Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sırrı Süreyya Önder ile söyleşi

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/336830136″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

 

Yayına hazırlayan: Ali Mert İnal

Merhaba, iyi günler. Sırrı Süreyya Önder’i konuk ediyoruz. HDP Ankara milletvekili ve dün itibariyle İstanbul’da Yoğurtçu Park’taki Vicdan ve Adalet Nöbeti’ni noktaladılar. Daha doğrusu Van’a devrettiler. Diyarbakır’dan devralmışlardı, Van’a devrettiler. Van’dan sonra da İzmir’de sıra. Evet, hoşgeldin Sırrı.
Hoşbulduk.

Önce nöbete nasıl bir bilanço çıkarıyorsunuz? Nasıl geçti?
Nöbet aslında bizim daha önce planladığımız bir şeydi zamanlama olarak. Fakat araya bu CHP’nin yürüyüşü girince birbirini kesmesin düşüncesiyle bu tarihe erteledik. Bu pratik yönünden başlayayım önce. Diyarbakır’da muazzam bir izolasyonla karşı karşıya kalındı. Belki Diyarbakır’daki görevli polis, güvenlik kuvveti sayısının yüzde doksanı bu nöbetin tutulduğu alanın etrafına dizildi; teçhizat-ekipman da dahil olmak üzere. Ve çok sınırlı ziyaret gerçekleşebildi, çünkü gelenler de engellendi. Ama bu, kentte ve bölgede önemli bir yankı uyandırdı. Biz baştan bunu değişik illerde yapacağımızı anons etmiştik, İstanbul aşamasına gelindiğinde fazladan bir bariyer daha eklendiğini gördük. Çünkü Diyarbakır’da iki bariyerle çevrilmişti. Burada üç bariyer vardı. Bizim dışımızda üç tane güvenlik bariyeri. Fakat burada talep, ilgi, katılım, dayanışma, destek o kadar büyük oldu ve birikti ki burada engelleyemediler, engel olamadılar. Bu kez de girişte cezaevi protokolü uyguladılar. Ziyaretçi olarak gelenlerin GBT bilgilerine bakma, kimliklerini alma, hatta hükümete yakın medyada ertesi gün bunların bir kısmının pasaportları falan teşhir edildi. Casusmuş gibi bir egzantrik havayla, ona rağmen gerçekten İstanbul’da demokrat kesimler, temsiliyetler adeta sel oldu aktı İstanbul’a. Bitirme aşamasında da bu desteği gördük; fakat vekiller altmış kişiyle sınırlandırmışlardı Yoğurtçu Parkı’nı, altmış birinci girecekse içeriye içeriden bir kişi çıkmasıyla mümkündü. Böyle saçma sapan işler… Yürüyüşte de sadece bu altmış kişiyle sınırlandırmak istediler ve etraftan katılım gösterecek olanları gazladılar falan… Bu, şunu gösterdi; tam da bizim teşhir etmeye çalıştığımız işin kendileri bir prototipini, bir uygulamasını sahneye koydular. Yani biz Türkiye açık bir cezaevine dönüştürülmüştür, “Vicdan ve Adalet” bu başlıklar altında düşünülen bir şeydi. Onlar resmiyette bunu bir kara propaganda olarak niteleyip uygulamada tam da işte buyrun cezaevi…

Burada adaleti anlıyorum, CHP’de de adalet yürüyüşü vardı. Vicdan, ek olarak vicdanı niye eklediniz? Buradaki maksat neydi?
Demokratik zemin kalmamış bu ülkede. Demokratik işleyiş vasıtalarının tümü tahrip edilmiş. Adalet hakeza bunun mütemmim cüzü; fakat vicdan bunlardan, bunların varlığıya kaim ya da yokluğuyla malul bir kavram değil. Vicdan bu topraklarda hep karşılığı olan bir şeydi. İyi-kötü yönetenler de, hükmedenler de bunu gözetirlerdi; fakat bu ülkenin son bir yılında vicdan başlığı altında tarihe çok kötü geçecek bir sürü uygulama yaşadık. Birincisi, Kanun Hükmünde Kararnameler’le aşından, işinden, ekmeğinden edilen insanlar. Bunun yüz elli bin civarında olduğu söyleniyor. Fakat özel sektöre de bunun yansımaları oldu, kamunun dışında, yani devlet böyle yaparsa aman ben böyle tutmayayım… Yaklaşık iki yüz, üç yüz aileyi ilgilendiren bir kıyım yaşandı. Zannetmiyorum ki bunun yüzde onu darbecilerle ilişkili olsun. Geri kalanı hep demokrat, yüzü sola dönük ya da Alevi çalışanlar kamudan uzaklaştırıldı. Yani sadece sendikal kökenlerine baktığımızda bunu görebiliyoruz. Vicdan bu anlamda şu an toplumda çok ağırlıklı karşılığı olan ve yokluğu günlük hayatın her aşamasında hissedilen bir olguydu ve bence bu nöbetler bir demokratik direniş bağlamında ele aldığımızda devamına yeni kavramlar eklenecek bir esneklik içeriyor. Yani bugün “Adalet” diye başladı, yanına “Vicdan” eklendi, yarın öbür gün “Emek” eklenir, öbür gün “Kadın” eklenir, öbür gün başka şeyler girer. Yani kamuoyunun bir dar grup yaklaşımıyla bakmak yerine demokratik talep olarak ortaya koyduğu her şeyi sahiplenen bir yerden ve onu geliştiren bir yerden yapmaya çalıştık.

