Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Jean-François Bayart: “Avrupa’nın Türkiye’yi küçümsemesi ya da eski bir dostla nasıl bozuşulur?”

Jean-François Bayart’ın Fondamentalistes de l’identité. Laïcisme versus djihadisme [“Kimlik Fondamantalistleri. Cihadcılığa Karşı Laikçilik”] (Karthala, Kasım 2016) kitabının devamı olarak yazdığı L’Impasse nationale-libérale. Globalisation et repli identitaire [“Ulusal-liberal Çıkmaz. Küreselleşme ve Kimliğe Kapanış”] (La Découverte, Mart 2017) kitabından Türkiye ile ilgili bir bölümü Haldun Bayrı çevirdi.

Esas olarak Afrika konusunda uzman olan Fransız siyaset bilimci Jean-François Bayart, İran ve Türkiye'yi de yıllardır yakından takip ediyor.
Esas olarak Afrika konusunda uzman olan Fransız siyaset bilimci Jean-François Bayart, İran ve Türkiye’yi de yıllardır yakından takip ediyor.

15 Temmuz 2016’daki kanlı darbe girişimi ve onu izleyen baskı dönemiyle birlikte, Türkiye eski iblisleriyle buluşmuş gibi. Avrupa’da bu ülkeyi hor görenlerin yüzlerine tatmin dolu fena bir sevinç, bir Schadenfreude [başkasının zararına sevinme] ifadesi yayılıyor: “Biz dememiş miydik zaten…” Yalnız, bu hoşnutluklarının kısa sürme riski var gibi; Boğaziçi’nin iki yakasında vuku bulmakta olan felâkette Batı Avrupa başkentlerinin ezici sorumluluğunu gizleyemiyor bu. Onlarca yıl boyunca Türkiye’yi küçümseyerek bu ülkeyi siperlenmeye ittiler ve tahmin edilebileceği gibi bunu pahalıya ödeyecekler [1].
Terörizm, mülteci akını, IŞİD’e karşı askerî mücadele, şimdi de Ankara’da otoriter bir rejimin kuruluşuyla karşı karşıya kalan Avrupa, en aşağı yirmi yıldır aşağılama ve azarlama yolunu tutmak yerine, eski müttefikini kendi projesine ve mekânına kenetlese daha az rahatsız bir durumda olmaz mıydı? On yıllar boyunca Türkiye Eski Kıta’ya, onun kurumsal inşasına ortak olmak yerine mesafeli tutulursa, onun için hangi bakımdan daha güvenilir olmasının beklendiğini sordu boşuna. Ama Avrupa katılım müzakerelerini bitmek bilmez hazin bir palyaço numarasına çevirerek kaçak oynamayı tercih etti. Kendi “doğal sınırlar”ı ya da “Yahudi-Hıristiyan kimliği” hususunda cılkı çıkmış bir anlayış adına, bu ülkenin onun tarihsel ve kültürel sahasına, hatta kıtasına aidiyeti üzerine lüzumsuz tartışma cambazlıklarıyla uğraştı. Bu yeni genişlemenin maliyeti üzerine tahminlere gark oldu.
Sürekli şapkasından benzeri görülmemiş yeni şartlar çıkarırken, daima kınamayı teşvike tercih etti. Bir ara İstanbul’da bir fıkra çok öfkeye yol açmıştı. Avrupa Komisyonu, “Kopenhag Kriterleri” cambazlığından bezerek, yeni adaylara, tek bir soruya doğru cevap vermelerinin yeterli olacağını söylemiş. Bulgaristan’a tarihte ilk atom bombasının atıldığı günü sormuş. Romanya’ya nereye atıldığını sormuş. Türkiye’ye ise kurbanların alfabetik sırayla listesini. İstanbullular artık bu fıkraya gülmüyorlar.
Brüksel, böyle yaparak kendi kararından vazgeçmiş oldu. Eğer Türkiye Avrupa’ya ait değilse, bunun farkına varmak için neden 2006-2007’ye kadar beklendi? Bu zamana kadar, İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Avrupa kurumlarının çoğuna alınmış, 1963’te bir ortaklık anlaşması imzalanmış, 1996’da Gümrük Birliği’ne geçilmiş, 1999’da Helsinki Avrupa Konseyi’ne adaylığı kabul edilmiş ve Aralık 2004’te, birleşme müzakerelerini Ekim 2005’te açma kararı alınmıştı.
Daha da vahimi, 75 milyon nüfuslu bir ülkeyi kapsayacak bu genişlemenin elbette kayda değer olan maliyeti üzerine mırın kırın etme meraklısı Avrupa, bunun ekonomik ve stratejik faydalarını tasarlamakta, özellikle de katılımın gerçekleşmediği durumun maliyeti üzerine kendini sorgulamakta daha kararsız davrandı. Tam da oraya geldik işte.
