Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Akşener Washington’da tanınıyor mu? Vize krizi & S. Arabistan’da “ılımlı İslam”

Yayına hazırlayan: Ali Mert İnal

Merhaba, iyi günler. Transatlantik’te karşınızdayız. Bu hafta Gönül Tol yok. Kendisi bir seminere katılmak için Washington’dan ayrıldı, hatta şu sıralarda uçakta olsa gerek. Ömer Taşpınar’la yapıyoruz. Ömer merhaba.
Merhaba Ruşen. İyi yayınlar.

Bakalım Gönül’ün yerini doldurabilecek misin? Ömer, hemen şeyle başlayalım, İYİ Parti diye bir parti kuruldu bugün, biliyorsun, Meral Akşener liderliğinde. Aylardır konuşulan bir hareket. MHP’den kopanların başını çektiği bir hareket, ama merkez sağı doldurma iddiası, bir boşluk olduğu düşünülerek kurulmuş bir hareket. Şunu doğrudan sormak istiyorum: Washington’da Meral Akşener adı ve onun kurmayı düşündüğü parti belli bir ilgi uyandırıyor muydu, uyandırıyor mu? Öyle bir merak var mı o konuda?
Türkiye’yi uzaktan takip eden kesimler arasında bu konuda bir merak yok. Çünkü Erdoğan’ın sonuçta her şeye çok hâkim olduğu izlenimi var. Fakat yakından takip eden kesimler içinde Meral Akşener ismi ve yeni bir oluşum, referandum sonrası yeni bir heyecan yarattı denebilir. Referandumda beklenenden daha güçlü bir “Hayır” çıkınca, acaba Erdoğan zayıflıyor mu sorusu soruldu. Bu çerçevede de yeni bir parti muhalefeti, Erdoğan’a karşı herkesi birleştirebilir mi diye soru soruluyordu. Meral Akşener ismi bir iki düşünce kuruluşunun yazdığı kısa analizlerde gündeme geldi. Fakat ana akım medyada benim görebildiğim kadarıyla New York Times, Washington Post gibi yerlerde Meral Akşener’le ilgili yazı çıkmadı. Fakat şunu söylemek gerekiyor Ruşen: Türkiye’yi yakından takip eden kesimlerde, “Erdoğan mı bütünüyle Türkiye’ye hâkim, yoksa bir koalisyon mu var sorusu soruluyor… Senin de üzerinde durduğun ulusalcılarla bir koalisyonu var mı? Milliyetçilerle nasıl bir koalisyon içinde? Bu konuda kafa yoruluyor ve genel kanı sadece Erdoğan’ın yönetmedği yönünde. Erdoğan’ın son 2-3 yıldan beri ciddi bir koalisyon içinde olduğu… milliyetçi kesimle, ulusalcı kesimle diyelim, Avrasyacı kesimle ve bu koalisyonun darbe sonrası daha da güçlendiği… Bu koalisyonun ortak paydaları nedir? Aslında Erdoğan’ın bütünüyle 1990’lar Türkiye’sine geri dönüş yapmış olması bence ortak payda. Yani ne bu? Mesela Türkiye’de Atatürkçü diyelim –hadi Avrasyacı, ulusalcı demeyelim–, Atatürkçü kesimin Türkiye’deki en büyük tehdit algılaması neydi? Temelde bir Cemaat ve irtica algılaması vardı. Özellikle Cemaat üzerinden giden bir irtica algılaması vardı. Milli Görüş dışında bu Cemaat’in çok güçlü olduğu yönünde ta 90’larda başlayan bir algılama vardı. Şimdi AK Parti burada Cemaat’i, FETÖ’yü bir terörist örgüt olarak gösteriyor. Orada bir ortak payda var. İkincisi: Kürt meselesi. Kürt meselesinde AK Parti artık hiç reformdan yana bir yerde değil, eski ayarlarına döndü ve bölücülükten bahsediyor. E zaten Türkiye’de devlet refleksi bu yöndeydi. Dolayısıyla bölücülük konusunda, Cemaat konusunda aynı yere geldi. Eh bir de Batı’ya karşı düşmanlık vardı hep Türkiye’de, Atatürkçülük’ün bakışında. Batı’dan bir şekilde hoşlanmama, Batı’nın Türkiye’yi bölmek istediği, zayıflatmak istediği, güçlenmesini istemediği… Eh bu da AK Parti’nin bugün söyleminde anti-AB, anti-Amerikancılık zirve yapmış durumda. Dolayısıyla ortada bir koalisyon var deniyor. Bu koalisyon TSK içindeki Atatürkçü, Kemalist, Avrasyacı, ulusalcı kesim ve toplumda da karşılığı olan aynı zamanda bir anti-Amerikan kesimle, milliyetçi kesimle AK Parti’nin yaptığı koalisyon. Şimdi bu koalisyonu kırabilir mi Meral Akşener? Çünkü milliyetçi kimliği var. O milliyetçi kimlik partinin özünde bence çok güçlü. Bu bir dezavantaj bana göre. Çünkü Kürt meselesinde oy alamayacağını gösteriyor; fakat milliyetçilerin AK Parti ile olan ortaklığını kırabilirse, biraz Avrasyacıları, ulusalcıları kırabilirse o zaman Erdoğan’ın kurduğu koalisyonu zayıflatabilir yönünde bir analiz yapılıyor Washington’da.

