Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İlhan Kesici ile söyleşi: Referanduma doğru Türkiye

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/310960447″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi haftalar, iyi günler. Haftaya ve güne ağır bir konukla başlıyoruz. Zaten masayı ele geçirdi. CHP İstanbul milletvekili İlhan Kesici, kendisinin 1991-93 arası Devlet Planlama Teşkilatı müsteşarlığıyla bir iz bırakmışlığı da vardır. İlhan Bey, hoşgeldiniz stüdyomuza.
Çok teşekkür ediyorum.

Nasıl gidiyor hayat?
Vallahi hayat şimdilik iyi. Ama önce bir tebrik etmek istiyorum ben sizi. Burayı daha ilkel şartlarda –daha az imkânlı şartlarda diyeyim daha doğrusu– seyrediyordum programlarınızı, öyle zannediyordum. Ama bugün gördüm ki olağanüstü bir şey yaratmışsınız. Bunu inşallah çok daha büyük imkânlı bir hâle de taşımış olursunuz.

Adım adım, acelemiz yok. İlhan Bey, çok şey konuşacağız ama başlığımız: “Referanduma doğru Türkiye”. Sizin esas ekonomiye vâkıflığınızdan hareketle, ama yayını sadece ekonomi yapmayacağımızı vurgulayarak öncelikle şey söyleyeyim: Geçen hafta enflasyonda çift haneye tekrar geldik haberiyle karşılaştık, on virgül bir şey. Siz herhalde şaşırmadınız.
Şimdi hayır. Tabii bu ucu aslında. Yeni enflasyon… Bizim tabii ithalata çok bağlı bir ekonomimiz var. İthalat demek aynı zamanda kur ilişkisi demek. Yani 1 Dolar eşittir kaç TL olduğuyla ilgili. Şimdiye kadar, yani 2002 yılından 2014 yılına kadar aşağı yukarı kurda hemen hemen hiçbir hareketlilik olmadı demek mümkün. Hâlbuki bu yanlıştı. Kur baskı altındaydı. Bilerek baskı altında tutmadılar ama başka ekonomik programlar münasebetiyle kurun çok düşük seviyede seyretmesine neden oldular. Hâlbuki enflasyon da oldu, yüzde 60-70 civarında birikimli olarak bir enflasyon da oldu. Normali bunun ucun ucun, tabii ekonominin normalleri içerisinde bir enflasyona göre de kurda bir değişimin olmuş olması idi. Şimdi birdenbire bu, mesela Sn. Cumhurbaşkanımız, cumhurbaşkanlığı seçiminde 2014 yılında iki onda birdi. Ta 2002 yılında 1.6’yı. Yani 1.6’dan, 1 Dolar eşittir, 2014 yılında aradan geçmiş 12 yıl, çok küçük bir farklılık olmuş. Hâlbuki bu senenin başları civarında neredeyse 4’ü bulmuştu. Yani 2 liradan 4 liraya çıktı son iki yıl içerisinde. Bu çok yüksek bir artış. Bunun en yüksek bölümü de geçen senenin Ekim, Kasım’ından bu sene şimdiki haline kadar olan bölüm. 1 Ocak 2017 diyelim, şimdi de 1 Mart 2017 olmuş olsun; Ocak, Şubat, iki ayda yüzde 10’luk bir aşınma var kurda. Bunu şunun için söylüyorum: Bizim tüketici endekslerimiz de, üretici endekslerimiz de ithalata çok bağlı, bağımlı hatta, normalden fazla bağlı. Bunun asıl etkisini biz 6 ay sonra görmeye başlayacağız. Neden 6 ay sonra göreceğiz de şimdi görmeyeceğiz? Millet şimdi “Kur 4 olduysa oldu, bir şey hissetmedik” diyebilir. Çünkü bu kurla biz ithalat siparişi vereceğiz, ithalat yapacağız. Ara malları ve yatırım malları ithal edeceğiz. Onlar fabrikalara girecek, imalata dönecek, imal edilecek. Sonra perakende raflarına gelecek. Bu sürenin normal ortalaması 6 aydır. Demek ki bu 4’lük, 3.80’lik, 3.70’lik kurla yapacağımız bütün ürünleri 6 ay sonra raflarda göreceğiz. Şimdiki enflasyon rakamının çok daha üstünde bir rakam beklemek lazım.

