Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Reisçiliğin krizi

 

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Referandum vesilesiyle burada yaptığım yayınların büyük bir kısmında bir temanın ısrarla altını çizmeye çalışıyorum. O da Türkiye’de 7 Haziran öncesini andıran bir atmosfer olduğu, dolayısıyla siyasî iktidarın işinin çok da kolay olmadığı, normal şartlarda MHP’yle birlikte hareket ettiği için yüzde 50’yi çok kolay aşabilecekken şu anda hâlâ bir tedirginliğin, sıkıntının gözlendiğini söylüyorum. Bu bir kriz. Bu aslında referanduma özgü… Yani referandumun içeriğiyle tabii ki ilgisi var, ama çok daha yapısal bir mesele var. Bu yüzden bugünkü yayının başlığını “Reisçiliğin Krizi” diye koymayı uygun gördüm.
“Reisçilik” derken, tabii ki Tayyip Erdoğan’a atfedilen reislikten hareketle söylüyorum bunu. Ama şunu özellikle vurgulamak lazım. Tayyip Erdoğan da gençlik yıllarından itibaren bu “Reis” sıfatını ya da lakabını hep taşımış birisi. Özellikle Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olduktan, daha sonra İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduktan sonra, yakın çevresi kendisine “Reis” diye hitap ediyordu. Ama son dönemdeki reislik vurgusu çok daha farklı bir yere doğru evrildi. Daha bir samimiyeti de içermekle beraber onun tekliğinin, iktidarı elinde tekelleştirmesinin de işareti oldu.

Erdoğancılık’tan Reisciliğe

Adalet ve Kalkınma Partisi ilk kurulduğu anda bunun nasıl bir hareket olduğu ve olacağı üzerine yazdığım yazılarda –ki sonra onların bir kısmından hareketle Tayyip Erdoğan’ın portresini meslektaşım Fehmi Çalmuk’la yazmıştık– orada daha ilk andan itibaren bir Erdoğancılık vurgusu olduğunu söylemiştim. Onu o tarihte siyasî danışmanı olan, şu anda da Avrupa Birliği Bakanı olan Ömer Çelik dile getiriyordu. O hareketi bir Erdoğancılık olarak tanımlıyordu. Ama o zaman o hareket Erdoğancı bir hareket değildi. O zaman o hareket kolektif bir hareketti, ama lideri Recep Tayyip Erdoğan’dı. Ama bu hareketin adım adım Erdoğancılığa doğru evrildiğini gördük. Ve şimdi belli bir aşamadan sonra artık Erdoğancılık da değil, bir “Reisçi” harekete dönüştüğünü gördük. Bu reisçilik ciddi anlamda bir krizde bana göre.
Reisçilikten ne kastettiğimi anlatmak için bir Erbakan benzetmesi yapmak isabetli olabilir. Erbakan Milli Görüş hareketinin lideriydi. Bu Milli Görüş hareketinin başı ve sonu Erbakan’dı, orası bir gerçek. Ama bu hareketi tanımlarken Erbakancı hareket demeyi pek tercih etmezdik. Hoca denirdi kendisine; şimdi Erdoğan’a reis dendiği gibi. Bazen insanlara Hocacılar denirdi, ama bu hareket hep Milli Görüş ve Milli Görüşçüler olarak adlandırılırdı. Çünkü burada Erbakan tartışmasız liderliğinin yanında, Milli Görüş olarak adlandırılan bu harekete ideolojik, politik bir perspektif, doktrin sunmuştu. Beğenin, beğenmeyin, bir bakış açısıydı. Bu bakış açısı, dünyayı anlamaya yönelik komplocu yaklaşımların da temel alındığı bir bakış açısıydı. Ama Milli Görüş bir dünya görüşüydü. Erbakan da bunun tartışmasız lideriydi. Siz bu harekete girdiğiniz zaman Milli Görüşçü oluyordunuz. Erbakan’a tabi oluyordunuz, lideriniz Erbakan oluyordu, ama Milli Görüşçü oluyordunuz.

