Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Étienne Balibar: Kapitalizmin zaferinden demokrasinin yenilgisine

Revue Internationale et Stratégique için Marc Verzeroli ve Olivier de France tarafından 13 Şubat 2017’de Étienne Balibar’la yapılan bu söyleşi, derginin 2017 Yaz sayısında (n° 106) “De la victoire du capitalisme à la défaite de la démocratie?” (Kapitalizmin zaferinden demokrasinin yenilgisine) başlığıyla yayınlandı (“Contestations démocratiques, désordre international?” [Demokratik itirazlar, uluslararası kargaşa] dosyası) (http://www.iris-france.org/publications/ris-106-ete-2017/). Haldun Bayrı, çeviride Balibar’ın mediapart’taki blogunda yayınlanan söyleşiyi esas aldı.

Etienne Balibar
Étienne Balibar

Sizce günümüz demokrasilerinin güçlenmesi ya da hükmü kalmaması nasıl ölçülür? Dış politika bakımından bunun sonuçları nelerdir?
Birbirinden ayrı iki soru bunlar, ama bugün birlikte algılanıyor olmaları, göz ardı edemeyeceğimiz bir zorluğun göstergesi. Kendi payıma, “demokrasi” mefhumunun, erklerin dağılımıyla ve muayyen bir anayasal normla muğlaklığa yer bırakmaksızın belirginleştirilerek meydana getirilmiş bir rejime işaret etmediğini düşünüyorum. İçindeki kurumların, toplumsal hareketlerin, yurttaş katılımının ortak çıkarlar idaresinde mümkün olan en büyük sorumluluğu çoğunluğa vermeye yöneldiği değişken bir “toplumsal durum”a atıf yapmaktadır. Bu bakımdan Antikçağ’a dayanan eleştirel bir geleneği benimsiyorum ve dinamik, ilişkisel, çatışmalı bir tanımı öne çıkarıyorum. Hiçbir “site” bizatihi demokratik olmaz: Tarihinin farklı anlarında ve diğer toplumlara kıyasla, hiçbir zaman önceden sabitlenmeyen ve nihaî olamayacak bir oranda demokratiktir.
Bu konuşma şeklinin geriye ve ileriye dönük etkileri olabildiğinin ayırdına varıyoruz: Fransa, Front Populaire (Halk Cephesi) [1] döneminde, bugün olduğundan açık biçimde daha demokratikti; siyasette bir yenilenme karşılığında da yarın bugünkünden daha demokratik olabilir. Ama bu söyleyiş şekli “dış” politika sorununu da bütünüyle etkisiz hale getiriyor. Siyasî hâdiselerin önce belirlenmiş sınırlar içinde vuku bulduğunu, bu sınırların az çok ulusal sınırlarla aynı şey olduğunu, bunların da milliliği ve yabancı karşıtlığını icap ettirdiğini zımnen kabul ediyor. O zaman, istemesek bile, demokrasinin devletçi bir anlayışı içinde kalıyoruz.
Bunun sonucu olarak, dış politikanın bir ülke ya da bir halkın demokratik durumunu etkileyişini ne şekilde kavradığımıza göre, sürekli yalpalamalar görülür. Bir yanda, sömürge savaşlarına karşı seferberlikler döneminde sıkça hatırlatılan, “Bir başka halkı ezen halk özgür olamaz” diye telkinde bulunan eski büyük enternasyonalist söz vardır. Diğer yanda, en baskıcı emperyalizmlerin çoğu zaman kendi sınırları içinde “demokrasiler” ya da sözüm ona demokrasiler oldukları fikri bulunmaktadır -Antikçağ’daki Atina’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne, bu arada Fransız Cumhuriyeti’ne… Bu ikileşimin/dikotominin artık sürdürülemez olduğunu düşünüyorum. Bugün her zamankinden fazla, sınırlar nihaî belirleyiciler değil: Kendi kendini yönetmeye erişme sorusunun içinde sorulduğu mekânı az ya da çok otoriter şekilde ve az ya da çok ayrıma yol açacak şekilde kat etmektedirler.
Dolayısıyla, perspektifi tersyüz etmek denenebilir. En azından, bir devlet erkinin kendi sınırlarından geçenlere verdiği özgürlüğün ve eşitliğin azlığı ya da çokluğunu, veya özgürlüklerin ilerlemesinde ya da küresel eşitsizliklerin azaltılmasında bir ulusun oynadığı rolü göz önünde bulundurmak gerekirdi. Bu eşitsizlikler bu vakada olumsal ve dışsal özellikler olarak kavranılmaz, verili bir toplumun yöneldiği demokrasi düzeyinin ölçütleri olarak kavranır. Sömürge savaşları döneminde açıktı bu; bugün daha da açıktır.