Siz çok deneyimli bir siyasetçisiniz. Özellikle merkez siyasette yer aldınız, sağında ve solunda değişik seferler. Şunu sormak istiyorum ekonomi bilginize de istinaden: Türkiye’de seçmenin –dünyada da böyledir belki ama– ağırlıklı olarak ekonomiye bakarak oy verdiği söylenir. Sizin deneyimlerinize göre bu ne kadar?
Bence tam birebir ilişkisi var. Yani AK Parti’nin mesela şimdiye kadar aldığı oylarda, 2007’den itibaren, ondan sonra bazı enteresan siyasi şeyler de oldu ama… Bir kriz oldu ve tabii kriz Türkiye’yi çok sarstı. Krize sebep olduğunu düşündüğü bütün siyasi partileri Türk halkı parlamentonun dışına itti. Parlamentoda üçlü koalisyon vardı: ANAP, DSP ve MHP. Halbuki koalisyonun dışında olmasına rağmen Doğruyol Partisi de vardı. Sen de bu parlamentonun üyesisin diye tamamını attı bu 2001 Krizi dolayısıyla. İki tane yeni partiyi taşıdı meclise 2002’de. Birisi yeni kurulmuş olan veya işte Refah Partisi’nin üstüne oturmuş olan AK Parti. Öbürü de o sıralarda parlamento dışına itilmiş olan CHP. Hatta Genç Parti de tek başına iki aylık bir parti, neredeyse yüzde yedi buçuk oy almıştı. Bunlar yeni. O yüzden bu ekonomik krize sebep olan bütün partileri dışarı attı. Ne olduğuna, kim olduğuna çok bakmaksızın yeni olanları, krizin içinde olmayanları taşıdı, getirdi. İlk 4 yılı AK Parti’nin ekonomik olarak başarılı. Bu başarının tamamını ben AK Parti’ye, onların üstün yeteneklerine mâl etmem ama öyle bakılmaz, bakmayalım biz. Şu sebepten bu sebepten ama, yüzde 7’lik bir büyüme hızı var mesela ilk 4 yılda. Bu çok güzel bir büyüme hızı. Onun meyvelerini hâlâ yiyor AK Parti. Ama o ilk 4 yıldan sonra son 10 yılı var mesela, 2007’den Ben ona “süzme bal AK Parti dönemi” diyorum. Öyle dememin sebebi de Sn. Cumhurbaşkanı da diyor ya “Benden evvelki dönemde cumhurbaşkanlarıyla başbakanlar birbirlerine Anayasa fırlatıyorlardı Milli Güvenlik Kurulu’nda” falan. Bu teklik rejimini justifiye etmek için söylüyor bunu. 2007’den sonra her şeyiyle devlet AK Parti’nin elinde. Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül Bey marifetiyle AK Partili, başbakan öyle, meclis başkanları öyle, Bakanlar Kurulu öyle, parlamentoda 300’ün üstünde parlamenter var, büyükşehir belediye başkanları öyle, bütün kamu bürokrasisi öyle. Tam AK Parti yani. Buradaki büyüme hızına bakarsak, 2007’den 2016’ya kadarki kesintisiz 10 yıllık bir dönem var. Yüzde 3.3, çok zayıf bu Ruşen Bey. Bunun neyle zayıflığını, kuvvetini test edelim? Mesela çokpartili rejime geçtik biz 1946 yılında. 1946 yılından AK Parti iktidara gelinceye, 2002 yılına kadarki geçen süre 57 yıl. Bunun için de İkinci Dünya Savaşı gibi dünyanın görmediği, bir daha da görmemesi lazım geldiği bir vahşetin izleri var. Tekpartili rejimden çokpartili demokrasiye geçişimiz var. 1960 İhtilâli var. 1963’te Talat Aydemir’in darbe teşebbüsleri var. 1971 darbesi var. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı var. 1980 Darbesi var. 28 Şubat var. 1994’te bir ekonomik kriz yaşadık, o var. 2001’de bir ekonomik kriz yaşadık, o var. Altı partili koalisyonlar devri var. Aklınıza ne gelirse. Mesela onun çok düşük olması lazım değil mi bu AK Parti performansından? Tek başına bir AK Parti iktidarı. Bunlar diyorlar ya tek olsun, bir olsun. Yüzde 5.1. Bir daha izin verirseniz söyleyeyim ben: 1946’dan 2002 yılına kadar geçen süre içerisinde ekonomik büyüme her yıl yüzde 5.1. Ekonomiyi en doğru ölçeceğimiz parametre budur. Yani ithalatlar bunun içinde, ihracatlar bunun içinde, turizm bunun içinde, bütün döviz kazandırıcı hizmetler bunun içinde, harcamalar falan neyse. Amerika’dan baktığınız zaman Türkiye ekonomisi ne durumdadır diye, tek bir rakama bakarsanız 2016 yılının büyüme hızına bakarsanız, bir 10 yıllık perspektif içinde bakarsanız alacağınız resmi almış olursunuz yani. Bir daha söylüyorum: 1946’dan AK Parti iktidara gelinceye kadarki ekonomik büyümenin ortalaması, en olumsuz şartları da içinde barındırmış olmasına rağmen yüzde 5.1. AK Parti’nin, Sn. Cumhurbaşkanımızın bütünüyle hakim olduğu –cumhurbaşkanlığından en alt noktaya kadar– 2007 ile 2016 arasındaki 10 yılda yüzde 3.3. Çok zayıf, çok düşük.

Şu an itibariyle ne durumda?
Şimdi oradan bir daha geleyim. Bir de Sayın Cumhurbaşkanımızın cumhurbaşkanı olduğu andan itibaren alalım. 2014’ten bu yana 3.1. Bu yıl 2016. Program hedefi 4.5’tu. Revize edildi 4’e, 3 buçuğa. Ben mesela Aralık ayının 12’sinde TBMM’de bütçenin kapanış konuşmasını yaptım CHP grubu adına. O zamanki yaptığım hesaplamalarda üçüncü çeyrek yani ilk 6 ayın verileri vardı 2016 yılına ait. Öbür veriler yoktu. Ben 3.2 olarak kullandım Meclis’te kullandığım rakamda. Benden bir hafta sonra üçüncü çeyreğin büyüme hızı geldi: -1.8. Şimdi revize ettim 2 buçuğa mesela. Bu sene 2 buçukla bağlanacak. 2017 yılı çok daha kötü. Bunu şunun için söylüyorum: Buna artık can dayanmaz Ruşen Bey. Ve bunun bir oy değeri olur.

Peki referandumlar da böyle midir?
Aynen öyle.

Bu genel seçim ya da yerel seçim değil, başka bir şey yapılıyor burada. Burada da sandığa “Evet” ya da “Hayır” için gidecek ya da sandığa gitmek istemeyecek olanların tercihinde ekonomi yine birinci faktör mü?
Ekonomi olur. Şimdi bir de ekonominin bazen önüne geçebilecek olan şeyler var. Mesela terör. Türkiye’de benim öyle bir endişem yok. Ama böyle bir bölünme endişesi, çok daha kötüye gitme endişesi var bu istikamette. Benim öyle bir endişem yok. Ama halkın çok önemli bir bölümünde böyle bir endişe var. Siyasi heyetlerde de var, halkta da var. Bu tabii ekonominin önüne geçebilir. Yani müspetinde de geçebilir, yani artı olarak da, eksi olarak da geçebilir. Terör çok göz korkutucu bir şey. Dış politikadaki gelişmeler her an… Şimdi biz Suriye’de her an neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz, öyle değil mi? Çok vahim işler falan da oluyor, yanlışlıklar da oluyor. Bunların önümüzdeki iki aylık süre içerisinde ne göstereceğini bilemeyiz.

