Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Gültekin ile söyleşi: Gökçek istifa eder mi? Kürdistan referandumu & Akşener’in partisi

Yayına hazırlayanlar: Şükran Şençekiçer & Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Levent Gültekin’le birlikteyiz. Kendisiyle ağırlıkla Kürdistan referandumunun Türkiye’deki yansımalarını, yol açtığı tartışmaları konuşacağız. Hoşgeldin Levent.
Merhabalar, hoşbulduk.

Ama tabii dün akşam Kanal D Ana Haber bültenindeki, istifası istenen belediye başkanları haberi… onunla da girmemiz lazım yani, izleyicilere de ayıp olur, biliyorsun, bir kere şunu kabul etmek lazım: Kanal D Ana Haber bülteni böyle bir haberi, Melih Gökçek’in dahil olduğu –3 tanesi büyükşehir– 6 ilin belediye başkanının istifasını Cumhurbaşkanı’nın istediği haberini yapabilmesi için, gerçekten çok sağlam… haberin sağlamlığının dışında –çünkü kulis haberi, ne derece sağlam olursa olsun hep bir yerden çürük olabilir– belli bir şey de almış olmaları lazım, değil mi? “Yapın, fena olmaz” gibi…
Almışlardır. Şimdi, Tayyip Bey alıyor, İstanbul’u aldı, Düzce’yi aldı. Belli ki bir grup belediye başkanını istifa ettirecek. Fakat ben kişisel olarak baktığımda, bunun bizimle bir alâkası yok, bizi ilgilendiren bir tarafı da yok. Bizi derken, toplum olarak söylüyorum. Kendi içlerinde bir kavga ediyorlar; birini alıyor, yerine birini koyuyor. Melih Gökçek gidince oraya çok daha demokrat, çok daha özgürlükçü, çok aklı başında dürüst birinin gelecek hâli yok. Tayyip Bey beğendiği başka birini getirecek. Toplum bunun üzerinden mavrasını yapmak istiyor… aslında Melih Gökçek’e bir öfkesi var, ona da “Senin de yanına kalmadı” anlamına gelen bir şey söylüyor. Fakat Türkiye’nin geldiği nokta açısından çok enteresan bir tablo. Yani adam açıklama yapmıyor, izahat yapmıyor, istediği belediye başkanını, koskoca Türkiye’nin en büyük şehrinin belediye başkanını görevden alıyor. Aldın, istifa ettirdin; hiçbir şey olmamış gibi belediye başkanı ertesi gün onu karşılamaya gidiyor havaalanına mesela. Bu normal insanî ilişkilerin kaldırabileceği bir şey değil. Normal hani, az bir düzlemde baktığında, hafif bir haysiyeti olan, hafif bir gururu olan, birazcık hukuk devleti olan, birazcık devlet olan yerlerde bunlar izah edilebilir bir şey değil. Çünkü adamı niye alıyorsun? Hırsızlık mı yaptı, yolsuzluk mu yaptı? FETÖ’ye mi dahil oldu? FETÖ’ye dahil olduysa, on binlerce insanı hapse attın, bunu niye atmıyorsun?

Sence niye?
Bence itaat.

Kadir Topbaş’ın itaatsizliği diye bir şey oldu mu?
Yetmiyor bazen. O başka bir şey. Yani şöyledir o, yöntemi ben sana söyleyeyim. Bildiğim için söylüyorum, daha önceki meseleden biliyorum. Mesela Tayyip Bey Kadir Topbaş’tan bir şey istiyor: “Şunu yap”. Kadir Topbaş yatıyor üzerine. “Yapmıyorum” demiyor, yatıyor. Bildiğim bir olay anlatıyorum, bu böyle duyum değil. Çünkü bir arkadaşımın, bir arkadaşım derken geçmişte hukukum olan bir tanıdığım anlatmıştı bana. Tayyip Bey’e bir şey söylüyor. Tayyip Bey de onun yanında Kadir Topbaş’a “Bunun işini hallet” diyor. “Tamam efendim, hallederiz” diyor. Aradan iki ay geçiyor, yok. Bu bir daha gidiyor Tayyip Bey’e, diyor ki: “Benim işim hallolmadı”. Bu bir daha Kadir Topbaş’ı arıyor, “Bu işi halletmediniz” diyor. Şimdi şöyle bekliyorlar onlar: “Tayyip Bey’in başka işi mi yok? Bir kere söyler unutur”. Halbuki takip ediyor. Bu kulağının üzerine yatmalar, geciktirmeler, zamana yaymalar, “Tamam abi”, “Hemen hallediyorum” dememeler artık yetmez hâle geldi. Şimdi Star’dan Mustafa’nın ayrılması da buna benzer bir şeydi. Mustafa istediğini yapmıyor muydu Star’da? Her manşeti atıyordu. Kabataş yalanını da manşet yapıyordu, diyelim ki Gezi’deki her türlü rezaleti, Tayyip Bey’in istediği tonda başlıklar atıyordu gazetede. Ama yetmedi. Niye? Çünkü onların şöyle bir tavrı vardı: “Efendim tamam, sizin dediğinizi yapalım. Ama şöyle yapsak olmaz mı?” Bu kadar yani. “Yapmayalım” demiyor, “Şöyle yapsak olmaz mı?”, hafif bir ton. Mesela diyelim ki “Ruşen’i televizyona çıkar” diyor. O da diyor ki “Ruşen değil de Ahmet’i çıkarsak, aynı Ruşen gibi ama Ahmet daha inandırıcı olur”, mesela, örnek veriyorum. Bunun üzerine dedi ki: “Seninle mi uğraşacağım kardeşim? Ben sana bir şey söylüyorum, sen böyle ‘ama’ diyorsun. ‘Ama’ demeni istemiyorum”. Şimdi o “ama” düzeyinde her geçen gün standart biraz düşüyor. Yani “ama”yı da kaldırıyorsun, “Tabii abi, tabii ben her dediğini yaparım” da yetmiyor. Nasıl yaptığın önemli hâle geliyor.

Peki, Melih Gökçek olayında şimdi bizim çocuklardan birisi bir tweet paylaşmıştı, çok güzel. Fenerbahçe kadrosunu koymuş, “Melih Gökçek başkan olduğu zamanki Fenerbahçe kadrosu” diye. Rıdvan falan top oynuyor yani. Kalede Engin. O sırada da Beşiktaş’ta Metin-Ali-Feyyaz varmış, yani düşün. Neredeyse yorumculuktan emekli olacak.
Otuz yıla yaklaşıyor yani, yirmi beş yıl oldu.

