Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Türkiye’de insan hakları savunucusu olmak

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/332105292″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler!
Çarşamba günü sabah saatlerinde İstanbul’da, Büyükada’da bir otelde bir çalıştay yapan –İngilizce deyimiyle workshop için bir araya gelmiş olan– değişik insan hakları temelli örgütün, sivil toplum kuruluşundan temsilciler polisler tarafından gözaltına alındı. Ve bu gözaltına alınma olayı ancak akşam saatlerinde tesadüfen öğrenildi. Normal şartlarda bu tür gözaltılarda ailelerine, yakınlarına haber verilir; ama burada böyle bir şey yapılmadı. Uzun bir süre nerede oldukları saptanamayan bu kişilerin önce İstanbul Anadolu yakasındaki bazı karakollara dağıtıldıkları öğrenildi, daha sonra da terörler mücadele kapsamında İstanbul’da Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü’ne götürülecekleri öğrenildi.
Şimdi birçok açıdan baktığımız zaman, nereden bakarsanız bakın kabul edilemez bir şey, ayıp, çok net bir şekilde ayıp. Bir de tabii en büyük ayıp: Bu olay hakkında neden suçlandıkları, niçin alındıkları daha bilinmeden birtakım yayın organları acayip yayınlar yapmaya başladılar; “casus avı”, “ajanlar”, “gizli toplantı” gibi; ama bir bakıyorsunuz başlığı atıyor, altına yazdıkları bilgi herkesin bildiğinin ötesi değil. Yani ek olarak hani bir ajanlık, casusluk vs. anlatacak herhangi bir şey yok, toplantıda iki tane yabancı uyruklu kişinin bulunuyor olmasını da kendi tezlerinin kanıtı olarak görüyorlar herhalde. Bir diğer husus da geçen sene 15 Temmuz günü Büyükada’da bambaşka bir toplantı; Henri Barkey’in başını çektiği, çokuluslu, değişik ülkelerden insanların İran üzerine yaptıkları toplantı; malum, Türkiye’de “darbe hazırlığı toplantısı” olarak lanse edildi, soruşturma açıldı. Yine Büyükada, ve o olay hatırlatılıyor –ne alâkası varsa–, ki o olayın da ne olduğu zaten çok şüpheli. Böyle bir olay yapılıyor ve şu anda bu kişilerin akıbeti belli değil; çünkü her zaman olduğu gibi kısıtlılık kararı var, gizlilik kararı var. Avukatlar görüşebiliyor ama çok fazla bilgi alınamıyor vs. Olağanüstü Hal döneminde çok gördüğümüz olayların bir başkası yaşanıyor.

Yerel bir yetkilinin işgüzarlığı mı?

