili seçildim, habire değişti bu Anayasa. Ama Siyasî Partiler Yasası’na kimse dokunmadı. Benim de bu konuda bir grup arkadaşla beraber değiştirilmesine yönelik verilmiş bir kanun teklifim vardı geçmişte. “Gelin bu siyasî partiler ve seçim yasasını değiştirelim. Daha demokratik bir hale getirelim. Evrensel standartlara gelsin, sonra bir seçim yapılsın. Yani, milletvekilliğini liderlerin iki dudağı arasından çıkartalım. Ondan sonra da, o Meclis, Anayasa ile ilgili Başkanlık mı tartışır, neyi ne yapar, o Meclis tartışsın. Referandumda da vatandaş ne karar verirse bizim için geçerli olsun” diye bir teklif de sundum. Sonra, Yalova, Çanakkale, Antalya gibi illerimize gittim. Bu arada anayasa teklifi Meclis’ten geçti. Geçtikten sonra da, referandumda niçin ‘Hayır’ denmesi gerektiğini anlatmaya başladım. Bu hafta Avcılar’da bir toplantım var. Aralarda kadınlarla toplantılar yapıyorum, çünkü evlere gidecek olan onlar. Kanaat önderleriyle görüşmeler yapıyorum. 18 Şubat’ta, her yaş grubundan MHP’ye ruh veren, nefes veren, dün, bugün ve yarını olan insanlarla “Türk Milliyetçileri ‘Hayır’ diyor” diye bir büyük toplantı yaptık. Dedik ki: “Bu anayasa teklifi, Türkiye için, milletimiz için, toprak bütünlüğümüz için, milletin bütünlüğü açısından zararlıdır. Biz buna ‘Hayır’ diyoruz, böyle bir irade koyuyoruz”. Böyle de bir toplantı yaptık. Benim çalışmalarım ‘Hayır’ üzerine.

Peki, hep soruluyordur, bir de ben sormuş olayım. Bu insanlar nasıl sizi buluyor? Nasıl bir araya geliyorlar? Partiniz yok.
Evet.

Bir ekibiniz var herhalde, ama sonuçta, kaba tabirle “tek tabanca”sınız.
Şöyle: Bu kurultay sürecinde imza topladık biz. İmza toplarken, doğal olarak, her şehirde bizimle birlikte hareket eden gruplar oluştu. Bu kurultayı yapamayacağımız, bu süreçte ortaya çıktı. İddia ediyorum, Sayın Bahçeli’nin başkanlıkla ilgili teklifinin arkasında, “Türk Milletinin ve Türk Vatanının bekası” diye bir kavramın olmadığına, sandalyesinin bekası, koltuğunun bekası olduğuna inanıyorum. “Benim koltuğumu koru, yazıhanem kurtulsun, Başkanlığı da size getireyim” diye bir mantık üzerinden gittiğine inanıyorum. Çünkü başlangıçta Sayın Cumhurbaşkanı’nın fiilî durumunun Türkiye’ye zarar verdiğini, bu fiilî duruma hukukî bir kılıf olması gerektiğini gerekçe olarak söylemişti. Bu gerekçeyi kimse geçerli görmeyince, inandırıcı bulmayınca, şimdi birdenbire bir beka sorunu ortaya çıktı. Hâlbuki FETÖ ile en ciddi mücadele yapılıyor diye biliyoruz. PKK terör örgütü ile de mücadele edildiği bir dönemde, bu beka sorunu neye göre çıkmıştır açıklaması gerekiyor. Diğer taraftan da, çözüm sürecinin öne konduğu bir dönemde, Habur rezaletinin yaşandığı, Oslo’nun yaşandığı, Dolmabahçe’nin yaşandığı bir dönemde beka sorunu yok; ama bugün, hem FETÖ terör örgütü ortaya çıkartılmış, iyi kötü bir mücadele ediliyor, PKK ile de bir mücadele yapılıyor da nasıl bir beka sorunu ortaya çıkmıştır? Burası açıklamaya muhtaç. Bundan dolayı, Sayın Bahçeli görüldüğü kadarıyla “Ver koltuğumu, al başkanlığını” şeklinde bir tutumla ortaya çıktı. Yani bizim kurultayın karşılığı, bugün yaşadığımızdır. Bunun neticesinde de, insanlar tabii görüyorlar ve gruplar oluşuyor, bir taban oluşuyor. O nedenle, her şehirde organizasyonu bizim arkadaşlarımız yapıyor. Herhangi bir şehre gidiyorsunuz. Gitmezden evvel arıyorsunuz veya onlar sizi arıyor. Bu arkadaşlarımız kendi içlerinde bir komite oluşturuyor. Çok ilginç, duyuru yapılamıyor. Ancak twitter veya facebook hesaplarından duyuru yapılabiliyor.