Peki, şunu sormak istiyorum: Şimdi, partinizin ve –kardeş parti diyelim– Demokratik Bölgeler Partisi’nin son yıllarda, son bir-iki yılda başına gelmedik kalmadı. Kayyım atanan belediyeler, tutuklamalar, sizin çok sayıda milletvekiliniz girip çıkıyor. En son rakam nedir? Kaç kişi var içeride?
Toplam on beş milletvekilimiz cezaevine girdi. Şu anda on vekilimiz cezaevinde. Birisi eş genel başkanımız olmak üzere dört vekilimizin de vekilliği düşürülmüş durumda. Altı vekilimiz hakkında, birisi tutuklu olmayan altı vekilimiz hakkında hükümler verildi ve şu an istinaf aşamasında, yani onay aşamasında. Bunlar da onaylandığında bu altısının da vekilliği otomatik düşürülecek.

Grup kaç kişiydi başlangıçta?
Elli dokuz.

Şimdiden dördü düştü.
Evet.

Altısı da sırada bekliyor.
Altısı sırada bekliyor.

Ne bekliyorsunuz bunun ötesinde?
Büyük bir yönelim var. Bence şeyden başlatmak gerekiyor. Bu ülkede, bu ülkenin toplam ölçeğinde, bu ülkenin üçte birinde yerel seçim sonuçları iptal edildi. Yani yerel yönetimler hep gözden kaçırılmaya çalışılan ve milletvekilleri kadar göz önünde olmadıkları için unutulan ya da özellikle unutturulmaya çalışılan bir şey. Bir ülkenin siz üçte birinde yerel seçim sonuçlarına, halkın tecelli etmiş iradesine kast ederseniz bu çok önemli bir şeydir. Birincisi bu, dolayısıyla yereldeki iktidarımızı olduğu gibi kayyımların, kendilerinin çiğnemeyi pek sevdikleri sakız, o halk iradesi, halk ne derse o olur, seçmen ne derse o olurun yerine tayinle atamayla gelmiş, bölgenin dertleriyle dertlenemeyen, sorunlarını bile bilmeyen, her şeye bir güvenlik meselesi olarak bakan bir anlayış geldi. Bir diğer boyutu orada da çalışanlar düzeyinde önemli tasfiyeler yaşandı. Bütün bunların üzerine de bir utanç olarak yer alacak bölgeye bir müteahhit furyası başlattı. Bölgenin yıkımından, kendi halkının değerlerinin tarumar edilmesinden rant uman bir çok hırsız müteahhit profili bölgeye üşüştü. Şu an bölgedeki belediyecilik hizmetleri hırsızlık faaliyetleridir. Başkaca hiçbir şey yok. Halka dokunan, halkın günlük yaşamını iyileştiren, kendi ulusal demokratik kimliğini, rengini yaşayabilen, yaşatabilen bütün mekanizmalar süratle tahrip ediliyor. Anadilinde hizmet almaktan tut, artık tabelalara varana değin; kadın evlerinden, dayanışma evlerinden tut, kent-mahalle meclislerine varana değin her şey tahrip edilmekle meşgul. Yerelde bu oldu. Şeydeki kıyımın, sivil siyaset anlamında Meclis’teki kıyımın boyutu da öncelikle izolasyonla başladı. Ya bu ülkenin üçüncü büyük partisiyiz, üçüncü büyük partisiyiz ve bizim iki yıl bu ülkenin bir buçuk yıl net yani biz tartışılmaya başlandığımız, yani 6-7 Haziran sonuçlarından itibaren biz bu iktidarı alaşağı ettik. Bu tamamen HDP fikriyatı ve pratiğinin bir başarısıydı. Ama o günden itibaren biz Türkiye’de halkla buluşacak bütün ana akım iletişim kanallarını kaybettik. Çok iğrenç, çirkin, utanç verici bir tecrit… Düşünün, aylarca HDP konuşuluyordu; bırak HDP’den bir temsilciyi, cevap hakkımız bile kullanılamıyordu. Bunun içinde kendisinin demokrat olduğunu vaaz eden ve böyle vesveseleri olan birçok yayıncı da, korkusundan, telefonla bağlandığımız halde yine o ambargoyu bir-iki kez ben delebildim, ondan sonra benimle ilgili de kati talimat gitti ve biz, hakkında sabah akşam algı operasyonları, kirli propaganda yürütülen bir kurum olarak sesimizi duyuramıyoruz.