Batı dünyasının bağrında, “demokrasisizleşme” ile “demokrasinin demokratikleştirilmesi” arasında bir gelgit olduğu teşhisinde bulunuyorsunuz. Bu gelgit hangi biçim altında gerçekleşiyor?
Tahlili neden Batı dünyasıyla kısıtlı tutmak gerektiğini anlamıyorum; kaldı ki Soğuk Savaş’tan devralınan kurumsal yapılar –NATO, OECD vb.– dışında bu Batı dünyasının sınırlarını bulmak mümkün değil.
Genel bir sorun bu; önce ilkesel bir nedenle: Az önce saydığım dinamik kavrayış benimsenirse, gelgit de kural olur. Sabitleştirici –özellikle anayasal– mekanizmalar güç dengelerinin tercümesidir, temel haklar düzlemindeki kazanımları maddîleştirirler, fakat kendileri de korunmaya ve harfiyen ve ruhen uygulanmaya muhtaçtırlar. O zaman demokrasi halinin, bizzat siyasetçi gibi özünde kırılgan olduğu fikrine gelinir. Avrupa’da doğru olduğu gibi, Hindistan’da, Çin’de, Afrika’da ya da Kuzey veya Güney Amerika’da da doğrudur bu. Bu fikri radikalleştiriyorum ve tarihsel dönüşüm anlarında, ya da kriz dönemlerinde –bugün ikisini birden yaşamaktayız– demokratik statükonun var olmadığını söylüyorum. Kolektif hakların gerilemesi ya da ilerlemesi arasındadır seçenek.
Elbette terminoloji bir parça konvansiyon içermektedir. Colin Crouch ve diğerlerinden sonra, “demokrasi-sonrası”ndan (post-demokrasi) çok bahsediliyor bugün. Bense Charles Tilly’den gelen “demokrasisizleşme” terimini tercih ediyorum. Nitekim, hem otoriter ve güvenlikçi mekanizmaların, parlamenter kurumların temsiliyet ve meşruiyet kaybının artışını, hem de yurttaş girişimi ve denetiminin dışındaki gerçek iktidar merkezlerinin yer değiştirmesini hesaba katmak istiyorum. Elbette bu durumu ideolojik ön-doğrular (postulat) gereğince siyaset kurumunun sadece şu ya da bu düzeyine dayandırmamak gerek; bunun sonucunda miadını az ya da çok doldurmuş dönemler ya da başka düzeyler ülküselleştiriliyor.
“Demokrasinin demokratikleştirilmesi”ne gelince; çok sayıda kaynağı, dolayısıyla da çok sayıda kullanımı olan bir formüldür bu. İngiltere’de Tony Blair’in “Üçüncü Yol”unun teorisyenleri bundan yararlanmışlardı. Bununla birlikte, epey farklı bir anlamda anlıyorum ben bunu; çünkü bir yandan her tür (kültürel olanlar da dahil) eşitsizlikleri artırıp toplumsal yurttaşlığı yıkarken, bireysel özgürlükleri ya da hakları (mesela âdetler hususunda) ilerletme imkânına inanmıyorum; hele etkin yurttaşlığı (yani siyasî tartışmaya katılımı) ilerletmenin mümkün olabileceğine hiç inanmıyorum. Neo-liberalizmin çelişkileri burada patlak verir.
Daha berraklıkla görmek için, somut örnekler üzerinden akıl yürütmek gerekir. Çünkü Avrupa’nın inşası durmaksızın ülküsel değerler beyan etmiştir; bir yandan da uygulamada denetimsiz, katılımsız ve toplumsal çatışmadan korunan erkler oturtmuştur; bizatihi ulusları müteessir etme sonucu veren dramatik bir demokrasisizleşme anlamına gelmiştir bu. Avrupa’nın inşasının ancak genel bir demokratik ilerleme anlamına gelmesi şartıyla Avrupa halklarının gözünde meşrulaşacağını hemen görmüştüm. Güçlü çıkarların amaç birliği etmesi ve tehlikeli tarihsel koşullar nedeniyle bunun aksinin gerçekleştiğini gözlemledik. Bu yüzden, hem yeni haklar hem yeni katılım mercileri gerektiren demokrasinin demokratikleştirilmesi, paradoksal bir biçimde hem daha acil hem daha gayri muhtemel bir hale geldi.

Bu açıdan “popülizm” mefhumu günümüzdeki demokratik sistemleri vuran krizleri açıklamakta işe yarar görünüyor mu size?
Önce arıtılması kaydıyla işe yarar bir mefhum bu. Bütün bağlamlarda ve bütün dillerde aynı olmayan kullanımları hesaba katmak gerek; fakat hiç de masum olmayan bulanıklıkları da dağıtmak/netleştirmek gerek. Basında ve siyasetbilimi çalışmalarındaki hâkim söylemin sözüm ona sol ve sağ popülizmler arasında bir eşdeğerlik kurmak için, aşırılıkçılıkla bir tutulan “sistem” eleştirisini (başka deyişle ekonomik ve siyasî statüko eleştirisini) kıstas alarak yırtınmalarına hayret ediyorum. Bankalara bazı fedakârlıklar dayatılsa herkesin istifade edeceği Yunan borcunun hafifletilmesini reddetmek için Avrupa hükümetleri tarafından vergi mükelleflerinin çıkarları gibi demagojik bir gerekçeye başvurulduğunda iyi bir örneğini gördüğümüz bir “merkez popülizmi” de yokmuş gibi.
Özellikle de, “popülizm”, “milliyetçilik”, hatta “neo-faşizm” arasında yerleşen bulanıklıklardan hayrete düşüyorum. Bunların ilkesel olarak ayrıştırılmaları gerektiğini düşünüyorum; daha sonra, özellikle “halk egemenliği” ve onu çevreleyen mitolojiler üzerinden bunların birbirine nasıl bulaştırıldığını göstermek gerekse bile.
Bütün bu –elbette kaydadeğer– ihtiyat payları mahfuz olmak kaydıyla, popülizm adı altında, kitlelerin edilgen bir yurttaşlığa indirgenmesini, ayrıca eşitsizliklerin aralıksız artışını, son olarak da bu ikisinin gizli anlaşmasını kınayan her hareketin damgalandığını ya da itibarsızlaştırıldığını söylüyorum. Oysa söz konusu olan bir propaganda değil bir gerçekliktir: Demokrasinin geleceği için en hayatî olan, bu gerçekliğe az ya da çok elverişsiz biçimde işaret eden sözcüğü kınamak değil, bu gerçekliği hesaba katmaktır.

