Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Atasoy Müftüoğlu ile söyleşi: Türkiye’de ve dünyada İslamcılık

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/315950011″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi haftalar, iyi günler. Stüdyoda çok önemli bir konuk ağırlıyoruz. Eskişehir’de yaşıyor Atasoy Bey. Atasoy Müftüoğlu Türkiye’de İslâmî hareketin önde gelen isimlerinden birisi, ama biraz medyadan uzak duran birisi. Onun için ben de nasıl ikna edebildiğime şaşıyorum. Atasoy Bey, hoşgeldiniz.
Teşekkür ederim.

Bu arada tabii ben gazeteci olarak İslâmî hareketler üzerine 30 yılı aşkın süredir çalışıyorum ve Atasoy Bey’le de ilk defa tanışmak nasip oldu. Ayağınıza sağlık.
Estağfurullah, teşekkür ederim.

İddialı gibi, ama mütevazı bir başlık seçtik; “Türkiye’de ve dünyada İslamcılık” diye. Bildim bileli siz, İslâmî hareket içerisinde yazan; kendi başına, bir grubu veya bir cemaati olmadan yazan birisiniz. Sadece Türkiye ile değil, dünyayla da çok ilgili birisiniz. Atasoy Müftüoğlu olarak şu anda 70’i aşmış durumdasınız.
75.

75 yaşında nasıl bir bilanço çıkartıyorsunuz? Baktığınız zaman. Bu genellikle hep şöyle konuşulur, biliyorsunuz: yükseliyor, geriliyor, güçleniyor vs.. Ama bir bütün olarak baktığınız zaman, Türkiye’de ve dünyada İslamcılık yarım yüzyılda ne yaptı?
Evet, önce şuradan başlamak gerekiyor: İslamcılık tanımını biz Müslümanlar icat etmedik. Bu bize dışarıdan tahmil edilen bir çerçeveydi. Her konuda olduğu gibi, belirlenmiş bir bilinç, her durumda bir zaafa işaret eder. Sizi belirleyemiyorlarsa o zaman bir varlık belirtiyorsunuz demektir. Ama hangi alanda olursa olsun eğer belirleniyorsanız, o bir soruna, bir patolojiye işaret eder. Ama bu kavramla kast edilen şey, doğrusunu isterseniz bizim de sahiplendiğimiz bir şeydi. Sahiplenmeli miydik, değil miydik? O ayrı bir şey. Sahiplenmemeliydik; kendi kavramsal çerçevemizi kurabilseydik eğer, buna ihtiyacımız olmayacaktı. Her konuda olduğu gibi, biz yine dışarıdan bize yüklenen kavramsal çerçevenin sınırları içerisinde kalarak konuştuk. Ama bu bizi tarif ediyordu. Bizi derken, acaba kimi tarif ediyordu? Ben kısaca şöyle söyleyebilirim: İslam’ın yeniden bir dünya vizyonu kazanmasını isteyen, talep eden, ya da bu misyonu ya da vizyonu yeniden nasıl kazanabileceğimize ilişkin değerlendirmeleri, çözümlemeleri olan bir kesime işaret ediyordu. Ancak bu kesim, sözünü ettiğim anlamda İslam’ın yeniden dünya vizyonu kazanmasını sağlayabilecek tarihsel çözümlemeler yapmayı başaramadılar. Dolayısıyla bu kavramın icat edildiği tarihten itibaren –ki bu kavram daha çok İran’da İslam Devrimi’nin başarıya ulaşmasını takiben güncellik ve yoğunluk kazandı–, kimi zaman bu kavram konjonktürel anlamda çok istismar edildi. Kimi zaman gerçeği yansıtmıyordu. Kimi zaman çarpık bir gerçekliği yansıttı. Kimi zaman çok sansasyonel anlamda kullanıldı. Kimi zaman demagoji anlamında kullanıldı. Ve hiçbir zaman gerçek durumun ifadesi olacak şekilde sağlıklı değerlendirmeler bu kavram etrafında yapılmadı. Onun için İslamcılığın bu son yarım yüzyıl içerisindeki serüvenini değerlendirmesi gereken Müslümanlar ya da Müslüman olmayanların bu konuyla ilgili olarak bir tarih felsefesi perspektifi içinde çok derinlikli çalışmalar yapmaları gerekiyor. Ben bu zaman zarfında şunu gördüm: İslam dünyasında önde gelen konunun uzmanlarıyla ya da konuya ilgi duyan pek çok üstadla görüştüm; farklı dillerde, farklı kültürlerde bu konuya yakınlık duyanlarla da kezâ görüştüm. Bu konunun daha çok istismar edilen bir konu olduğu sonucu ortaya çıktı; çünkü İslamcılık bu konjonktürel çerçevenin dışına çıkma iradesini gösteren büyük, etkili bir sürece dönüşmedi.