Burada söz konusu olan kişiler ve kurumların büyük bir kısmından haberdarım ve bu kurumlardan Yurttaşlık Derneği’nin –ki zamanında adı Helsinki Yurttaşlık Derneği’ydi– kuruluşundan beri üyesiyim ve oradan alınan arkadaşları da, özellikle Özlem’i çok eskiden beri çok yakından tanırım, diğer kişileri de… büyük bir kısmı ismen bildiğim kişiler. Bunlar Türkiye’de insan hakları konusunda öne çıkmış birtakım kurumlarda ellerinden geldiğince çalışan, kısıtlı imkânlarla Türkiye’de hak ve özgürlükler konusunda ihlâlleri saptayıp, bunlara karşı mücadele etmeyi kendilerine vazife edinmiş insanlar. Ve başlarına bir şeyler geliyor, ne olduğunu bile anlayamıyoruz; ama hemen ardından klasik “casusluk, kökü dışarıda” gibi benzetmeler yapılıyor. İlk başta açıkçası bir yerel yetkilinin işgüzarlığı diye düşündüm, ama daha sonra uluslararası alandaki Amerikan Dışişleri Bakanlığı da dahil oldu, Avrupa Birliği de… Burada gözaltına alınanlardan Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye temsilcileri de olduğu için Uluslararası Af Örgütü ve Batı’dan çok ciddi tepkiler gelmesine rağmen hiçbir olumlu ilerleme sağlanmaması, bu olayın çok da fazla işgüzarlık olmadığı ya da bir işgüzarlıkla başlasa bile daha sonra bir şekilde benimsenmiş olduğu, yani atılan adımın benimsenmiş olduğunu gösteriyor maalesef.
Türkiye aslında yıllardır bu olayı yaşıyor, buna benzer olayları yaşıyor; 12 Eylül Dönemi’nde, askeri rejim döneminde Türkiye’deki hak ihlalleri –ki her türlü hak ihlali, işkence, gözaltında kayıplar, yargısız infazlar başta olmak üzere– varken, uluslararası kamuoyu ve Türkiye’de az sayıda insan bu konuda elinden geleni yapmaya çalıştılar ve yapmaya çalıştıkları bu faaliyetlerin hepsi de aynı şekilde vatana ihanet, casusluk vs. “beşinci kol” olarak nitelendirilmeye çalışılmıştı devlet tarafından. Dönemler değişti, ülkeyi yönetenler değişti ama bu perspektif değişmedi. Temel hak ve özgürlükleri savunulması konusunda atılan adımlar ister istemez devleti suçlamaya, eleştirmeye varıyor ve böyle olunca da hemen bir ulusal güvenlik meselesi bunun önüne çıkartılmaya çalışılıyor. Ama Türkiye bunu belli bir aşamada aşmıştı; özellikle AB sürecinde tam üyelik sürecinde bu konuda bayağı bir ilerleme katedilmişti ve bu tür sivil toplum kurumlarının aslında ülkelerde çok önemli rol oynamış olduğunu Türkiye’yi yönetenler de kabul etmişlerdi ya da kabul etmek durumunda kalmışlardı; ama görüyoruz ki burada çok ciddi bir şekilde geri adım var. Ve özellikle de 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından bu bir şekilde bahane edilerek Türkiye’de hak ve özgürlüklerin takibi, ihlallerin takibinin önüne engel çıkartılmak isteniyor. Bu konuda tabii ki her zaman olduğu gibi 12 Eylül’den bu yana –ki daha öncelerde de var– hep aynı şey gündeme geliyor, bu “Türkiye’nin içişleridir, bununla ilgilenen, içeride ilgilenenler beşinci koldur vs.” gibi. Halbuki bu konudaki bütün uluslararası anlaşmalara imza atmış ve birçok kurumu uluslararası kurumun üyesi olarak taahhüt altına girmiş olan Türkiye’nin, başka ülkeler gibi Türkiye’nin de temel hak ve özgürlükler, insan hakları ihlalleri konusundaki itirazlara “bu bizim iç işlerimiz” deme hakkı yok, bunu herkesin kabul etmesi lazım. Dün de yoktu bugün de yok, yarın da olmayacak.
Eğer Türkiye bu uluslararası kurumlarında çıkarsa, kendini yalıtırsa, mesela bir Kuzey Kore gibi olmayı tercih ederse o zaman belki olur; ama Türkiye gibi büyük bir ülkede bunu yapamazsınız. Bu coğrafyada, bu tarihe sahip olan bir ülkede bunu yapamazsınız. Bu ülkede temel hak ve özgürlüklerin mücadelesi çok eski, bu konuda çok bedeller ödendi, çok acılar çekildi, çok kazanımlar elde edildi, kimsenin bunu kolay kolay gasp etmesi, el koyması mümkün olamaz. Belki dönemsel olarak birtakım kısıtlamalar getirilir, engeller getirilir; ancak Türkiye’nin insan hakları aktivistlerine, bu konuda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarına, bir Orta Asya ülkesi gibi –ki Orta Asya ülkelerinde bu tür şeylerin haberlerini sık sık duyuyoruz Rusya’da bir ölçüde duyuyoruz, Çin’de duyuyoruz, Kore’de zaten yok bildiğimiz kadarıyla ama bütün bunlara rağmen Orta Asya’da da Çin’de de Rusya’da da insanlar fedakar bir şekilde temel hak ve özgürlükler konusundaki mücadelelerini bütün engellemelere rağmen sürdürüyorlar– Türkiye’de de kesinlikle böyle olacaktır.

Erdoğan kendi güzergâhıyla zıt düşüyor

Bu AKP iktidarının ve Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi tarihiyle de, kendi izlediği güzergâhla da çok ciddi bir şekilde –ki son dönemde çok oluyor– zıt düştüğünün göstergesi; çünkü biliyoruz ki AKP, içeride güç sahiplerinin, özellikle askeri vesayete karşı mücadelesinde Batılı kurumların çok ciddi bir şekilde desteğini almıştı, haklı ve ciddi bir şekilde desteğini almıştı ve o zaman “bunlar Türkiye’nin iç işleri” diye şikâyet edenler, itiraz edenler farklı kişilerdi ve o zaman da çok haklı bir şekilde bunların iç işleri kabul edilemeyeceği, temel hak ve özgürlüklerin bütün dünyanın müdahale edebileceği konular olduğunu AKP yöneticiler de ısrarla vurguluyorlardı. Bugün geldikleri nokta çok acı, kendileri için de çok acı, yarın bundan büyük bir ihtimalle pişman olacaklar; ama AKP’nin iktidarının içerisinde şu ya da bu şekilde görev alan, sorumluluk üstlenen kişiler de, insan hakları konusunda az buçuk bilgili olan her kişi de, bu işin alfabesinin bu olduğunu bilir ve bu yapılanların aslında hiçbir şekilde kabul edilemez olduğunu görürler. Örneğin, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mustafa Yeneroğlu, özellikle iktidara yakın bazı yayın organlarında çıkan haberlere dayanamayıp protesto etti. Bu konuda sosyal medyada itirazını dile getirdi ve dedi ki: “Ülkede emniyet var, yargı var, siz bunların üstünde değilsiniz. Bu kişileri böyle damgalayamazsınız” diye itiraz etti.
Aslında şunu çok rahat söyleyebiliriz: Bu itirazı paylaşan çok kişi var, bu yapılanın akıl kârı bir şey olmadığını, temel hak ve özgürlükler için mücadele eden kişilere engel çıkartılamayacağı, bunların terörle ve casuslukla irtibatlandırılamayacağını, böyle bir şey yaptığınız zaman Türkiye’nin otomatik olarak dünya klasmanında bir kaç lig alta inmesini kabullenmiş olacağımızı çok iyi biliyorlar; ancak nedense çok fazla dile getirebilen kişi yok.