Buna mukabil “karşı-popülizm” mefhumunu geliştirdiniz. Bunu nasıl vasıflandırıyorsunuz?
Evet, böyle bir anlamsal operasyona kalkıştım, ama çok yankı uyandırmadığını görüyorum. Herkes bunu, “popülizme karşı” olmak diye, yani aslında anti-popülizmle aynı şey olarak anlıyor; ki bugün dünyada en çok paylaşılan şey bu. Hatta, Yunanca gibi, ikisi arasındaki farkın ayırt edilemediği diller bile var. (Bkz. Actuel Marx dergisindeki dosya, n° 54, 2013/2, “Populisme/Contre-populisme”)
Kendi payıma, “karşı-popülizm”i Michel Foucault’nun bir “karşı-davranış”tan ya da bir “karşı-tarih”ten söz ettiği anlamda kullanıyordum; bir sorunun anlamını ya da bir eleştirinin araçlarını, onu ağızlarına alanlara karşı döndürür bu. Dolayısıyla, yozlaşmış olan, ama kendi çelişkileri yüzünden git gide daha fazla iş göremez durumda ve mefluç olan oligarşik bir sisteme karşı, “halk”ın, “kitleler”in, “yurttaşlar”ın tekrar kendi işlerini ellerine almalarını sağlamak ve bunu meşrulaştırmak gerektiğini söylemek istiyordum. Sistem bu yüzden toplumlarımızı siyasî eylemin itibarsızlaştığı bir duruma sürüklemekte, ya da otoriter maceraların yolunu açmaktadır.
Demokratikleşmenin girebileceği üç ana yol izlenirse şunların gerektiği ortaya çıkar: Daha fazla katılım ve kendi kendini yönetme, vekâlet verenlerin temsilcilerini daha sıkı denetlemesi, açıkça görünen ve gerektiğinde örgütlenen toplumsal çelişkilerin artması. Böyle fikirlerin riskler de içermesine gözümü kapatmıyorum. Maamafih, muhtemelen hiç var olmamış ya da karanlık yönlerini zikretmekten sakınılan bir yitik ulusal kimliğin onarılmasından başka çözümü olmayan bir krize dalınması riskinden ufak olduklarına inanıyorum. Hatta zorluğu daha da artırmış ve “karşı-popülizm”in bir “ulus-aşırı popülizm”e ad koymanın, sınırların ötesinden demos (Yun.: Halk) fikrine, demokratik güç fikrine vücut vermenin bir başka şekli olduğunu ortaya koymuştum. Gördüğünüz gibi, bu fikri anlaşılır kılan formüller arıyorum ve engellerde tökezliyor ama fikirden vazgeçmiyorum.

Ama yine de güncel durumda gerici bir jeopolitik hareket diye adlandırılabilecek bir şeyin temayüz ettiğini mi görüyorsunuz?
“Hareket” sözüyle neyi kastettiğimizde anlaşmak lazım. Kendiliğinden bir eğilim mi söz konusudur? Yoksa örgütlü, danışıklı bir taarruz mu? Günümüz dünyasında biraz her tarafta yayılmakta olan ve git gide –birbirlerini yüreklendirdikleri için– daha endişe verici başarılar kazanan yeni-muhafazakâr, hatta neo-faşist kuvvetler olduğunu düşünüyorum — bunlarla eskiler arasında şecere bağı olabilir de olmayabilir de, ama çoğu zaman bu bağlar vardır; bunlar hakikaten birleşik bir siyasal hareket oluşturmamaktadır. Başlıca ideolojik zeminleri yabancı korkusudur — ki bu da bir araya getirdiği kadar bölen de bir etkendir.
1930 yıllarındaki faşizmin Avrupa’nın da ötesinde gücünü oluşturan şey, gerçek bir düşmanı olmasıydı: Komünizm. Bugün böyle bir şey yok. Terörizmi kullanmak ve İslam’ı devletlere fantazm ürünü bir düşman gibi göstermek denense bile, tanımı gereği genelleştirilemez bu.
Buna karşılık, bu hareketlerin kuvvetini oluşturan ve –tehlikelerini hiç azımsamadığım– iktidara gelebilmelerine imkân veren şey, bizatihi “liberal” demokrasinin köhnelik halidir. “Liberal” demokrasi, hem oligarşik daralması sebebiyle, hem de çağımızdaki ekonomik, askerî, çevre ve nüfus süreçlerine uygulanan teknokratik “yönetişim”in gerçekdışı karakteri sebebiyle, olgularda ve temsillerde gerilemektedir.