Burada demin de bahsettiniz, İran Devrimi sanki bunu yapacakmış gibi bir hava yarattı. Yanlış hatırlamıyorsam –yanlışsa da düzeltin– sizin de dahil olduğunuz Türkiye’deki bazı İslamcıları da bayağı bir heyecanlandırmıştı, değil mi?
Doğrusunu isterseniz ben Devrim’in hemen ilk yılında İran’a giderek bu tercihin tarihin son beş yüz yılının; İslâmî anlamda, İslam dünyasında yaşananlardan hareketle tarihin son beş yüz yılının en özgün, en bağımsız, en etkili hareketi olduğuna inananlardanım. Bu devrim, insanlığın, daha doğrusu modern zamanların, daha doğrusu Aydınlanma mutlakıyetçiliğinin dini ve dinî olanı, mutlak olanı bireyin vicdanına hapsettiği günden itibaren, dinin yeniden tarihe dönebileceğine ilişkin bütün ihtimallerin ortadan kalktığı bir dönemde gerçekleşti. Bu, bu açıdan önemliydi. Çünkü aynı zamanda Aydınlanma mutlakıyetçiliğini ya da Aydınlanma diktatörlüğünü de yalanlamış oluyordu. Devrim o tarihlerde İslam dünyasındaki düşünce, kültür, ilâhiyat hayatı için bir düştü. Sadece bir düşten ibaretti. Bunun bir gerçekliğe dönüşmüş olması kuşkusuz hepimizi heyecanlandırdı. Ancak bugün –yani bendeniz devrimin hâlâ çok önemli olduğuna inananlardanım– ama eğer devrim kendisini Şii ufka ve perspektife kapatmamış olsaydı, oradan yeni bir model çıkacaktı. Bütün Müslümanları içine alan bir model çıkacaktı. Çünkü biz hâlâ, bütün toplumlar, Batı-dışı toplumlar da dahil olmak üzere, Batı modeline bağlılığımız sürüyor. Batı modeli dışında başka bir model konuşuluyor olacaktı. Yeni bir dünya görüşü, yeni bir hayat tarzı, yeni bir ekonomik sistem, yeni bir siyasal sistemin imkânları konuşulacaktı. Ancak zamanla Devrim’in kendisini Şii ufka kapatmış olması sebebiyle evrensel bir model olma ufkunu ve imkânını maalesef kaybetti.

Bir de millîleşti deniyor.
Tabii, bugün İran da aynen Türkiye’de yaşandığı üzere ulus-devlet refleksleri gösteriyor. Zaten İran’da devrimci dil, düşünce ve birikim büyük ölçüde Ahbârî geleneğin baskısı altındaydı. Bugün Ahbârî gelenek yeniden İran’da öne çıkıyor. Ahbârî geleneğin yeniden öne çıkıyor olması İslâmî bağlamda yeni bir işbirliğine imkân vermiyor.