Bir hareketle değil bir kişiyle kurulan ilişki

Şimdi bir süredir Adalet ve Kalkınma Partisi’ne ve siyasî iktidara yaklaşan insanlar bir dünya görüşünden ziyade bir kişiye –Reis’e– bağlanıyorlar. “Reisçi” oluyorlar. Bu anlamda şu andaki hareketin, AKP etrafında şekillenen siyasî iktidarın artık bir kişi etrafında olduğunu söyleyebiliriz. Fikirler muhakkak var, ama merkezde fikirler yok, birtakım vizyonlar var; sürekli rektifiye edilen, değiştirilen vizyonlar var. Ama bu vizyon etrafında birleşilmiyor, şahıs üzerinden yani Reis üzerinden o hareketin içerisinde, merkezinde ya da dışında oluyorsunuz. Ya da iktidardan belli ölçülerde Reis size uygun gördüğünü veriyor, ya da sizin elinizden bazı yetkilerinizi, iktidarlarınızı alıyor. Burada ilişki tamamen bir kişiyle kurulan ilişki oluyor; bir hareketle kurulan bir ilişki olmuyor.
Dolayısıyla bir harekete girdiği zaman insan, birtakım ilkeler, beklentiler, vizyon, idealler üzerinden giriyordu. Milli Görüş böyleydi mesela, başka hareketler de böyle. Ama burada kişi üzerinden gittiği zaman, artık olay daha çok bir kişisel olaya dönüşüyor, çıkar olayına dönüşüyor. Yani o lider, o kişi, reis size ne veriyor, sizden ne istiyor, bunun dengesi nedir; buna bakmanız gerekiyor.
Geçen bir yayında şunu söyledim: Erdoğan’ın etrafındaki en zayıf ekibi görüyoruz. Baktığınız zaman çok kişi var. Mesela anayasayı hazırlayan ekibin içerisinde önemli isimler var ve bu isimlerin bazıları İslamcılıktan da gelmiyor. Mesela TKP, Türkiye Komünist Partisi kökenli bir hukukçu da var; İslamî hareketin içerisinde zamanında en çoğulcu bilinen isimlerden Prof. Şükrü Karatepe de var. Ama sonuçta bunların ortaya çıkarttığı ürün, anayasa paketi, çoğulculuk ve demokrasiden bayağı uzakta bir tek adam sistemini inşa etmeye yönelik. Ama burada önemli olan husus şu: Bu kişilerin hepsi teker teker geliyorlar. Bir birey olarak geliyorlar. Bir çevre oluşturmuyorlar. Yani şunu söylemek mümkün değil: Erdoğan’ın kontrol ettiği siyasî iktidarın içerisinde şu grup, bu grup, şu çevreden insanlar ve bunlar bir şekilde bu harekete katılıyorlar, şu ya da bu pazarlıkla, ittifakla vs.
Şu anda bu harekette bir koalisyon, bir ittifak, bir işbirliği yok. Birileri geliyor, mesela Doğruyol Partisi’nin en son genel başkanı Süleyman Soylu geliyor, ya da HAS Parti’nin en son genel başkanı Numan Kurtulmuş geliyor, MHP’nin genel başkan yardımcısı olan Tuğrul Türkeş geliyor vs. Bunların hepsi bu partiye geliyorlar. Aslında partiye değil Tayyip Erdoğan’a geliyorlar ve Tayyip Erdoğan onlara birtakım görevler veriyor. Ama bu görevlerin ömrü vs.’si de büyük ölçüde Tayyip Erdoğan’a bağlı oluyor.