Bu gerileme 1970’li yıllardan beri uygulandığı haliyle neo-liberalizmin sonucu olamaz mı? Bu anlamda, “kapitalizmin zaferi” siyasal eylemin, dolayısıyla da demokrasinin içini boşaltmış olamaz mı?
Elbette, yalnız bütün bunları, demokrasinin demokrasiyle olan ilişkilerinin, ya da daha doğrusu siyasetin demokratikleşmesi ve demokrasisizleştirilmesi hareketleriyle ilişkilerinin çeşitliliğini geniş anlamıyla (Devlet, sivil toplum) yansıtacak uzun bir tarihe tekrar yerleştirmek gerek.
Malların dolaşım biçimleriyle hukuksal bireycilik çehreleri arasında Marx’ın altını çizdiği mütekabiliyette/karşılıklılıkta görüldüğü gibi, “burjuva-yurttaş” devrimleriyle 18. yüzyılın sonundaki Sanayi Devrimi’nin eşzamanlılığı içinde devletin, hatta kapitalizmin demokratikleştirilmesinden yana bir etken olmuştur. 17. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasındaki “tarihsel kapitalizm”i (Immanuel Wallerstein’dan sonra) ele alırsak, seçimli demokrasinin genişlemesinden ve sosyal hakların kabul edilmesinden yana bir güç dengesinin, hem de muayyen bir dönem boyunca, sadece “merkez” ülkelerinde olduğu söylenebilir. İşçi hareketinin ve feminizm gibi diğer toplumsal hareketlerin güç artışından dolayıdır bu; dünya savaşlarının vurduğu darbeyi de unutmayalım. Merkezin dışında her yerde zenginlerin, fatihlerin ve ileri gelenlerin çıplak hâkimiyeti hüküm sürmekteydi. Komünist devrimler, sömürgecilerden kurtulup bağımsızlığa geçişler, kendi çelişkilerinin kurbanı olmasalar bütün bunları değiştirebilirlerdi; bu arada da işçi hareketi kurumlaşmakta ve sıradanlaşmaktaydı.
Bu uzun perspektifle neo-liberalizmin, kapitalizmin büründüğü finans gibi, küreselleşme gibi, gündelik yaşamın hatta mahremiyetin metalaştırılması gibi yeni şekiller olduğu kadar, bir post-sosyalizm ve bir post-koloniyalizm de olduğu belirmektedir. Bu bakış açısıyla, sizin sözünü ettiğiniz “neo-liberalizm”in özelliklerinin –özellikle de emeğin mevzuatsızlaştırılmasının ve hem kamu sektörü hem özel sektörde borçlanmanın umumileşmesinin– önüne geçilmez bir eğilim teşkil ettiklerinden hiç emin değilim.
Bu yönetişim bir yandan fazlasıyla sıkı bağlarla sermayelerin yeni rantabilite koşullarına, sadece keyfî konjonktürel kararlara bağlanmıştır. Diğer yandan, Karl Polanyi’nin tahlillerinin iyi gösterdiği gibi, kendi toplumsal meşruiyet temellerini durmaksızın yerle bir etmektedir; başka bir şekilde, “ücret toplumu”nun ve Keynesçi dönemin toplumsal sözleşmesinin ardından gelen “negatif bireysellik” üzerine Robert Castel’in tahlilleri de gösterir bunu. Dolayısıyla durumun özelliği, aşırı istikrarsızlık ve bir şiddet potansiyelidir; bu bakımdan da demokrasi hem bir hedef hem bir direniş kapasitesi olarak beliriyor.