Osmanlı İmparatorluğu gibi bir büyük gücün mirasçısı olup, Birinci Dünya Savaşı ertesindeki nihaî parçalanma tehdidi ve yurduna göz diken İttifak Devletleri’ne karşı verdiği Kurtuluş Savaşı’nın coşkunluğuyla yoğrulmuş sert bir milliyetçi ruhla hareket eden Türkiye’nin, Brüksel’de reddedilmeye tepkisiz kalmayacağını öngörmek gerçekten de mümkündü. İlk büyük risk, Kemalist rejim ve Soğuk Savaş’ın onu sokmuş olduğu otoriter durumun eski yoluna düşmesiydi. Gerçekte de Recep Tayyip Erdoğan’ın tek adamlığa meyletmesinin başlangıcı, Avrupa Birliği’nin kapılarının ona kapalı olduğunu anladığı an, yani Nicolas Sarkozy’nin 2007’de Fransa cumhurbaşkanlığına seçildiği ve bu üyeliğe karşı çıktığını daha önce göstermiş olan Angela Merkel’in elini rahatlattığı andır. O andan itibaren, Türk yetkililerini 2000’de başladıkları ve 2002’deki AKP’nin seçim zaferiyle büyüyen ve orduyu kışlasına gönderebilen cesur demokratikleşme sürecini devam ettirmeleri için hiçbir teşvik ya da yaptırım yolu –havuç da sopa da– yoktu artık Avrupa Birliği’nin elinde.
Daha da kaygı verici ikinci bir risk, Türkiye’yi uluslararası arenada, Rusya, İran ve İsrail gibi benzer strateji geliştiren bölge güçleriyle stratejik bir eksen oluşturması pahasına, tek başına at oynatmaya itmekti. Bu yeni ittifak sisteminin oluşumu, potansiyel ortaklar arasındaki iki-taraflı uyuşmazlıklar yüzünden şimdilik sekteye uğradı: Türkiye Suriye’deki iç savaş hususunda İran ve Rusya’yla ne yapacağını bilemedi, İsrail’le ise Gazze konusunda anlaşmazlığa düştü; İsrail’in İran İslam Cumhuriyeti’yle diplomatik ilişkileri olmadığını söylemek ise bir hüsn-i tâbir olur. Bununla birlikte, 2016’da Ankara ile Kudüs’ün barışmasının, Putin ile Erdoğan arasındaki diyaloğun tekrar başlamasının, Türk hükümetiyle İran yetkilileri arasında nihayetinde yapıcı ilişkiler sürdürülmesinin, ya da Rusya-İran-Türkiye üçlüsüyle Suriye ayaklanmasından kalanlar arasında müzakereler başlatılmasının da kanıtladığı gibi, bu çekişmeler ne ebedî ne de geri döndürülemez. Üstelik şu son on yıl, Batı’nın kendisiyle çeliştiği bu bölgesel oyunun barındırdığı her türden karşılıklı ilişki potansiyelini görünür kıldı. Türkiye’yle Rusya arasındaki ilişkilerin, Suriye İç Savaşı konusunda çok kısa bir bozuşma dönemi öncesinde, 2010-2015 arasında katlanarak gelişmesi tek başına anlamlıdır. Diğer yandan, Türkiye Körfez’deki petrol monarşileriyle ve Azerbaycan’la bağlantılarını hem diplomatik hem mali düzeylerde yoğunlaştırmıştır.
Erdoğan, bu tür bölgesel ittifak sistemlerinin dışındayken bile, sesini duyurma çabası göstermeye başlamıştır. Türkiye, Brüksel’e nanik yaparak Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmayı tasarlamıştır. Savunma sisteminin böyle bir menşeli malzemeyle birbirine bağlanmasını kabul edemeyecek olan NATO’nun zararına bir biçimde, bir füze savunma sistemi kurmak için Çin’e doğru dönmüştür. İstilasına uğradığı mülteci akınını durdurmak için canhıraş bir şekilde talep ettiği, Suriye’nin kuzeyinde uçuşa kapalı bölge ve Suriye Ulusal Konseyi’ne sonuç aldırıcı bir askerî destek isteğini Washington’a kabul ettiremeyince, Körfez’deki petrol monarşileriyle bağlantılı olarak silahlı İslamcı hareketler kartını oynamıştır; Batılı müttefiklerinden destek alan, fakat ulusal güvenliğini, hatta toprak bütünlüğünü tartışma konusu yapacağını düşündüğü Kürt örgütlerinin hiç değilse önünü almak için yapmıştır bunu. “Mültecileri otobüslere doldurup” göçmenleri yola dökmekle tehdit ederek Avrupa Birliği’nden, TC vatandaşlarının Schengen alanına girişinde vizelerin kaldırılması ve katılım müzakerelerinin yeniden başlaması gibi tavizler koparmak istemiştir. Arka planda –ve zamanı geldiğinde– Türkiye’nin nükleer silah, ya da nükleer kapasite elde etmesini hiç kimse dışlayamaz; Avrupa ülkeleri ve ABD ile ilişkilerindeki bozulma sürerse, bunun mali ve teknolojik olanaklarını bulacaktır.