Periscope da kullanıyorsunuz.
Evet. Genç bir elektronik mühendisi delikanlının annesi olarak uymak zorundayım. Sonuç itibariyle, duyurumuz da çok zayıf olmakla birlikte, şu âna kadar iki bin kişinin altına hiç düşmemiş bir topluluğa konuşup geliyorum.

Peki, şunu sorabilir miyim? MHP içerisinde ilk adaylığınız söz konusu olduğu zaman, sizin, sadece MHP’de değil, eski merkez sağdan da, hatta belki merkez soldan da insanları mobilize edebileceğiniz yolunda birtakım analizler yapıldı.
Öyle de oldu.

Kendi yaptığınız gözlemlerde –ki çok insanla görüşüyorsunuz– gittiğiniz yerlerde ne tür profiller…
Anket de yaptırıyorum ben.

Anketi sormuyorum. Ne tür profillerle karşılaşıyorsunuz? Anladığım kadarıyla bu işin taşıyıcıları, kurultay sürecindeki delegeler, size destek olanlar vs.
Evet. Teşkilat mensupları, il başkanları, ilçe başkanları.

Onun dışında?
Mesela, kadınlar var. Kadın örgütleri var, STK’lar. Kendilerini nasıl tanımlarsa tanımlasın, o kadınlarımız var. Çok ilginç, geçmişte ANAP ve DYP seçmeni veya yöneticisi olmuş, ama şu anda belki de AKP’ye veya CHP’ye oy veren seçmen kitlesi geliyor. Böyle bir insan profili ile karşı karşıyayım. Başlangıçta çok genç yoktu doğrusu. Şimdi gençler çoğalmaya başladı. Bu da ilginç. Sonuç itibariyle, Temmuz başında yaptırttığım araştırmada, 8 puan AKP’den oy kaymıştı. Bunların hangi profil olduğuna baktığımız zaman da, merkez sağ seçmeninin olduğunu görmüştük. Yani, “Niçin karartma uygulanıyor?” sorusunun cevabı esasında burada.

Bu karartmalar ya da engellemeler çok mu ciddi?
Çok.

Yansıyanları biliyoruz, medyaya yansımayanlar da var mı?
Yani çok ilginç şeyler yaşadım ben. Havuz medyasından gün aşırı evimin zilleri çalındı, “Şimdi tutuklamaya geliyorlar” dendi. Ben de güldüm. Evi temizleyeyim de polislere ayıp olmasın şeklinde, böyle bir dönem geçirdik. Şöyle bir namertlik var. Ben bugüne kadar hep muhataplarıyla ve güç odaklarıyla, her dönemde kendini güçlü hisseden gruplarla mücadele etmişimdir. Türkiye’yi tanzim etmeye kalkışan, şu parmağını sallayan gruplarla mücadele ettim. Bugünün güç odakları, parmak sallayanları da belli. AKP’nin siyasî kadrosundan, üst düzey yöneticilerinden bana yönelik herhangi bir îmâ dahi yok. Fakat nöbetçi hakaret ediciler var. Bunlar da ikiye ayrılıyor. Bunların bir kısmı, sanıyorum, bana vurduğu takdirde bir üste geçeceğini, yani X şeyindeyse, Y şeyine doğru gideceğini düşünenler. Buradan bir sandalye çıkaracağını ümit edenler. Diğeri de, bu vurmanın, –çok çirkin, ahlaksızca yapılan vurmalar bunlar, iftiralar vs.– bu vurmaların neticesinde, iktidar ve Saray tarafından satın alınabilir bir yöntem olduğuna inandıkları için, yani, “Bakın vuruyorum, beni gör abi” modeli…