Cuma günü bir yayın yaptım; HDP neden tıkandı diye bir yayın yaptım. Allah için olumlu birkaç tepki dışında çok sert şeyler geldi. Halbuki ben o yayında bütün bu baskılardan ve izolasyonlardan bahsetmiş, ama şunu söylemiştim: Bu hareket zaten hayatı boyunca baskı ve izolasyona muhatap olmuş, ama her seferinde daha güçlü olarak gelen bir gelenek bu. Ama bu sefer bir tıkanma gördüğümü söyledim; tabii ki buradaki temel mesele baskılar, engellemeler, tecrit etmelerdir, ama yine de burada bir sorun yok mu? Yani şu bana kolaycılık geliyor açıkçası: Ya, işte “eş başkanlarımız içeride, milletvekillerimiz içeride, belediyelerimize el kondu” tamam, eyvallah, bunun hakkını vermek lazım, ama olay bundan ibaret mi?
Şimdi tek kelimelik bir cevabı yok. İstersen biraz değerlendirelim. Senin söylediğin de zeminsiz bir söylem değil, sana itiraz edenlerin –itiraz edenlerden birisi de benim–, bizim bu şeylerimiz de derdimizi yeterince yetkin anlatabilecek bir zemin bulamama. Bunu bulabildiğimiz anda bu tek kelimelik itirazlar ya da tek cümlelik itirazlar ya da kabuller geride kalmış olacak, bu mesele bütün boyutlarıyla ortaya konulabilecek. Şu dediğin çok doğru. Daha zor, gördüğümüz en kötü günler bu günler değildi. Ama her seferinde küllerinden var etti ve bu dediğin şey, senin söylediğin bir gerçeklik; ama öyle bir gerçeklik değil: Bir günde baskı oluştu, ikinci gün Kürt siyasal hareketi yeniden bir yol buldu şeklinde değil. Her biri dört-beş yıllık kesintiler, yıkımlar, ağır tahribatlar içeren ve büyük kayıplar… yani düşün, Özgür Gündem dağıtılamıyordu bölgede. Yasak yayın muamelesi görüyordu. Sonra genç çocuklar, kadınlar, yaşlılar bunun gönüllü dağıtımını üstlendiler ve kenarda, köşede, kuytuda bunu dağıtanlar infaz edildiler. İnternet de yoktu o zaman. Ama böyle bir ağır kıyıma maruz kalındı. Bu sonrasında demokrat kamuoyunun da el vermesiyle, düşünün işte Yaşar Kemal’ler, Orhan Pamuk’lar bunu sembolik olarak dağıttılar ve daha bir çok aydın, demokrat, sanatçı hüviyetli insan. Bu cendereler böyle böyle aşıldı. Şimdi, tıkanıklık değerlendirmesinin sıkıntılı yanı şurası: Bu tarihsel akış içerisinde çok küçük bir konjonktüre ve tek başına HDP açısından sonuçlarına daha fazla odaklanmak; yoksa ben senin değerlendirmede bir sorun görmüyorum. Fakat bu iş kristalize olunca, başlığa çıkarılma biçimi ve bir hülasa alma aşamasına gelince, o biraz içinde yaşadığımız koşulları ihmal eden bir değerlendirme. Onlara değinelim. Şimdi olay sadece belediyelerimiz ve milletvekillerimiz, eş başkanlarımızla sınırlı değil. Olayın bir de şu boyutu var, KCK operasyonlarını neredeyse ikiye katlayan bir sayıda parti çalışanlarımızın da bununla eş zamanlı tutuklanması söz konusu. Bir siyasî parti ne yapar? Ben şimdi Van’da nöbet tutacağım. Ne yaparım? Oradaki il yönetimimi ararım, il yönetimim bunun yerel bazda hazırlığını yapar. Nedir bunlar? Duyurusunu yapar, lojistiğini hazırlar, efendime söyleyeyim ziyaretleri düzenler, buradan gidecek vekillerin orada işte alınması, mahalleye götürülmesi falan filan… Şimdi sadece Van ölçeğinde söyleyeyim, bu kıyım sürecinden beri belki dördüncü yönetimiyle çalışıyoruz ve yani yönetimi topyekûn içeri alınıyor, yerine yedekler geliyor, onlar da alınıyor, onun yerine gönüllüler geliyor, onlar da alınıyor. Daha Van nöbeti belli olur olmaz Van’da yoğun bir tutuklama başladı. Dolayısıyla tıkanıklık derken biz neticede sihirle siyaset yapmıyoruz, insanla siyaset yapıyoruz. Bir etkinlik planladığımız bütün illerdeki en vahimi Adana’dır mesela. Ya, Adana’da artık sayısını biz unuttuk. Yönetimimiz topyekûn alınıyor, uzunca bir zaman gözaltında tutuluyorlar, iddianameleri hazırlanmıyor, neyle suçlandıklarını bilmiyorlar, ondan sonra uzun bir tutukluluk süresi, bunlar o süreci yaşarken arkasından sorumluluk alan iki heyet daha yanlarına gitmiş oluyor. Sonra o kadar boş ve zeminsiz tutuklamalar ya da gözaltılar ki bunlar, bırakılan herkese ev hapsi uygulaması yapılıyor. Yani siyaset yapacağımız bütün çevre dokumuz hacir altında şu an. Dolayısıyla biz şöyle bir noktaya geldik, önce bu il-ilçe yönetimlerimizin ve bu periferide çalışan arkadaşlarımızın zarar görmemesini sağlamak noktasına geldik. Çünkü siz bir yerelde yönetimsiz kalırsanız orada hiçbir siyasî aktivite yürütemezsiniz. Dolayısıyla bütün vekillerimiz yurdun dört bir yanına dağılıp yönetimler, onların yedekleri, onların yedekleri, yani işimiz olmayan pek az arkadaşımızın ana görev sahasına giren bir olguyu bütün vekiller üstlendi. Herbirimiz bir örgütlenmeden sorumlu.