İttifaklarla yürüyen bir iktidar

Burada kriz nerede? Bu aslında işleyebilecek bir şey. Ama AK Parti’nin tarihine baktığımız zaman bunun başarılarında genellikle tabii ki Tayyip Erdoğan lider olarak çok önemli roller üstlendi ancak, bir on beş yıllık tarihe baktığımız zaman bu hareketin hep ittifaklarla, işbirlikleriyle yürüdüğünü görüyoruz. İlk kurulduğu anda –çok iyi hatırlıyorum o günleri– dışarıdan, Milli Görüş’ten olmayan isimleri çekmeye çalışmışlardı parti kurucusu olarak. Çok az sayıda insan bulabilmişlerdi. Çünkü birçok insan bu hareketin yükselişte olduğunu görüyordu ama hâlâ güvenmiyordu. Çok az sayıda insan girmişti. Ama daha sonra, tek başına iktidara geldikten sonra daha fazla kişi bu hareketin içerisinde yer aldı ve bunlar birey olarak değil genellikle grup olarak yer aldılar. Mesela dün yayın yaptığımız Ertuğrul Günay 2007’de bir grup arkadaşıyla beraber katıldı. Sosyal demokrat eğilimli ya da merkez soldan isimler girdiler ve bunlardan bayağı bir sayıda milletvekili çıktı. bazıları bakan ya da komisyon başkanı oldu. Bir grup olarak girdiler, ya da Erdoğan ve arkadaşlarının ilk dönemde Avrupa Birliği ile –ABD ile de kısmen ama esas olarak AB ile– çok önemli işbirlikleri yaptıları AB sürecinde, Avrupa’nın desteği işini çok kolaylaştırdı AKP’nin. Özellikle kapatma davası sırasında Avrupa çok önemli bir rol oynadı.
Daha sonra Cemaat’le –şimdiki adıyla FETÖ’yle– kurulan ilişki var. Bu ilişkide özellikle askerle olan kavgasında –yani eski establishment, müesses nizamla olan kavgasında– AKP’nin ve Erdoğan’ın elini acayip bir şekilde rahatlattı. Bütün bu süreçlerin içerisinde sağdan ve soldan liberal diye tanımlanan –ne kadar liberal oldukları tartışmalı ama– kesimlerin desteğini aldı. 2010 Referandumu’nda sağdan sola çok ilginç bir yelpazenin birden desteğini aldı. Tabii ki orada Gülen’in bizzat kendisinin ve cemaatinin desteklerini de unutmamak lazım. Buralarda hep birtakım ittifaklarla yoluna gitti.
Tek başına pek yol almadı şu son âna kadar. Yani şu âna kadarki AKP’nin bütün öyküsünde hep birtakım işbirlikleri, ittifaklar vardır ve tabii işin ilginç tarafı, özellikle son yıllarda, dün ittifak yaptıklarının hemen hemen hepsiyle yollarını ayırdığını, hatta ittifak yaptığı kişilerin büyük bir kısmını çok sert bir şekilde ezdiğini görüyoruz. Burada Gülencileri ayrı bir yere koymak lazım. Çünkü işin içerisinde doğrudan Erdoğan’ı hedef alan çok ciddi çıkışları oldu — en son darbe girişiminde olduğu gibi. Onu ayrı bir parantez içerisine alalım.
Şöyle bir örnek vereyim: 2007’deki 27 Nisan e-muhtırasının ardından medyada, gazetelerde –ki o zaman gazeteler çok güçlüydü, köşe yazarları da çok güçlüydü– AKP’den yana tavır almış olan köşe yazarlarının ezici bir çoğunluğu artık yazmıyor, yazamıyor. Bir kısmı gazeteciliği bıraktı. Bir kısmı işsiz kaldı. Bir kısmı internette varkalmaya çalışıyor. Bazıları da cezaevinde. Böyle bir durum var.