Sizin üzerinizden yatırım yapıyorlar yani.
Tabii tabii, aynen öyle ve rating alıyorlar. Bir başka şey gözlemliyorum. Devletin çeşitli birimleriyle eleman bazında irtibatı olanlarda daha ilginç bir şey var, böyle gizemli gizemli. Örneğin, bize bir tek lehte karar Yargıtay’dan verildi. Bir de, “Gidin mahkemeye” dendiğinde, biz mahkemeye gittik. O mahkeme imzaların gerçekliğine baktı ve “Yapabilirsiniz” dedi. O kongre yaptırılmadı ve Yargıtay Dairesi, daire başkanı da dâhil, 5’e karşı 0 oyla, “Evet, bu kongre yapılsın” kararını verdi. Bildiğim kadarıyla, yani, gerçekten bu kongrenin yapılmasıyla ilgili karar veren hiçbir Mahkeme Başkanı, Yargıtay’dan da hiç kimse, görevden alınmadı, atılmadı ve FETÖ’den tutuklanmadı. Ama bunu çok ahlâksızca, insanların gözünün içine baka baka söyleyebiliyorlar. Çünkü bunun anlamı şu; sizi bir fasit dairenin içine koyup o luptan çıkmanızı engellemek. “Ben FETÖ’cü değilim” vs. gibi…
Çok iddialı bir söz söyleyeyim: Türk siyasetinde uzun yıllar politika yapanların içinde, –buna Sayın Bahçeli de dâhildir– önce Cemaat, sonra Paralel, bugün FETÖ denilen grupla, örgütle, onların yöneticileriyle en sıfıra yakın bağı olan politikacılardan birisi benim. Çok daha ilginç bir şey söyleyeyim: Türkiye’de bunu söyleyebilen yoktur; benim bütün akrabalarımın içinde, birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci dereceye kadar gidin –gardiyan bile var o gençlerin içinde, çok geniş bir ailenin kızıyım–, başından sonuna, ne tarikat ehli var, ne cemaat ehli var, ne de FETÖ’cü var. Bunu net bir şekilde söyleyebilirim, başkası da söyleyebiliyorsa, görelim.

Ben 30 yılı aşkın bir süredir bu “Hareket”i takip eden bir gazeteci olarak, açıkça söyleyeyim, sadece size değil, başka siyasetçiler için de…
Hayretler içerisinde kalıyorsunuzdur, değil mi?

Evet, yani şunu çok açık söyleyeyim, izleyiciler de ukalalık olarak alıyorlarsa alsınlar; sizin gerçekten bir irtibatınız olsaydı, ben bir şekilde biliyor olurdum. Bu tabii şuna dönmüş oldu 15 Temmuz’dan sonra, en kolay…
Evet, çok kullanışlı bir manivela bu. Şimdi, biz 40 kişiyiz Ruşen Bey. Siyaset esasında dar bir alandır. Herkesin kuyruğu birbirine değer siyasette ve herkes birbirini bilir. “Pandora’nın Kutusu” diye de bir kavram mevcuttur. “Pandora’nın Kutusu”nu hiç kimse açtırmaz.