Dış politika dediniz. Ekonomiyle doğrudan daha fazla ilgisi olduğu için. Avrupa’yla son dönemde tırmanan gerginlik, şimdi Almanya’da oldu, Hollanda, Avusturya ve dalga dalga yayılıyor. Referandum kampanyasını özellikle siyasi iktidarın yapmasına izin vermeme yolunda birtakım girişimler var ve karşılıklı atışmalar var. Bunun etkisi ne olur? Bir taraftan Cumhurbaşkanı bunu hemen popülizme çevirdi. Ama bir taraftan da bu ülkeler, Almanya başta olmak üzere Türkiye’nin ekonomik olarak en çok iş yaptığı ülkeler. Siz ne diyorsunuz? Referandum sürecinde bu Cumhurbaşkanı’nın “Evet” oylarını güçlendirici etkisi olması muhtemel bir olay mıdır?
Muhtemel olabilir. Ölçmek biraz zor. Bizde Batı-karşıtı bir kamuoyu var. Yani diyelim ki gökten bir taş düşse bunu dinî sağ, milliyetçi sağ gibi bölmek gerekirse bunlarda bir Batı dünyası karşıtlığı vardır. Bunun rasyonel sebepleri de vardır. Biz çünkü 1700, 1800’lerden itibaren Batı’yla çeşitli münasebetlerle sıkıntı yaşamış bir ülkeyiz. Cumhuriyet’le beraber bunu büyük ölçüde düzelttik. Ama aradaki bazı olaylar dolayısıyla böyle zaman zaman yeşeren bir Batı-karşıtlığı vardır. Batı’nın da bize yaptığı yanlışlar vardır. Hiç lüzumu yokken hem Türklüğümüz münasebetiyle, hem Müslümanlığımız münasebetiyle bazı yanlışlar yaparlar. Tarihin esiri de olurlar daha doğrusu. O yüzden bu iki ucu da bizim tarafımızdan da onlar tarafından da sıkıntılı bir şey. Son dönemlerde Batı biraz daha sıkıştırmaya başlıyor. Halbuki Sn. Cumhurbaşkanımız 2014 yılında Avrupa Birliği’ne üye adaylığı alındı diye, –aslında 1999’da alınmıştır ama 1999, 2001, 2011, böyle bir süreçle gelindi– bu üye adaylığını bile çılgınlar gibi kutladılar değil mi? Öğleden sonra Ankara’ya geldi Sn. Başbakan ve o zamanki Abdullah Gül Bey. Orada attıkları imza dolayısıyla gündüz gözüyle havai fişeklerle karşılandılar. Batı lehine. Şimdi aradan 12 sene falan geçti. Bir numaralı Batı-karşıtı olduk biz. Bu dengesiz bir yaklaşım. İyi bir yaklaşım değil. Bu Türkiye’nin hem siyasal ilişkileri bakımından iyi bir yaklaşım değil, hem de tam buyurduğunuz ekonomiyle ilgili iyi bir yaklaşım değil. Bizim ihracatımız belli, ithalatımız belli. İhracatımızın ve ithalatımızın yüzde 50’si sadece Avrupa Birliği üyelerine. Almanya, Fransa merkezde olmak üzere yüzde 50’si ihracatımızın, ekonomimizin canı orada. Bizim o ülkelerde 3.5-4 milyon vatandaşımız var, insanımız var. Onlar her an bu işlerle karşı karşıyalar. O yüzden çok dengeli götürmek lazım bu işi. Bir de böyle televizyon ekranlarında, miting meydanlarında dış politika yapılır mı canım? Putin mesela, aklımıza geliyor mu? Kızıl Meydan var, dünyanın en büyük meydanlarından biri, orada dış politika vaaz etti mi Putin hiç mesela? Yok. Amerika’da, Washington’da Özgürlükler Meydanı var. Orada ister Trump, ister ondan evvel, böyle bir dış politika vaaz ediyor mu? Hayır. Ama bizim Sn. Cumhurbaşkanımız parti mitinglerinde, parti toplantılarında, referandum toplantılarında… Bu iyi bir şey değil. Kaldı ki, ekonomiyle irtibatlandıracak olursak bizim bu sene –daha önceki senelerde de benzerdi ama 2017 daha önemli– 200 milyar dolarlık taze bir paraya ihtiyacımız var. Bu para şunun için lazım: Bizim bütün döviz gelirlerimizle döviz harcamalarımız arasında bir fark var, eksi bu. Bunun adına cari işlemler açığı diyoruz biz hep ekonomide. 30-35 milyar dolarlık bu sene cari işlemlerde açık vereceğiz, döviz açığımız olacak. Bunun karşılanması lazım bir münasebetle. Bir yerden borç bulmamız lazım. İkincisi kamu sektörünün toplam 124 milyar dolar dış borcu var. Bunun 2017 yılına isabet eden bölümü yani adına kısa vadeli diyelim, 2017’de ödenmesi gereken faiz ve ana parası var karşılanması gereken. Bu da 15 milyar dolar civarında, etti 50 milyar dolar. Özel sektörümüzün 300 milyar dolarlık dış borcu var. Bunun çok büyük bir bölümü 2017 yılına ait yani kısa vadeli bir yıl ve bir yılın altında. Bunun döndürülmesi için lazım gelen rakam 130-135 milyar dolar. onu da koyduğumuz zaman 185-200 milyar dolar Türkiye’nin ya taze bir borç bulması lazım, veya bir kredi alacak, o krediyle borcunu kapatacak, sonra devam edecek. Bütün bunları biz bu Batı dünyasıyla yapacağız değil mi? Bu bizim aldığımız, verdiğimiz yerler Batı dünyası. Akla şu gelebilir zaman zaman: Körfez ülkeleri var, Suudi Arabistan’ın fonları var, Katar’ın fonları var, vesaireleri var. Buralarda bizim dişimizin kovuğunu karşılayacak rakam yoktur Ruşen Bey.

Yok mu?
Hayır, onların dertleri de kendi… Mesela Suudi Arabistan’ı alalım, en zengin Arap ülkesi. Deminki cari işlemler hesabına bakalım, yani Suudi Arabistan’ın 2016 yılında döviz gelirleriyle döviz harcamaları. Dünyanın en büyük doğal gaz üreticisi, satıcısı, en büyük petrol üreticisi, satıcısı değil mi? Trilyonlar kazanıyorlar. 46 milyar dolar eksi. Yani Suudi Arabistan’ın döviz gelirleriyle döviz harcamaları 2016 yılında 46 milyar dolar eksi. 2015 yılında 52 milyar dolar eksi. İki senede sadece, 100 milyar dolar eksi. Yani buna bizim şeyimiz var, kendisi muhtac-ı himmet bir dede nerde kaldı gayrıya himmet ede, değil mi? Öyle bir şey.

Peki şimdi siz referandumda “Hayır” diyorsunuz. CHP milletvekili olduğunuz için demiyorsunuz herhalde tek başına. Şunu sormak istiyorum: Neden “Hayır” dediğinizi insanlara anlatırken ve şimdi burada da, neyi öne çıkarıyorsunuz? Siyasi mülahazaları mı, ekonomik hususları mı?
Onların birbirlerini etkileyen tarafları var ama asıl siyasal.