Şunu sormak istiyorum: Devrim’in ilk etkili olduğu 80’li yıllardan itibaren İran Devrimi’nin bu mezhep boyutu genellikle bypass ediliyordu, çok önem taşımıyordu ve sanki mezhepler-üstüymüş gibiydi; ama bakıyorduk ki, Velâyet-i Fakih öğretisi bile doğrudan mezhep referanslı bir şey. Bu olayın, İran’ın mezhepler-üstü görünümünün aldatıcılığı çok hızlı bir şekilde ortaya çıktı sanki; ama şu anda bir de çok yaşanmadık, çağdaş bir mezhep gerilimi var. Hatta İslamcı hareketlerin içerisinde de mezhepler anlamında ayrışma var. Eskiden birlikte telâffuz edilen, radikal tâbir edilen birtakım İslamcı örgütler şimdi birbirlerine neredeyse düşman olmaya başladı. Bunu sadece konjonktürle mi açıklamak gerekir?
Hayır. Bizim İslam dünyası toplumlarının hepsinin çok hayatî, çok derinlikli yapısal sorunları var. Bu sorunlar çözümlenmedikçe İslam dünyası toplumları İslâmî bir gelecekten söz edemezler. Biz zaman zaman kimi sorunlarla karşılaştığımızda bu sorunların hep dışarıdan kaynaklandığına ilişkin bir yanıt üretiriz. Ve bu bizi rahatlatır. Sorunların kendi zaaflarımızdan kaynaklanabileceğine ilişkin hiçbir değerlendirme yapmayız. Çünkü bu bize ağır gelir. Kendi zaaflarımızla yüzleşmek istemeyiz. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar, İslam’a yönelik ya da Müslümanlara yönelik dışarıdan yapılan saldırılardan çok, İslam’ın içeriden mâruz kaldığı saldırılarla yakından ilgilidir. Ve fakat bugün ne düşünce hayatımız ne kültür hayatımız içeriden yapılan saldırılarla ilgili hiçbir, tekrar ediyorum hiçbir çözümleme yapma iradesi ortaya koyamıyor. Bununla neyi kast ettiğimi kısaca arz edeyim: İslam’ın özellikle içe ve geçmişe kapanarak aklî ilimleri, içtihâdı ve felsefeyi yasakladığı günden itibaren, İslam dünyası tanımı çok güç ve İslâmî açıklaması olmayan, İslam toplumları kendisini dine nispet eder, ama İslâmî açıklaması olmayan, örneğin Kur’an’a dayandırılamayacak bir şey; yani aklî ilimlerin yasaklanmasının hiçbir surette İslam’a nispet edilmesi mümkün değil. Aklî ilimlerin, felsefenin ve içtihâdın yasaklanmasıyla birlikte çok büyük bir felâkete dûçar olduğunu idrak edemedi toplumlarımız. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Bu felâket bir geleneğe dönüştü. Yani felâketin adı gelenek oldu. Biz bu felâketi sahiplendik, üstlendik. Sonra bu felâket gelenek aracılığıyla dine dönüştü. Şu anda biz o felâketi sahiplenmeyi sürdürüyoruz, hem de iftiharla sahiplenmeyi sürdürüyoruz. Burada vahim bir şey var. Burada bir büyük patoloji var. Ve bu geçmişle çok ciddi bir hesaplaşma yapmayı zorunlu kılıyor. Geçmişle bir hesaplaşma yapmak demek geçmişle kavga etmek demek değil. Geçmişte yaşayan Müslüman düşünürleri, hareketleri, akımlarıyla kavga etmek değil. Eğer sağlıklı bir irade ortaya koymak istiyorsanız, bir kültürün nasıl bu noktaya geldiğine ilişkin neler yapmak zorundasınız? Yanıtlar bulmak zorundasınız. Bu şu âna kadar yapılmadı ve bugün, biz bu geleneğin –felâket olarak tanımladığım geleneğin– sınırları içinde kalarak konuşuyoruz. Yani biz İslam’ın daha çok tarihsel tezâhürleri etrafında çözümler arıyoruz, kendisi etrafında değil. Burası çok önemli ve biz bunu da hiç konuşmadık. Örneğin ilâhiyat hayatımız, dinî hayatımız, akademik hayatımız… — evet, akademik hayatın büyük ölçüde sınırları var, çünkü akademik hayat kendisini daha çok modern, bilimsel rasyonaliteyle konumlandırmak zorundadır; bunları tartışmaya cesaret edemez. Müslüman bir akademisyen dinin ontolojik meşruiyetini nasıl kaybettiğini konuşamaz. Nasıl kazanılması gerektiğine ilişkin hiçbir öneride bulunamaz. Bugün büyük ölçüde Batı modeli kendisini bildiğiniz üzere Rönesans’ın kurduğu ontolojik düzenle sürdürüyor. O ontolojik düzen temelinde ne olmuştur? Daha sonra Aydınlanma’yla birlikte Batı, kendi dünya görüşü, değer sistemi ve algı sistemi temelinde bir evrensellik oluşturmuş ve bu evrenselliği sömürgecilik yoluyla Batı-dışı toplumlara dayatmıştır. Bu şu demektir — siz de biliyorsunuz: Dayatılan evrensellik yoluyla Batı, entelektüel iktidarı, entelektüel egemenliği ve kontrolü ele geçirmiştir. Bu şu demektir: Bundan sonra zihin dünyamız bu entelektüel iktidarın kontrolü altındadır. Zihin dünyamızı çerçeveleyen, çevreleyen şeyin sınırlarını bu iktidar belirleyecektir. Nitekim halen o belirliyor.

Burada yalnız söze gireceğim. Şimdi –her ne kadar güncel meseleler konuşmama konusunda şey yaptık ama– şimdi bu yayını izleyen birisi şöyle diyebilir — kabaca söyleyeceğim: “Adama bak! Ne kadar karamsar bir tablo çiziyor. Halbuki Türkiye’de şu, şu, şu var.”
Şimdi, umuttan söz edebilmeniz için gerçeklerle yüzleşmeniz gerekir. Umudun bir içeriği olmalı, umudun bir gerekçesi olmalı. Eğer bugün Batı-dışı toplumlar –Türkiye de dahil olmak üzere– eğer bu Batı modelinin kavramsal ve kurumsal çerçevesi içine hapsedilmişlerse –ki edilmişlerdir–; bu çerçevelere ilişkin herhangi bir şekilde herhangi bir hesaplaşma yapılamamışsa –ki yapılmamıştır, örneğin kapitalizmle İslam arasında bir bağ kurmak hiçbir şekilde mümkün değildir, ama bugün kapitalizm ve İslam arasında, daha doğrusu İslam değil Müslümanlar arasında, yakınlık değil, iç içe geçmişlerdir–, bu şu demektir: Müslümanlar ahlâksız bir ekonomiye ikna edilmişlerdir. Halbuki Müslüman bütün tavrını, tarzını, her şeyini ahlâkî zeminde kurmak zorundadır. Ahlâksız, merhametsiz, vicdansız, sınırsız derecede sömürgeci, fırsatçı, oportünist bir ekonomik düzenle Müslümanların bütünleşmesinin kabil-i îzah bir yanı yoktur ve buradan bir umut çıkarılamaz. Kezâ sekülerizmin Batı toplumlarıyla, Batı tarihsel tecrübesi ve kültürü içerisinde bir şekilde ilişkisi kurulabilir. Ama şunu hatırlamak gerekir ki semâvî dinlerin tümü sekülerizme yabancıdırlar. O, Batı’da tarihsel süreçlerin bir yansımasıdır ve bu anlaşılabilir. Ama sekülerizmin İslam dünyası toplumlarına ihraç edilmesinin ve onlar tarafından ithal edilmesinin, kendisini hâlâ İslam’a nispet ediyor olanlar açısından îzahı asla ve kat’â mümkün değildir. Şimdi… Ve yine tabii devam edelim. Evet, güncel şeylerden söz etmeyeceğimizi söyledik. Fakat karşı karşıya bulunduğumuz bu güncel sorunların tarihsel nedenlerini ihmal edersek sorunları biriktirmiş olacağız. Halbuki bugün bir irade ortaya koyarak, ne yapmalıdır? Eğer entelektüel iddiada bulunan bir kadro varsa; düşünsel, kültürel, felsefî bir kadro varsa, bunları ne yapabilir? Bunları tartışmaya açabilir.

