Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Referandumun gidişatı

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/311368753″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. 16 Nisan Referandumu’na kırk günden az bir süre kaldı ama çok büyük bir hareketlilik yaşamıyoruz. Çok yoğun bir kampanya yaşamıyoruz. 12 Eylül 2010 Referandumu’nu hatırlayacak olursak, çok farklı bir durum vardı. O çok daha konuşulan, tartışılan, çok yoğun geçen bir kampanyaydı – ki oradaki değişiklikler bugün yapılmak istenen değişikliklerle kıyaslanacak olursa çok mütevazı değişikliklerdi. Buna rağmen tüm ülkeyi kapsayan topyekûn bir tartışma, kampanya ortamı vardı. Son âna kadar sürmüştü. Ama bugün çok büyük değişiklikler, hatta kimilerine göre rejim ya da sistem değişikliğine neden olacak değişiklikler söz konusu olmasına rağmen Türkiye’de çok fazla bir referandum havası görmek mümkün değil.
Neden böyle acaba? Bu konuda birtakım gözlemlerimi dile getirmek istiyorum. Birincisi: Siyasi iktidarın, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ve bugün… –o tarihte aslında AKP’nindi ama bugün– Recep Tayyip Erdoğan’ın bir projesi söz konusu. Yanında 12 Eylül Referandumu’nda olduğu gibi birbirinden farklı kesimler yok. 12 Eylül Referandumu’nda çok farklı yerlerden insanlar vardı. Gülen Cemaati vardı, birtakım liberal isimler vardı, bazı Kürtler vardı. O referandumda Kürt hareketi de boykot kararı almıştı. Boykot kararı da aslında “Evet”çilerin, yani siyasî iktidarın işini bayağı bir kolaylaştırmıştı. Belirlememişti belki ama kolaylaştırmıştı. Bugün Erdoğan’ın yanında sadece MHP var. MHP’nin de tamamı yok; zaten işin en ilginç noktalarından birisi bu. MHP yönetimi var, ama MHP tabanında çok ciddi şekilde “Hayır” eğilimi ve “Hayır” için çalışanlar var. Dolayısıyla burada AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın Devlet Bahçeli ve ekibinin dışında dışarıdan pek bir destek alamadığını görüyoruz.

MHP’nin getirdikleri ve götürdükleri

Tabii şöyle bir husus var: Son seçimlerde alınan oylara bakıldığı zaman ya da Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı oya baktığımız zaman kimseye ihtiyacı bile olmadığı söylenebilir. Ama burada şunu çok net bir şekilde söylemek mümkün: Siyasette hiçbir zaman –daha doğrusu, hiçbir zaman demeyelim ama, genellikle– iki artı iki eşittir dört olmuyor. Bazı durumlarda dördün çok üstünde çıkabiliyor bazı birliktelikler. Bazı durumlarda da dördün altına düşebiliyor. Örneğin cumhurbaşkanlığı seçiminde Ekmeleddin İhsanoğlu fiyaskosu bunun çok net bir örneğidir. Burada da AKP’nin bu referanduma MHP’yle beraber giriyor olmasının Tayyip Erdoğan’a getirdikleri kadar, belki de getirdiklerinden çok daha fazla götürdükleri olduğunu düşünüyorum.
Tabii ki şunu kabul etmek lazım: Bunun referanduma götürülebilmesi için MHP milletvekillerinin oylarına ihtiyacı vardı. Dolayısıyla MHP olmadan bu referandum söz konusu olamazdı. Bu bir realite. Ama öte yandan bugün baktığımız zaman MHP ile, daha doğrusu MHP yönetimi ile beraber bir referandum kampanyası yürütmek söz konusu olduğunda işler fazlasıyla karışıyor. Bunun bir boyutu demin dile getirdiğim MHP’nin içerisinde Bahçeli muhaliflerinin çok aktif bir şekilde bir kampanya yürütüyor olmaları. Bu konuda Meral Akşener çok öne çıkıyor, ama Ümit Özdağ, Sinan Oğan, kısmen Koray Aydın da etkili oluyorlar.
Bir diğer husus: Dün burada konuk ettik Azmi Karamahmutoğlu’yu. Daha önce de MHP İstanbul milletvekili Atilla Kaya’yı konuk etmiştik. Ülkü Ocakları’nda 80 sonrasında genel başkanlık yapmış olan 10 isim birden ortak bir şekilde bir kampanya yürütüyorlar “Hayır” için. Dolayısıyla Ülkücü tabanda çok ciddi “Hayır” hareketliliği var. Çok spekülatif olacağının farkındayım ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim: MHP parti olarak bu referandumda bütünüyle “Hayır” çizgisinde olsaydı, MHP’den “Evet”e hatırı sayılır bir şekilde oy yönelebilirdi. Tıpkı Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçildiği seçimde olduğu gibi, normalde MHP’ye oy verecek birçok insan Ekmeleddin İhsanoğlu gibi bir profilin karşısında kendilerini daha yakın hissettikleri Tayyip Erdoğan’ı seçebilmişlerdi. Burada tabii ki MHP tabanından belli bir miktar oy gelecek, Bahçeli ve ekibi bunun için çalışıyor, ama bir anlamda son seçimlerde iyice kabuğuna çekilmiş olan bir tabanı “Hayır” yolunda çok ciddi bir şekilde aktive etmiş oldu bu referandum süreci. Dolayısıyla MHP içerisindeki “Hayır”cıların çalışmaları MHP-AKP tabanının iç içe olduğu bölgelerde –ki Anadolu’da, Karadeniz’de böyle olduğunu biliyoruz– AKP tabanı içerisindeki kararsızları da etkileme ihtimali var.