O kadar badire atlattı. Ve ben şunu biliyorum: Her seçim öncesi nedense son güne kadar olacak mı olmayacak mı, aslında Tayyip Erdoğan istemiyor mu falan gibi…
Bu bir kere var. Dahası var. Bir kere Tayyip Bey parti kurmaya kalktığında ilk muhalefet bayrağını açandır Melih Gökçek, üstüne üslük hakaret ederek. Yani bu onun tam tabiri değil, ama bu anlama gelebilecek bir tabir yani, “Bu Allah’ın çobanından da memlekete başbakan mı olur” anlamına gelen bir muhalefet bayrağı açtı.

Amerika’ya gitti.
Amerika’ya gitti, Türkiye’yi dolaşmaya çıktı. Tayyip’in aleyhine konuşmaya başladı. “Bundan olmaz, saçmalamayın, buna bırakmazlar” anlamına gelen konuşmalar yaptı. Fakat iş kesinleşme aşamasına girince de bu sefer gidip özür dileyip anlaştılar. Özür dileme anlarını bile biliyorum. Kimin evinde buluştular, kim onları barıştırdı, o süreçleri bile biliyorum o zamanlar. Şimdi bir kere Melih kurt bir politikacı. Kurtluğu tecrübe anlamında kullanmıyorum. Daha incitici bir kelime kullanmamak için kurt diyorum. Kötü bir politikacı, kafası kötülüğe çok çalışan. Yani bazı insanlar öyledirler. Zihin olduğu gibi kötülüğe çalışır. Kötülük üzerinden nasıl var olacağının her yolunu bulur. Melih biraz böyle bir politikacı. O yüzden ben Tayyip Bey’in kolay kolay baş edebileceğini düşünmüyorum. Öyle Melih şey gibi olmayacak…

Kadir Topbaş.
Kadir Topbaş gibi, Düzce belediye başkanı gibi olmayacak. Çok zorlanacaklar. Yani çok zorlayacak, o çok zorlamanın sonunda ya Tayyip Bey yine daha önceki defalar gibi aday yapmıyorum diye yola çıkıp, “Lanet olsun tamam, koyun da uğraşmayalım bu adamla” aşamasına da gelebilir. Ya da “Haa, öyle mi?”, çok kararlıdır, iş hapse tıkmaya kadar da varabilir.

Peki her ne kadar Türkiye’yi ilgilendirmiyor, bizi ilgilendirmiyor diyorsan da, niye bu manevralar yapılıyor? Çünkü şöyle bir şey, mesela bazı belediye başkanlarının, birçoğunun adlarını hiç bilmiyoruz bile. Yerel olarak belki oradaki insanlar biliyor olabilir, ama…
Şimdi bir kere bir yıpranmışlık var. Tayyip Bey bir kere korkuyor. 2019 korkusu var, bu çok belli. Bu korkunun bir kısmı sahici, bir kısmı da bütün tek adamlarda olan bir şeydir, paranoya yükselir. Yani bu bütün tek adamların… Macbeth bunun en bariz örneği. Macbeth, biliyorsun, tek adam olursun, ondan sonra da delirirsin. Bu değişmez kuraldır. Şimdi o paranoyayla beraber sahici bir korku da var ki: “2019 benim için çok tehlikeli, referandum sonuçları var ortada, Ankara’yı kaybetmişiz, ‘evet’ çıkmamış, İstanbul’u kaybetmişiz, ‘evet’ çıkmamış, İzmit’i kaybetmişiz, neredeyse büyük şehirlerin tamamına yakınını kaybetmişiz”. Onun yarattığı bir korku var. Bir de bu insanların yıpranmışlığı var. Şimdi bir yeniliği erkenden başlatıyor. Yani şunu yapmıyor: Bir aday hazırlığını 2019’un yerel seçimlerine iki ay kala yapmak istemiyor. Çünkü bir sürprizle karşılaşmak istemiyor. Şimdiden adayları hazırlamaya çalışıyor. Şimdiden isimleri oluşturayım, yani 2019’u garantiye almak için şimdiden bir strateji uyguluyor.

2019 derken hem cumhurbaşkanlığını hem yerel seçimleri kastediyorsun.
İkisinden de korkuyor. Çünkü birini kaybettiğinde, diyelim ki yerel seçimler önce, önce gitti yerel seçimlere ve kaybetti. O sarsar onu 2019’da. O yüzden önce tedbirini almaya çalışıyor. Yani 2019’u yerel seçimlerde ne kadar garantiye alırsa cumhurbaşkanlığı seçimlerinde eli o kadar rahatlamış olacak.

Bugün de görmüşsündür herhalde, İstanbul’da büyükşehir ve ilçe belediyelerinde ByLock operasyonu olmuş.
Evet.

Yüzden fazla…
Gelirken dinledim, altmış beş kişi gözaltına alınmış. Ne dönüyor hakikaten anlamış değiliz. Niye bugüne kadar yapmadılar? Topbaş mı izin vermiyordu? Direniyor muydu? Elemanlarını mı vermiyordu? Şimdi bugün başka bir haber okudum, ya da tweet okudum herhalde. 15 Temmuz’dan sonra valilik Melih Gökçek’e liste gönderiyor, kalabalık bir liste, Ankara belediyesinden. Melih onu eleye eleye elliye indiriyor sayıyı. Ellinin de, o tweet’te okuduğum, büyük bir kısmı çaycı, kapıcı falan. Belli ki bir koruma var. İşte korumayı anlıyorum. Yani FETÖ’yle AK Parti et ve tırnak gibiydiler, iç içeydiler yani. Ayırmaları mümkün değildi. Kız aldılar, kız verdiler. Suyla şekeri kat, sonra birbirinden ayırmaya kalk. Teknik olarak mümkün değil. Belediye kadroları öyle, kendi içleri öyle. Çünkü dindarlık üzerinden bir ortaklık oluşturdular. O dindarlık zaten iç içe geçmeydi. Şimdi ayırmakta zorlanıyorlar. Ayırmaya kalktığında birinin damadına denk geliyor, öbürünün kızına denk geliyor, öbürünün eniştesine denk geliyor, öbürünün oğluna denk geliyor. En yakın arkadaşına geliyor. Şimdi diyelim ki Melih Gökçek’in en yakın arkadaşı belediyede filan daire başkanı ve sen onu FETÖ’den istiyorsun, gözaltına alacaksın. Bir yerde bir şey yapmak istiyorsun ister istemez, korumaya çalışıyorsun falan. Belli ki bir koruma olmuş belediyelerde, şimdi gözaltı olduğuna göre. Ama bu ne kadar sahici bir mücadele, belediye başkanları buna direndi mi? Mesela Kadir Topbaş’ın damadını bile Kadir Topbaş’a sormadan gözaltına alabiliyorsun da, belediyedeki bürokratları mı alamıyorsun mesela, değil mi? O soru da ortada kalıyor. Onu aldın. Bülent Arınç’ın damadını da aldın. Orada şey gözetmiyorsun. Şimdi niye Kadir Topbaş’tan sonra büyükşehire ByLock operasyonu yapıyorsun? Tuhaf bir şey dönüyor Türkiye’de, ama dediğim gibi bu Türkiye’nin sahici sorunları değil. İktidarın kendi iç sorunlarını biz aracı olarak izliyoruz.