Nedir?
Siyasal hali şu: Bu çok köklü bir… Bizim bazı arkadaşlarımız rejim değişikliği diyor, yeni anayasa diyor, sistem değişikliği diyor. Ben öyle demiyorum. Bunu bir rejim değişikliği olarak algılamıyorum henüz. Sistem değişikliği olarak da algılamıyorum. Ne olduğu belli olmayan, gerçekten ucube bir şey bu. Fakat büyük çaplı bir anayasa değişikliği. Biz şimdiye kadar anayasa değişikliği yaptık. Darbe anayasası dedik, 1982’yi mesela. 1982 darbe anayasası diyoruz ama bu darbe anayasası olmaktan çoktan çıkan bir anayasa. Darbe anayasasının darbeyi tam belli eden birkaç tane önemli maddesi vardı. Siyasi yasaklar mesela, siyasi yasaklar getirdi. 1987 yılında yapılan değişikliklerle bu kaldırıldı. Daha sonra 1995’te bir şey yaptık. 15 madde değiştirdik. O da önemli bir değişiklikti, o da önemli bir şeydi. En kapsamlısı ve en uygunu 1999-2001 arasında yaptık. Orada 37 maddeyi değiştirmişiz. Bu demin söylediğim AB ile uyum yasaları çerçevesinde. Yani biz anayasamızı ve anayasaya bağlı olmak üzere kanunlarımızı AB’ye uyum sadedinde 2001 yılına kadar, AK Parti iktidara gelinceye kadar 37, 50, 55 maddesini değiştirmişiz. Ortada darbe anayasası falan kalmamış yani. AK Parti iktidara geldi. 2004, 2010, 2011 yıllarında yine toplam 58 maddelik bir değişiklik de AK Parti yaptı. Ortada hiç darbe anayasası falan kalmadı. Bence darbe anayasası denebilecek olan bu anayasanın üç tane hususu var. Birisi doğrudan anayasa, cumhurbaşkanının yetkileri. Anayasa 104. madde. Bu hepimizin ağzında. AK Parti yöneticilerinin de tümünün ağzında. Ta 1980’den bu yana kadar gelen bütün Refah Partisi, Fazilet Partisi, Saadet Partisi, AK Parti silsilesinin de ağzında. Bir cumhurbaşkanına bu kadar yetki mi verilir? Bu darbenin lideri Kenan Evren’e verilmiş olan yetkilerdir. O yüzden bu budanmalıdır, dendi. Sayın Cumhurbaşkanımız başbakanken ve Abdullah Gül cumhurbaşkanıyken bunu çok söyledi mesela. Darbenin, darbe anayasası diyebileceğimiz bir maddesi o. Öbürü, buradaki anayasadan güç almak üzere Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu. Bu ikisi en kötü kanun. Bizim siyasi hayatımızı şekillendiren ama bu hâliyle de boğan bu iki kanun. Siyasi partiler kanununda lider egemenliği en yüksek seviyede. Astığı astık, kestiği kestik. Bütün milletvekillerini tek kalemde yazabilir, istediği milletvekilini ihraç edebilir, çeşitli zamanlarda örneklerini görüyoruz. Bu bu. Öbürü eşik, seçim eşiği, yüzde 10 barajı. Yüzde 10 bir ülkenin, biz şimdi 80 milyonuz. Yüzde 10 ne demek? 8 milyon. 8 milyon insanın iradesini yok sayan bir seçim sistemi değil mi Seçim Kanunu? O yüzden bu. Öbürü, bağışlayın, Seçim Kanunu’na da alalım onu, siyasi partilerin içerisinde bir de eskiden Marksist literatürden gelme bize, parti-içi demokrasi diye bir laf vardı. Ben hiç ehemmiyet vermezdim ona. Demokrasi, demokrasi. Parti-içi demokrasi neymiş derdim öğrenciliğimden itibaren. Meğer çok önemliymiş, değil mi? Buymuş yani, parti-içi demokrasi. Bu Siyasi Partiler Kanunu parti-içi demokrasiyi de boğuyor, gömüyor. Son sıralarda başka partilerde falan görüyoruz. Allah’tan yine de en iyi CHP’de var, ön seçim yapılıyor vs. Geleneğe de uygun CHP’deki parti-içi demokrasi. Öbürü Seçim Kanunu. Milletvekillerini Sn. Genel Başkan seçiyor falan. Şimdi bu iki kanun değişse Türkiye’nin başka hiçbir siyasi derdi yok. Şimdi buradan “Hayır”a gelelim. “Hayır” mı “Evet” mi? Bu elbette bir parti işi değil. Parti seçimi değil. Elbette bir iktidar değişikliği yaratacak olan bir şey değil. Elbette muhalefeti iktidar edecek olan bir şey değil. Diyelim ki mesela yüzde 51 “Hayır” çıktı. CHP de bu “Hayır” kampanyasının diyelim ki lokomotifi olsun. Ee, bu yüzde 51’i CHP’ye mi mâl edeceğiz yani? CHP o yüzde 51’e doğru tırmanmış mı olacak? Yok öyle bir şey, değil mi? Bizim aldığımız oy belli. Altı da belli, üstü de belli bugünkü şartlarda. O yüzden bu CHP de dahil olmak üzere diğer bütün partilerin iştirakıyla verilmiş bir oy olacak. Her evin içinde bana göre hem bir “Evet” çıkacak, hem bir “Hayır” çıkacak. Bazı evlerde full “Evet”, üç kişilik “Evet”, bazı evlerde üç kişilik “Hayır”. Çoğunda iki “Evet” bir “Hayır”, iki “Hayır” bir “Evet” falan gibi bir şeyler çıkacak gibi yüzde 50 anca böyle dengelensin. O yüzden bu bir parti seçimi değil. Özellikle AK Parti’ye oy vermiş olan arkadaşlarımız bakımından ben şunu çok gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum: Türkiye’de AK Parti’ye oy vermiş olan insanları rahatsız edecek, tedirgin edecek, ürkütecek en ufak bir özelliğe sahip değil. Sn. Cumhurbaşkanımız Sn. Cumhurbaşkanı. 16 Nisan’da diyelim ki yapıldı. 17 Nisan sabahı “Hayır” çıktı. Sn. Cumhurbaşkanımız cumhurbaşkanı. Sn. Başbakanımız başbakan. Hatta medyun-u şükran olmalı Sn. Başbakanımız çünkü başbakanlığına devam ediyor. Sayın bakanlarımız bakan, onlar da medyun-u şükran olmalılar. Ekonomi ekonomi, iyi kötü her neyse. Belediyeler belediye. İstanbul belediyesinde bir değişiklik olacak mı? Hayır olmayacak. Ankara’da olacak mı? Olmayacak. O yüzden tedirgin edecek hiçbir tarafı yok bu işin, bir. İki: İyi olacak olan bir tarafı var, çok iyi. Ben onun üstünde çok önemle duruyorum. Bu bir ikaz ve uyarı olmuş olur, hükümete bir ikaz. Sn. Cumhurbaşkanımız ve AK Parti yöneticilerinin şöyle bakacağını umuyorum: “Bu ahali, bu halk bize 2002’de yüzde 34.5 oy verdi. 47’ye çıkardı, 49.5’a kadar çıkardı. Referandum oldu 58 verdi. Cumhurbaşkanlığı seçimi oldu 52 verdi. Allah ne istediysek hepsini verdi, Allah razı olsun. Fakat ilk defa bize umduğumuz kadar oy vermedi.”

7 Haziran?
Ha 7 Haziran tabii. “İlk defa bize umduğumuz oyu vermedi, bunu niye vermedi?” diye bir analize tabi tutacaklardır mutlaka. Bu Türkiye için çok hayırlı olur diye düşünüyorum.