Var mı öyle bir kadro?
Bugün bendeniz doğrusu böyle bir kadro olduğundan şüpheliyim; çünkü bundan bir-iki sene kadar önce Türkiye’de ilâhiyat fakültelerinde felsefe okutulsun mu okutulmasın mı tartışması yapılabilmiştir. Felsefeye hâlâ şüpheli gözüyle bakan bir geleneğimiz var. Sadece felsefeye değil; düşünmeye, düşünceye kapalı bir geleneğimiz var. Artık hepimize modern zamanlar ve geleneksel pragmatizm ne yaptı? Hesap yapan düşünceyi öğretti. Artık her şey hesap yapan düşüncenin sınırları içinde ifadesini buluyor. Yani hakikatin yerine matematik geçtiği günden beri biz hakikate yabancılaştık ve pek çok şeyin bugün mümkün olmayabileceğine, yani dinî olan bir şeyin bugün kamusal planda gerçek kılınmasının mümkün olmayabileceğine ilişkin neredeyse bir özgüven sorunu yaşıyor. Yani buradan şöyle bir sonuç çıkıyor: Müslümanlar bireysel dindarlığa ikna edilmişlerdir sonucu çıkıyor. Bireysel dindarlığa ikna edilmek ne demek? Kamusal alanı kapitalizme bırakmak; seküler, neo-liberal iradeye bırakmak anlamı taşır. Dolayısıyla o belirlenmiş bilinç dediğim şey, sizi bireysel vicdana hapseden irade tarafından teslim alınmışsınız. Yani sömürgeciler İslam dünyası toplumlarını sömürgeleştirmeden önce onların zihin dünyalarını sömürgeleştirdiler. Bu zihnin bağımsız bir bilinç, irade ve tarih üretmesine engel oldular. Bugün biz hâlâ Türkiye’de, ya da İslam dünyasında herhangi bir ülkede, İslâmî anlamda entelektüeller, düşünce adamları, filozoflar olsaydılar, önce onların, şimdi bugün, şu saatte, sömürgeci, koloniyalist bilginin, dilin, tarihyazımının yapısökümüyle ilgili bir çözümleme yapıyor olmaları gerekirdi. Böyle bir yapısöküm çalışması şimdiye kadar yapılmamıştır. Size şunu hatırlatmak isterim: Müslümanların özellikle tarihin son 200 yılı içinde mâruz kaldıkları ötekileştirme, yalnızlaştırma, sessizleştirilme ve sadece istatistik konusu haline getirilmeleriyle ilgili olarak, uygarlık misyonu dili aracılığıyla –ki bu dil insanlık tarihi boyunca üretilmiş en aşağılık dildir, çünkü bu sizi kategorize eder ve sizi barbar olarak tanımlar; sizi medenileştirinceye kadar tarih odasında bekletir, nitekim bekletiliyoruz, her gün aşağılanıyoruz, her gün aşağılanıyoruz – bu sözünü ettiğim, bize dayatılan evrenselliğin gerçekleştirildiği evrensel entelektüel iktidara karşı Müslümanlar bir tek etkili cümle kurmayı başaramamışlardır. Yani biz başaramadık. Burada şu ya da bu kesimi itham etmenin bir anlamı yok. Bunun nedenleri var. Bunun nedenleri dışarıdan dayatılan nedenler değil, içimizden dayatılan nedenler.

Biraz somut birtakım örneklerden gidelim.
Somut bir örnek vereceğim şimdi ben size. Onun için buraya geldim. Bu bizim mâruz kaldığımız serüvene Müslüman olmayan ama İslâmî kültür dünyasının bir parçası olan Edward Said yanıt verdi. Oryantalizm (Şarkiyatçılık, çev: Berna Ülner, Metis Yay.) kırk yıldan beri –bunu siz de biliyorsunuz– dünya akademik hayatını çok ciddi bir şekilde meşgul ediyor. Kırk yıldan beri hiçbir zaman o kitap önemini kaybetmedi. Çünkü kitap ortaya çok niteliksel bir eleştirel dil koyuyordu; çok nitelikli bir dil, derinlikli bir dil koyuyordu. Hamâsî değil, popülist değil, ucuz sloganlara dayalı değil, klişelere müracaat etmeyen bir dil koyuyordu. Bunu şunun için arz ediyorum: Kırk yıl boyunca bu kitap etkisini hâlâ sürdürüyor. Hatta ben geçen bir makalede gördüm. Ilan Pappé –Yahudi bir tarihçi– bir başka kitaptaki bir açıklamaya atfen –muhtemelen Tarihin Küresel Tarihi (çev: Mehmet Moralı, Alfa Yay.) kitabındaki bir açıklama, ki o kitapta 20. yüzyılın en büyük entelektüel olayının, Edward Said’in Oryantalizm’i olduğunu yazıyor– Ilan Pappé de şunu söylüyor: “20. yüzyılın değil, 20 yüzyılın yarısının en önemli kitabıdır” diyor. Asıl burada benim gündeme getirmek istediğim şey şu: Edward Said’in bir Hıristiyan olduğunu, seküler birisi olduğunu, hümanist birisi olduğunu, Amerikan hayat tarzını özümsemiş birisi olduğunu biliyorsunuz. Böyle birisi böyle etkili bir eser yazmayı başardı. Kırk yıldan beri İslâmî düşünce hayatı böyle bir, bu kitabın muadili bir kitap yazmayı başaramadı.