O zaman sahici meseleye gelelim.
Gelelim.

Referandum meselesine. Sen referandumda ortaya çıkan havadan çok telaşa kapılmışsın. Daha önceki durumlardan kapılmadığın anlamına gelmiyor, ama bunlardan ekstradan, fazladan telaşa kapılmışsın. Onu bir özetlesene. Seni özel olarak ne rahatsız etti?
Şimdi devlet, aydını, yazarı, kanaat önderi açık bir şekilde bölücülük yapıyorlar. Türkiye’de her zaman bir milliyetçilik akımı oldu. Bunu anlarız. Kaldı ki bu milliyetçilik değil. Bu ırkçılık. Şimdi milliyetçilik çok başka bir şey. Milliyetçilik bir insanın kendi ülkesini, kendi ülke insanını el üstünde tutması, onu fazla önemsemesi, ona fazla kıymet vermesi. O ülkenin diyelim ki karpuzunu, tütününü, kemençesini, ağıtını, deyişini daha fazla sevmesi, yüceltmesi dünya kültürleri üzerinde. Milliyetçilik dediğim bu. Fakat bunlar düpedüz ırkçılık yapıyorlar. Irkçılık ne? Türkiye’deki… “Şimdi sen ırkçılık yapıyorsun” dediğimizde bize ne diyorlardı bütün milliyetçi olan, tırnak içinde söylüyorum, “milliyetçilik” üzerinden siyaset yapanlar? “Arkadaş Türklük bir kimliğin adı değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür. Biz Türklüğü böyle görüyoruz”. Tamam çok güzel bir tanım, doğru bir tanım diyelim ki. Ben bir Kürt olarak bu tanımdan memnunum. Bu tanımın içerisinde kendimi Türk görüyorum. Sonuçta ben bu ülkenin bir vatandaşıyım. Köken olarak bakmıyorum. Diyorum ki eğer Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkese Türk deniyorsa ben Türküm, tamam. Sonra dönüp diyorsun ki bana “Sen Türk değilsin, Kerkük’teki Türkmenler bizim için daha önemli”. Niye önemli senin için Kerkük’teki Türkmen? Eğer devlet, eğer yazar, çizer, aydın, kanaat önderleri toplumsal birlikteliği, toplumsal bütünlüğü kimlik üzerinden kurarlarsa, bu ülke içerisindeki farklı kimlikteki insanlar kendilerini yabancı hissetmeye başlarlar. Yani sen “Türkmenler bizim için çok önemli” dediğinde buradaki Kürt de haklı olarak “İyi o zaman, Suriye’deki Kürt de bizim için çok önemli” demeye başlar. Haklı. Mesela İlber Ortaylı yazdı, çok yadırgadım. Bu kadar kıymetli bir tarihçi, bu kadar kıymetli, bu kadar saygın, bilim insanı, hakikaten çok hürmet ettiğim biridir. Çünkü ben haddimi bilirim. İnsanın bir kültürü var, bir terbiyesi var. Bundan üç ay önce bir yazı yazdı, “Türkçe Kerkük’te evlere hapis mi edilecek?” Sen oradaki Türkçe’yi dert ediyorsun da buradaki Kürtçe’yi dert eden Kürt’e niye bölücü gözüyle bakıyorsun? Sana ne? Yani sana ne derken, kimlik üzerinden mi gideceğiz? Bizim esas olan vatandaşlık bağı demediniz mi? Türklüğü demediniz mi vatandaşlık bağı ile bağlı olan Türk’tür diye. Şimdi kalkıp Türkmenler… “Türkmenleri satalım, arkamızı dönüp gidelim” demiyorum ki. Şu anda Irak’taki Türkmenlerin hakları, Türkiye’deki Kürtlerin haklarından daha fazla. En azından vatandaşlık hakkı var değil mi Kürdistan bölgesinde? Dil hakkı tanımışlar. Türkmen milletvekilinden okudum, “Biz burada kendi dilimizle, kimliğimizle, özgürlüğümüzle varız” diyor. E niye Irak’tayken rahatsız olmuyordun, Irak’ın kontrolü altındayken? Türkmenler Irak’ta Saddam döneminde dilini de kullanamıyordu neredeyse. Şimdi yine kullanamıyordu. Sen bir gün kalkıp demedin arkadaş: “Türkmenler bizim için çok önemli”. Şu anlamda söylüyorum: Eğer sen “Kerkük, orada demografik olarak Türkler yaşıyor, o yüzden bizim şehrimizdir” dersen, bir başkası kalkıp der ki: “Diyarbakır’da demografik olarak Kürtler yaşıyor, o da bizim şehrimizdir”. Yani bu Türkiye’yi bölmektir. Türkiye aklını kaybetmiş bir şekilde ırkçılık yapıyor. Tekrar ediyorum, bu bir milliyetçilik değil. Bu aklını kaybetmiş bir şekilde ırkçılık yapmaktır.