Çok güzel söylediniz.
Neticede, ben bu ülkede İçişleri Bakanlığı yaptım. Bu ülkede, her dönemde, güç odaklarıyla dövüştüm. Herhangi bir problemli alanım olmuş olsaydı, –sadece bu işle ilgili konudan bahsetmiyorum, herhangi bir konudan bahsediyorum– bugüne kadar siyaseten sağ kalamazdım. Dolayısıyla, “Pandora’nın Kutusu”nu da hiç kimse açtırmaz.

Açtırmasın mı diyorsunuz?
Açtırmaz diyorum.

Bana açtırmasınlar mı diyorsunuz?
Hayır, öyle bir şey demiyorum. Ben açmaya karar verirsem açarım, dolayısıyla orada bir sorun yok. Mesela, ikili görüşmeleri hiçbir zaman, hayatımın hiçbir döneminde anlatmamışımdır. Güvenilir bir insanım, asla satmadım insanları. Pusu kurmadım. Namertlik yapmadım. Hiç yapmadım bunları. Onun için, dikkat ederseniz, bu manada, Sayın Bahçeli’nin dışında, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin üst düzey yöneticilerinden bir cümle yoktur. Îmâ bile yoktur.

Peki, siyasete gelelim. “Hayır” için çalışıyorsunuz.
Hem de nasıl!

Peki, ne düşünüyorsunuz? Ne çıkacak?
“Hayır” çıkacak.

Kesin mi?
Kesin. “Hayır” çıkacak. 22 yıldır aktif politika yapıyorum. Ben hiç rakam konuşmamışımdır. Bilmediğim bir konuda, “Öngörüm şudur, ama ne çıkar bilmiyorum” derim. Bu, öngörünün ötesinde. En erken çalışmaya başlayan kişi olduğum için, hiçbir dönemde oy verecek seçmenin bu kadar motive olduğunu hiç görmedim.

Peki nedir buradaki temel motivasyon?
İki türlü korku var. Birincisi, “Bu ülke elden gidiyor” endişesi var. Özellikle, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy veren seçmenin bir bölümünde. Sayın Cumhurbaşkanı’na bu anketleri bu şekilde götürüyorlar mı bilmiyorum. Onlarda bir korku var. Şöyle anlatayım. Mesela köye gidiyorsunuz. Oradaki o feraset devreye giriyor, Anadolu’nun irfanı devreye giriyor. Amca diyor ki: “Kızım, muhtar olamaz dediler, başbakan yaptık. Bir kere yaptık, iki kere yaptık, üç kere yaptık. Sonra cumhurbaşkanı yaptık. Bundan sonrası fazla”. Vatandaş elindeki gücü kaybetmek istemiyor. Seçimlerde siyasî partilerin rekabeti seçmenin çok özel bir ânıdır. Örneğin CHP ve MHP, bu asgarî ücret konusunun üzerinde bu kadar durmamış olsaydı, 1 Kasım seçimlerine giderken asgarî ücret artmazdı. Bu rekabetin ne kadar önemli olduğunu seçmen biliyor. O nedenle, tahmin etmeyeceğiniz alanlardan “Hayır” oyu gelecek. Anketlerde şöyle bir durum var: “Referandumda oy verecek misiniz? ‘Evet’ mi ‘Hayır’ mı?” diye soruluyor. ‘Hayır’ diyen söylüyor. Burada en net olan ‘Hayır’cılar. ‘Hayır’ demekten korkmuyor, o kesin. Çeşitli nedenleri var. ‘Evet’çiler ise kesinlikle bir argüman veya gerekçe ortaya koyamıyor. Türkiye’de %30 oranında net bir ‘Evet’çi takım var, bu oran %37’ye kadar çıkabilir. İddia ediyorum, “Ben kararsızım” diyenlerin %80-%90’ı ‘Hayır’ verecek sandığa gittiğinde.