Ben kendisiyle tanışma şansına da kavuşmuştum. Gerçekten rahmetle analım. Çok önemli. Mesela bir Arap Baharı oldu ve fiyaskoyla sonuçlandı, hızlı bir şekilde. Şimdi bunu uzun uzun tartışmak bir yana, ben darbeden sonra, o büyük katliamın öncesinde, ama darbeden sonra Kahire’ye gittim. Bayağı, 10 gün falan kaldım, hatta Ramazan’ın ilk günleriydi. Orada o meydanda Müslüman Kardeşler, İhvan toplanıyordu. Sürekli orada yatıyorlardı, kalkıyorlardı falan; kendileriyle röportaj da yaptım. Ama şu beni çok çarpmıştı: Mısır gibi bir ülkede, o kadar dinamik bir ülkede, İhvan yanına kendinden olmayan kimseyi getirememişti. O meydanda –liberaller şunlar bunlardan vazgeçtik–, diğer İslâmî gruplar, cemaatler vs. yoktu. Hatta, biliyorsunuz, Selefiler darbeyi desteklemişti. Bugünkü Mısır İhvan’ı dünyanın en önde gelen, en köklü hareketlerden birisi. Buradaki sorun onların yöneticilerinin bir sorunu mu? Yoksa daha temel, ontolojik bir sorun mu?
Tabii daha temel, daha ontolojik bir sorun var. Bu sorunu da bugün biz konuşmalıyız. Yani İslam merkezinde konuşan herkes, kendisini İslam’a nispet eden herkes bundan sorumludur çünkü. Evvela soru şu: Neden her şeye biz mâruz kalıyoruz? Soru bu. Neden mâruz kalıyoruz? Bu bünye neden mâruz kalıyor? Bu konuyla modern tarihte sadece bir kişi ilgilendi: Mâlik Bin Nebî, biliyorsunuz. Mâlik Bin Nebî –Allah ona rahmet etsin– dedi ki “Evet sömürgecilik korkunç bir şey. Gayri insanî, gayri aklî bir şey. İnsanlık-dışı bir şey. Fakat ben size daha korkunç olanını söyleyeyim: Sömürülmeye elverişli olmak.” Bu çözümleme çok önemliydi ve fakat bu çözümleme gereği kadar yankı bulmadı. Buradan şu noktaya geçmemiz mümkün. Biliyorsunuz bütün kültürler tarihte etkili bir rol alabilmek için iki büyük şey yaptılar: Birincisi büyük ölçekli içerik ürettiler. İkincisi, büyük ölçekli bir değişim gerçekleştirdiler. Bize derler ki: “Bir medeniyet doğar, yaşar, ölür”. Bu bir klişeden ibarettir. Bir medeniyet içerik ürettiği zaman boyunca yaşar ve büyük ölçekli değişim gerçekleştirdiği sürece hayâtiyetini sürdürebilir. İçeriden bir yozlaşmaya, bayağılaşmaya neden olduğunda o çöker. Yoksa o dinamik üretkenlik… Üretkenlik çok önemli burada, içerik üretmek. Şöyle bir şey var: Bu bizim medeniyetimizin belki en dikkate değer tarafı budur. İslam tarihe çıktığında bütün kültürlerin ilgisini çekebilecek, dikkatini toplayabilecek kuşatıcı bir dil oluşturdu. Çünkü İslam insanlara hitap ediyor; şunlara bunlara hitap etmiyor, kategorize etmiyor. Etmedi, bu dile ikna etti ayrıca. Bütün kültürlere hitap eden dilin geri çekilmesiyle birlikte, yani o demin sözünü ettiğim içe kapanma ve geçmişe kapanmayla birlikte, tek kültürün, tek mezhebin, tek etnik aidiyetin, tek milliyetin, tek hizbin ya da tek karizmatik figürün ufkuna kapatıldığı gün başladı bizim felâketimiz. Şimdi biz bugün, örneğin Türkiye’de çok sık görürsünüz, her gün İslamcılık iddiasındaki arkadaşlarımız büyük bir medeniyet tasavvurundan söz ederler. Bir medeniyet tasavvurundan söz ederken o insanların şunu düşünmesi gerekir: Dinin ontolojik meşruiyetinin reddedildiği bir yerde siz nasıl medeniyet tasavvurundan söz ediyorsunuz? Bu bir. İki: Yine dinin ontolojik meşruiyetinin tanınmadığı, dinin bireysel vicdanla, ulusal dindarlıkla, ulus-devlet realizmiyle, devlet dindarlığıyla sınırlandırıldığı, kısıtlandığı, kontrol edildiği bir dünyada siz nasıl bir medeniyet kuracaksınız? Bu medeniyet kime hitap edecek? Bütün kültürlere hitap eden bir dile sahip değilsiniz. Çünkü o bütün kültürlere hitap eden dil bugün ne olmuştur? Hizip dili haline getirilmiştir. Paramparça edilmiştir. Ve her parça bugün kendisini çok önemli buluyor, her parça bugün kendi tarzıyla büyüleniyor, her parça kendisi dışındaki hiçbir gerçeklikle ilgilenmiyor, her parça çok bencil, her parça çok narsisist, her parça çok sorunlu. Çünkü parçadan ibaret.