Onu biraz açalım. Mesela Barzani yakın zamana kadar siyasi iktidarın ve özellikle de Erdoğan’ın çok yakınındaydı. Bayağı bir, en kritik anlarda Türkiye’ye gelip AK Parti’ye ve Erdoğan’a aleni destek verdi, kongrelere katıldı vs. Ve birdenbire “Barzani bizi yanılttı” diyerek…
Toplumun dikkat etmesi gereken bir şey var. Bu ırkçılık akımından Türkiye’nin bir kazanımı yok. Niye olmadığını söylüyorum: Türkiye’nin orada Kürdistan diye bir derdi yok. Siyasetçiler yalan söylüyorlar, toplumu kandırıyorlar. Tamamen toplumun duygusunu kabartarak… Çünkü Türkiye’nin Kürdistan diye bir derdi olsaydı Irak işgaline destek vermezdi. Verdi, tamam. Diyelim ki yanıldı, verdi. Sonra gitti Kürdistan… Ben bunları yaptı diye kınamıyorum. Bence dost olması lazım. Benim görüşüm, Türkiye’nin bölgedeki bütün halklarla insan gibi diyalog kurması lazım, kimliğine bakmadan. Kendi vatandaşlarını mutlu edecek. Orada Kürtler mi var? Onların insan gibi hakkını savunacak. Yani özgürlüğünü, eşitliğini, vatandaşlığını. Ben bundan yanayım. Yoksa Barzani’yle niye dostluk kurdu diyenlerden değilim. Ama sadece siyasetin nasıl ikiyüzlü, nasıl ahlâksız yapıldığı görülsün diye bu örneği veriyorum. Arkadaş, sen işgale destek verdin. Kürdistan çıktı. Bağırdın, çağırdın. Sonra? Daha ilerisini söylemiyorum. Sen tuttun daha ta Saddam zamanında Barzani’ye, Talabani’ye pasaport verdin. Yani içerideki ayrılıkçı bir örgütü sen destekledin, sen dünyaya çıkardın. Senin pasaportunla gidip lobi yaptılar işte Özal’ın döneminde falan. Tamam, diyelim verdin, iyi yaptın. Onu geçtik. İşgal döneminde destek verdin. Ortaya Kürdistan çıktı. Gittin Irak’la kavga ettin yahu. Barzani’yle iş tuttun, anlaşma imzaladın. Maaş veremiyor, Cumhurbaşkanı’nın ağzıyla söylüyorum bunu, iki milyar dolar çıkardın kredi verdin, kendi memurlarına maaş veremiyor diye. Bayrağı diktin. Adamı kongrene çağırdın, bir devlet başkanı gibi ağırladın. Kahraman muamelesi çektin. Tamam, bütün bunlara bir şey demiyorum, yapabilirsin. Türkiye’nin yapması lazım, dostluk kurması lazım. Şimdi kalkmışsın bağırıyorsun, ırkçılık yapıyorsun, “Ben karşıyım” diye. Karşısın, ne yapıyorsun? Karşıymış gibi yaparak niye toplumu bölüyorsun? Karşı değilsin. Karşı olsan Habur’u kapatırsın. Kapatmıyorsun. Küçük bir yaptırım uygularsın, uygulamıyorsun. Uygulama zaten, ben uygula demiyorum. Bu çünkü yanlış anlaşılıyor. Bunları yapmıyorsun, niye bağırıp da Türkiye’yi bölüyorsun? Niye “Oradaki Türkmenler, Türkmenler” deyip buradaki Kürtleri küstürüyorsun? Niye bizim vatandaşlık bağımızı kimlik düzeyine indiriyorsun? Niye komşularınla dost olmuyorsun? Biz Türkmenlere de el uzatalım. Ben “Türkmenlere arkamızı dönüp gidelim” demiyorum. Eğer Türkmenlerin oradaki vatandaşlık hakkını savunuyorsak, Suriye’deki Kürtlerinkini de savunalım. Çünkü ahlâkî olan budur. Vatandaşlık hakkıysa, ana diliyse… Yani İlber Ortaylı, mesela örnek veriyorum, Irak’taki, Kerkük’teki, Musul’daki Türkçe’yi dert ediyorsa bir bilim insanı olarak, bir entelektüel olarak, bir saygın kişilik olarak Suriye’deki Kürt’ün dilini de dert etmek zorunda. Çünkü insan olarak bakması lazım. Sen neden sadece Türkmenleri… Sadece Suriye’deki değil, o zaman Türkiye’deki Kürt’ün de dilini dert etmek zorundasın. Yani Türkmen’in dili dil de Kürt’ün dili dil değil mi?

Burada bir not düşmek istiyorum. Galip Dalay çok güzel yazılar yazıyor, bilmiyorum okuyor musun, bu konuyla çok yakından ilgili, Karar’da. Orada mesela bir noktanın altını çizdi, çok çarpıcı bir şey. Şimdi İran’la Türkiye beraber hareket ediyor, hatta bir de Bağdat da var, ama esas olarak İran’la Türkiye. Genelkurmay başkanları gidiyor geliyor falan. Galip diyor ki: “Şu âna kadar İran’da üst düzey hiçbir yetkili Erdoğan gibi sert, üst perdeden konuşmadı”.
Bizimki devlet dili değil ki. Bak Tayyip Bey şunu yapıyor. Biraz ağır olabilir, ama benim şöyle bir tespitim var: AK Parti iktidarının Türkiye’nin lehine herhangi bir iş yapma ihtimali yok. Teknik olarak yok. Yani bunu niyet olarak demiyorum. Konuşmalarında da, söylemlerinde de, cümlelerinde de, icraatlarında da, tavırlarında da Türkiye’nin lehine herhangi bir şey söyleme veya yapma ihtimalleri yok. Niye? Çünkü Türkiye’nin lehine olan her şey AK Parti’nin, iktidarın aleyhine. Mesela, “Arkadaş hukuku yeniden tesis et” diye bağıralım. Hukuku yeniden tesis ettiğinde ilk onlar gidecekler hukuka. “Özgürlükleri serbest bırak, bak özgürlükleri serbest bırakmazsan ekonomi çöküyor, dış yatırımcı gelmiyor.” Bırakamaz çünkü özgürlükler olduğunda ilk onlar tartışılacak. “Arkadaş, bu ırkçılık, bu milliyetçilik, bu hamasetten vazgeç, bu Türkiye’yi yok ediyor” dediğimizde, bırakamaz, çünkü ona ihtiyacı var. Bak bence Tayyip Bey’in Kürdistan referandumuyla bir alıp veremediği yok. Hiç de umurunda değil. Şu kadar umurunda olduğuna inanıyorsam Allah canımı alsın. Şu kadar ihtimal vermiyorum. Sırf Bahçeli’yi kaybetmemek için 2019 ittifakında. Bahçeli’yle olan o milliyetçi ittifakı kaybetmemek için, 2019’da yeniden başkanlığı kazanmak için Türkiye’yi ateşe atıyor. Nasıl ateşe atıyor? Akıl almaz cümleler ediyor. Ne diyor mesela? “Eğer geri adım atmazsanız gıda ambargosu koyarız, açlıktan ölürsünüz” diyor. Bunu bırak bir devlet başkanı, insan düşmanına söylemez, düşmanına. Komşusuna demiyorum, düşmanına söylemez. “Ben seni açlıktan öldürürüm” cümlesini düşmana söylemezdin. “Asarız, keseriz, kırarız”. Diplomatik nezaket yok, saygınlık yok, ağırbaşlılık yok. Hiçbir şey yok. Peki bunu niye yapıyorsun? Tek bir şeyi var, asıl itiraz ettiğim bu, asıl insanların görmesi gereken bu. Arkadaş 2019’u kazanacaksın diye ülkeye kaybettiriyorsun. 2019’da MHP’nin –yani bana göre siyasi zekâsı sıfır, bir şirketim olsa, yok şirketim de, şirketimde eleman olarak çalıştırmam–, Bahçeli’nin siyaset zekâsıyla, slogancı şeyiyle o “Asarız, keseriz, geliriz, beş bin ülkücü…”. Bu kadar sefil, bu kadar pespaye bir siyaset anlayışına gidip teslim olmuş olması.
Bir taraf, bak, Tayyip Bey’in vardığı noktaya bakması lazım AKP’lilerin. Sağında Bahçeli, solunda Perinçek, başka kimse yok. Koskoca % 50 oy almış bir iktidar geldi, vardığı nokta Cumhuriyet tarihinde en yüksek oyu % 10-15 olan MHP ve 30 yıldır seçime girip binde bir oy alan Perinçek. Arkadaş, toplumun bile bir aklı var, Perinçek’in dediklerinin bir kıymeti oluyor olsa toplum ona itibar ederdi zaten. Bahçeli’nin dediklerinin karşılığı olsaydı bu toplumda, ülkenin yararına olan bir şey olsaydı toplum ona itibar ederdi zaten.