Muhtemelen de son gün karar verecekler.
Onlar korkuyor. ‘Hayır’ demek risk işi. Bakıyorsunuz kimliklerine, lise ve üniversite mezunu. Genel olarak devlet memuru veya önemli bir şirkette çalışıyor. Diyelim ki mühendis olarak çalışıyor. Üst düzey bir yönetici de olmayabilir. İşlerinden olmaktan korkuyorlar. Aşlarından olmaktan korkuyorlar. Çünkü bu FETÖ ile mücadele esnasında, bu işin en büyükleri kaçtı gitti. Bu arada siyasî ayağına hiç dokunulmadı. Bir baktık ki, bu örgütün bünyesinde yer almış, bu örgüte yardım etmiş, bu örgütün çalışıp zor zahmet seçtirdiği –her partiden var bunlardan– hiç siyasetçi yokmuş Türkiye’de. Bu siyasetçilerden kimse FETÖ’cü değilmiş. ByLock’çuluk çok önemliydi. Eskiden görev yapmış bir İçişleri Bakanı olarak söylüyorum; ByLock işi çok önemliydi, o sulandı gitti. Gariban öğretmen, inanmıştır; Maliye’de memur vs. o tür gariban insanların çilesini çektiği bir süreç içinde gidiyor.
İki taraflı bir şey bu. Üst düzey, para-pul sahibi, güç sahibi insanlar kaçak, hayatları devam ediyor. Onların inandırdığı garibanlar hapishanelerde mağdur. Onların çoluk çocuğu da mağdur. Bir örnek olarak söyleyeyim: Bir erkek öğretmen FETÖ’den dolayı işinden atılıyor ve hapishaneye alınıyor. Eşi hemşire, FETÖ ile ilgili bir durumu yok, ama işinden atılıyor. Bu örnekler bize geliyor. 7 yaşında kan kanseri bir kız çocuğu. Hastaneye gidip gelmesi gerekiyor. Hastanede o 4 saatlik işlemin sonrasında hastanede yatırılamıyor. Para yok, pul yok. Kalabalık bir otobüste gitmesi mümkün değil. Bir komşusu da arabasıyla onu alıp getir-götür yapamıyor, çünkü bir başka komşu onu şikâyet ediyor. Küçük yerlerde bir facia. Facia. Böyle bir noktada iğrenç bir görüntü ortaya çıkıyor. Güçlünün kendini kurtardığı, siyasetçinin ‘s’sine dokunulmadığı, buna karşılık, her dönemde garibanın ezildiği bir sistemle karşı karşıyayız.
Bunlar konuşamıyor. Bu tip insanlar bu örnekleri gördükleri için ‘Hayır’ diyemiyor. Onun için de ‘Hayır’ diyecekler.

‘Hayır’ çıkacağına eminsiniz.
Eminim.