Kutuplaştırma politikasının tıkanması

Şu hep söyleniyor: Erdoğan’ın en sihirli formülü, kutuplaştırarak, gerginlik yaratarak ve bu gerginliğin üzerinden kendisini bir istikrar öznesi olarak göstererek oy kazandığı, kitle desteğini muhafaza ettiği. Ama bu referandum sürecinde bunun çok da başarılı olamadığını gördük. Özellikle ilk başlarda –her ne kadar geçen gün bir televizyon yayınında “Ben böyle bir şey demedim” dediyse de dediğini biliyoruz– “Hayır” diyecekleri terörist olarak tanımlamak, vatan haini olarak değerlendirmek çizgisi çok kısa bir süre içerisinde geri tepti. Ya da Avrupa’yla olan kavga bence çok yanlış bir kavgaydı. Kimileri bunun “Evet”leri artırdığını iddia ediyor. Olabilir, bilmiyorum, bunu ölçmemizin imkânı da yok. Ama en azından bunu çok da fazla sürdürmediklerini görüyoruz.
Burada bir diğer husus tabii, en önemli husus, Kılıçdaroğlu üzerinden bir kavga yapmak ve anayasayı değil de bu tür polemiklerle bu seçim kampanyasını yürütmek. Burada hep altını çizdiğim husus: Türkiye sağcı bir ülke. Türkiye’de geleneksel oy haritalarına baktığımız zaman yüzde 60-65 civarında sağ partilerin oyu var. Sol diye tanımlanan partilerin oyu yüzde 35’i, belki ender olarak 40’ı geçiyor. Dolayısıyla siz sağın oylarını aldığınız zaman her şeyi kazanıyorsunuz. Burada da Kılıçdaroğlu’yla yapılacak olan bir kavgayla beraber yüzde 50’nin üstünü almak garanti olabilirdi. Ama Kılıçdaroğlu oyunu bozdu diyelim, büyük ölçüde bozdu. En son olarak Cumhurbaşkanı, Kılıçdaroğlu’nun 15 Temmuz’cularla işbirliği yaptığını söylemeye kadar vardırdı, ama ciddi bir etkisi olmadı.
Bu neden böyle oluyor? Yani kutuplaştırma meselesinden neden daha fazla oy üretemiyor? Ben işte burada “Reisçiliğin Krizi” dediğim hususun da kendini çok net bir şekilde gösterdiğini düşünüyorum. Artık bu tür gerginlik tırmandırmalar, ülkeyi kutuplaştırarak bunun içerisinde istikrarı yegâne gerçekleştirecek kişi olarak kendini sunarak oy almalar, oy desteğini muhafaza etmeler vs.’ler belli bir yerden sonra tıkandı. Çünkü bütün bu kutuplaştırmalar sırasında da hep yanında birileri var. Askerle kavga ederken yanında birisi vardı, FETÖ’yle kavga ederken yanında birisi vardı. Ama şu anda Tayyip Erdoğan tek başına yapıyor. İktidarı kendi elinde topladığı için etrafında güçlü bir ekip yok. Tek tek insanlar var ve bunlar bir güç oluşturmuyorlar. Seçmen de baktığı zaman karşısında sadece Tayyip Erdoğan’ı görüyor.
Bu yalnızlaşma olayı seçmenin içerisinde birtakım sorgulamalara yol açıyor bana göre. Bu kutuplaştırmalar, bu hamaset, kimi zaman milliyetçi, kimi zaman dinî hamaset, bir yerden sonra zaten ne olursa olsun Tayyip Erdoğan’a oy vermeyi kafasına koymuş yani burada “Evet”e baştan beri inanmış insanların ötesinde yeni kesimleri, katmanları katabilecek bir manevra olamıyor. Sonuçta en önemli enstrümanının artık fonksiyonsuz kaldığını iddia ediyorum. Kutuplaştırma da bir yerden sonra, en son 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadarki süreçte bir işe yaramıştı, gördük. Ama bu tür gerginlikler bir yerden sonra, kısa vadede size birtakım kazanımlar sunabilir; ama orta ve uzun vadede aleyhinize dönmeye başlıyor.
Şimdi anladığım kadarıyla 1 Kasım seçimlerini kazanmak için yaratılan gerginlik atmosferinden yorulmuş insanların bir sükûnet arayışı var. Bunu tam olarak karşılayabilecek durumda değil. Bu negatif kampanyaların artık yeni oylar kazandırabilme imkânını Erdoğan’a çok fazla sunduğunu düşünmüyorum.