Peki, ama burada şey de var; Kürdistan referandumu söz konusu olduğu zaman cephede CHP de var.
CHP şöyle şimdi –öyle bir tweet atmıştım–, CHP şöyle bir bak şimdi; referandumdan hemen sonra Kemal Bey’e şöyle bir cümle etmiştim onu şimdi hatırlıyorum, hemen sonra toplantı yapmışlardı dedim ki: “Kemal Bey, sizin için bundan sonra muhalefet çok zor. Niye? Çünkü Türkiye parti devletine dönüştü, parti devletine dönüşünce, muhalefetin, sizin yapmış olduğunuz her muhalefet devlete muhalefet olarak anlaşılacak, bu çok zordur” dedim, “bunun altından kalkabilmeniz çok zor olacak haberiniz olsun. Yani öyle bir hale geleceksiniz ki AKP’nin politikası devletin politikası olarak çıkacak ortaya; siz muhalefet yaptığınızda bütün toplum sizi devlete muhalefet yapıyormuş gibi algılayacak. Buradan çıkmanız lazım, nasıl çıkacaksınız bilmiyorum, ama buradan çıkmanız lazım.” Çıkamadılar. CHP çıkamaz, çünkü CHP’nin genlerinde “Biz devletin sahibiyiz, devletiz, devlet biziz” refleksi çok var ya, bir oradan çıkamıyorlar; bir de, öyle bir atmosfer var ki ülkede, baktılar ki hamasetle kabadayılıkla, “Asarız keseriz”le siyaset yürüyor, parsayı topluyor millet; “Hadi biz de koroya katılalım” deyip devam etti. Şimdi CHP’yi uzak tutuyorum, Tayyip Bey’inki başka, Tayyip Bey’in üslûbu başka olsaydı CHP ne yaparsa yapsın etkileyemez gündemi, belli; çünkü hepimiz, bütün dünya Tayyip Erdoğan’ın konuşmasına bakıyor. Mesela Barzani ya da Kuzey Irak’taki Kürtler, CHP’nin ne dediğine bakmaz. Tayyip Erdoğan ne diyor ona bakar. Tayyip Erdoğan 2019 için Türkiye’yi yakıyor, daha doğrusu zaten geçmişte de yakıyordu da –yakmaktan kastım yanlış politikalar Türkiye’ye zarar veriyor–; dediğin gibi, şimdi İran bak bir şey yapıyor, mesela kendince hiç bağırmıyor, çağırmıyor, konuşmuyor… Sınır kapatıyor mesela, kendince bir tavır alıyor, uçuşları yasaklıyor mesela kendince. Arkadaş sen hiçbir şey yapmayıp niye bağırıyorsun? Yapma da, bari bağırma ya! Bağırarak toplumu bölme, toplumun buradaki duygusunu yok etme, bizi düşmanlaştırma, ötekileştirme, kimlik üzerine… Türklük ne? Kürtlük ne? Koskoca bilim adamları Kürtlük, Türklük üzerinden fikir yürütüyor, benim aklım almıyor. Nedir Kürtlük mesela? “Bizim Kerkük’ü almamız lazım”, sen Hakkâri’yi alsana! Hakkâri’yi al arkadaş, Diyarbakır’ı al. Bak, her gün üç asker polis, dün bir yüzbaşı öldü ya! Ya 30 yıldır her gün üç tane beş tane asker polis bu ülkenin evladı, PKK’lısı da bu ülkenin evladı, bu çocuklar ölüyor. Sen burayı çözsene, sen ne gitmişsin Kerkük’teki Türkmenlere –ki oradaki insanlara arkamızı dönelim, bakmayalım demiyorum, bir burayı önce–, “Alalım” demezsin, “Yardım edelim, elimizi uzatalım.” Bak, Suriyelilere mesela, kapımızı açalım, ülkemizi açalım, misafirperverlik yapalım… Bu başka bir şey, odun taşımak başka bir şey!

Bir ara hatırlıyor musun, bayağı bir konuşuluyordu, Barzani’yle ilişkiler çok yoğundu ve Türkiye’de çözüm süreci vs. de var ve de Ankara’nın Bağdat’la ilişkileri çok gergindi, kopuş vardı…
Hatırlamıyor musun Barzani’nin yüzünden, Barzani’yi tutma adına Bağdat’la kavga etti!
İşte orada bir şey vardı, şeyi söylemek istiyorum; bir yerde Irak Kürdistanı’nın ya da Türkçe kullanılan, Kuzey Irak –kötü bir şey–, oranın hani bir şekilde Irak’tan kopup Türkiye’ye gelmesi.