MHP ve Kürt seçmen

MHP’yle seçime girmenin bir diğer riski Kürt oyları. Bu noktada da sandığa gitmeme… ya da şunu söyleyeyim: MHP’yle, Bahçeli’yle beraber gidilen bu referandumdan Kürt kimliğini sahiplenen kesimlerin “Evet” vermesini beklemek çok gerçekçi olmayacaktır. Muhakkak Kürt seçmenden de belli bir miktar “Evet” gelecektir. Ama Bahçeli olgusu, Bahçeli’yle beraber hareket ediyor olma olgusu birçok kişiyi “Hayır”a doğru itecektir, ya da normalde oy kullanmayı düşünmeyen, yani siyaset olarak referandumu kendisi için anlamlı görmeyen bazı Kürt seçmenlerin Bahçeli’nin ittifakın içinde yer alması nedeniyle tepkisel olarak “Hayır” vermesini de bekleyebiliriz.
Benim görüşüm şu: Eğer burada AKP, Recep Tayyip Erdoğan tek başına, MHP’yi yanına katmadan bu referanduma gidiyor olsaydı, Kürtlerden belli bir oy alma ihtimali çok yüksekti, tıpkı cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi. Orada tabii ki Selahattin Demirtaş’a bayağı ciddi bir oy gitti. Ama Selahattin Demirtaş’ın seçilme ihtimalinin yüksek olmadığını –hatta seçilme ihtimali olmadığını– bilen, AKP ile HDP arasında tereddütte olan Kürtlerin ciddi bir şekilde Tayyip Erdoğan’a yönelebildiğini görüyoruz. Burada, Türkiye’deki mevcut parlamenter sistemin Kürtlere bekledikleri hakları belli bir noktaya kadar getirip daha ötesini getirmediği düşüncesiyle başkanlık sisteminin kendileri için daha hayırlı olacağını düşünen Kürtler muhakkak vardır, var. Bunlar içerisinde, eğer bir MHP faktörü olmasaydı, bu referandumda başkanlık sistemi için “Evet” verebilecek çok sayıda Kürt olacağını tahmin ediyorum. Ama MHP faktörü bunu çok ciddi bir şekilde etkilemiş durumda.