2007-2008 Krizi’nin en azından sebepleri konusunda bir konsensüs sağlanmış gibi görünüyorsa da, seçimlerde sol bundan gerçek bir biçimde hiç yararlanamadı, alternatif bir model de sunamadı. Niçin?
Bilsem söylerdim size… Ülkelerimizdeki tahribatı saptayan ve alternatifler tahayyül etmeye, ya da bu alternatiflerin su yüzüne çıkış noktalarını ortaya koymaya uğraşan soldan yurttaşların, militanların, aydınların hepsiyle aynı durumdayım. Bu yüzdendir ki kelimenin felsefi anlamında aporetik [2] bir tutum benimsiyorum katiyetle; eski Yunanlar’da, “hemen çözülemeyen problem” anlamına geliyordu bu.
Maamafih, zorluklar, gerçek çelişkiler dile getirilirse ilerlediğimizi düşünüyorum. En ön planda en azından iki tane görüyorum. İlki, krizden sizin deyişinizle “yarar” sağlayabilen bir solun “küresel bir sol” –ya da İngilizcesi: Global Left– olması gerektiği. Kendi ulusunun içine kapanmayı değil, bir dönüşümü, ya da küreselleşmede bir çatallanmayı öneren ve kuvvetleri, kanaatleri ve tutkuları da bu anlamda birleştiren “alternatif küreselleşmeci” bir sol söz konusu. Uzun vadede nesnel olarak birleştirici etkenler var; her ne kadar herkes tarafından aynı şekilde hissedilmese bile, iklim sorununun âciliyeti gibi. Bununla birlikte, bu Global Left’in şimdilik sadece hayallerde var olduğu hayli açık; ya da daha ziyade, yerelde büyüyen korkunç çıkar çatışmaları tarafından rehin alınmış durumda. Çokyanlılık/Mültilateralizm, korumacılık (ya da Pierre-Noël Giraud’nun dediği gibi “neo-merkantilizm”) ve göçün örgütlenmesi sorunları bir öncelik yani; aksi takdirde “sol”un bütün bir bölümü sağa gidecektir.
İkincisi ise, solun Devlet sorunu hakkında bölünmüş olmasıdır. Tabii ki bir yanda devletçi ya da planlamacı sol ile diğer yanda liberter/özgürlükçü ya da özyönetimci sol arasındaki eski bölünme, solun bütün tarihiyle eştözlüdür. Günümüzdeki durumun paradoksu, bir anlamda devletçiliğin, hem proletarya diktatörlüğü biçimi altında, hem sosyal devletin ortak idaresi biçimi altında iflas etmesi, fakat göründüğü kadarıyla “saf” anarşizmin de geleceğinin olmamasıdır. “Nuit Debout” hareketinde gördüğümüz gibi, özellikle gençlikteki demokrasi tutkusunu tekrar yaratmaktadır ve bu büyük bir şeydir, ama iktidar sorununu çıkmaza sokma pahasına. Oysa siyasi iktidar olmaksızın kapitalizme hiçbir düzenleme dayatılamaz; ancak az ya da çok yönetişim sorunları çıkarılabilir ona… Benim bundan çıkardığım sonuç, yeni bir devlet öğretisine ve icraatına ihtiyacımız var. Demokrasi sorununun bir parçasıdır bu.

Demokrasinin icra edilmesi için elverişli düzey yine de hâlâ ulusal alan mı?
Ben soruyu tersten sorardım: Ulusal alan demokrasi icrasının bir düzeyi mi? Elbette öyle, ama tek düzey değil; zira iktidarın kurumlaşmasının ve bir katılım ve kolektif karar alma kapasitesi gerektiren çıkarların billurlaşmasının farklı düzeyleri var. Bazıları ulus-altı (infranational), başka deyişle “yerel” — her ne kadar belki sırf topraklarla ilgili göndermelerle yetinmemek gerekse de. Erklerin mücavirlik/yerellik kademelerine –geniş anlamıyla “komünler/beldeler”e– gerçekten intikali olmaksızın gerçek bir demokrasinin de olmadığı bâriz hale gelmiştir. Bu bir talep ve mücadele konusudur, özerk inisiyatiflerle desteklenir, çünkü merkezîleşmiş devletlerde özellikle bütçe silahını kullanarak yerel yönetimleri uydulaştırma eğilimi vardır. Başkaları ise ulus-üstüdür, hatta federasyon modelleri sorusunun geniş ölçüde açık olduğunu anlamak koşuluyla federaldir. Aslında, bir kamusal alanın, bunun sonucunda da bu alanı işgal eden bir “yurttaşlar halkı”nın, ekonomik güçler karşısında demos’un (Yun. halk) eşit silahlarla kafa tutmasını engelleyen devletin, kültürün, dilin ve meslek birliklerinin çıkardığı maniler ötesinde nasıl yaratıldığını bilme sorunudur bu.
Siyasînin mahallerini çoğaltan bu akıl yürütmeye ne ile itiraz edildiğini çok iyi biliyorum: Bölünmez “egemenliğin” tipik milliyetçi fikridir bu. Ya da genel iradenin ve halk egemenliğinin geçmişten miras olarak devralınmış ulusal çerçeveler dışında kendini gösteremediği fikridir. Halk egemenliği ile, halkı tek başına cisimleştirmeye devam ettiğini ileri süren devlet egemenliğini karıştırmak anlamına gelir bu; oysa ki en “güçlü” devletler bile git gide daha az egemendirler. Kamu maliyesi finans piyasalarının insafına kalmış bir Devlet, uygulanan ekonomik ve sosyal politikalara göre faiz oranlarını bu piyasalar belirliyorsa, gerçekte egemen değil demektir. Bunun için, Europe, crise et fin? (“Avrupa, Kriz ve Son mu?”) başlıklı derlemede, paylaşılan egemenlik sorununu, kolektif güç yenilenmesinin şartı olarak koymuştum.