Medyayı mutlak kontrolün artık işe yaramaması

Bir diğer husus – daha önce değindim ama bunun altını ısrarla çizmek lazım: Medya denetimini büyük ölçüde eline alarak Erdoğan medya silahından da kendini mahrum etti. Şu anda görüyoruz, bir yerde konuşma yapıyor, yirmiyi aşkın televizyon aynı anda veriyor. Acaba kaç kişi can kulağıyla izliyor ve kaç kişi aslında Erdoğan’ın bu paketine inanmazken ya da tereddütü varken o konuşmaları izleyip “Tabii ki ‘Evet’ demem lazım” diyor. Konuşmaların dışında, çıktığı yayınları düşünün. Peş peşe televizyonlara çıkıyor, hatta bazılarına ikinci kere çıkacak da olabilir. Sürekli var. Ama bunlar bir-iki çıkış dışında, mesela Kılıçdaroğlu hakkında ileri sürdükleri dışında doğru dürüst haber de olmuyor. Çünkü karşısındaki insanlar kendisine soru sormuyor. Karşısındaki insanlar kendisiyle bir –nasıl diyeyim?– sohbet, hoş sohbet yapmaya çalışıyorlar. İşin ilginç tarafı, o insanlar –gazeteci meslektaşlarımız– Kılıçdaroğlu gibi bir muhalefet lideri buldukları zaman da çok ciddi bir şekilde soru sorabiliyorlar. Bu aslında Kılıçdaroğlu’nun lehine bir şey. Öteki durum da Tayyip Erdoğan’ın aleyhine bir şey.
Reis öyle bir fenomen oldu ki karşısında insanlar, gazeteciler soru soramaz oldular. Soru sorulamayan Tayyip Erdoğan da bir şey söyleyip yeni insanları etkileyemez oldu. Normalde kendisine birçok televizyon canlı yayınında soru sormuş bir gazeteci olarak benim bildiğim Tayyip Erdoğan her soruyu rahatlıkla cevaplayabilecek ve bu en zor sorulara verdiği cevaplarla birtakım insanları etkileyebilecek bir siyasetçiyken, şu anda karşısında dizilmiş olanların –bazen tek kişi oluyor, bazen birden fazla kişi oluyor– ona attığı paslara belki de çok az kişinin izlediği maçlarda goller atıyor. Ama bu gollerin çok fazla da bir anlamı olmayabiliyor.
Gücü bu kadar fazla topladığı zaman, olay bir siyasî hareket olmaktan çıkıyor, bir vizyon sunmaktan çıkıyor. Ve sonuçta Tayyip Erdoğan kendi gücünün bir şekilde bedelini ödüyor. Bu referandumun bu anlamda çok önemli bir gösterge olacağını düşünüyorum.
Sonucun ne çıkacağı konusunda fikrim yok. Herkes gibi ben de olabildiğince izlemeye çalışıyorum. Ama bugün mesela, siyasî iktidara çok yakın olan ANAR’ın başkanının yaptığı açıklamada “Evet”in yüzde 52 gösterilmiş olması bile çok mânidar. Siyasî iktidara bu kadar angaje olan bir yapı bile 52 diyorsa bu çok anlamlıdır. Ama yine de buradan “Evet” de çıkabilir, “Hayır” da çıkabilir. Ama şunu söylemek istiyorum: “Evet” de “Hayır” da çıksa, reisçiliğin krizi kolay kolay aşılabilecek bir kriz değil. Buradan çıkabilmenin yolu –yegâne yolu bence– bunu kişiden tekrar bir kolektif harekete dönüştürmek; tek kişinin karar verdiği mekanizmadan bunu, ortak aklın gündeme geldiği çoğulcu bir yapıyı harekete geçirmek — ki artık ondan çok ciddi bir şekilde uzaklaşmış durumda Tayyip Erdoğan. Bu bağlamda Tuğrul Türkeş’in ilk söylediği –Devlet Bahçeli’nin referandumun kapısını açmasının ardından, Tuğrul Türkeş bundan işkillenmişti hatırlayacaksınız–, şimdi cümlelerini hatırlamıyorum; buna balıklama atlamamak gerektiğini söylemişti, taze bir AK Partili olarak. Şimdi gelinen noktada bayağı bir zorlanıldığı görülüyor.