Yani yan yana gelinmesi…
Şimdi İslâmî bütünlüğü kapsayan bir dil…, daha doğrusu o dilin önce ne olması lâzım? Koloniyalist sömürgeci dilden bağımsızlaşması lazım. Çünkü modern zamanlarda hem bilim, hem dil, hem tarihyazımı, sömürgeci amaçlar için araçsallaştırıldı. Eğer araçsallaştırılmamış olsaydı zaten bilimcilik diye bir şey ortaya çıkmayacaktı. Ve biz saf bilimle haşır neşir olacaktık… Bilim ideolojik anlamda istismar edilmeyecekti. Şimdi bugün bu medeniyet tasavvurundan bahsedenlerin önce her şeyi bir kenara bırakarak, bir kere bilgiyi özgürleştirmeleri gerekiyor. İki: Bu hizip dilinin sınırlarını aşması gerekiyor, yerel dilin sınırlarını aşması gerekiyor. Biz ânında evrenselliğin yaşandığı bir dönemde yaşıyoruz, ânında. Yani bu yeni medya teknolojileri aracılığıyla ânında. Bu teknoloji bir tıkla sizin iyilerle karşılaşacağınız gibi kötülerle de karşılaşmanızı, çok etkili düşünce hareketleriyle olduğu gibi çok bayağı hareketlerle de karşılaşmanızı mümkün kılan, çok karmakarışık bir dünyada yaşıyorsunuz.

Peki bu yeni teknolojiler deyince, bunu en çok, en etkili kullananlar –tâbiri beğenmeyebilirsiniz ama en kullanışlısı o– yeni Selefi Cihadcılık denen IŞİD, El Kaide gibi yapılar.
Önemli olan bunları kimin ne kadar çok kullandığı değil. Onların tükettiği içerik çok önemli.