Avrupa Birliği’ni (AB) zikrederken, “Avrupa’nın inşasındaki krize karşı demokratik bir Avrupa alternatifi’nin olduğu iddiasını, abartılı bir iyimserliğe kapılmadan” (Étienne Balibar, Europe, crise et fin ?, Lormont, Le Bord de l’eau, coll. « Diagnostics », 2016.) destekliyorsunuz. Bir siyasî silkinme hâlâ tasarlanabilir mi? İnfial hareketleri ve diğer yurttaş girişimleri/inisiyatifleri “demokrasinin demokratikleştirilmesi” kuvvetini temsil edebilirler mi?
Bugünkü iyimserliğimin o metinde bahsetmiş olduğum “demokratik bir Avrupa alternatifi”ni şu haliyle Avrupa Birliği’nin oluşturduğunu düşünecek raddeye varmadığını söylemeliyim. Önümüzdeki yıllarda karşımızdaki bütün sorundur bu.
Avrupa devletleri arasındaki –bunun sonucu olarak da bizzat uluslar arasındaki– idarî, hukukî, ticarî bağımlılık ilişkilerini çözmek, muhtemelen “Brexit” müzakereleri vesilesiyle tecrübe edeceğimiz gibi, son derece zordur. Benim gözümde, bu bir siyasî silkinme etkeni değildir, atıl bir kuvvettir. Daha kötüsü, Avrupa yönetici sınıflarının –ki kendilerini yanılmaz ve dokunulmaz zanneden finansçılar yığışımını anlamak gerekir bundan– ve seçmen kitlelerini kendi mülkiyetlerinde zanneden ulusal ileri gelenlerin, hem karar merkezlerini demokratik temsilin dışına çıkarma olanağı veren “emeğin bölünmesi”ni, hem de hükümetle ilişkiler düzeyinde bu karar merkezlerinin gözden kaçırılmamasını sağlamalarıdır.
Krizde bütün bu mekanizmanın “bloke” olması ve azar azar meşruiyetini kaybetmesi, reforma yöneltmekten ziyade, engeller ya da felaket senaryoları yaratma riski arz eder. Bu bakımdan, Fransız siyasetçi sınıfı ve merkez-sol ile merkez-sağdan bazı ekonomistler ve siyasetbilimciler arasında rağbet gören yeni fikirle en beterinden çekiniyorum: Merkezîliğin artışı aynı çevrede bir “mikro-parlamento”nun kurulmasıyla telafi edildiği için Euro bölgesinin bağrında bütünleşmiş bir “küçük Avrupa”nın kurulması fikridir bu.
Mali küreselleşmenin eğilimlerini/trendlerini izlemekle ya da onların etkilerini artırmakla yetinen –hatta mevzuatsızlaştırmayı kendi “anayasa”sına “serbest ve saptırılmamış rekabet” adı altında yazarak bu eğilimleri/trendleri resmîleştiren– bir Avrupa, kaçınılmaz olarak üye ülkeler arasında çıkar çatışmalarını ve eşitsizlikleri artıracaktır. Yirmi beş yıldır saptıyoruz bunu: Avrupa Birliği kendi çürümesini kendi hazırlıyor.
Buna karşılık, ne Avrupa’nın geleceği, ne de üye devletlerin, dolayısıyla ahalilerinin –ki bunların içine, etkinlikleri ve çıkarları bizimkilere yakından bağlı olan sürekli oturma izinli yabancıları da katıyorum– geleceği, alışverişler, iletişim, çevre ve güvenlik sorunları vs.’nin küreselleşmesinin temsil ettiği tarihsel dönüşümü inkâr etmekten ibaret olamaz.
Olgular incelendiğinde, AB’nin çöküşünün özellikle üye devletler demokrasisi için hiç iyi şeyler getirmeyeceğinin ortaya çıktığına inanıyorum.
Bu yüzden onun tekrar kurulması için çalışmaktan başka seçenek yok önümüzde. Bu bakış açısıyla Avrupa alanında demokratik talepkârlık düzeyini yükselten bütün hareketler ileri adımlardır. Bizatihi Avrupa için bir beklenti ufkunu, kıyılarında köşelerinde değil uğraşlarının tam merkezinde içermeleri gerekir.
Küreselleşmeye boyun eğdirmenin, ya da ona yeni bir yön vermenin yollarını kolektif olarak bulmamız gerek. Bunun olabilme şansı ise, ancak demokratikleşmiş, eşitsizliklerini ve iç çelişkilerini azaltmaya uğraşan bir Avrupa, güçlü bir şekilde çoğunluğa dayalı iradesini ifade eder ve bunu muhatap ve müttefikler aradığı tüm dünyaya duyurursa vardır. Bu bir kısırdöngüye benzer, zira bir araya getirilmesi gereken şartlar bizatihi hedefe benzemektedir. Ama bu döngü bütün başlangıçlardaki, bütün dönüşümlerdeki döngüdür. Aslında, sadece maruz kalınmayıp aynı zamanda yapılması başarıldığında, bizzat tarihtir. Avrupa bu seçimin önüne gelmiştir.