İlhan Bey tam işte 7 Haziran’ı onun için söyledim. Bu iyimser bakış. Ama bir de 7 Haziran’da sandıktan çıkan mesajın üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ülkeyi 1 Kasım seçimine götürmesi ve Haziran’la Kasım arasındaki Türkiye’nin yaşadığı o dehşetli günler diye de bir olay var. Kimileri de şöyle hipotezde bulunuyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan bunu kabullenmek istemeyecek. Nasıl 7 Haziran’ı kabullenmediyse burada da ikaz bölümünü yapmayıp kafasındaki projeyi gerçekleştirmek için yeni birtakım şeyler deneyecek.
Olabilir, olmayacak şeyler değil. Bilmiyoruz yani ama medeni memleketler şöyle diyorlar. Mesela Amerika, 2001 yılında vuruldu değil mi o İkiz Kuleler? Siz benden daha iyi biliyorsunuz, Amerikalılar dünyaya çok iyilik yaptığını düşünürler. Dünyada hiç kimseye kötülük yapmazlar, bütün dünyaya da çok yardım ederler. İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren değil mi? Mesela Avrupa’nın ekonomik olarak kalkındırılması. Uzak Asya’ya gıpta ediyoruz ya biz. Bazen bizimle kıyas ederler. Japonya şöyle oldu, Güney Kore böyle oldu falan diye. Oraların tamamı Amerikan sermayesidir. Çin’in bile şimdi geldiği noktada Amerikan sermayesi en büyük rolü oynuyor. O sermayeyi nereden bulacak Çin değil mi? Amerikalılar bunu kendilerine medyun-u şükran olunsun isterler, takdir edilsin, teşekkür edilsin falan isterler. Birdenbire 11 Eylül’de 2001 yılında İkiz Kuleler… Çok şaşkına döndüler. Ama şöyle bir şey oldu, sizin de yakından tanıyor olduğunuzu bildiğim dünyanın büyük Ortadoğu tarihçisi Prof. Bernard Lewis var. O hemen bir kitap da yazdı, slogan da oldu: “What Went Wrong?”. Biz nerede yanlış yaptık kardeşim? Tamam biz güzeliz, iyiyiz, hoşuz. Herkese yardım da ediyoruz. Herkesin iyiliğine de koşuyoruz. Fakat bu Müslümanlar da geldi, bizi ciğerimizden vurdular değil mi? Hemen “Kahrolsun Müslümanlar!” demeyi tercih etmedi Amerika. Arkadaşlar bir düşünelim yahu ne yaptık acaba biz? Bu adamlar bize niye düşmanlar? Şimdi bizimki elbette o sertlikte değil şu anki hali, inşallah öyle de olmaz. Ama Sn. Cumhurbaşkanımız da, AK Parti’nin sayın yöneticileri de inşallah ben temenni ederim ki “Acaba bizim de bir hatamız var mı, biz nerede hata yaptık” diye düşünsünler. Benim kanaatim düşünürler ve buradan iyi bir ders çıkar.

Peki “Hayır” çıkacağına emin misiniz?
Hayır, emin olmak demek vatandaşın oyuna ambargo koymak demek. Benim hissiyatım öyle. Şundan dolayı öyle: Elbette tek başına katiyen CHP değil. CHP’nin içinden de “Evet” verecek insanlar mutlaka olacaktır. Olmaz demek de doğru değil. Ama biz de kamuoyu araştırmalarından ziyade en iyi kamuoyu araştırmacısı biziz. Her türlü insanla temasımız var. Ölçeriz yani, kendimizi kandırmak istemiyorsak değil mi? Bazen insan kendini kandırmak da isteyebilir. İşine geleni alır. Ama ölçüyoruz yani. İyi gibi görüyoruz. Mesela Sn. Kılıçdaroğlu olağanüstü güzel bir şey yaptı. Katiyen tek bir tane CHP bayrağı taşınmayacak. Bu parti mitingi mahiyetinde yapılmayacak. “Bizim partiler miting yapmasınlar” diyor. Adam çırpınıyor da yani. Hatta buna itiraz eden arkadaşlarımız da oluyor. Diyelim ki “Yahu parti ambleminden korkuyor muyuz biz? Parti ambleminden utanıyor muyuz biz? CHP’nin utanacak ambleminden neyi olabilir, neden bu kadar geriye çekiyoruz” gibi kulağa hoş gelen itirazlar da var. Ama bence en doğrusu Sn. Genel Başkan’ın yaptığı. Çünkü bu parti işi değil kardeşim yani. Türkiye’nin önümüzdeki 50 yılını belirleyecek bir metin.

Nasıl belirleyecek ona gelelim.
Evet şimdi burada neye itiraz edelim? Bir kere hazırlanışı, vaktimiz var mı bilmiyorum ama.