Peki bunun bir sonu var mı?
Bunun bir sonu sürdürülebilir değil devlet açısından. Fakat bizim açımızdan “sonu var mı?”dan çok sonuçları var. Bunlarla boğuşuyoruz. Ha, her şart kendi pratiğini geliştirir, fakat bunun ortaya çıkması böyle birkaç günün ya da birkaç ayın işi değildir. Siyaset uzun soluklu, sabır isteyen, inat isteyen, kararlılık isteyen bir uğraş. Hele bizim gibi hayatın bozucu bütün alanlarında muhalifliği ve itirazı özetleyen yaklaşımlar buna daha çok maruz kalıyorlar. Dolayısıyla tıkanıklık belki bu yüzden kulaklarda iyi çınlamadı, yoksa senin değerlendirmeni biliyorum.

Çok yoğun baskılar, engellemeler; ama bu hareketin çok güçlü bir toplumsal tabanı var.
Evet

Bu toplumsal taban bu süreçte bezdi mi, yoruldu mu? Yoksa her şeye rağmen sonuna kadar partinin ve bu hareketin yanında duruyor mu? Orada birtakım sorunlar yaşanıyor mu?
Şimdi bunun göstergeleri var. Bizim bildiğimiz şeyler belki halka propagandatif şeyler gelebilir, ama belli göstergeler var. İktidarın art arda yaptığı kamuoyu araştırmaları var. Ana muhalefetin yaptığı araştırmalar var, bizim yaptığımız araştırmalar var. Hepsinin ortak sonucu, tüm bu konjonktürde hiçbir zaman Kasım sonuçlarının altına düşmüyor desteğimiz, ama yitirdiğimiz bir destek var şartlardan kaynaklı. Neydi bu? Eskiden HDP’ye oy veren kitlenin oranıyla “HDP’ye oy vermeyi düşünür müsünüz?”ün oy oranı birbirine çok yakın değerlerdeydi. Yani yüzde altı aldığımız zaman, oy vermediği halde HDP’ye de verebilirim diyen kitlenin oranı da % 9’du diyelim. İlk defa 6 Haziran’da bu oran –ya da tersinden bir ifadeyle söylemem lazım– “Asla oy vermem dediğiniz parti hangisi?” dendiğinde 80’lere varan bir HDP zikri vardı, HDP’ye vermem diyen bir % 80’lik kitle vardı. Biz Haziran’da değişik anket firmalarının yaptığı araştırmalarda “HDP’ye de oy verebilirim” diyenlerin oranı kimilerinde % 70’e kadar çıktı, mübalağalı gelebilir. Siyaset bir iklim meselesidir aynı zamanda. Yani ben gerçekçi olduğuna inanıyorum, ama en cimri değerlendirmede bu oran % 40’lardaydı “HDP’ye de verebilirim”. Şey de % 30’lara inmişti “Asla oy vermem” diyen. Şimdi gelinen noktada o bezme, yorulma meselesinde biz bu periferiyi bir parça kaybettik. Yani HDP’ye de oy verebilirim diyenlerin sayısı Haziran’ın bir hayli gerisine düştü. Fakat bu konjonktürel bir şeydir. İşte iklim meselesi dediğim bu. Sebepleri var. Bir: Hiçbirimiz böyle bağımsız yayın kanallarının, araçlarının dışında ana akımda hakkımızda oluşturulan manipülasyonlarla boğuşamıyoruz, kendi sözümüzü söyleyemiyoruz. Düşünün yani kaba bir hesapla 40-45 milyonluk bir izleyici kitlesi bizim sözümüzden mahrum, ama aleyhimize söylenen her şey sabah akşam boca edilmekte. Bir bu var. İkincisi, insanlar kolay değil, yine Haziran’dan alırsak bunu: HDP mitinglerine gitmek, ölümü göze almak. Diyarbakır mitingimizdeki patlama, Adana, Mersin il binalarımızdaki patlamalar, Suruç katliamı, Ankara katliamı… bunları düşündüğümde, yani millet HDP ile yan yana durmanın canından vazgeçmekle eş anlamlı olduğu duygusu sistem tarafından çok vahim bir şekilde insanların hafızasına nakşedildi. Şimdi bizle görüşünce, bizim bir etkinliğimize gelince, can güvenliğiniz sıkıntıda, işiniz aşınız böyle hemen ertesi günü kaybedecek bir şekilde bunlar; kriminalize edilme cabası, itibarsızlaştırma cabası… Bütün bunlar varken bu periferinin böyle olmasını yadırgamamak gerekiyor. Ama siz de bu ülkenin siyasî mücadele, toplumsal mücadele tarihini iyi biliyorsunuz. Bütün bunları bir ilaç gibi düşünürsek bir etkileme katsayısının bir çan eğrisidir. Yani bu ufaktan başlar, giderek zirve yapar, fakat bir müddet sonra insanlar bu korku duvarını, bu baskı duvarını aşarlar. Bunlardan bir günde böyle bir cevap beklemek halkı…

Anladığım kadarıyla şu anda o süreç devam ediyor.
Şu an bence bu çan eğrisi artık pik noktasından ayağının ucunu görmeye başladı.