Bahçeli bir Erdoğan değil

Şöyle bir olay var: Demin söylediğim gibi AK Parti’nin başarısı kurduğu ittifaklarla oluyor. Hep bir dönem yanına birilerini katarak, birden fazla kişiyi katarak oluyor. Burada MHP’yle kurulan ilişki bir ittifak olamadı. Yani MHP bir parti olarak buraya gelmiş olsaydı, MHP artı AK Parti bu projeyi tartışmasız çok kolay bir şekilde hayata geçirebilirdi. Ama Bahçeli’nin bir Tayyip Erdoğan olmadığını kestirebiliyorduk ve hemen gördük. Partinin içerisinde çok büyük bir delik açıldı, çukur açıldı ve burada MHP’nin ne kadar bu sürecin içerisinde yer aldığı çok ciddi bir şekilde tartışılır oldu. Dolayısıyla ne gördük? Bahçeli Erdoğan’la bir ittifak yapmış oldu. Kişisel bir olay kurmuş oldu. Çünkü aslında başka türlü olması da çok mümkün değildi, çünkü Bahçeli bütün bir Ülkücü Hareket’i oraya götürdüğü zaman –götürebilseydi ki götüremedi– nereye götürecekti? AK Parti’nin oluşturduğu bir harekete mi götürecekti? Hayır. Erdoğan’a götürecekti. Ülkücü Hareket’in Erdoğan’la böyle bir ilişki kurabilmesi zaten işin doğası gereği çok mümkün değildi. Nitekim birçok ismin, Bahçeli’nin yanında yer alması beklenen bazı isimlerin de burada geri çekilmesi ve referandumda “Hayır” noktasına gelmesinde bunun etkili olduğunu düşünüyorum.
Eğer bir AK Parti-MHP işbirliği söz konusu olsaydı, çok daha başarılı bir işbirliği olabilirdi. Ama Tayyip Erdoğan–MHP iş birliği söz konusu oldu ve tabii ki gerçekleşemedi. Sonuçta Erdoğan ve Bahçeli’nin işbirliğine dönüştü. O anlamda da beklentiler büyük ölçüde suya düştü.
Son olarak bir şey söylemek istiyorum: Şükrü Karatepe’nin yaptığı bir açıklamadan hareketle başkanlık sisteminin geçmesi durumunda Türkiye’nin eyalet sistemine geçeceği yolunda spekülasyonlar yapıldı. Özellikle MHP’den kopan “Hayır”cılar bunu çok ciddi bir şekilde dolaşıma sokmaya çalıştılar, sokuyorlar. Burada şöyle bir soru var. Açıkçası sorunun cevabını bildiğim için sormuyorum. Ardından size cevap veremeyeceğim. Birlikte düşünmenin ilginç olacağı bir soru bu. Böyle bir tıkanmış noktada eyalet meselesinin gündeme gelmesi “Evet”e mi, “Hayır”a mı olumlu etki yapar? “Evet”e nasıl olumlu etki yapar? Kürt oyları gelebilir. Böyle bir eyalet, özyönetim ya da özerklik beklentisiyle belki Kürt oyları getirebilir. Öte yandan da eyalet olayıyla beraber Türkiye’de Kürt olmayan muhafazakâr ve milliyetçi, “Evet”e meyletmiş insanların kafasını karıştırıp onları belki “Hayır”a çekebilir. Şimdi bu zor bir soru ve cevabını bulmamızın da mümkün olmadığı bir soru. Yani böyle bir soruyu kontrol etmemiz çok mümkün değil.