Peki bu yapılar nasıl çıktı, bu hareketler? Bunu konuştuğumuz zaman, İslamcı iddialı birçok insan hemen bu olayı bir komplo teorisiyle, yok Batı yaptı, CIA yaptı falan diye…
Tabii bizim böyle çok yüzeysel çözümlemeler konusunda çok dikkatli olmamız gerekiyor. Yani hiç kimseye haksızlık etmemek, hakkaniyet sınırları içinde kalmak; ama evvela tabii zamanın, tarihin nabzını tutmak. Bu çok önemli. Mekânın nabzını tutmak, bu çok önemli. Tarihin dinamiklerine ilişkin bir şeye sahip olmak, bir birikime sahip olmak. Kendisini tarih-dışı dünyaya hapseden bir kültürün bugün 21. yüzyılda söyleyebileceği bir şey olamaz. Şimdi, bu hareketlerin ürettiği içerik çok önemli. Bu içerik daha çok hizip adamlarına, yani partizanlara hitap eden bir içerik. Hangi eğilimin partizanı olursanız olun; her partizan sadece klişelerle ve sloganlarla hareket eder. Onlar düşünen düşünceye çok yabancıdırlar. Hiçbir partizanın böyle derinlikli bir düşünceye sahip olduğu görülmemiştir. Çünkü onun ufku tek boyutludur ve her partizanın ufku tek akla dayalı bir ufuktur. Bizim müşavereyi ve müzakereyi esas alan bir kültürün çocukları olarak tek akla, tek yoruma, tek bağlama, tek mezhebe, tek etnik aidiyete, tek otoriteye, ilâ âhir kendimizi kapatmadan, bütün insanlığın ilgisini ve dikkatini çekebilecek bir incelik, nitelik ve derinlik içerisinde, hikmeti de içerecek şekilde… yani İslâmî dil bir bütünlüğün adıdır ve o bütün boyutları bir araya getirmediğinizde tamamlanmış olmaz. Bütün boyutlardan kastım: İslam’ın hukukî boyutu, siyasal boyutu, imana ilişkin boyutu, estetik boyutu, ilâ âhir irfânî boyutu gibi bütün boyutlar. Bütün boyutları bir araya getirmediğinizde o hep eksik kalır. Bir parçadan hareketle, bir parçanın tarzından hareketle onu İslâmî bütüne teşmil edemezsiniz. Parçaları ortaya çıkaran hem iç hem dış nedenler vardır. Bütün bunların iç nedenleri, o bizim tarih boyunca yaşadığımız şey çok önemlidir ve oraya ısrarla vurgu yapmak gerekir; çünkü aklî ilimlere içtihâdı ve felsefeyi yasaklayan zihniyet kadavralardan oluşan bir toplumun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kadavraları yönetmek kolaydır. Bugün bir mevzu var, üzerinde durulması gereken bir şey var. İslam dünyası toplumları tarihin son birkaç yüzyılını politik popülizm uyuşturucusu alarak, yoğun bir şekilde dinî popülizm uyuşturucusu alarak geçirdiler. Hâlen aynı noktadalar. Çünkü politik popülizm uyuşturucusuyla dinî popülizm uyuşturucusu arasında organik bir ilişki var. Şimdi bu akımlar, klişeler aracılığıyla pekâlâ ne yapılır? Bugün dinî hayat büyük ölçüde İslam dünyası toplumlarında meczuplar tarafından ele geçirilmiştir. Bendeniz gittim bu dünyanın nabzını defaatle tuttum. Bugün dinî hayatın gündemini konuşmaya cesaret etmeliyiz, Müslümanlar cesaret etmeliler. Kavga etmek için değil; birilerini tahkir etmek, tezyif etmek, aşağılamak için değil. Buradan sağlıklı bir şey çıkarmak için bunu yapmalılar. Bunu yapmak için hem modern zamanlara ilişkin bir çözümleme yapmaları gerekiyor dışa doğru, hem geleneğe doğru, içe doğru bir çözümleme yapmaları gerekiyor. Mesela 1492’den biz sorumluyuz deme cesaretini göstermeleri gerekiyor. 1492 –biliyorsunuz– kabile rekabetleri sebebiyle Endülüs’te İslâmî bünyenin büyük ölçüde zayıflaması sonucunu doğurdu. 1492’de yeni bir tarih başladı. Fakat 1498’den biz sorumlu değiliz. Çünkü 1498’de o dönemin emperyalistleri –Portekiz orada bir metafor– yeni doğan bütün bir Avrupa. 1498, İslâmî egemenliklerle hesaplaşmak için ortaya konmuş, çok büyük projeksiyonu olan bir projedir. Ama biz 1498’i deniz seferleriyle, ticaret seferleri gibi algılarız. Halbuki o aynı zamanda bir misyonerlik hareketidir, İslam’a karşı, Doğu-Batı karşıtlığının temellerinin atıldığı ilk tarihtir. İslam dünyası toplumlarının sömürülmesini ve bütün zenginliklerinin Batı’ya aktarılmasını mümkün kılan bir tarihin adıdır. Şimdi onun için bizim bu hesaplaşmayı yapmak gibi bir sorumluluğumuz var. Bugünün gündeminde bu tür hesaplaşmalar yoktur.

Atasoy Bey, sizi benim hatırladığım, 80’li yıllarda Türkiye’de Gülen Cemaati –şimdi FETÖ diyorlar biliyorsunuz, o zamanlar Fethullahçılar denirdi, çok görünmezlerdi vs. ama– sizin de o tarihlerde bayağı bir işkillendiğinizi hatırlıyorum… yanlış hatırlamıyorum değil mi? Türkiye’nin tarihine bir şekilde damga vurdu bu hareket, bana göre olumsuz anlamda bir damga vurdu. İşin “kandırıldık mandırıldık” boyutunu ciddi bir çözümleme olarak almak mümkün değil.
Hayır, hayır.