Mülteci şantajı

Sadece mülteci şantajı bile o kadar etkili oldu ki, Eylül 2015’te, Angela Merkel’in Recep Tayyip Erdoğan’ın ayaklarına kapanmaya geldiğini gördük; Avrupa Birliği ise, birkaç yıl önce gerçek bir demokratikleşme sürecine giren Türkiye’ye vermediği şeyi, tam bir otoriter sapma yaşayan Türkiye’ye verdi. Böylelikle, Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişki, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, hatta Rus yayılmacılığının önünü almanın –daha o zamandan– söz konusu olduğu 19. yüzyıldan beri ne olmuşsa, o şekle büründü. Avrupa Türkiye’yi, stratejik yararlılığıyla bazen siyasal özgürlüklere ve insan haklarına saygıdan vazgeçilmesini gerektiren, tamamlayıcı bir kuvvet olarak görmüştür. Soğuk Savaş sırasında böyle olmuştur. Komünizmle mücadele ve 1980’li yıllarda dünyadaki dış borç krizinin çözülmesi ve finans sisteminin istikrarı için elzem olan yapısal ayar, solun ve sendikacılığın icabında orduyla ezilmesini gerektiriyordu. İnsan hakları sadece Türkiye’yi uzakta tutmak söz konusu olduğunda sorun teşkil ediyordu. Bu hakları savunmak ve ülkelerinde demokrasiyi yerleştirmek için özgürlüklerini ya da hayatlarını tehlikeye atan Türkiye yurttaşlarının umutlarına karşın, insan hakları sorununun çözülmemesi Avrupa’yı rahatlatmaktadır.
Fazla sivri sözler mi bunlar? 1990’lı yıllarda, üyeliğe aday bütün ülkeler arasında en hazır ülke Türkiye olduğu için katılım müzakerelerinin başlatılmamasını isteyen Avrupa Komisyonu üyelerinin açıklamalarını, ya da Fransa’nın Avrupa işlerinden sorumlu bakanı Pierre Lelouche’un sonuç vermeyeceğini umduğu müzakerelerden yana olduğu beyanını, ya da Nicolas Sarkozy’nin bir sahtekâr kurnazlığıyla “Türkiye’ye hiçbir zaman onu reddettiğimiz izlenimi vermemeliyiz” beyanını işitmiş; Batı Avrupalı siyasetçi sınıfının on yıllar boyunca bu dosyada göstermiş olduğu ufuksuzluğu da görmüş olmak gerek. Hazin gerçek, Doğu’ya doğru genişlemenin karmaşık sorunlara yol açmaya başladığı ve Türkiye’nin adaylığını sine die (süresi belirsiz olarak) ertelediği ve değersizleştirdiği andan itibaren, Ulrich Beck’in zalim ifadesiyle “herkesin kaybedeceği kesin olan bir oyun”da bu siyasetçi sınıfı heder olmuştur [2].