Medyadaki iktidar tahakkümü

Bugün görüyoruz, siyasî iktidarın elinde çok geniş imkânlar var, devletin imkânları var. Buna karşılık, “Hayır” cephesi diye adlandırılan cephenin imkânları çok kısıtlı ve önlerine çıkartılan değişik yasal engeller var. Tüm bunları görüyoruz. Medya boyutu çok net bir şekilde ortada. Medyada tam bir Tayyip Erdoğan tahakkümü var, siyasî iktidarın tahakkümü var. Onun dışında, referandum sürecinde “Evet”e yanaşmayan, “Hayır”ın sesini daha fazla dile getiren medya organlarının genellikle etkisiz, daha az kesime hitap eden yerler olduğunu görüyoruz ya da sosyal medya üzerinden yürüyoruz. Bu tabii ki teorik olarak siyasî iktidarın lehine gibi görülebilir. Ama uzun bir süredir bu işi, gazeteciliği yapan ve değişik seçim dönemlerinde ana akım diye tabir edilen –artık böyle bir özelliği kalmadı ama– yerlerde çalışmış birisi olarak şunu çok net bir şekilde söyleyebilirim: Bu medya tahakkümü, medyanın kendi kontrolünde olması artık bir süredir Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aleyhine işliyor.
Tabii şöyle bir şey var: “Benden olsun da ne olursa olsun” mantığı var. Ama mesela bir 2010 Referandumu’nu düşününün: 2010 Referandumu’nda Türkiye’de nispeten daha özgür bir tartışma ortamı vardı. Farklı sesler ana akımda ve değişik yerlerde kendilerini duyurabiliyorlardı. Ve o ortamda Tayyip Erdoğan çok daha etkili bir şekilde propaganda yapabilmişti. Yani bir rekabet ortamında, çok seslilik ortamında etkili olabilen bir siyasetçi Tayyip Erdoğan. Ama şu haliyle sadece ve sadece onun ve ona destek veren insanların konuşmalarını yayınlayan televizyon kanallarının artık hiçbir etkisinin kaldığını düşünmüyorum ben. Bunların pek izlendiğini de açıkçası sanmıyorum. Bakılıyordur ama izlenmiyordur. Halbuki şunu hatırlıyorum: Değişik seçimlerde, genel seçimler, yerel seçimler ve referandumlarda, Tayyip Erdoğan o zaman AKP Genel Başkanı iken kendi kontrolünde olan birtakım yayın organları –başta TRT– olmasına rağmen, mesela her seçim öncesi son konuşmasını –ki bu Cuma akşamları oluyordu seçim yasakları olduğu için– NTV’de yapardı. NTV o tarihlerde ana akım haber yayıncılığının en önemli merkeziydi. Bir prestiji vardı. Şimdi hiçbir prestijinin kaldığını sanmıyorum. Ama o tarihlerde vardı ve NTV herkes için bir referans kaynağıydı. Tayyip Erdoğan da AKP Genel Başkanı olarak bir yığın yere çıkardı. Kendi yayın organlarına çıkardı, ama en son yayını muhakkak NTV’de yapardı ki doğrudan kendi seçmeni olmayan seçmenlere de hitap edebilsin; ama bir diğer önemli husus da, kendi seçmenine de bu tür medya kuruluşları üzerinden hitap etmesi daha etkili oluyordu. Bunun çok önemli bir husus olduğunu düşünüyorum.

Erdoğan medyada güçlü ama etkisiz

Yani bu siyasi iktidara yakın olduğu hatta onunla organik bağı olduğu bilinen medya kuruluşlarının, Tayyip Erdoğan’a ve AKP’ye çok bağlı olan kesimleri bile ikna edebilen etkileyici bir pozisyonu kalmadı. Dolayısıyla medyanın bu şekilde, ana akım denen, etkili, daha geniş kitlelere ulaştıkları varsayılan medyanın büyük ölçüde siyasi iktidar tarafından kontrolüyle – tamam, zararlı, aykırı gördükleri görüşlerin yayılmasını engelleyebiliyorlar ama kendi görüşlerinin etkili bir şekilde yayılmasının önünü kesmiş oluyorlar. Bu iddiamı herkesle tartışmaya hazırım. Şu haliyle Recep Tayyip Erdoğan, Refah Partisi İstanbul İl Başkanlığı’ndan beri bir gazeteci olarak takip ettiğim Erdoğan, medya konusunda en güçlü olduğu döneminde, ama etkileme konusunda da en zayıf olduğu dönemde. Tayyip Erdoğan 94 yerel seçiminde medyaya rağmen kazanmış bir siyasetçiydi ve uzun bir süre bu böyle sürdü. Medyayla mücadele ederek, savaşarak, medyanın kendisine savaş açmasıyla bunu yaptı. Artık böyle bir olay yok. bir rehavet var. Hiçbir yerden bir saldırı, eleştiri, itiraz etkili bir şekilde gelmediği için de sonuç olarak kendini yeniden üretmek konusunda çok ciddi bir kriz yaşıyor Erdoğan ve Erdoğan’ın takipçileri diye düşünüyorum. Kampanya boyunca da bunu net bir şekilde görüyoruz.
Çok fazla bir şey anlatılmıyor. Bir slogan var, “Güçlü Türkiye” sloganı var. “Prangalarımızdan kurtulalım” deniyor. Ancak on beş yıla yakın bir süredir ülkeyi tek başına yöneten ve bu on beş yıla yakın süreyi bir başarı öyküsü olarak anlatılan bir hareketin şikâyet etmesinin belli bir inandırıcılığı olamıyor.
Bir diğer olay da burada –önemli bir husus olduğunu düşünüyorum– CHP’nin burada parti üzerinden bir kampanya yürütmüyor olması. Yeni tabirle şöyle söyleyebiliriz: Erdoğan hemen hemen her seçim öncesinde CHP’yi ve CHP liderlerini –eskiden Deniz Baykal, bir süredir Kemal Kılıçdaroğlu’nu– trolleyerek bir kampanya yürütürdü. Şu anda yine böyle bir şey deniyor. En son işte keçi ve koyun gütme örneğini Kılıçdaroğlu için verdi. Ama bunların böyle bir referandumda çok da fazla bir karşılığı olamıyor. Yani böyle bir günah keçisi de şu anda yok. bir ara ilk başlarda “Hayır”cıların terörizmle, PKK’yla, FETÖ’yle eşleştirilmesi vardı. Bunun da ters tepki yarattığı yolunda genel bir kanı oluştu. Her ne kadar tam vazgeçemeseler bile bunun çok da fazla yürümediği anlaşılıyor. Çünkü görüyoruz, PKK’yla savaşmakla bilinen eski askerler, Ülkücü hareketin tam merkezinden gelen Ülkü Ocakları başkanları vs.nin olduğu çok karışık, çok farklı kesimden insanların bir araya geldiği bir “Hayır” bloku var.