Devamı gelecek mi?

Bu sürdürülebilir bir politika değil; bir ülkenin demokratikliği, bir ülkede hukuk devleti olup olmadığının en önemli göstergesi, o ülkede sivil denetim mekanizmalarıdır ve sivil denetim mekanizmaları deyince de sivil toplum kuruluşları, özellikle insan hakları alanında faaliyet gösteren kuruluşlar gelir, aktivistler gelir. Siz bunların önünü tıkayarak Türkiye’de hiçbir şekilde demokrasinin d’sini bile telaffuz edemezsiniz. Umarım bu operasyonda haksız bir şekilde gözaltına alınan kişiler en kısa sürede serbest bırakılır, umarım bunun devamı gelmez. Ama şu âna kadar yaşananlar hiç umut verici değil maalesef. Bunun devamının gelebileceği yolunda kaygılanmamız için çok neden var; umarım yanılıyorumdur ve bunun çok bâriz bir hata olduğunu kavrarlar.
Tabii bu tam Avrupa Parlamentosu’nun müzakereleri dondurma kararıyla neredeyse aynı zamana denk geldi ve zaten bu kararın da neden alınmış olduğunu bu operasyon, operasyon diyorum ama şu anda Türkiye’de bugüne kadar herhalde son 10 yılda böyle yüzlerce, binlerce toplantı yapılmıştır değişik yerlerde, ben de bir çoğuna katılmış birisi olarak –birçok insan katıldı, siyasi iktidardan temsilcilerin de katıldığı toplantılar oldu– böyle bir toplantıyı sivil polislerle basmanın ve bunu bir operasyon, casus avı vs. gibi göstermeye çalışmanın hakikaten iler tutar bir yanı yok ;ama bu tür operasyonların devam etme ihtimali, bu tür engellemelerin devam etme ihtimali ciddi bir şekilde masada duruyor, önümüzde duruyor. Böyle bir halde gerçekten AB’nin son kararının –ki tavsiye kararı henüz, müzakereler bu kararla duruyor değil ama– bunun bir son değil bir başlangıç olacağını ve Türkiye’nin uluslararası kurumlarla, özellikle Batı’yla ilişkilerinde tam anlamıyla bir kopuşa doğru gideceğimizi öngörebiliriz.
Aklıma hep dönüp dolaşıp 12 Eylül sonrası dönem geliyor. O dönemde yaşadıklarımız geliyor, o dönemdeki medyanın yaptığı yayınlar geliyor, bu tür hak ve özgürlükler konusunda cılız da olsa ses çıkartmaya çalışan insanları nasıl boğmaya çalıştıkları geliyor; ama ona rağmen insanların her şeye rağmen temel hak ve özgürlükleri savunmak için çok büyük riskler alarak yollarından şaşmamış oldukları geliyor. Onun ardından 90’lı yıllarda özellikle Kürt sorunu bağlamında yaşanan hak ihlalleri ve buna karşı mücadele edenler ve onların başına gelenler geliyor. Türkiye bütün bunların hepsini yaşadı; ama bütün bu engellemelere rağmen, hak ve özgürlükler mücadelesi durmuyor. Bu saatten sonra da durmasını kimse bekleyemez; ama yine de bu yapılanlarla bir şeylerin denenmek istendiğini kestirebiliyoruz, belki biraz azaltmak, belki biraz sindirmek, belki bundan sonraki benzer toplantılara insanların katılmasını engellemek, onları ürkütmek gibi fonksiyonları hedefleri olabilir; ama sonuç olarak baktığımız zaman, her zaman için tarih hep bu tür hak ve özgürlükler için mücadele edenleri yazıyor. Bunları ihlal edenlerin tarihte yeri olmuyor, yeri varsa da iyi bir yeri olmuyor.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.