Ama öyle bir noktada ki şu anda Erdoğan’ın durumu, öyle bir kriz yaşanıyor ki, herhangi bir hamlenin ne getirip ne götüreceğini ölçebilme imkânını da büyük ölçüde yitirmiş durumda. Kriz bu anlamda çok derin. Halbuki daha önceki dönemlerde bu tür hamleler bir ortak akılla yapılır, tartışılırdı; iyi kötü bir ortak akılla. Genelde son sözü yine Erdoğan söylüyordu, ama o süreçlerde çok etkili birtakım mekanizmalar devreye giriyordu ve bunun sonucunda ortak akıl rafine birtakım önermeler getirebiliyordu. AK Parti iktidarı uzun bir süredir bu süreçlerden mahrum bir şekilde gidiyor. Birileri “Ben yaptım oldu, nasılsa bu insanlar reislerine güveniyor” şeklinde gidiyor ve olay büyük ölçüde bir köklü bir hareket, kökleri Milli Görüş’ten gelen, İslamcılıktan gelen, ülkeyi demokratikleştirme, dindarları sistemin merkezine taşıma ve çoğulculaştırma, İslam dünyasına örnek ve model olma iddiasındaki bir hareketin geldiği nokta, “Reis’e güven, gerisini merak etme sen”e indirgenmiş bir nokta. Bu zaten tek başına bir krizdir.
Bu hareketi 30 yıldır izleyen birisi olarak gördüğüm: İlk başladığı noktayla geldiği nokta arasındaki güç artmış olabilir; ama içerik anlamında, dinamizm anlamında baktığımız zaman bu hareket, bu yapı çok ciddi bir şekilde bir krizin içerisinde. Değişik dönemlerde değişik krizler yaşadı; ama bu hareket ilkeleriyle, vizyonuyla, birtakım önermeleriyle ve içindeki birtakım maharetli siyasetçilerle vs. bu krizleri az hasarla atlatmayı bildi. Ama şu anda hareket kendi imkânlarını, –güçleniyor olmasına rağmen, iktidarını çok daha güçlendiriyor gözükmesine rağmen– bu tür kriz çözme imkânlarını çok aza indirgemiş ve aslında Tayyip Erdoğan’ın kişisel kapasitesine ve kabiliyetine indirgemiş durumda. Bu da krizin bence en büyük nedeni. Son olarak tekrar söylüyorum, bu referandum benim “Reisçiliğin Krizi” diye adlandırdığım durumun bir nevi test edilmesi olacak. Burada bir kriz olmadığını, her şeyin tıkır tıkır yolunda gittiğini söyleyen çok kişi olduğunu biliyorum. Ama bu kişilere şunu sormakta yarar var: Beş yıl önce, Erdoğan’ın yanında isimler sayılabiliyordu. Şu anda Erdoğan’ın ötesinde çok fazla isim sayılamıyor. Belki aile bireyleri, damat vs.’den ibaret bir şey sayılıyor. Bu gelinen nokta kesinlikle ve kesinlikle bu hareketin başlangıçta koyduğu hedefler ve üzerinde yükseldiği ilkelere çok aykırı bir şey. Sonuçta bir ilerleme yok. Bir güç artışı olabilir, ama ilerleme değil bir gerileme söz konusu. Gerileme anlamında baktığımız zaman da Erbakan’ın liderliğindeki Milli Görüş hareketinin de hayli gerisinde bir noktada olduğunu, şu anda geldiğimiz noktada rahatlıkla söyleyebilirim.
Bazı izleyicilerimiz çok kızıyor, ama yine yayını “Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler” diye bitirmek istiyorum. İyi günler, daha birkaç günümüz var, yine birtakım değerlendirmelerle referanduma kadar karşınızda olacağım.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.