Bununla birlikte toplumlarımızın ortak yazgılarını git gide daha az ellerinde tuttukları izlenimi yerleşmiş durumda. İnsanın sadece araç olduğu bir sisteme akılcı hedefler koyma kapasitelerini dışlamış olmaları mümkün mü?
“Akılcı” sözcüğü birçok anlamda kullanıldığı için sorunuzda bir muğlaklık var gibi. Kapitalist akılcılık –bazen araçsal akılcılık diye de adlandırılır–, kısa süre önceki krizde onca parlak biçimde ün yapmış olan piyasaların etkililiği modellerini yönlendiren muayyen bir “akılcı öngörüler” şeması uyarınca kusursuzlaştırıldığı haliyle, en azından göründüğü kadarıyla bütün dünyaya ihraç edilmiştir; fakat geniş ölçüde muhayyel bir akılcılık bu. Pragmatik etkililik kadar, kendi kendine telkin de içeriyor. Bahsettiğiniz izlenim bundandır; ama neden bunun Batı’nın ayrıcalığı olarak görüldüğünü anlamıyorum.
Ortak görev akılcılık fikrinin tekrar bir kalıba dökülmesi, ya da yeni bir akılcılığın icat edilmesidir. Araçsal akılcılığın zaferine bağlı olan yabancılaşma biçimlerine getirilen hümanist ve romantik bir eleştirinin bizi alıştırdığı düşünce araçlarından hayli farklı araçlar önerdiği için Spinoza’ya seve seve atıfta bulunuyordum. Spinoza, insana bir “araç” muamelesi yapılması fikrine karşı çıkmadığı gibi, her birimizin muayyen bir ortak yararı azamiye çıkaracak şekilde ötekileri kullanması, ya da ötekilerden yararlanması gerektiği fikri üzerine kurulu bir etik ve bir siyaset önerir aslında. Dolayısıyla Spinoza, her insanın bir veçhesiyle herhangi bir başka insana yararlı olabildiğini ortaya koyan, yararcı fakat tamamen özel bir tür arz eden, kökten evrenselci bir yararcıdır. Yani bir tarafta yararlı insanlar, diğer tarafta ise yararsız, Bertrand Ogilvie’nin yazdığı gibi neredeyse “atılabilir” insanlar olduğu fikrinin katiyetle zıddındadır. Ortak yazgı sorununu bir kullanım ve kullanımlar sorunsalıyla birlikte yürütmenin önemine çok inanıyorum: yaşamın kullanımı, kaynakların kullanımı, malların kullanımı, insanların ve onların çeşitliliğinin kullanımı.

Uluslararası ilişkilerde şu anda mevcut çelişik özellikleri yakalamak için bazı yorumcular Gramsci’den ödünç aldıkları “interregnum” [3] mefhumuna başvuruyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Interregnum, Antonio Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde (çev: Adnan Cemgil, Belge Yayınları, 2014), kendisi ve başkaları tarafından, savaştan çıkışın ve Rus Devrimi’nin başlattığına inanılan kapitalizmin aşılması sürecinin “askıya alınması”nı nitelendirmek için kullandığı bir sözcüktür. Siyasî belirsizliğin ve sertleşebilen ekonomik çalkantıların –çünkü 2007-2008’de harekete geçen kriz etkenleri her zamankinden fazla mevcuttur– ve icabında şiddet uygulamalarının olduğu bir dönem söz konusu. Donald Trump’ın Amerika’sına bakalım: Bugün sınırlarını gördüğümüz dış müdahale kapasitesi bakımından haddinden fazla silahlanmış bir ülke ve yerleşik bir şiddetle tercüme olan, fakat Amerikan toplumunun ödediği fatura büyürse daha vahim sonuçları olabilecek bir ahali silahlanması.
Aynı demin bana demokrasiyle ilgili soruyu sorduğunuzdaki gibi, ülke-içi durum ile uluslararası ilişkiler arasındaki soyut ayrımları aşmamız gerektiğini söylemek geliyor içimden. ABD’nin hegemonyacı gücünden söz edildiğinde bu daha da doğru. Tanımı gereği, toplumsal ve siyasal düzlemlerdeki iç dengesi, hâkimiyetine bağlı avantajları muhafaza etmesine ve hatta bunları durmadan artırmasına doğrudan bağımlıdır nitekim — mesela borcunun finansmanı için “dünya para” birimini elinde bulundurmasına ve başlıca çokuluslu şirketlerin Amerikan milliyetinden olmasına.
Donald Trump’ta ilk bakışta çarpıcı olan, birbirine zıt şeyleri aynı anda vaat ederek kendini seçtirmiş olmasıdır; hem ülke içiyle ilgili konularda hem de uluslararası dosyalarda : sınırların kapatılması ve Amerikan gücünün tekrar canlandırılması, işçilerin durumunun düzeltilmesi ve doludizgin bir mali mevzuatsızlaştırma. Yeni yönetimin ilk anlarındaki bir diğer çarpıcı husus ise, iki zeminde de kaosa yol açan girişimleridir. Trump’ın saldırgan, bilhassa çevre konusunda tahripkâr ve azınlıklar için ölümcül bir program izlemeyeceği anlamına gelmez bu. Ama Amerika’nın enikonu interregnum’a girmesi demektir ve bunun çıkışı bir geriye dönüş olamaz ve belki hiç barışçıl da olmayacaktır.
Ama ABD’yle birlikte dünya da söz konusu. Ve başka güçler de var. Şu haliyle Avrupa’nın kendi içindeki kriz yüzünden Donald Trump karşısında gerçek bir hareket kabiliyeti olmaması üzücü. Oysa bizzat o da böyle bir şey olmasından çekinir gibiydi; aksi takdirde Theresa May’le görüştüğündeki beyanatını vermezdi.