Peki, ‘Hayır’ çıkarsa ne olacak?
‘Hayır’ çıkarsa ne mi olur? Bir kere Türkiye çok rahatlar. Şimdi Türkiye’nin birleştiriciliğe, huzura, adalete, hukukun üstünlüğüne ve buna bağlı olarak ahlâk dediğimiz kurallara, buna bağlı olarak da bilimsel düşünceye ihtiyacı var. Vatandaş şunu yapacak “Ohh” diyecek. Ben Sayın Erdoğan’ı iyi tanıyanlardan birisiyim. Sayın Erdoğan, kesinlikle milletle ters düşmez. Öne bozulur, kızar vs. ama milletin verdiği karara uyar. AKP içinde, büyük ihtimal, Sayın Binali Yıldırım gider. Yani bir değişiklik yapılabilir. Ondan sonraki fasılda, MHP’nin başından Sayın Bahçeli gitmemek için her şeyi yapar, ama gider diye düşünüyorum.
Sonrasında bir boşluk oluyorsa, yani, vatandaş bir siyasî yapılanmanın içine girer mi girmez mi, onu zaman gösterir. Ama nefes alır. Siyaset çeşitlenir. İnsanlar kendilerini daha iyi ifade edecek bir alan bulurlar. Sizin temsil ettiğiniz, tahsilli, Türkiye için bir şeyler yapmaya çalışan bir genç nüfus var, 35-45-50 yaş grubu arasında. Geçmişte, darbeler olurdu, ihtiyarlar gider, bu gençler gelirdi. Ve Türkiye’de yeni bir şeyler olurdu. 2002’de Sayın Erdoğan’ın partisini işbaşına getiren, bu birikmedir. Herkes din-iman üzerinden gidiyor ama öyle bir şey yok. Eskimişti. Bütün partiler doluydu. Sandalyesinden kalkacak adam yoktu. Sizin konumunuzdaki genç insanlar, kolunun altında projesi olan, bir şeyler başarmış, başarı hikâyesi olanlar açıktaydı. Sayın Erdoğan’ın partisi, o dönemde bu insanları domine ederek Türkiye ile ilgili projeler ortaya koydu. Hem de oy aldı. Vatandaş bunu görür, o feraset mevcuttur. Şimdi aynı şişme, aynı birikme, bir de korku duygusu ile beraber var. Dolayısıyla, bu insanların siyasî hayatın içine katıldığı ve rekabet şartlarının daha iyi bir hale döndüğü bir başka iklim ortaya çıkar. Tarihe not düşüyorum. ‘Hayır’ çıktığı gün, ülkede ne kaos olur, ne başka bir şey. Herkes sınırına çekilir ve seçmeni hatırlar. “Cici, cici” başlar.

Peki, siz Meral Akşener olarak ne yaparsınız?
Ben, milletimiz ne isterse onu yapacağım. Benimle birlikte yol yürüyen arkadaşlarım ne isterse onu yapacağım.

Çünkü şöyle bir şey var. Şu anda partide değilsiniz, ihraç edildiniz. Ama şöyle bir senaryo tabii ki mümkün olabilir: Partide bir yönetim değişirse, ihraç edilenlerin tekrar kabulü açılabilir vs.. Ama Devlet Bey en son yaptığı açıklamada, bir zaman kolladığınızı söyledi. Siz ona cevap verdiniz ama mükerrer olabilir. Benim anladığım kadarıyla –ki biz bunu Kemal Can’la da çok konuştuk burada– aslında siz en başından itibaren ayrı bir parti kursaydınız, Devlet Bey de rahatlayacaktı, değil mi?
Çook. Tosun keser. Yani, büyük boy bir kurban keser ben bir parti kursam. 7 Haziran’da kendisinin isteğiyle, kendi partisinin seçilmiş milletvekilini, Sayın Abdullah Gül’le, Sayın Bülent Arınç’la, Sayın Hüseyin Çelik’le ve AKP’li diğer parti mensuplarıyla, önce Manyas Serpin tesislerinde, sonra Sapanca’da, sonra başka yerlerde görüştüğümü her gelene anlatan bizzat Sayın Bahçeli’dir. Parti kursun şeklinde. Biz beraberiz o arada. Üzgünüm, şu an itibariyle Sayın Bahçeli’nin bu talebini yerine getirmeyeceğim. Üzgünüm.

Manyas ve Sapanca’yı bilmiyordum.
Çook. Eğlenceli işler var.