Bu ülkenin katılımını reddetmek için en kaçık gerekçeler ileri sürüldü: Mesela “doğal sınır”ın İstanbul Boğazı olması — fakat Boğaziçi’nin iki yakasını da sarsan 1999 Depremi’nin umursamadığ; çok daha doğuda olan ve coğrafya tarafından uzun süre “Asyalı” telakki edilen Kıbrıs’ın neden AB’ye üye alındığını anlama olanağı da vermeyen bir doğal sınır bu. Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkler arasında anlaşma sağlanamadığı için bu adadaki bölünme — ama Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasıyla kendiliğinden kalkacak olan ve 2004’te Kıbrıslı Türkler’in kabul ettiği Kofi Annan Planı’nın Kıbrıslı Rumlar tarafından reddedilerek çözmeye yanaşmadığı bir bölünme bu. Türkiye’nin Ermeni Soykırımı’nı tanımıyor olması —Kopenhag Kriterleri arasında bulunmayan ve 2005’ten itibaren olayların hızlanmasına bakılırsa, Avrupa Birliği’yle bütünleşmenin kolaylaştıracağı, bizzat Türk toplumunun seferberliğinden geleceği düşünülebilecek olan bir tanıma. Ortadoğu’nun Avrupa sınırlarına gelmesi —zaten oradadır; Madrid’e banliyö treniyle ve Budapeşte-Viyana otoyolunu frigorifik kamyonla geçerek gelmiştir. Türk laikliğinin, Ortodoks dünyayı ve onun Osmanlı röprodüksiyonunu Batı Avrupa’daki Reform’un ve Aydınlanma’nın uzağında tutan ve dini Devlet’e boyun eğdirmenin bir biçimi olan “Sezar-Papacılığın” [3]. mirasçısı olması — öyleyse Romanya ile Bulgaristan’ın adaylıkları niye kabul edilmiştir? Ve Yunanistan’la birlikte, az “Sezar-Papacı” olmayan bu üç Ortodoks ülke neden Avrupa’dan çıkarılmasın? AB’ye alınma durumunda Türk göçmen akını — aynı masal bize Yunanistan, İspanya, Portekiz ve Polonya’nın Avrupa Birliği’ne girişlerinde anlatılmıştır; Erdoğan’ın çok üzülmesine karşın, Türkiye demografik geçişini tamamlamıştır ve kadın başına doğurganlık oranı 2,4’tür (1970-75’te 5,2 iken ve aynı dönemde İspanya’da bu oran 2,9 iken).
Açıklayıcı bir olay, Türkiye’nin adaylığına Fransa’da en çok karşı çıkanlardan biri olan Valéry Giscard d’Estaing’in, Ankara’daki yetkililerin belirttiğine göre Türkiye’ye hiç gitmemiş olmasıdır; ki kendisi de bunu bir gazeteciye doğrulamıştır. Ama zırvalama konusundaki altın madalyayı, Avrupa Komisyonu’nun ünlü komiseri Frits Bolkenstein hak etmektedir –ki “Polonyalı muslukçu” hikâyesini yumurtlayan da odur–; 2003’te de, Türkiye’nin AB’ye alınmasının 1683’te Habsburgların Osmanlılar karşısında kazandığı zaferi sileceğini söyleyebilmiştir. İllaki tarihselci ve kuşatmacı bakış açısıyla akıl yürütmek gerekirse, Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle bütünleşmesi… 1453’teki Konstantinopolis’in fethinin harika bir rövanşı gibi de görülemez mi? Milliyetçi-liberalizm damarından gelip kendine kültür süsü veren aptallıktan beter bir şey yok.