Bilgi çağı, sonunda siyaseti imkânsız kılmıyor mu?
Bilgisiz toplum yoktur; muhtemelen çatışmalardan ve kopukluklardan geçen bilgi yollarının kullanımının kolektif bir öğrenimi olmadan da demokrasi olmaz. “Kamuoyu” denen şeyin oluşumu ve dönüşümünde basın belirleyici bir rol oynamaya başladığı zaman, şehir meydanında mevki sahibi yurttaşların fizikî mevcudiyetlerini gerektiren antik modele bağlı bir felsefi gelenek, burada erki vekillere dağıtma mekanizmalarının güçlenmesini, bunun sonucunda da demokrasi için bir tehlike görmüştür.
Bugün, bir tarafta internetin işlediği zaman ve mekân ölçeği ile, diğer taraftaki temsilin kurumsal inşası, seçim mekanizmaları, karar mahallerinin korunması, vb. arasında bir kopukluk var kuşkusuz. Bence özellikle, sosyal ağların örgütlenmesinde ticari ve mali imparatorlukların tekelleşmesi var.
Bununla birlikte aynı sosyal ağların, başka koşullarla bir araya geldiği takdirde siyasî eylem kapasitesi yaratmaya da hizmet ettiği fark ediliyor: Temel olarak, mevcut düzene karşı ya da bizzat iletişim tekellerine karşı bir başkaldırı özlemine. ABD’deki son seçim kampanyalarında bu çok çarpıcıydı. Bugünkü bilgi teknikleri, dünküler gibi, bir mücadele konusu, ya da daha iyisi, sahiplenme ile muhayyile arasında bir sürat yarışı.

Son olarak, günümüz demokrasilerindeki gelişmeleri tahlil etmek için en donanımlı gördüğünüz düşünür kim? Bugünkü siyasal evrimler Spinoza tahlillerinizi teyit ediyor mu?
İçimden şöyle söylemek geliyor: Müstakbel düşünür. Bir yandan, yurttaş sorumluluğu, kamu hizmeti, bireysel hakların ve daha genel olarak Batı tarihinde dönemsel olarak ortaya çıktığı haliyle, Hannah Arendt’in deyişiyle “haklara sahip olma hakkı”nın korunması geleneğini tekrar düşünmeyi becerecektir. Diğer yandan, bunu dillerin ve kültürlerin kökten bir evrenselleşmesiyle, yani, bu sefer de Dipesh Chakrabarty’den alıntılarsak: “Avrupa’nın taşralaşması”yla bir arada götürmeyi becerecektir.
Dünyada böyle damgalanmış ya da damgalanmamış çok sayıda filozof, bugün bu istikamette araştırmaktadır ve bazıları, benim de yapmış olduğum gibi Spinoza’ya atıfta bulunmaktadır. Demokrasiden bir rejim ya da bir anayasa tipi olmaktan ziyade bir hareket ya da durmaksızın tekrar başlama “çaba”sı (Latince conatus) olarak söz ettiğim zaman, tam da onu düşünüyordum. “Spinoza ve Politika” (Étienne Balibar, Spinoza et la politique, Paris, Presses universitaires de France, coll. « Philosophie », 2011.) başlıklı ufak kitabımda, Spinoza’nın Tractatus Theologico-Politicus/Politik İnceleme’de (çev: Murat Erşen, Dost Kitabevi Yayınları, 2009) gerçekte demokratikleşme yolları araştırdığı; veya çeşitli anayasalara sahip olan ya da egemenliği çeşitli şekillerde tanımlayan rejimlerin içinde demokratik kapasiteyi azamiye çıkaran usuller araştırdığını göstermeyi denemiştim.
Antonio Negri, Spinoza’nın bir “anti-modernlik” mucidi olduğunu söyler; fakat bu terim az önce sözünü ettiğimiz “karşı-popülizm” kadar kaypak bir terim: Alternatif bir modernlik diyelim, ya da modernliğe bir alternatif. Spinoza’nın düşüncesinde çok arkaik veçheler vardır; mesela kendi kendine yeten bilge ülküsü. Ama Hobbes’dan sonra ve onun, halkı temsil eden ve halkın yerini alan, merkezîleşmiş Devlet anlayışına tepki olarak, bir kitle gücü ya da çokluk gücü fikrinin ortaya koyduğu sorunların olağanüstü bir tahlilini yapma kapasitesi de vardır. Popülizm üzerine tartışmaya bununla gelinebilir işte: Spinoza’ya göre kalabalık hem yaratıcı bir güçtür, hem kendi kendisi için bir tehlike.

[1] 1936’da Fransa’da sol güçlerin iktidara gelmesini sağlamış olan birlik; sosyalistleri, komünistleri ve radikalleri bir araya getirmiştir. 1937-1938’de dağılmıştır. (Çevirenin notu)

[2] İçinden çıkılamayan bir zihinsel zorlukla karşı karşıya kalındığındakine benzer. (Çevirenin notu)

[3] Filozof Gramsci, krizi, “Yeni henüz doğmayı başaramazken eski düzenin ölmekte olduğu o ara-dönem (interregnum)” diye tanımlar ve uyarır: “Bu ara-dönemde canavarlar doğar”. (Çevirenin notu)

FransizKultur

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.