Hayır bloku

Aslında bu bir blok değil. Normal şartlarda hayatta hiçbir şekilde yan yana gelemeyecek olan insanlar, kesimler, gruplar bu referandumda “Hayır” etrafında birleştiler. İlginç bir şekilde kimisinin kaygısı ötekisinin kaygısıyla taban tabana zıt. Mesela MHP içerisinden gelen, Ülkücü Hareket içerisinden gelen “Hayır”cılar başkanlık sistemiyle beraber Türkiye’nin bölüneceğini iddia ederken, böyle bir ihtimalden, bölüneceği, Kürtlere özerklik verileceği, federasyon kurulacağı gibi iddialar dile getirirken; Kürtlerin de önemli bir kesimi bu getirilmek istenen değişime karşı çıkıyor. Hatta MHP’liler aslında Kürtlerin, HDP’nin pazarlık ettiğini vs. söylemeye çalışıyorlar. Bu aslında Türkiye’nin nasıl ilginç bir yerden geçtiğini gösteriyor.
Tekrar 12 Eylül 2010 referandumuna baktığımız zaman, birbirinden farklı kesimlerin “Evet”te birleştiğini görmüştük ve “Evet” çıkmıştı. Şimdi birbirinden farklı kesimlerin “Hayır”da birleştiğini, birlikte olmadıklarını söylemekle birlikte “Hayır” noktasında anlaştıklarını görüyoruz. Bu da siyasî iktidarı zor durumda bırakıyor. Her ne kadar şu söylemi çok yapıyor –biliyoruz– Tayyip Erdoğan ve AKP yöneticileri: “Bunlar, şunlar, şunlar hepsi bize karşı birleşti” diye. Ama bu birleşmelerde genellikle terör örgütlerinin adı zikrediliyordu. Ama burada çoğu, hemen hepsi meşru siyasetin aktörleri olan farklı farklı yapıların burada “Hayır” noktasında birleşmiş olduklarını görüyoruz.

7 Haziran öncesi atmosferi gibi

Daha önce bir yayında şunu söylemiştim: Bu referandum, şu günlerde yaşanan, Türkiye’de bana göre 7 Haziran Genel Seçimi öncesi atmosferi yaşıyoruz. 7 Haziran öncesi atmosfer AKP’nin çok büyük bir yenilgisine yol açmıştı. Normal şartlarda eğer 7 Haziran öncesi atmosferin hâkimiyeti sürerse buradan “Evet”in çıkmasının açıkçası çok mümkün olacağını düşünmüyorum. Ancak bir de Türkiye’de 1 Kasım öncesi atmosfer var ve 1 Kasım öncesi atmosferin de Türkiye’de AKP’yi tekrar tek başına güçlü bir şekilde iktidara getirdiğini biliyoruz. Yaklaşık kırk gün kaldı. Türkiye tekrar 7 Haziran öncesi atmosferden 1 Kasım öncesi atmosfere taşınabilir mi sorusu önemli. Teorik olarak tabii ki bu mümkün. Özellikle terör saldırılarının yeniden başlaması –ki Türkiye’de hep var– ama bir süredir ciddi bir terör saldırısı olmadı… Yılbaşı gecesi olan büyük IŞİD saldırısı sonrası küçük çapta şeyler oldu ama en önemlisi oydu. O çapta saldırıya tanık olmadık, ama pekâlâ olabiliriz. Türkiye maalesef bu anlamda hep kırılgan bir ülke.
Böyle bir süreç olabilir ya da Suriye’de –belki de Irak’ta, ama esas olarak Suriye’de– yaşanabilecek birtakım hususlar olabilir. Bu noktada Menbiç konusu vardı. El Bab’dan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri Menbiç’e yönelme iddiasındaydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bunu dile getirdi. Ama biliyoruz ki en son ABD ve Rusya’nın, bir şekilde de Şam’ın devreye girmesiyle beraber Menbiç’te TSK ile Suriye Demokratik Güçleri’nin karşı karşıya gelmesinin önüne fiziki bariyerler çekilmişe benziyor. Dolayısıyla Menbiç olma ihtimali olmayabilir. Ama yine de Suriye’de yaşanacak birtakım şeylerin Türkiye’deki referanduma doğrudan veya dolaylı etkisi olabilir. Ama bunların atmosferi kökünden değiştirebilmesi için çok geniş çaplı olaylar olması lazım. Buralarda, Suriye’de birtakım şeyler tam ABD ve Rusya’nın da istediği tarzda değişmekteyken olayı rayından çıkartabilecek geniş kapsamlı değişimlere izin verebileceklerini açıkçası pek sanmıyorum. Ama yine de böyle bir ihtimali bir kenara koymakta yarar var.