Burada bir diğer husus, 7 Haziran’ın en büyük hedefi açısından ve Türkiye açısından en önemli farkı HDP’ye Kürt olmayan kesimlerin daha fazla kulak kabartması, oy vermesi ya da oy vermeyi düşünmesi vs. Ve böyle bir hep söylenegelen buluşmanın sanki bir başlangıcı gibi olmuştu; ama 7 Haziran’dan sonra yaşanan süreçle beraber bunun koptuğu ya da büyük ölçüde aşıldığı söyleniyor. Burada parti olarak sizin gözlemleriniz bu iddiaları doğrular şekilde mi?
Tekzip eder şekilde değil. İşte hep böyle sıkıntımız şey, tek kelimelik evet-hayırlık cevaplar veremiyoruz. Çok bileşenli cevapları var bunun. Ama böyle temelden tekzip edecek bir durum söz konusu değil. Fakat şöyle bir şey var, bu Türkiye’nin neredeyse Türkiye’de toplumsal dönüşüm sağlayacak bir moment yakalamıştı. Öyle bir moment, öyle bir an yakalamıştı ve bunu sıkıntıya sokan ama genel anlamda bütün siyaset alanını sıkıntıya sokan bir gerçek var: Savaş. Demokratik siyaset alanını son derece daraltan bir şey. Bu koşullar tüm arka plan bilgileriyle hatırladığımızda nelerdi? Bir barış süreci vardı ve HDP bunun önemli iş görenlerinden birisiydi. HDP’nin barışı sağlamak, kalıcılaştırmak, sürdürülebilir müzakere koşullarını muhafaza etmek, yaratmak falan anlamında çok nitelikli katkıları vardı ve bunun aksini iddia etmek büyük bir hamlık olur. Kim ederse etsin…

Zaten 28 Şubat Dolmabahçe o fotoğrafı verdi, gösterdi.
O fotoğrafı verdi, ama o bir andır, fakat onun ötesinde biz bütün söylemimizi ve fiiliyatımızı hep barışı önceleyen ve demokratik siyaseti önceleyen bir yerden kurduk. Demokratik siyaset alanını genişletici, hatta zaman zaman kendimizi de zorlayarak, şartlarımızı da zorlayarak bunu yaptık. Bunun halkta bir karşılığı oldu. Bunun tekrar savaşa evrilmesinde doğaldır ki bir miktar fatura da HDP’ye kesilecekti; çünkü belki biliyorsun hem bu müzakerelerdeydim hem de hayatın bütün alanındaydım. Yani öyle izole bir yaşam biçimimiz yoktu. Seçim kampanyaları, düşün işte belki vekiller içerisinde en çok seçim kampanyası, gerek mutfağı gerek önünde, çalışan insanlardan biriydim. 2011 seçimi ardından yerel yönetimlerde İstanbul Büyükşehir adaylığı, ardından cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Bey’in kampanyasının mutfağında çalışan vekillerdendim, ardından Haziran seçimleri… Yani gün gün sonuçları, yönelimleri, azalmaları, çoğalmaları görebilen bir yerden çalışıyorum. Dolayısıyla meselenin tekrar savaşa varması bu HDP’ye gelen averaj oyların bir kararsızlığına sebep oldu. Fakat ben bu durumu arızî bir durum olarak görüyorum. Niye? Söylem olarak HDP’yi, HDP fikriyatını tekzip edecek hiçbir şey olmadı. Yani biz bir ajitasyon hareketi değiliz. Biz bir araya gelmiş bir memnuniyetsizler ordusu değiliz. Ya da bir araya gelmiş birbirine hayranlar topluluğu değiliz. Bizim bir fikriyatımız vardı, bunun bir mimarisi vardı ve bu çok gerçekçiydi, toprağını bu ülkenin, ayağını bu ülkenin toprağına basan, gerçekliklerinden alan, hakiki ihtiyaçlarını bilen ve gerçekleştirilebilir çözümler ve menziller öneren bir yapıydı. Bu büyük bir güçtür. Hayat oradan bizi tekzip etseydi o zaman oturur düşünürdük. Ha yani “Biz demek ki bu ülkenin dertleriyle meczolabilen bir söylem sahibi değildik, şuralarını görememişiz, buralarını ıskalamışız, hayat da bizi ıskaladı” böyle bir şey değil. Bugün hâlâ eğer bu ülke demokrasisini kuracaksa yeniden ve bu ülke yeniden barışla tanışacaksa, bu tamamen HDP tespitleri, HDP önermeleri etrafında olacak. Çünkü çok geniş tabanlı, marjinal olmayan, daraltılmış bakışlardan uzak ve Kürd’ü, Türk’ü, Alevi’si, Sünni’si herkesin derdini aynı kantarda tartabilen bir olgunluk ve gerçeklik içinde.

Peki, bir şeyler iyi gidiyordu, bir moment yakalanmıştı. Daha sonra tekrar savaş ortamıyla beraber diyorsun,
ama orada o çatışmanın tekrar başlamasında temel sorulardan birisi –ki senin geçen Meclis’te yaptığın uzun konuşmada, savunmada onun birtakım şeylerini de verdin aslında– HDP’nin yeterince bunun engellenmesi, –daha doğrusu şöyle söyleyeyim– etkili olabileceği yerler üzerinde bu çatışmanın taraflarından hangisine etkili olabilecekse ona yeterince şey yapamadığı, müdahil olamadığı; çatışmanın tırmanmasının mesela senin söylediğin, Öcalan’a atfen hendek savaşları için Öcalan’ın söylediği olay var, ama o tarihte böyle bir şeyi dile getirebilmek bile bayağı zordu. O günleri hatırlıyorum ben.