Ona girmeyelim. Ben sizden daha çok şeyi merak ediyorum, siz teknokratsınız. O maddelerin içerisinde çok konuşulanlar, speküle edilenler var da. Siz notlarınızdan da anladığım kadarıyla, birkaç tane çok temel husus. Mesela Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i feshi meselesi. Son açıklamalarında bunun böyle olmadığını, çarpıtıldığını falan söylüyor. Ama siz herhalde olaya hâkimsiniz. Olay nedir orada mesela?
O olay şimdi… Üç madde diyelim. 16, 18 madde falan, ama üç şey. Bir, –geliriz onun tâdadına– Cumhurbaşkanına verilen yetkiler şu an dünyada hukukî olarak tek bir Allah’ın kuluna verilmiş yetkiler değil, bu kadar büyük yani. İki: Aynı zamanda bu insan parti genel başkanı oluyor. Yani şimdi AK Partili arkadaşlarımızla Sn. Cumhurbaşkanı lafı yumuşatmak için partili cumhurbaşkanı diyorlar. Partili cumhurbaşkanı demek… bizde hiç olmadı partili cumhurbaşkanı. 1946 yılından itibaren hiç olmadı, 47’den sonra. Yani tekparti döneminde de olmadı. Çünkü 1947 yılında CHP büyük bir kurultay topladı, 7. Büyük Kurultay’dır. Orada cumhurbaşkanı ve parti genel başkanı olan İsmet Paşa kendi iradesiyle önerge verdi, verdirdi, kabul edildi. Cumhurbaşkanıyla parti genel başkanlığını birbirinden ayırdılar. Demokrat Parti de 47’de birinci büyük kongresini yaptı. Demokrat Parti de kendi programına yazdı. Dedi ki parti genel başkanıyla cumhurbaşkanı ayrı olacak. Celal Bayar’ın bastonunu falan gündemine getirirler. Bir DP’linin bastonu, olmasa daha iyi olurmuş. Tek bir simge. Onun dışında başka bir rolü yok. Partinin genel başkanı rahmetli Adnan Menderes. 14 Mayıs’ta seçim kazanıldı. 22 Mayıs’ta cumhurbaşkanı seçildi. 27 Mayıs’ta Demokrat Parti’nin Genel İdare Kurulu toplandı. Parti genel başkanı olarak Adnan Menderes’i seçti. Yani 10 sene hiç Celal Bayar parti genel başkanı olmadı. İsmet Paşa da olmadı 1947 ile 50 yılları arasında. Şimdi bizimkiler partili genel başkan diyorlar. Onu şöyle demeye getiriyorlar güya: “Ne olur ki, Sn. Cumhurbaşkanımız bu partinin bir numaralı kurucusu, bugünlere getiren insan. Bu parti her şeyini Cumhurbaşkanımıza borçlu. Bir de parti üyesi olsa nostaljik olarak ne olur değil mi?” Kulağa hoş geliyor. Bu o değil. Sn. Cumhurbaşkanımız “Evet” çıktığında, 17’si sabahında parti üyeliğine müracaat edecek, parti üyesi olacak. En geç şu kadar zaman dilimi içerisinde olağanüstü kongre toplayacaklar ve partinin genel başkanı olacak. Biz darbenin lideri Kenan Evren’e verilen yetkiler çok derken bir de bunun üstüne geliyor, başbakana verilen bütün yetkiler, bütün milletvekillerini kendi imzasıyla belirlemiş olması. Bir diğer nokta, üçüncü nokta olsun, o hukuk sistemlerinin başı mahiyetinde. Yani Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyesi var. Güya diyorlar ki 12’sini cumhurbaşkanı bizzat seçiyor, 3’ünü parlamento seçiyor. Hakim ve Savcılar Kurulu –eskiden Yüksek Kurul’du, şimdi Kurul oldu- 13 üyesi var, 6’sını cumhurbaşkanı seçiyor. 7’sini, çoğunluğunu cumhurbaşkanı seçmiyor. Halbuki parti genel başkanı olduğu gün onların tamamını da Sn. Cumhurbaşkanı seçmiş olacak. Bu kadar yetki, çok kullanıldı ama, bazen çok kullanıldığı zaman iyi mi olur kötü mü olur emin olamıyorum ama lütfen şundan emin olun: Bu kadar yetki evliyayı bile azdırır. Bizim Sivas’ta, Orta Anadolu’da öyle bir laf var. Bunun çoğunu sevmez bizim milletimiz. Paranın da çoğunu sevmez, gücün de çoğunu sevmez. Çünkü azdırmaması imkânsız bir şey yani, değil mi? Halbuki tarih 1215 yılından itibaren aşama aşama mutlak yetkileri bir kişiden alıp aşama aşama aşağıdaki kurumlara, kurallara dağıtan bir şey. 1215 niye dedim? Magna Carta, İngiltere, gelişi güzel kral, mutlak kral vergi topluyor. Ahali itiraz ediyor. Bu parlamentonun asıl mevcudiyet sebebi de demokrasi, özgürlükler falan değil; ekonomi, bütçe. 1215’te İngiliz halkı, çiftçiler dediler ki “Ey kral, sen bizden çok vergi alıyorsun kardeşim. Niye alıyorsun? Yüzde 25 hayvan vergisi. Niye 20 değil de 25?” Kral buna boyun eğdi. Vergilerle ilgili düzenlemeleri halkın bazı temsilcileriyle görüşmeyi kabul etti. Avam kamarası, halk odası, halk meclisi dediğimiz İngiltere’deki meclisin aslı o. Bu yetmedi. Bir süreç içerisinde geldiler, dediler ki “Sen bizden tamam bizim dediğimiz gibi parayı topluyorsun ama, gelişigüzel harcıyorsun. Canının istediği yere harcıyorsun parayı. Bu da olmaz” dediler. Ya ne olacak? “Harcadığın yerleri de bana bildir. Ben mutabık olacağım.” Bunun adı bütçe Ruşen Bey. Devletin gelirlerini kimden ne kadar toplayacağız? Halkın temsilcileriyle konuşulacak. Bu topladığımız paraları nereye harcayacağız? Bu da halkın temsilcileriyle konuşulacak. Oldu bu bütçe. Biz buna bütçe deriz ekonomide. Parlamentoların mevcudiyet sebebi bu. Şimdi bu yeni kanunla, yeni anayasa değişikliğiyle getirilen maddelerin bir dördüncüsü, bütçeyi olduğu gibi reisicumhur hazırlıyor. Yahu olur mu? Bütçe dediğimiz bizim milli gelirimizin ortalama dörtte biridir. Yani bunu Türk lirasına vurursan 700-800 trilyon liradır. Sn. Cumhurbaşkanı bazen kendi eserlerini büyütmek bakımından eski birimle katrilyon diyor ya, bunu da katrilyona ver, 700 katrilyon lira. Tek bir kişi yahu. Cumhurbaşkanlığı’nın bir odasında hazırlanacak. Böyle bir şey olabilir mi yani? Bağışlayın, sesim biraz gitmiş olabilir. Şimdi o yüzden bunlar ters tepecek işler, yanlış işler.

Peki Meclis’in feshi dedim, ona…
Meclis’in feshini unuttuk. Şimdi gelelim. Bizim ilk meclisimiz 1876. Sultan Abdülhamit’in zamanında. Bir şey daha söyleyeyim izin verirseniz. Eski genel başkanımız Deniz Baykal Bey de Zeytinburnu’nda ilk, referandum bilgilendirme toplantısı diyeyim, yarı miting, yarı salon toplantısını mahiyetinde çıktı. İlk açılış toplantısıydı. Konuştu. Orada şöyle dedi Sn. Deniz Baykal Bey: “Sevgili arkadaşlar, ben 18 sene CHP genel başkanlığı yaptım. 1973’te CHP’den milletvekili ve bakan oldum. Fakat huzurunuzda bu sıfatlarımla var değilim. Şu anda da Antalya CHP milletvekiliyim. Ama huzurunuza bu sıfatımla çıkmadım. Ya ne ile çıktım? Ben Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin şu T.C. numaralı vatandaşı Deniz Baykal sıfatıyla çıktım. Bundan sonraki benim yapacağım konuşmaları lütfen bu sıfatımla yapılmış konuşmalar olarak kabul edin” dedi değil mi? Hoş bir şey işte. Buradan Meclis’e gelelim. Sultan Abdülhamit sonra 33 yıl kapattı Meclis’i. O gelişigüzel, aklına estiği için kapatılma değil. O anayasanın 35. maddesi var. Şimdi şunu göstereyim ben. Dostumuz Tarhan Erdem Bey’in hoş bir çalışması var. Tarhan Erdem Bey 1876 yılından bu yana bütün anayasaları orijinal diliyle, biraz Türkçeleştirilmiş, sadeleştirilmiş diliyle ve bütün değişiklikleri bir araya getirmiş, çok hoş bir çalışma yapmış. Zaten bu işlerin çok içinde olan bir insan. Güzel de bir insan. Şimdi 35. maddede padişaha şu yetki verilmiş, üstündekileri atıyorum: “Heyet-i mebusan’ın feshi münhasıran (tek başına) yed-i iktidarı hazret-i padişahidedir.” Hazret-i padişah heyet-i mebusan’ı feshedebilir. Bu yetki verilmiş. Bu yetki kâğıt üstünde var mı? Var. “Bu var ama ben kullanmam.” Olur mu? Hayır olmaz. Bunu kullandı Abdülhamit. 33 sene meclis feshedildi. Meşrutiyet’le, İkinci Meşrutiyet’le -1908- parlamento yeniden açıldı. Yeni seçimler yapıldı ve Ağustos 1909’da yapılmış olan bir anayasa değişikliği var. Yine bu 35. Maddenin ilgili bölümü: “Zât-ı hazret-i padişahi meclisi feshedebilir.” Virgül de dememiş fakat kuvvetli bir “fakat” koymuş: “Fakat heyet-i cedide-i mebusan (seçilmiş olan mebuslar heyeti) padişahın bu tasarrufuna karşı çıkarsa, sebat ve ısrar ederse karşı çıkmada, meclis-i mebusanın kararının kabulü mecburi olacaktır.” Yani ne? Padişah “Ben kapatıyorum” dedi, mebuslar “Yok kardeşim kapatamazsın” dediler. Onların dediği oldu. Şimdi bunun benzerini de şuradan okuyalım. Yeni düzenlemeye bakalım. Bulamadık, tekrar buluruz. Şimdi bu yeni düzenlemede diyor ki Meclis şu şekilde yenilenir: Bir, Meclis’in şu kadar ekseriyeti, 360 milletvekili toplanır, imza verir. “Biz bu seçimi yeniliyoruz” derse yenilenebilir. İki, Sn. Cumhurbaşkanı tek başına bu meclisi seçime götürebilir. Budur. Yani bu ne demek? O zaman 1909’da Abdülhamit düşmüştü. Bu anayasa değişikliği yapıldığında Sultan Reşat gelmişti. Sultan Reşat’ın elindeki yetkilerin çok daha fazlası, bir seçimi yenileme, meclisi feshetme yetkisi Sn. Cumhurbaşkanı’nın eline verilmiş oluyor. Bu vahim bir şey yani değil mi?