Türkiye’nin içten, olumlu ruhta bir müzakereye ihtiyacı vardı

Avrupalı sorumluların yabancı korkusu yayıcı ve ırk ayrımcısı değilse bile kültüralist önyargılarla biçimlenmiş oldukları ortaya çıkmıştır; Osmanlı İmparatorluğu’nun 14. yüzyıldan beri Balkanlar’a ayak basmış olmasına ve evlilikler dolayımıyla hanedanının Türk-Helen kökenli olmasına rağmen, inatla onu Avrupa kıtasına yabancı bir bünye gibi tahayyül etmektedirler. Tıpkı Fransızlar gibi yüzyıllardır yaşanmış karışımların ürünü olmalarına ve damarlarında bolca Balkan kanı akmasına rağmen, çağımızdaki Türkleri, atından daha yeni inmiş etnik bir halkla bir tutmaktadırlar. “Yahudi-Hıristiyan” Avrupa nazarında İslam’ın kökten başkalığını bir ilke mertebesine getirmişlerdir — oysa Avrupa’nın ne kadar Yahudi olduğu Nazizm zamanında görülmüştür; Bosnalı Müslümanlar’ın ne kadar Avrupalı kabul edildiği de… Eski Kıta’nın yetkilileri böylelikle tartışmayı tekanlamlı şekilde masanın üzerine koydukları sıfır toplamlı bir alternatife indirgemişlerdir. Müzakerelerin temposunun ve yerindeliğinin kararı sadece Avrupa Birliği’nin elinde olmuştur.
İran’la da olduğu gibi, ince düşünceliliğe rastlanmamıştır. Nitekim, Türkiye, gerçekleşmesinin yolu üzerindeki engelleri gizlemeden hakiki bir katılım süreci talep etmekteydi. Hemen üyeliğin ne mümkün ne de temenni edilecek bir şey olduğunu, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleriyle olduğu gibi bunu uzun bir geçiş döneminin izleyeceğini kesin olarak biliyordu. Buna karşılık, içten, olumlu ruhta bir müzakereye ihtiyacı vardı; zira devlet güzergâhının, siyasî ve kültürel elit projesinin, en az 19. yüzyıldan beri ekonomik çıkarlarının ima ettiği bir perspektifti bu perspektif. Bu kapıyı kapamak, ya da kötü gerekçelerle aralamakta tereddüt göstermek, bizatihi onun siyasî sisteminin ve Batı’yla ittifakının temellerini çökertme riskine girmekti.