Peki, burada anladığım kadarıyla sen de analizlere bayağı yakın duruyorsun — sezdiğim kadarıyla diyeyim. Yanılıyorsam düzelt, ama orada şöyle bir soru var, aslında bu önemli bir tartışma. Şu anda AK Parti ile mücadele ya da Erdoğan’la mücadele etmek isteyen kesimlerin hedefi onun koalisyon olduğu söylenen, ittifak yaptığı söylenen kesimleri bölmek ya da ondan koparmak mı? Yoksa onun geleneksel tabanı içerisinde bir rahatsızlık yaratıp onun tabanı içerisinden kopuşlar yaratmaya çalışmak mı? Senin söylediğinde birincisi geçerli, ama bu partinin ve Erdoğan’ın en büyük gücünün ittifak yaptığı kesimlerden değil, kendi doğrudan kontrol ettiği kesimlerden geldiğini de biliyoruz. Dolayısıyla burada mesela bugünkü Kurucular Kurulu’na falan baktığımız zaman milliyetçi ayak gerçekten güçlü var, ama diyelim ki muhafazakârlık anlamında çok güçlü değil İYİ Parti.
Evet. İYİ Parti gerçekten de muhafazakârlıktan çok MHP çizgisinde. Yani daha çok milliyetçi çizgiyi temsil edecek gibi gözüküyor. Kürt meselesinde oldukça zayıf, ama bireysel özgürlükler temelinden giderek demokrasi dalgası da yaymak istiyor. Yani devletçi reflekslere yakın bir parti. Dolayısıyla bana göre Türkiye’de devletçi refleksleri olan, hâlâ Kemalizm, Atatürkçülük çerçevesinde düşünen bir kesim CHP’ye mi gider, İYİ Parti’yemi gider tartışması olacak. Burada İYİ Parti ile CHP arasındaki ilişki çok önemli. Çünkü referandum sonrası insanlarda bir heyecan oluştu. O heyecan sanki Erdoğan yenilebilirmiş gibiydi, fakat gözden kaçırılan şuydu: Referandumda partiler yarışmadı. Erdoğan’a karşı, anti-Erdoğan cephesi yekpareydi. Bir isim yoktu, bir parti yoktu. Dolayısıyla şimdi isimler ve partiler çıkacak ve bu Erdoğan’ın işini çok kolaylaştırıyor. İlk sorduğun soruya kısaca değineyim. AK Parti içinde bir bölünme olur mu? Yani hep konuşulagelen AK Parti’nin küskünleri, marjinalize edilmiş kesimleri ortaya çıkabilir mi? Bence bu sevdadan artık bütün Batı vazgeçti. Yani bir Abdullah Gül acaba bayrak kaldırır mı? Acaba Ahmet Davutoğlu’nun bir gücü var mı? Bu sorulara cevap çok açık. Erdoğan’a karşı AK Parti içinde bayrak kaldıracak bir isim yok. Ekonomi güçlü gittiği sürece, Türkiye’de çok ciddi bir siyasi kriz olmadığı sürece, Erdoğan hâlâ kamuyou yoklamalarında % 50 alıyor gözüktüğü sürece, bence AK Parti içinden bir isim çıkıp veya isimler çıkıp partiyi bölmeye çalışmayacaklar. Ama sessizce öbür tarafa destek verebilirler. Yani sessizce bir şekilde siz de güçlenseniz iyi olur, demokrasi için muhalefet önemli diyebilirler.