1909’un gerisine düşüyor.
1909, 2017, aradan 108 geçen seneden daha geri bir zamana gidiyoruz yani.

İlhan Bey, konuyu başka bir yere taşımak istiyorum. Bilmeyenler olabilir, siz gençliğinizde ülkücüydünüz. Ülkü Ocakları…
Başkanlığı da yaptım evet. Kurucusuyum, başkanıyım.

MHP neden bu işin içerisine bu kadar lokomotif oldu? Hatta daha doğrusu AKP’nin gündeminden düşmüş olan bir şeyi, bu sadece Devlet Bahçeli’nin parti-içi iktidarını koruması arayışıyla açıklanabilecek bir şey midir?
O konuda fazla bir şey söylemek doğru da değildir. Neticede MHP ayrı bir siyasi parti. Herkesin kendi öngörüleri var, hesapları var, siyasal hesapları da var. Önümüzdeki Türkiye’yi, bu anayasadan sonraki Türkiye’yi Sn. MHP Genel Başkanı ve MHP yönetimi başka türlü öngörüyor, okuyor olabilir. Biz başka türlü okuyor olabiliriz. Bu bakımdan orada bir şey görmüyorum. O tasarrufa bir şey söylemek zor. Doğru da değil. Ama partinin içinde dışarıya yansıdığı kadarıyla –biz nereden bileceğiz, o kadarını bilemeyiz partilerin içini–, ama medyaya yansıdığı kadarıyla, televizyonlara yansıdığı kadarıyla, bizim arkadaşımız olan insanlarla konuştuklarımızdan edindiğimiz kadarıyla orada enteresan bir şey oldu. Hatta o kadar ki dörtte üç diyen var, beşte dört diyen var, yüzde yüze yakın diyen var.

“Hayır” diyenlerin oranı.
Evet evet. Çünkü bugün mesela galiba eski Ülkü Ocakları genel başkanlığı yapmış bir grup insan da toplanıp “Hayır” deklarasyonunda bulunacaklarmış. Bunu bilmiyoruz. Ama normali, bu kadar keskin olmasa bile MHP seçmenlerinin de bir bölümü “Evet”, bir bölümü “Hayır” verecektir. Ben ilk başta dedim, CHP seçmeninden de “Evet” veren olabilir. Netice itibariyle bu Türkiye’yi… Türkiye Ruşen Bey, en çok sizin bildiğiniz işlerden bir bölümü, Türkiye çok fay hatları olan, kırılma hatları olan bir ülke. Niye böyle? 1) Bin yıllık bu coğrafyanın icabı. Biz buraya dışarıdan geldik, bin sene önce bir şeyler oldu falan; 2) Burada dini farklılıklar var, mezhebi farklılıklar var, etnik farklılıklar var. Zaman zaman bunların kaşınmışlıkları var. Zaman zaman biz bunları sararız sarmalarız, merhemleriz, bunun etkisini azaltırız. Ama zaman zaman bizim kaşıdıklarımız olur, yarayı tekrar kanatırız. Dış dünyanın bize yaptıkları olur. Kaşırlar, kanatırlar. Biz durmadan pansuman etmeye falan çalışırız vs. Bu fay hatları olan ülkeler çok daha dikkatli olacaklar. Sn. Cumhurbaşkanımız bir de Türkiye’yi “Evet”çiler ve “Hayır”cılar diye çok keskin bir yola soktu. Kızıyor, bugün de var, “Hayır”cılar teröristler, bilmem neler…

Darbeci…
Yahu böyle bir şey olur mu? Türkiye’nin yüzde 50’si kabaca, bilemedin yüzde 49’u “Hayır”diyecek, 51’i “Evet” diyecek değil mi? 49’u darbeci olur mu bir ülkenin? Böyle bir ülke yaşayabilir mi, 49’una darbeci diyen bir ülke? Buna “Evet” demeyi düşünen vatandaşlarımız, kardeşlerimiz, arkadaşlarımız der. “Hayır” demeyi düşünen kardeşlerimiz, arkadaşlarımız der. “Hayır” demeyi düşünen arkadaşlarımızı fikren ikna et değil mi? Bak sen “Hayır” demeye meyillisin ama lütfen “Hayır” deme çünkü falan. Şimdi bu anayasanın bir iftiharı olur, anayasaların daha doğrusu. Neden “Hayır”cılara kızıyorlar? Çünkü mallarını satamıyorlar. Satılabilir bir mal değil Ruşen Bey bu. Manav ne yapıyor? “Elmayı parlatıyor, bu elma çok iyi elmadır, falan yerin elmasıdır. Bu şeftali falan yerin şeftalisidir, çok iyidir. Bak görüyor musun malımı? Bu mal alınmaz mı?” falan diyor değil mi? Anayasaya “Evet” kampanyası yapan hükümetin, Sn. Cumhurbaşkanımızın ve Sn. Başbakanımızın ne yapmaları lazım? Ona buna kızmalarına ne lüzum var? Ey Ruşen Bey kardeşim, nasıl “Ey Amerika, ey IMF” diyorlar ya, ey Ruşen Bey dostum. Senin eskiden çok dostundu. Benim de dostluk ilişkilerim olan insanlar. “Ey İlhan Bey dostum ya, sen televizyonlarda çıkıp öyle diyorsun ama öyle deme? Niye? Bu anayasanın birinci maddesi o kadar güzel ki gördüğün gibi, ne güzel. Sekizinci maddesi, cumhurbaşkanına verilen yetkiler, bütün dünyanın yetkisini toplamış vermişler. O kadar güzel ki, gel sen de bu ‘Hayır’cılıktan vazgeç, bizimle beraber ‘Evet’ ver” de. İkna et, değil mi? Böyle bir yaklaşımları var mı? “’Hayır’ diyenler teröristtir.” En başta gerekçelerini sayarken ne yapıyordu Sn. Başbakan? Sonra vazgeçti o işte. Hürriyet’te birkaç gün önce, bir hafta önce sürmanşetti: “ ‘Evet’ veren de ‘Hayır’ veren de iyidir” falan. “Bu anayasaya, bu başkanlık sistemine karşı çıkanlar vatan bölücüleridir” dedi değil mi? “Başkanlık sistemine geçilmezse vatan bölünür.” Böyle bir şey olabilir mi? O vatana vatan mı denir?