Gülüyorsun, ama bu bayağı bir konuşuluyordu.
Bizim şey saray danışmanının…

O ayrı, ama bu bayağı ta Özal’ın zamanında olan bir hikâye, biliyorsun.
Bu bizim ülkedeki siyasetçilerin helvasıydı, topluma dağıttığı. Öyle bir gerçekliği var mı? Ne diye kopsun gelsin? Oradaki Kürtlerin 50 yıllık 100 yıllık bağımsızlık mücadelesi var, “Bağımsız olacağım ben Türkiye’ye varacağım.” Nedir Türkiye’nin cazibesi ki yani? Keşke şu olabilseydi, Türkiye daha demokrat daha özgürlükçü, daha barışçı… Birleşmesine gerek yok, ama çok daha “soft” bir sınırı olurdu, çok daha yumuşak bir ilişki kurardı, birleşmiş gibi olurdu. Zaten bak dahasını söyleyeyim, ben bunu ne zaman fark ettim? 2005’te. Şimdi hiç unutmuyorum, ben bir internet sitesi işletiyorum sekizsutun.com diye, askerler iktidar, Barzani’ye neler söylüyorlar böyle, yani normalde hani ortalama bir vatandaşa söylemekten utanacağın kelimeler, işte çapulcu, bilmem aşiret ağası… Buna rağmen böyle aşağılayıcı kelimeler dönüyor, bana bir düzine fotoğraf geldi o zaman hiç unutmam. OYAK kamyon kamyon çimento taşıyor Irak Kürdistanı’na. Yani dışarıdan sövüyorlar, ben de öyle bir haber yaptım: “Kürdistan’ın çimentosu OYAK’tan” diye. Türkiye böyle bir devlet, kamuoyunu kışkırtmak için “Asarız, keseriz” deyip, Irak Kürdistanı’nın kurulumunun büyük bir şeyini Türk işadamları yaptı — Ülker’i, Koç’u, Karamehmet’i… Tayyip Erdoğan’ın inşaat şeyi, enerji şirketleri bu bizim Tolga’nın yazdığı Hürriyet’ten. Sen orada kuruyorsun, bak ticaret ilişkileri var, zaten öyle olmak zorunda. Zaten öyle olmak zorunda, artık esas olan ekonomidir, paradır, senin komşuya ihtiyacın var, mal satmaya ihtiyacın var, mal almaya ihtiyacın var, dostluk kurmaya ihtiyacın var. Sen o yüzden Habur’u kapatamıyorsun, kapatamıyorsun –kapat demiyorum–, peki niye ırkçılık yapıyorsun? Niye Türkiye’deki milletin adını bütünlüğünü bir ırk üzerinden kuruyorsun? Niye “Türklük bu ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı olarak verilen addır” tezini çürütüp, “Hayır, bu bir ırkın adıdır; biz de o yüzden Kerkük’tekileri sizde daha çok önemsiyoruz” diyorsun? Niye? Sen Kerkük’tekileri buradaki Kürtlerden daha çok önemsersen buradaki Kürtler de Suriye’deki Kürtleri senden daha çok önemser.

Peki, senin gözlemlerine göre Türkiye’de Kürtlerin AKP’ye ve Erdoğan’a bakışlarında bu son olay ne derece etkili olmuştur?
Şimdi, bak İslamcılıktan bilirsin sen de az çok, ben de öyle bir kültürden geldiğim için biliyorum, etnik köken çok etkili değildir, esas olan inançtır orada. İnancın etkili olduğu yönde etnik köken çok değildir. AKP tabanındaki Kürtler çok böyle bizim gibi bakmıyorlar, “bu adam Kürt” bilmem falan, o devlet çıkarı olarak bakıyor, inanç birlikteliği olarak bakıyor. Tamam, birazcık “Ya bir dakika, çok ileri gidiyorsun, sert konuşuyorsun” bilmem falan filan, ama sonuçta iş yine tıkanıyor orada da, o onlar için de geçerli. Şimdi Kürtler diyelim ki AKP’den koptu, şimdi varolan düzlemde kime gidecek? HDP’yi solcu bulduğu için, yani kafasından “dinsiz” gördüğü için HDP’ye gitmiyor, MHP’ye gidecek hali yok, CHP’yi zaten biraz önce söyledik: AKP’den geri kalır tarafı yok. Yani bu bir kopma getirmez; bu bir zayıflatma getirir, zayıflatır, zayıflatır, zayıflatır, ilk alternatifte terk ederler o başka ama, şu anda bir kopma getirmez; ben öyle bir kopma olduğuna inanmıyorum. Zaten dikkat ettim uyarmışlar Tayyip Erdoğan’ı bazı milletvekilleri…

Abdülkadir yazdı.
Çok sert gidiyor, falan filan gidiyor diye, bugünkü üslûbu daha yumuşaktı; bugün grupta yaptığı: “Kardeşlerimize el uzatmaya hazırız.” Ne diyorsun? Şimdi, bu bir yönü, bu ırkçılık tek taraflı değil, ama onu sana söyleyeyim. Ne yazık ki Türkiye Devleti’nin bu akılsızlığına, siyasetçilerin bu akılsızlığına Kürtler de aynı oranda düşüyorlar. Onlar da mesela şunu demiyor: “Arkadaş bir dakika, biz niye ırk üzerinden yürüyoruz ki?” Senin Kürtlük üzerinden bağ kurman ne kadar sorunluysa daha doğrusu bunun Türklük üzerinden Türkmenlik üzerinden bağ kurması ne kadar sorunluysa senin de Kürtlük üzerinden bağ kurman o kadar sorunlu. Şimdi bak, o kadar ikiyüzlü bir durum var ki, Barzani’nin yaptığıyla Tayyip Erdoğan’ın 7 Haziran’da yaptığının arasında ne fark var? Var mı bir fark sence?