Yoo, bence hatırlayacaksak tam hatırladığımızda durumun böyle olduğu görülecek. Ne oldu? Şimdi, birincisi o tespitimden başlamak istiyorum. Biz bir, bu ülke barıştan savaşa geçmiş yeniden ve barış, nihai barış, elimizi uzatsak yakalayabileceğimiz bir mesafeye gelmişken bizim siyasî geleneğimizde, demokrasi anlayışımızda tek tek kişiler olarak da biz eksiğe kendimizden başlamadan söze başlamayız. Biz bunun bir bileşeni miydik? Bileşeniydik. Bu sürecin taraflarından birisi miydik ? Birisiydik. E peki bu süreç olumsuz sonuçlandı. Hataya, eksiğe mutlaka kendimizden başlamadan herhangi bir siyasal değerlendirme yapamayız. Bu, Türkiye siyasetinin de çok uzak olduğu bir anlayış. Yani hükümetin bugün yürüttüğü “Sen bir yalanı çoğalt, ısrarla tekrar et, mutlaka inananı olacaktır ve düşman yarat, varsa var, yoksa yarat ve hep ona suçu, günahı sorumluluğu yükle”… bu anlayış bizden uzak, biz bundan beriyiz. Dolayısıyla biz bunun bir bileşeniysek ve finalize edemediysek, önce kendimiz neyi eksik bıraktık? Biz değerlendirmeye buradan başlamak zorundayız. Fakat bu geleneğe uzaklığın, Türkiye siyasî hareketlerinin bu kavramdan uzak oluşu birdenbire bize sanki sürecin bütün sorumluluğunu üzerimize almışız gibi ya da bir şey itiraf etmişiz gibi değerlendiriyor. Oysa bu başka, yöntemsel bir şeydir. Evet, olmadıysa bizim de sorumluluk, kusur, eksik, yanlışlarımız vardır. Var mıdır? Buna bakarak başlayabiliriz. Vardır, yetememişizdir, yetemediğimiz noktaları da bütün açıklığıyla ve cesurca söylüyoruz. Bir, barışı toplumsal bir talep haline getiremedik. Bu ağırlıklı olarak bizim işimizdi. Fakat dost çevreler dahil olmak üzere herkes bu süreci…, mesela bizim, başta Sayın Öcalan, barışı demokratikleşmeden ayrı ele almayan bir yaklaşımı vardı. Bunu al bir kenara koy. Yani sadece Dolmabahçe mutabakatına baktığımızda bir barış manifestosundan çok bir demokratikleşme manifestosudur. Şimdi dolayısıyla biz demokrasinin barış için ne kadar olmazsa olmaz bir şey olduğunu gören bir yerden başladık. Hem müzakere hem mücadele gibi bir diyalektiğin içerisinden yürütmeye çalışıyoruz, fakat kategorik karşıtlıklar barışa toplumsal taban olabilecek bütün unsurları bizden uzak tuttu. Hatırlayın ben birçok dostlarımızla kamusal alana da yansıyan polemikler yaşadım. Yani darbe mekaniği kavramı Öcalan’ın kavramsallaştırmasıdır. Biz bunu bunun gelmekte olan tehlikelerini işaret ettiğimizde, birçok dost çevre, “Ne bu? Bizi darbeyle mi korkutuyorsunuz?” diye uzun uzun cevaplar vermek zorunda kaldı. Oysa enerjimizi buralara vermemeliydik. Enerjimizi o bizi eleştiren ya da anlamamakta ısrar eden dostlarımızla birlikte barışı toplumsallaştırmaya harcamalıydık. Olmadı, kusur bizimdir, eksik bizimdir. Bunun daha yaratıcı yol ve yöntemlerini bulabilmeliydik. Burada hiçbir şartı…

Ya Sırrı, darbe mekaniği dedin de, olabildiğince komplo teorilerinden uzak durmaya çalışarak bu başka yerlerde de tekrarlandı; ama bu yaşanan süreçte yaşananların bu şekilde yaşanmasının 15 Temmuz’la bir ilişkisi olduğunu düşünüyorsunuz herhalde parti olarak.
Elbette.

Kişisel olarak da sen.
Elbette.

Bunu olabildiğince, yani şöyle bir basitlikte değil, komplocu perspektiften olabildiğince uzak olarak nasıl tanımlarsın?
Bendeki… –hani o konuda çok konuştum ama daha çarpıcı bir izin verirsen daha çarpıcı bir yerinden gireyim– şimdi, Sayın Davutoğlu’nun başbakan olmasıyla birlikte çözüm sürecinde de bir çözülme başladı. Ona dair birkaç enstantane söyleyeyim sana. 6-8 Ekim’in, bugün ısrarla Selahattin Bey’in üzerine yıkılmak istenen şeyin müsebbiplerinden birisi ya da temeli Sayın Davutoğlu’nun öngörüsüzlüğüdür. Ve bir insiyatif sahibi olamamasıdır. Bununla ilgili bir şey söyleyeceğim. Bu darbe mekaniğiyle bağlantılı. 6-8 Ekim olmayabilirdi çünkü…