Peki şeyi sorabilir miyim? Burada “Hayır”ın çıkabilmesi için AK Parti’ye normalde oy veren seçmenin bir bölümünün en azından “Hayır”a meyletmesi gerekir diye bir varsayım herhalde…
AK Parti’nin içinden “Hayır”a meyil olmazsa, şimdi bir de AK Parti artı MHP var. Bu ikisinin kurumsal olarak deklarasyonları “Evet” istikametinde. 1 Kasım seçim sonuçlarına göre AK Parti artı MHP’yi toplayalım. 49+13=62 eder. İster 7 Haziran’ı alalım senin bahsettiğin. 41+16=57 eder. Öbür açıktan deklare eden başka parti yok. demek bu 57’nin toplamından bir kısmının, MHP’lilerin ve MHP’ye oy vermiş insanların ve AK Parti’ye oy vermiş insanların bir bölümünün en azından “Hayır” vermeleri lazım. Bu olmazsa zaten olmaz.

Peki AK Parti’ye oy vermiş olan ya da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ilk turda seçtirmiş olan insan bugün neden “Hayır” desin? Oradaki temel şey nedir sizin gözünüzde?
Ben mesela şöyle de bakıyorum: Sn. Cumhurbaşkanımız cumhurbaşkanı seçildiği zaman yüzde 52 diyorlar. 51.6, 51.7, 52 olsun. Bu zayıf bir seçilme aslında, çok abartılıyor falan ama. Sebebi şu: Şahsını hariç tutuyorum Ekmeleddin Bey’in çünkü şahsiyet yapmayı da doğru görmem ben. Ekmeleddin Bey’in seçim kampanyası kadar Türkiye’de ve dünyada daha kötü, başarısız bir seçim kampanyası görülmemiştir değil mi? Öyle bir kampanyanın karşısında bile ancak yüzde 52 aldı Cumhurbaşkanı. Bir başka faktör, Sn. Cumhurbaşkanı onu alırken bu kadar yetki katiyen onda yoktu. Anayasadaki yetkiye razı olarak, yine de fazla olmakla beraber, ahali de fazla dert etmedi. Nasılsa Abdullah Gül Bey cumhurbaşkanlığı yaptı, Türkiye ondan bir şey çekmedi yani. Sn. Cumhurbaşkanımız da cumhurbaşkanı olursa biraz farklı falan ama, dert edeceğimiz başka bir şey yoktur. Şimdi dert edeceği endişeleri var, ben onu görüyorum. Yani bir adam hem cumhurbaşkanı, hem başbakan hem ordunun başkanı, onu unuttuk. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni şey yapar diyor yani, ordunun başı. Bütün hukuk sistemlerinin başı, Anayasa Mahkemesi’nin 15 üyesinin 15’ini birden tayin ediyor. Hakimler Savcılar Kurulu’nun, parti genel başkanı sıfatını da koyduğum zaman 13’ünün 13’ünü birden yapıyor. 700 trilyon liralık bütçeye tek başına karar veriyor. Yahu ne oluyoruz hemşerim?

Ve parti genel başkanı.
Böyle bir şey olabilir mi? Yanına yardımcı da seçiyor. Şimdi cumhurbaşkanına kim vekalet ediyor? TBMM başkanı. TBMM’de birinin başkan olabilmesi için ya çok büyük bir partinin, ya da bütün partilerin mutabakatıyla seçilmiş bir halkın temsilcisi olması lazım değil mi? Şimdi bir cumhurbaşkanı yardımcısı vekâlet ediyor. Cumhurbaşkanı yardımcısında aranan özellikler ne? Milletvekilliği kriterleri. Milletvekilliği kriterleri ne? Bir tek ilkokul mezunu olacak. Eskiden 21 yaş, 25 yaş, 30 yaş falan vardı. Şimdi 18 yaş. 18 buçuk yaşında, sadece ilkokul mezunu olan birisi, askerlikle ilişiği bilmem ne falan, geçilmiş. Bunu cumhurbaşkanı vekili tayin edebilirsin. Ve Türkiye’nin bütün yetkilerini bunun eline vermiş olursun. Böyle bir şey olabilir mi? Biz bunları yeteri kadar biliyor muyuz, anlatıyor muyuz? İşte anlattığımız kadar anlatıyoruz yani. Buna benzeyen işlerin çok, en yüksek dağın tepesindeki bir çalının bile bu olan biteni bilmesi, duyması, hissetmesi, konuşması lazım ki buradan hayırlı bir oylama çıksın yani. Ona imkân vermiyorlar. Halbuki Cumhurbaşkanı ne diyor? “Bu kadar merak edecek bir şey yok. Ben bu yetkilerin hepsini hemen kullanmayacağım.” Ne zaman kullanacaksınız? 2019’da. “Sadece” diyor, “şu partili cumhurbaşkanlığıyla, Hakimler Savcılar Kurulu’nu seçme hakkını 17 Nisan’da kullanacağım, ondan sonrasını 2019’da kullanacağım.” Madem böyleydi kardeşim, neden iki ayağımızı bir pabuca sokuyorsunuz, öyle değil mi?

Evet ben de şimdi tam onu soracaktım. Niye seçim o zaman yapılmadı?
Niye? Benim zannım –zan ancak, burada şey olur– zaten Sn. Cumhurbaşkanı parti genel başkanlığını da alıp, hukuk sisteminin tamamının tayinini tanzim ettikten sonra ört ki ölem yani.

Burada noktayı koyalım mı?
Hay hay.

Neredeyse bir saattir konuşuyoruz. Evet atladığımız bir şey kaldı mı?
Yok gayet güzel.

Sizinle saatlerce konuşuruz aslında ama.
Konuşuruz inşallah. Sadece bir şey söyleyeyim izin verirseniz, bağlama cümlesi olsun. Çok önem veriyorum ona. Bizi korkutuyor Sn. Cumhurbaşkanı. Şimdi komşuları da korkutuyor. İyi devlet, büyük devlet komşularına huzur veren, komşularını rahat ettiren, komşularını ürkütmeyen devlet. Aynı zamanda kendi içinde en ileri aşamasına götüreyim, azlıklarına, sayıca az olan vatandaşlarına, azınlıklarına, hukukî azınlık statüsünde olanlara kendini öyle olmamakla beraber öteki görüldüğünü zanneden insanlarına huzur veren, onları mutlu eden devlet. Böyle bir devlete özlemimiz olsun.

Evet CHP İstanbul milletvekili İlhan Kesici’ye çok teşekkür ediyoruz. Çok keyifli bir sohbet oldu. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.