Yani şey o iç dengeler vs..
Tabii. Niye 7 Haziran’da adam seçimi iptal etti? “İktidarımı kaybediyorum” dedi, savaşa döndü, inancı sürdü piyasaya iyice, dini dibine kadar; yani hamasetin tek bir amacı vardı: İktidarı korumak. Şimdi burada bir adam var, görev süresi dolmuş devretmiyor. Parlamentoyu da fesh etmiş, kendine eşine dostuna bir devlet kurmuş, “Arkadaş git de normal seçim yapılsın” diyorlar, hayır, o orada kendini kurtarmak için gazla, hamasetle “Ben referandum kararı alıyorum” diyor, gidiyor. Şimdi, ikisini ayırmamız lazım birbirinden bir kere, adama dememiz lazım: Kürtlerin özgürlük hakkı başka, senin bu pis siyasetin başka; bir kere çekil. En azından ben öyle bakıyorum. Sen bir kere başka bir numara çeviriyorsun, sen oradaki halkın özgürlük talebini, duygusunu kendi bu otoriter yönetim anlayışına istismar ediyorsun, kendini yakarken onları da yakıyorsun; çünkü bir hazırlık yapman lazım. Bak bu ay maaşı ödeyememiş yine. Şimdi sen daha maaş ödeyemiyorsun, bir hazırlık yap be kardeşim, bir olgunlaştır, bir de sınır dediğin ne ki? Küçük küçük devlet sistemi mi olacağız? Ortadoğu’da, yani orada bir tane, bak şimdi PKK açıklama yaptı: “Kabul etmiyoruz” yani “Destek vermiyoruz” dedi. Şimdi Kürt-Türk bölünme yetmiyor bir de Kürtler içerisinde bir grup orada ayrı bir grup, Hizbullah Kürtleri, sosyalist Kürtler, laik Türkler… burası cehennem olur ki yani, bunun altından kalkamayız. Ne yazık ki Kürt siyaseti de Bahçeli’nin oyununa düşüyor, Bahçeli’nin ırkçı, iktidarın ırkçı, –bak milliyetçi demiyorum, ben hiç milliyetçilikten rahatsız olan bir insan değilim; bana göre milliyetçilik, tekrar ediyorum, o anlamda da kendimi milliyetçi görebilirim, ülkesini sevmek, ülkesini her şeyin üstünde tutmak, gereğinden fazla önem vermek; karpuzuna, tütününe, ağıtına yani bütününe aşık olmak gibi bir şeydir, bu milliyetçilik olsun, bu gelsin başımızın üstünde yere var, ben de onunla beraber yapayım bunu, ki benim yaptığım o yani o derken memleketimiz içinde huzur içinde yaşayalım– ama bu ırkçılık yapılıyor, Kürt hareketi de ne yazık ki ırkçılığa ırkçılıkla karşılık veriyor. Mağdur olmak başka bir şey, öyle diyorlar: “Arkadaş, mağdurla zalimi birbirinden ayırman lazım”. Bu işlerde mağdur kendini kimlikle var edecek diye bir şey mi var yani?

Bizim solda “ezilen ulus milliyetçiliği”.
Ezilen ulus milliyetçiliği! Ya, senin vazgeçmen lazım, şimdi bak bunu Selahattin Demirtaş’ın konuşmalarında dikkat ediyorum, bu son hapisten sonra çok değişim var, olağanüstü bir ton değişimi var, çok ilginç; fakat Kandil onun adına bir yazı yayımladı gördün mü bilmiyorum, Özgür Gündem’de. Kandil olduğunu nereden biliyorsun? Çünkü o dil Kandil dili, asla Selahattin Demirtaş dili olmaz, referanduma karşı çıkan. E şimdi, Bahçeli referanduma karşı çıktığında kızıyorlar, ama Kandil referanduma karşı çıktığında kızmıyorlar Kürtler. Niye? Değil mi? Niye kızmıyorsun? Tayyip Erdoğan referanduma karşı çıktığında, “Vay bu bize ırkçılık yapıyor” diyorsun da, Kandil karşı çıktığında? Kandil niye karşı çıkıyor? Merak etmiyor musun mesela, Kandil niye karşı çıkıyor Barzani’nin referandumuna? Çünkü mesele Kürtlük meselesi değil ki; mesele iktidar meselesi, bir iktidar savaşı var orada. “Bu adam bizden önce alır başını gider, Kürtlerin de lideri olur, biz yaya kalırız.” O kadar aklını kaybetmiş bir ülke ki, hakikaten çok şaşırıyorum, bak tekrar ediyorum; bir parti bunu yapabilir, bunu anlarız; ama İlber Ortaylı gibi yazar-çizer, gazeteci, akademisyen, devlet başkanı, milletvekili… Bütünüyle ırkçılık üzerine çökülürse bu ülke bölünür, bölünür. Senin buradaki Kürtlere söyleyecek sözün kalmaz, sen Türkmenlerin dilini önemseyip buradaki Kürtlerin dilini önemsemezsen buradaki Kürt kendini ikinci sınıf vatandaş hisseder, sen Kerkük’ü Diyarbakır’dan daha fazla seversen, Diyarbakır kendini mahzun hisseder, o da kendini daha çok sevecek yere gözünü diker. Bu bölücülüğü yapmayın, biz kendi işimize bakalım. Herkesin huzur içinde özgürce demokratik haklarıyla yaşadığı bir ülke yapalım; Kürt dilini kullansın, öbürü başını örtsün, öbürü cemevine gitsin. Bu ülke yapılabilir; bırak dışarı, ne yapacaksa, ha demiyorum ki şey yapayım –bitiriyorum, bitiriyorum şu cümleyi söyleyeyim bu önemli- şimdi bak, hepimizin gözden kaçırdığı bir şey var, toplumun % 80’inde bölünme korkusu var şu anda, iktidar bir şekilde enjekte etti. Bu korkuyu hesaba katmadan konuşamayız, korku var, bunu hesaba katmamız gerekiyor; konuşmalarımıza, yazılarımıza, cümlelerimize…

Sen korkmuyor musun?
Ben diyorum ki Türkiye ayakta kalır mı? Sadece bölünmesi değil, Türkiye ayakta kalır mı? Bir parçası ameliyat olup alınacak değil, ben bütünün ayakta kalıp kalmayacağı aşamasındayım.

Yani ben bu konuda çok iyimserdim, ama son dönemde bayağı o anlamda hayatımda ilk defa bu endişeyi taşıyorum.
Tam da onu diyorum, bunun zaten şeyini veriyoruz, yani bölmeyin. Ne yazık ki vatanseverlik, birliktelik adıyla bölücülük yapılıyor.

Ne oldu kitap?
Kitap bitti.

Adını söylemekte sakınca var mı?
Yok, sakınca yok: “Onurlu Çıkış”.

“Onurlu Çıkış!” Nereden çıkıyor?
Ya şimdi Türkiye’deki hepimiz farklı farklı mahallelerde yaşadık, Atatürkçüler, solcular, muhafazakârlar, dindarlar, milliyetçiler… Birbirimizle bir cebelleşmemiz var, aslında birbirimizi Necip Fazıl’ın şiirindeki gibi: “Ey düşmanım sen benim hızımsın” şeyi var ya, “gıdamsın” falan diye, aslında birbirimizin bir şeyi, gıdası haline gelmiştik. Mahallelerde yaşadık, ama ülkemiz elden gitti, yani diyelim ki burayı bir ev düşün: Evin bir odasında Kürtler yaşıyor öbür odasında milliyetçi ülkücüler yaşıyor, başka bir odasında İslamcılar yaşıyor, bir odasında solcular yaşıyor… Bir gün baktık ki bina dışarıdan çürümüş, çürümüş; hızlıca odalardan çıkıp salona inmemiz gerekiyor oturup konuşalım, yeniden ev yapalım. Salona inmek için öyle bir gelmemiz gerekiyor ki, yenilmişlik duygusuna kapılmamamız lazım. Mesela diyelim ki PKK’nın silah bırakması gerekiyor –örnek veriyorum– eğer sen PKK’ya onurlu bir çıkış yolu göstermezsen silah bırakmaz, anlatabiliyor muyum? Diyelim ki ben İslamcılıktan vazgeçiyorum, ama sen bana dakika başı “Günaydın, yeni mi uyandın? Sen Atatürk’ü yeni mi anladın?” dersen, ben yenilmişlik duygusuna kapılırım, anlatabiliyor muyum?