Ne oldu? Bu hareket nasıl böyle göz göre göre…, aslında birçok insanın, sonradan onlarla ittifak yapan insanlar da bu hareketin nasıl bir hareket olduğunu özünde, üç aşağı beş yukarı biliyorlardı değil mi?
Evet. Şimdi eğer kendimizi tek akla, tek yoruma, tek bölgeye hapsetmemiş olsaydık… Yani şöyle arz edeyim: Dünyada ne olup bittiğini takip ediyor olsaydık; sadece dünya entelektüel hayatının nabzını tutan bir topluluk, bir kadro olsaydı. Siz hatırlayacaksınız, İran’da devrim olduktan sonra küresel seçkinler bir daha devrim olmaması için ne yapmalıyız diye bir tartışma başlattılar. Bu tartışma kesinlikle kapalı kapılar ardında olmadı. Herkesin duyabileceği bir şekilde oldu. Ve fakat biz o tarihlerde daha çok ayrıntılarla, eskilerin diliyle kıylükal dediğimiz bir şeyle meşguldük, ayrıntılarla meşguldük. Esasa ilişkin hiçbir çözümleme yapmıyorduk. Küresel seçkinler önce İran konusunda uzman olan İranlılarla görüştüler. Yani Batı üniversitelerinde çok tanınmış hocalarla görüştüler. Onlar dediler ki bunlara: “Bu devrim en fazla bir yıl sürer.” Daha sonra bunlar bu çerçeveyi daha fazla genişlettiler ve küresel ölçekte bu şeye yanıtlar aradılar: Bir daha devrim olmaması için ne yapmalıyız? Devrimci dili ve duyarlığı, eğilimleri ve kadroları kontrol etmeliyiz. Hatırlarsanız o günlerde Brzeziński, Out Of Control [Kontroldan Çıkmış Dünya, çev: Haluk Menemencioğlu, İş Bankası Yay.] kitabında Amerikan Kongresi’nin bu amaca yönelik bütçe ayırdığını yazdı. Bütçe! Yani yeni bir din dilinin icadı doğrultusunda –miktar hatırımda değil ama arzu edenler kitaba bakabilirler–, orada onu yazdı. Yine hatırlarsınız Kader Üçgeni [çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay.] kitabında Chomsky bu vâdîde sürdürülen temasları anlattı. Yani Türkiye’de, Mısır’da, Suudi Arabistan’da, İslam dünyası toplumlarında yeni bir devrim olmaması için ne yapmak gerektiği konusundaki ilişkilerin mahiyetini anlattı. Bu küresel seçkinler –bunlar kuşkusuz ideolojik ve ırkçı saplantıları olan seçkinlerden söz ediyoruz– İslam’ın kontrol edilmesi için çok ciddi çabalar harcadılar ve yayınlar yapmaya başladılar. Ve ilgili ülkelerde bu yeni din dilini temsil edecek memurlar aradılar ve buldular. Bu memurlar bulundukları ülkelerde bu misyon adına hareket ettiler. Bendeniz o tarihten itibaren, tam 30 yıl boyunca her ay yazdığım dergilerde Neo-Nurculuk diye bir şeyden söz ettim. Yani bunun bir Amerikan projesi olduğunu yazdım. Defaatle şunları yazdım: Türkiye’den bütün Müslümanların zekât, fitre, sadaka, infak, tasadduk gibi paralarının Amerikalı politikacılara rüşvet olarak dağıtıldığını yazdım. Kitaplarımda var. Kendimden bahsetmekten çok hayâ ederim, ama bunları söylemek zorundayım. Eğer Türkiye’de Müslümanlar, hangi düzeyde olurlarsa olsunlar, bilinç düzeyinde bir İslâmî tercihte bulunmuş olsaydılar, bu harekete karşı teyakkuz halinde olacaklardı ve dikkatli olacaklardı.

Şimdiki teyakkuzu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdiki teyakkuzu ben yeterli bulmuyorum. Çünkü şöyle değerlendiriyorum; âdeta bize şöyle söyleniyor: Şu ya da bu cemaate katılabilirsiniz, ancak bizim bedensel ve fiziksel varlığımıza yönelik katliamda bulunmamak koşuluyla. Yani zihinsel katliamlara devam edebilirsiniz.

Maddî olarak bir şey yapmayın yani.
Bedensel ve fiziksel varlığımıza yönelik, ya da işte iktidar ortaklığına filan kalkışmamak koşuluyla deniyor da olabilir. Ama zihinsel, o benim sözünü ettiğim politik ve dinî popülizm uyuşturucusuna karşı… Çünkü bu hareket ondan yararlandı; bu hareket tarihte yarın da benzeri olmayacak ölçüde dini istismar etti, aşağıladı, istiskal etti. 15 Temmuz tarihte benzeri görülmeyen büyük bir alçaklık. Çünkü ne yapıyorsunuz? Emperyalistler tarafından, onların amaçları doğrultusunda kurgulanan bir din dili adına onlarla işbirliği yapıyorsunuz. Onların size karşı şey yaptıkları iktidar ihtirasları adına bunu kabul ediyorsunuz. Fakat 15 Temmuz’dan sonra Türkiye… Ben 15 Temmuz’da halkın direnişinin de çok anlamlı olduğunu düşünüyorum, takdir ediyorum. Ama bugün Türkiye’de geldiğimiz nokta şudur: 15 Temmuz’a kadar İslamcılık iddiasında bulunan ne kadar isim varsa bugün kokuşmuş bir sağcılığın ve milliyetçiliğin hizmetine girmişlerdir.

Burada noktayı koyalım mı? Ama şunu konuşmak isterseniz, şu Suriye meselesini sorayım mı?
Suriye meselesi çok ciddi. Ben Suriye’yle ilgili çok özet bir şey söyleyeyim size. Bendeniz Suriye’de muhalefetin icat edildiğini biliyorum. Bunu her şartta, her yerde konuşmaya hazırım. Muhalefet icat edilmiştir. Suriye’de olayların başladığı günden itibaren Suriye’de o güne kadar örgütlü bir muhalefet yoktu, bunu biliyorum. Türkiye emperyal bir projeye âlet edilmiştir, bunu biliyorum. Bunları söylemek demek Baas Rejimi’ni desteklemek anlamına gelmez. Ben kendimi hâlâ her şartta İslam’a nispet eden birisiyim. Seküler ve milliyetçi bir rejimi desteklemek gibi bir şeyden beriyim. Söylemek istediklerim bu kadar.

Evet. Atasoy Müftüoğlu’yla bayağı derin bir sohbet yaptık.
Estağfurullah.

Kendisi Eskişehir’de yaşıyor aslında, ama arada İstanbul’a yolu düştüğünde tekrar konuk ederiz, değil mi?
İnşallah.

Atasoy Müftüoğlu’na çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.