Bu “post truth” (hakikat-sonrası) dedikleri, 2016 yılının kelimesi seçilmiş ya, o kapsamda şeyler oluyor değil mi? Böyle görüşmeler oldu mu?
Kesinlikle yok. O kadar kötü bir şey ki bu. Sayın Abdullah Gül’le görüşmedim diyorsunuz. Sanki Sayın Abdullah Gül sizinle görüşmek istemiş, siz de onunla görüşmemişsiniz. Bu çok kötü bir şey, aynı zamanda çok cin bir şey de. Yani böyle bir şey yok. Ne böyle bir talep var, ne bir araya gelmişlik var. Hiçbir şey yok. Seçim yeni olmuş. Sayın Bahçeli o gece kimseye sormadan bir açıklama yapmış. Arkasından da bu tür hadiseleri birer birer, bizzat kendisi, gelene gidene anlattı. Onun bir ekibi vardır, sosyal medyaya yazdırırlar. Ona sonra cevap vermek durumunda kaldım tabii. Affetsinler beni ilgilileri, ama böyle bir görüşmemin olmadığını söyledim. Hatta Manyas Serpin tesislerini bir benzinlik zannettim. Google’a girip baktım. Sevgi Kafalı, Mustafa Kafalı gibi büyüklerimiz var, benim de hocalarım. Meğer onların devre mülklerinin de olduğu bir termal tesismiş. Çok da eskiymiş. Orada görüşmüşüm. O kadar ilginç ki bu. Gülünüp geçilecek birçok şey yaşadım. Ama maalesef, göz önünde olduğunuz zaman bunlara cevap vermeye mecbursunuz. Evet, üzgünüm.

Peki, şöyle bir şey soracağım. Size atfedilen bir FETÖ bağlantısı var.
Evet. İşte meydan okuyorum.

Ama şöyle de bir realite yok mu? FETÖ denen yapı, varkalmaya çalışıyor. Ve dolayısıyla da siyasî iktidarla bir meselesi var. Dolayısıyla da, siyasî iktidarı zor durumda bırakabilecek herkese de teorik olarak yatırım yapabilir.
Doğrudur. Onu yapmak isteyebilir tabii. Ama net bir şey söyleyeyim size. Bu terör örgütleriyle yapılan mücadeleye yönelik söyleyeyim. Hiç ayırt etmeden söylüyorum, sol örgütler, bugünküler ya da DAEŞ gibiler. Bunların üst düzeyleri kalır, gereğini yaparsa, o örgütlerin sempatizanını siz çözemezsiniz. Bugün, FETÖ bünyesinde, bir kısmı itirafçı olup para götürüyor, itibar sahibi olmuş durumda. Kendinden menkul itirafçılar var. İşte bu “Pandora’nın Kutusu” çok ilginçtir. Bir de, kaçanları var. Herkes hayatını sürdürüyor. Ama o yedi yaşında lösemili çocuğu olan, kocası hapiste ve işinden atılmış olan hemşire sürünüyor. Bu sempatizan darmadağın olur.
Ben FETÖ’nün tamamen kendi sisteminden kaynaklanan bu ihaneti, kendi iç bünyelerine de bir ihanet bu. Devlete ihanet ayrı, ama buraya da bir ihanet söz konusu. Tamamen bilimsel ve teknik bir şey söylüyorum. Dağıldığını düşünüyorum. Aklın kalmadığını biliyorum. Ha, sızmalar vardır, insanlar kendilerini korumak için çeşitli şeyler yaparlar ama “Pennsylvania’dan bir işaret geldi, adam şunu yaptı, hanım şunu yaptı”, bu imkânsız. İçlerinden, “Şu iktidarı biri dövsün” diye de dua ediyorlardır. O da başka bir şey.

Peki, son olarak şunu da sorayım, sormamazlık olmasın. Her ne kadar son günlerde vazgeçmiş gibi olsalar da, “Hayır”la terör eşleştirmesi çok yapıldı. Galiba geri teptiğini gördüler. Öyle yorumlar yapılıyor.
Evet. Çok ayıp bir şey ama. Çok ayıp.

Bunu insanlar size soruyorlar mıydı?
Yok. Hiç sormuyorlardı. O çok ayıplanmış. Enver Paşa’nın bir sözü var – hani “Terörist eşittir haindir” deniyor ya: “Hainler korkak olur” der Enver Paşa. ‘Hayır’cılar korkak değil.

İsterseniz noktayı burada koyalım.
Evet. Teşekkür ederim.

Evet, Meral Akşener’le güzel bir sohbet oldu. 45 dakika konuşmuşuz. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.