Bu Kobani…
Evet Kobani. Hâkim perspektif Kobani ile bir dayanışmayı öngörüyor. Devlet perspektifi bir dayanışmayı öngörüyordu siyasal düzeyde. Bakın bu çok önemli. İlk defa bu kadar net ve açık söylüyorum. Bu dayanışma bugün darbe girişiminden dolayı, darbe girişimindeki rolü çok açık olan… yani yargılama süreci var tamam, bu opsiyonu vererek, ama bir de gözle gözükeni var. Darbe girişiminde bilfiil rol alan bu rütbeli general tayfası Davutoğlu’nu inanılmaz bir cendereye aldılar ve bu dayanışmayı engellediler. İşte size darbe mekaniği. Bizatihi içinde yaşamış birisi olarak söylüyorum ve bekliyorum ki Sayın Davutoğlu çıksın, bunları kamusal alanda paylaşsın. Sur’a, Nusaybin’e, Cizre’ye dönük kuşatmaya emir-komuta eden kadro bugün darbenin de aslî failleri olarak hesap veriyorlar. Bu kadro Kobani-Rojava dayanışmasını nasıl engelledi, nasıl torpilledi, nasıl daha bilemediğimiz ne tür kışkırtıcı veya destabilize edici işlevler gördü? Bunu gün be gün yaşadım, gördüm ve feryat ettik. Yani sesimizi duyurabildiğimiz her yere bunu çığlık çığlığa söyledik. İmralı heyeti olarak altı tane bu gündemli basın toplantımız var. Öyle kamuoyuna son çağrı, acil çağrı başlıklarıyla yaptığımız, ama hiçbirisinin önemi fark edilemedi. Burada da sorumluluğu kendimize alıyorum. Yani biz yapmamız gerekeni fazlasıyla yaptık, bir etki oluşturamadık. Oluşturamadığına göre demek daha yaratıcı yol ve yöntemler bulmalıymışız.

Peki bu…
Bir şeye devam edeyim izin verirsen, bununla alâkalı. Bu kadro o kadar torpilleyici bir işlev gördü ki bunu ilk dönemin İçişleri Bakanı Sayın Ala ve Numan Kurtulmuş’un bir sınır ziyareti vardı Kobanililer geldiğinde, sınıra biriktiğinde. Ve orada neredeyse suikaste uğrayacaklardı. Hatırlıyorsunuz canlarını zor kurtardılar. Ve bu hep bir HDP ya da Kürt tepkisi gibi algılandı. Biz de büyük bir dikkatle bu mesele niye böyle olduya yoğunlaştık. Ve hem biz hem dönemin güvenlik bürokrasisi bize ya da dönemin bakanları bize şunu söylediler: “Urfa’da çöreklenmiş bir cemaat yapısı var. Hele bu tayinlerle mayinlerle birlikte… Bunun sizle, sizin kitleyle hiçbir ilgisi yok. Rahat olun. Bu tamamen onların çok sistemli bir şekilde büyük bir organizasyonu. Nüfuz edemiyoruz, çözemiyoruz; ama eminiz, bilgilerimiz var. Bu böyle bir şey.” Darbe mekaniği, Öcalan da İmralı’dan bunu dile getirip duruyordu. Neredeyse her görüşmenin yarısından fazlası buna ayrılmış. İşte bir darbe geliyor, size bir darbe gelecek, bu esas olarak barış sürecini hedefleyen bir şeydir. Siz ahmak mısınız? Bunu göremiyor musunuz? Bütün bu olayların göstergeleri hep bunun gelmekte olan…

Yani şimdi 15 Temmuz’un doğrudan…, 15 Temmuz hayata geçirildiğinde çözüm sürecinden geriye hiçbir şey kalmamıştı.
Evet.

Burada ama 15 Temmuz’un temel motivasyonlarından birinin Kürt sorunu olduğunu mu söylüyorsun?
Peki, 15 Temmuz… diyelim ki 2013 Nevruzu’nda, 2014 Nevruzu’nda bir darbe koşulu var mıydı bu ülkede? 15 Temmuz‘a geldiğimizde bu cuntanın sözde bildirisine bakın, bütün bu çatışma ortamlarını kendine müstenit eden bir yer var.

Zaten “Yurtta Sulh” değil mi yani?
Adı “Yurtta Sulh”.

Evet.
Şimdi, buraya bakınca barış, demokrasinin de teminatıdır. Siz meseleyi çatışma, savaş, güçler parametresine getirdiğinizde bir başka güç kendisine bir zemin bulmuş oluyor. Darbenin mekaniği dediğimiz şey tam da böyle şeyler.

Sırrı, senle konuşmanın dibi yok biliyorsun.
Eyvallah.

Yavaş yavaş toparlayalım, herkes bizden şey de beklemiştir. Siyasetten tekrar sinemaya dönüşün vs. ama bildiğim kadarıyla bir önceki seçimden önce de niyetin yoktu, ama tekrar milletvekili oldun. Yine böyle mi olacak ? Bu, Teoman’ın müziği bırakması gibi olmasın ?
Yok; bu bir medya okuması anlamında da ilginç bir şey. Şimdi ben hiçbir röportajımda siyaseti bırakıyorum diye tek bir cümle kullanmadım.