Hepsi de bunu yapıyorlar değil mi?
Ya da diyelim ki bir Atatürkçü, bir laik, laikliği benimsemiş, laik bir felsefeyi benimsemiş biri, “Ya başörtülülere de yanlış yaptık zamanında” dediğinde, “Siz de az zalim değildiniz” deyip adamı dışlayacaksan, o adam gelemez buraya. O yüzden toplumun bütününün onurlu bir çıkışa ve salonda buluşmaya ihtiyacı var. Ben kendi hayat hikâyemi anlattım, kendi çıkışımı. Niye çıktım? O odayı niye terk ettim de salona geldim? Şimdi insanları niye çağırıyorum bu salona “Gelin konuşalım” diye? Onurlu Çıkış’ı anlatıyorum.

Ne zaman çıkacak?
Tatlı bir kitap olduğunu düşünüyorum, yani duygusu, birkaç arkadaşıma okuttum sağolsunlar çok beğendiler, çok yardımcı oldular. Tahmin ediyorum ay sonuna kadar çıkacak.

Bu davet dedin de, insanlar herhalde merak ediyordur; Meral Akşener’in partisi seni davet etti mi?
Meral Akşener’in partisi beni davet etmedi; sadece bir ara geldiler, bir konuştuk “Nasıl yapalım?” falan diye, ben onlara söyledim: Bu böyle olmaz. Türkiye’nin ihtiyacı olan biraz önce söylediğim onurlu çıkıştır. Siz hâlâ odada kalarak bizi odaya çağırıyorsunuz. Ben senin odana gelmem, sen salona gelmen gerekiyor. Sen salona geliyor musun? Salona gelirsen senin yanında olurum. Ben şimdi İslamcılıktan çıkmışım gelmişim salona, sen burada ülkücülerin odasında duruyorsun, bana diyorsun ki: “Levent Bey, benim odama gelir misin?” —“Yok abi, sen salona gel, salona gel ki buradaki solcuyu da çağıralım, buradaki Atatürkçüyü de çağıralım.” Ne yazık ki Meral Hanım salona inmedi, kendi odasında duruyor. Yani hâlâ parti bunu tartışıyor. “Bunu yapacak mıyız? Yapmayacak mıyız?” (ülkücü işareti göstererek) Bu ne? Ne diyorsun abi? Sonuçta bunun sembolik anlamı var, ne dersen de. Ben bununla dayak yemişim, ben doğuda bununla dayak yedim, yedim, Kürt olarak yedim, hayır, yani o zaman Kürtlük gibi bir derdim yoktu, ama yedim. Sen ağzında kuş tutsan ben buna gelmem, bu velev ki memleketin çok kıymetli bir işareti olsun, şimdi nasıl ki insanlar ezanı duyduğunda AKP’yi hatırlıyorsa uzun bir müddet ezana mesafeli duracaklar, toplum öyle. O yüzden de bana bir davet gelmedi, zaten oluşumu doğru bulmuyorum, düzeltmesi lazım, keşke böyle yapmamış olsalardı, keşke kendi odalarını terk etmiş olsalardı, keşke salona inmiş olsalardı. Şimdi şöyle bir yanlışa kapılınıyor; ben odamda durayım mesela seni çağırayım, sen de gel, “Aa Ruşen de orada” mesela, “Bak Ahmet de orada”, “Solcu biri de orada”, ama neredeler? Salonda mı? Oda mı? O yüzden bir davet gelmedi, sadece sağolsunlar geldiler, “Sence nasıl yapalım” diye bir konuşmamız, Meral Hanım değil, diğer ekibinden kendi en yakınındaki iki üç yakın arkadaşı geldi. Onlarla konuştuk, “Şöyle yaparsanız iyi olur” diye fikirlerimi söyledim, ama gördüğüm kadarıyla pek parlak gitmiyor. Yani söylemiştim herhalde burada yayında, orada bilmiyorum, direkt söyledim: “İlk yapacağınız şey ülkücülükten vazgeçmek, ülkücülükten vazgeçmezseniz yol alamazsınız. Çünkü siz ülkücü kaldığınız müddetçe ben İslamcı kalacağım, öbürü solcu kalacak, öbürü Kürt hareketine mensup olarak kalacak. Ama öbürü, onlar vazgeçsin diye mesela çıkıp diyeceksin ki, ‘Ben ülkücülükten vazgeçiyorum, çünkü Türkiye öyle bir noktaya geldi ki ideoloji-mezhep-inanç üzerinden yürüyemiyoruz; bizim bütünlük kurmamız lazım, ben vazgeçtim salona iniyorum’ demek gerekiyor” dedim, çok dürüstçe dedi ki: “Haklısın, ama biz diyemeyiz bunu” dedi. “Biz ülkücülükten vazgeçiyoruz cümlesini edemeyiz” dedi, “Edemezseniz olmaz” dedim, daha bundan üç ay önce. Edemezseniz olmaz, niye olmaz? Parlak isimler katamazsınız, katamıyorlar; şimdi bak, bence parlak isim yok; kurucular arasına bakıyorsun, “vay” diyebileceğin parlak isim yok. Toparlayıcı olamazsınız, kucaklayıcı olamazsınız, insanların tamamına güven veremezseniz, bir grup… Diyelim ki ben Atatürkçüyüm, ulusalcıyım, milliyetçiyim, bana verirsin güven, onun da oyu % 5-10’dur; ama Alevi’ye veremezsin, Kürt’e veremezsin, Kürt’ün bir kısmına hadi, ya memleket elden gidiyor, yani her kesim ufak % 2’sine verirsin, toplasan % 10 olur. Bütününe vermek için birinci öncelik, tekrar ediyorum, herkesin ideolojik katılığını bir tarafa bırakması lazım, odadan çıkacak, salona gelecek ve salona çağıracak. Salona gelmedikleri için, olacağına da ihtimal vermiyorum.

Levent Gültekin’e çok teşekkürler. Size de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.