İktidarın anlatamadığı bir paket

Ama şu haliyle, Türkiye’nin bu gidişatıyla siyasî iktidarın tam olarak anlatamadığı bir paket var. Tam olarak anlatamadığı derken şunu söylemek istiyorum: Anlatmakta zorlandıkları, insanları ikna etmekte zorlandıkları bir paket var. Çünkü sonuçta bunun bir tek adam yönetimi olmadığını göstermenin imkânı yok. Yapılabilecek tek şey, tek adam yönetiminin iyi bir şey olduğunu anlatmak. Ama bunca yılın iyi kötü parlamenter demokrasi yönetimini bir şekilde genlerinde taşıyan bir ülkenin bu konuda ikna edilmesi, en azından bu kadar kısa sürede pek mümkün olamazmış gibi geliyor bana. Evet 7 Haziran öncesinin atmosferini yaşarken hep 1 Kasım öncesi atmosfere, ki bu konuda İlnur Çevik’in en son yaptığı, sonra tevil etmeye çalıştığı açıklamalar var, tweet’ler var biliyorsunuz. Ki İlnur Çevik Cumhurbaşkanı’nın ılımlı varsayılan danışmanlarından birisi olmasına rağmen bunları söyleyebiliyor. Tekrar Türkiye’nin 1 Kasım öncesi atmosferi yaşama ihtimali tabii ki çok ciddi bir ihtimal ve endişe kaynağı olarak önümüzde duruyor.
Ancak şu haliyle baktığımız zaman, toparlayacak olursak, 12 Eylül 2010 referandumundaki rahat, kendinden emin Recep Tayyip Erdoğan’ı göremiyoruz. Burada kilit nokta AKP’ye normal olarak meyilli seçmenin bu referandumda ne yapacağıdır. Bunun içerisinde, AKP tabanının içerisinde, potansiyel AKP seçmeninin içerisinde başkanlık sistemini istemeyen, bu haliyle bu sistemi istemeyenlerin olduğunu, bayağı sayıda olduğunu biliyoruz. Zaten “Hayır” çıksa da yönetimin bir şekilde değişmeyeceğini, yine aynı Cumhurbaşkanı, iktidarın çoğunluğu yine AKP’de olacak, başbakan yine Binali Yıldırım olacak. Ama bu kesimlerin çok ciddi bir endişesi var. Çünkü AKP Türkiye’de yıllardır sistemin dışına itilmiş olan kalabalıkları sistemin merkezine taşıdı ve o merkezin nimetlerinden şöyle ya da böyle yararlanıyorlar ya da yararlandıklarını düşünüyorlar. Yaşanabilecek böyle bir kazanın, makas değişikliğinin kendilerini olumlu mu olumsuz mu etkileyeceğini çok kestiremedikleri için ve bu konuda da güvenebilecekleri birtakım isimlerin çıkıp da kendilerine önderlik etmemesi nedeniyle tereddütleri sürüyor. Galiba yaklaşık kırk gün içerisinde en önemli husus, AKP’ye yakın kesimdeki kafası karışık olan insanların nasıl bir tercih yapacağı belirleyecek referandumun sonucunu diyelim. Daha sonra, bir iki hafta sonra bu konuda tekrar gözlemlerimi, düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Şimdilik bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.