Siyasette ruhunu kaybetmenin hiç kimseye faydası yok

2007’den beri olup biten de budur ve bunun sonuçları Avrupa’nın istikrarına hemen zarar vermiştir. Müzakere süreci sırasında zorlukların aşılmaz olduğu ortaya çıkarsa Türkiye’nin kendiliğinden havlu atabileceğinin; Norveç ya da İsviçre’de seçmenin yaptığı gibi, muayyen bir ulusal egemenlik anlayışına bağlılık adına veya kültürel nedenlerle kamuoyunun sandığa giderek AB’ye katılımı reddedebileceğinin de göz ardı edilmemesi gerektiği düşünüldüğünde, bu yeni kargaşa daha da üzücü. O zaman facia çıkarmadan Avrupa’ya kenetlenmesi için bir ara formül müzakere edilebilirdi; katılım beklentisini bertaraf etmek için ona tektaraflı olarak dayatılması denenen formüllere benzer bir formül; fakat girişim kendiliğinden geleceği için farklı olan bir siyasî ortamda…
Demagojik ya da yabancı korkusu yayıcı tutumların çarpıtmasıyla, medya ve seçim kampanyaları tarafından ikili bir alternatife indirgenen tartışma, bir kez daha, tüm akılcılığını yitirdi, hatta Türkiye’nin katılımını sorunlu kılan asıl etkenleri yüzüstü bıraktı. Örneğin cari ödemeler dengesindeki yapısal açığın onu finans bakımından çok kırılganlaştırması ve kaynağı hayli şaibeli sıcak para akışına bağımlı kılması; nüfusun borçlanarak tüketmesi; gayrimenkul balonunun her an patlayabilecek olması gibi. Yine örneğin, on yıldır ortalama %5’lik bir büyüme yakalanmasıyla böbürlenen, ama bu sanayi modelinin sürdürülebilirliğini pek sorgulamayan AKP’nin dizginsiz kalkınmacılığının yol açtığı ağır çevre felaketi gibi.
Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi de içine alarak genişlemesi etrafındaki polemik, Batılı ülkelerin dış politikasının üzerine bir tuzak gibi kapanmıştır sonunda. Bu ülkelerin ortaklarına her zamankinden fazla ihtiyacı var, ama onu parmaklarının arasından kaydırıverdiler ve artık, öngörülmez, sık sık haşin, ölçüsüz ve Brüksel’in ikiyüzlülüğü ile Amerikalıların iki-taraflı oyunu karşısında kamuoyunun kini üzerinde sörf yapan bir liderle iş görmek zorundalar.
Bild gazetesinin Şubat 2013’te şu aşağıdaki sözlerini aktardığı, o sırada Enerji konusunda Avrupa komiseri olan Günther Oettinger’in gelecekte haklı çıkacağından çekinsek yeridir: “On yıl içinde, kadın veya erkek bir Alman Başbakanı’nın Fransız Başbakanı’yla birlikte Ankara’ya kadar gidip diz çökerek, ‘Sevgili dostlar, katılın bize…’ diyeceklerine bahse girerim.” Angela Merkel’in 2015 Sonbaharı’nda yaptığı biraz buydu, ardından diğerleri de istemeye istemeye onu izlediler. Ama 15 Temmuz 2016’daki darbe denemesi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın bu girişimin başarısızlığını kullanarak her tür muhalefeti ezmesi, bu arada Batılılara da “Siz kendi işinize bakın” demesi, siyasette ruhunu kaybetmenin hiç kimseye faydası olmadığını hatırlattı.

[1]Jean-François BAYART, “La Turquie, une candidate ordinaire” [“Türkiye: Sıradan bir aday”], Politique internationale, 105, sonbahar 2004, s. 81-102, ve “Le populiste et sa tête de Turc” [“Popülist ile günah keçisi”], Le Monde, 7 Ekim 2004.

[2]Ulrich BECK, “Comprendre l’Europe telle qu’elle est”, Le Débat, 129, Mart-Nisan 2004, s. 67-75.

[3]Sezar-Papacılık, kökenini Roma’daki imparatorluk erki anlayışından alır. Augustus’tan beri, imparator, imparatorluğun siyasî geleceği ile dinî erki şahsında bir araya getirir. Literatürde Sezarcılık, “halka dayanan ya da dayanmaya çalışan bir diktatörün siyasî sistemi” olarak tanımlanır. (Çevirenin notu)

FransizKultur

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.