“Milletvekilliğini bırakıyorum.”
Milletvekilliğini bırakıyorum. Biz bir politik mücadelenin içinden geliyoruz. Elli yıllık hayatımız bununla geçmiş ve ömrüm ve nefesim oldukça da bu çizginin bir savunucusu, bir neferi olarak çalışmayı…, bu bizim için bir yaşam biçimi. Fakat vekillik o kadar abartılan bir şey ki, hani nerdeyse şunu diyesim geliyor, son Cumhuriyet röportajımda bunu açıklıyorum, o bile manşete “Siyaseti bırakıyor” diye koymuş… Altında diyorum ki siyaseti bırakmıyorum kardeşim, siyaset sanatla da yapılan bir şey ve o alan, bir film belki bir siyasî parti kadar iş görür. Kanaatleri değiştirmede ya da oluşturulmuş algıları sorgulatma anlamında bunu yaşamış insanlarız. Dolayısıyla buradan dertli uzun uzun açıkladığım metin bile manşet olarak siyaseti bırakıyor diyor.

Peki siyaset yapmanın bu kadar zor olduğu bir yerde sinema yapmak nasıl olacak?
İkinci boyutu şu, bugün Meclis lağvedilmiş durumda. Böyle bir Meclis’te vekil olsan ne? Yani diğer tüm arkadaşlarımı tenzih ederek söylüyorum. Sadece şahsi olarak öz saygısı olan biri olarak biz bunu meşru saymıyoruz, bununla mücadele ediyoruz. Ama öz saygısı olan birisi bu yeni oluşturulan düzlemde Meclis’te vekilliği matah bir şey olarak görmez. Sinemaya gelince elbette ki bu ülkede demokratik hak aramanın, böyle bir söylemin herhangi bir, hayatın herhangi bir alanında faaliyetini yürüten herkes sistemin ağır tehdidi altında. Bunu biliyoruz, görüyoruz, fakat bu böyle diye geri duracak değiliz. Sanat bu anlamda daha imkânlı bir şey. Yani evinin bir odasında bir hikaye çekersin, gösterecek salon vermezler, hakkında dava açarlar ama bir sosyal medya zemininde…

Ki senin son yaptığın Nuriye ve Semih’e yaptığın film de böyle oldu.
Mesela değişik de bir şey denedim yani Nuriye ve Semih’in durumunda sinema bir anlamda gerçekliği yeniden üretme işidir ya, yani siz bir olguyu ya da bir olayı alırsınız kendi süzgecinizden, size daha görünür olan yönlerini ya da daha çok görülmesini istediğiniz yönlerini bir parça öne çıkarırsınız, sinema bunun için ışıktan kadraja, sesten müziğe varana değin birçok yardımcı argümana sahiptir. Bunları kullanırsınız ve toplamda insanların üzerinde bir duygu bırakmayı hedeflersiniz. Özü budur. İster aşk filmi anlatın, ister politik bir hikaye. Şimdi, içinde yaşadıkları koşullar çok daha ağır ve daha hoyratçaydı. Çok sade yapmak istedim ve etkilerini ben de ölçmek istedim. Örneğin o kapı o kadar kibar açılmaz, o kadar sessiz gelinmez; ama işte biliyoruz kendi kişisel hikâyelerimizde de uzun açlık grevleri var. Mesela ben kendim otuz günden sonra şunu yemeyi falan düşünmüyordum, özlemiyordum da, bir saatlik derin bir uyku uyuyabileyim diyordum, bir saatlik. Çünkü sağa dönersin kaburgaların batar, oturursun kemiklerin batar, yüz üstü yatarsın nefes alamazsın. Uyumak çok meşakkatli bir iştir. Şimdi gelmişler yüz kırkıncı gününe, o zaman ben çektiğim zaman ve işte zor bir uykuya dalındığında öldün mü, yaşıyon mu diye ve bir kadın tutukluya erkeklerden oluşan bir güruhun böyle yaklaşması, kendi içinde o kadar vahim bir şey ki, dedim bunu dupduru, olduğu gibi yapayım. İnsanlar üzerindeki etkisini ben de merak ettim. Gerçekten bir duyarlılık oluşturma, bir sahiplenme oluşturma namında önemli bir etki alanı oluşturduğunu gözledim.

Ama durumları hâlâ maalesef sürüyor aynı şekilde.
Keşke bu bir yol olsa. Aslında insanları, bu aşından işinden edilenlerin dertleriyle ilgilenmeye de korkutuyorlar. Aman bana bir şey gelmesin. Yani birçok sanatçı arkadaşımız bu konuda kendi durdukları yerden, kendi bakış açılarıyla bir şeyler söyleyebilirler. Aslında bir parça ben onu bekledim. Sonra bu korkuyla, gözlemleyince, bir yol açıcı olması açısından herkes iki dakikalık bir şey çekebilir. Şimdi Semih’in hücresine gazetelerin arasına yemek broşürleri konuluyormuş. Yani bunu bir arkadaşımız yapabilir. Bir başkası başka bir yönünden ele alabilir. Aşından, işinden edilmek dünyanın en acımasız, en zalim işlerinden birisidir. Yapılacaktır, çıkacaktır da yani zulüm ile abad olanı görülmemiştir.

Evet, burada noktayı koyalım. Sırrı Süreyya Önder’le bayağı bir kırk beş dakikayı aştık, elli dakikaya yakın sohbet ettik. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.