Referandumda o söylediğin kesimlerin sessizce “Hayır” için çalıştıklarını ya da en azından “Hayır”ı tercih ettiklerini biliyoruz zaten.
Evet, evet. Yani benim analizim şu sonuçta: Erdoğan güçlü, gerçekten de Erdoğan bir tek-adam rejimi kurmaya çalışıyor. Fakat demin Amerika’ya atfettiğim bakış açısında benim de bir payım var. Ben de belki dediğin gibi yani sırf Erdoğan’dan ibaret olmadığını düşünüyorum Türkiye’nin. Türkiye’de toplumsal karşılığı olan ve bana göre özellikle de hâlâ asker içinde karşılığı olan bir Atatürkçülük var. Bu Atatürkçülüğün bahsettiğim iki damarı vardı. Yani düşman algılama damarı, tehdit damarı: Bir tanesi irticaydı, öbürü bölücülüktü. Şimdi irtica meselesi kapandı; çünkü irtica dedikleri kişi zaten uzun süre Milli Görüş, Erbakan’dı. Şimdi irtica meselesi döndü FETÖ’ye ulaştı ve FETÖ, anti-Amerikanizmle beraber Türkiye’nin en büyük tehlikesi olarak görüldü — ki burada bir bütünleşme yaratılıyor gerçekten ve bu gerçek bir bütünleşme. Yani FETÖ düşmanlığı, Cemaat düşmanlığı üzerinden devletle AK Parti arasında bir buluşma yaşanıyor, bir koalisyon yaşanıyor. Bu önemli bir koalisyon. Öbür damar Kürt damarı, bölücülüğe karşı. O bölücülüğe karşı olan ortaklık da çok önemli bir ortaklık. Şimdi bunların üzerine zaten FETÖ’nün ve Kürtlerin yanında gözüken Amerika oturuyor. Amerika’nın bunları desteklediği. Pensilvanya’nın arkasında Amerika’nın olduğu…

Peki Ömer, Amerika demişken diğer konuya geçelim. Malum bir krizimiz var Türk-Amerikan ilişkilerinde, çok ciddi bir vize krizi, ama Türkiye ne zamandır vize krizini çok tartışmalı birtakım haberler dışında konuşmuyor. Sanki sorun çözülmüş gibi bir hava var, ama sorun herhalde çok ciddi bir şekilde devam ediyor değil mi? Çözüleceğe benziyor mu? Var mı bir çözme işareti? Şunu biliyoruz: Hastalara yönelik olarak bir yumuşatma yaptılar. Ama onun dışında ne gözüküyor orada, var mı bir eğilim? Amerikan yönetiminde artık işi tadında bırakalım gibi bir yaklaşım hâkim olabilir mi?
Hakim olamaz. Amerika’da şu anda bu vize krizi ciddi olarak gündemde. Yani New York Times’ta yazılar çıktı; Dışişleri Bakanlığı’na –State Department’a– baktığında rahatsızlar Türkiye’de devam eden bu sivil topluma karşı olan dalgadan. Mesela Osman Kavala’nın tutuklanmış olmasından rahatsızlar.

Tutuklama değil, gözaltı. Bizde onu biliyorsun ayrı kullanıyoruz. Henüz tutuklanmadı, tutuklanmamasını da umuyoruz. Hâlâ gözaltında.
Evet, gözaltında; fakat gidişat o ki dün onun biletini Cumhurbaşkanı kesti. Kongrede yaptığı görüşmeyle. Yani buradaki algılama Ruşen, deminki konuya geri dönersek çok kısaca, Türkiye’nin gerçekten artık demokrasiden çok uzaklaştığı ve Erdoğan’ın iki dudağının arasında bir sürü konu. Dolayısıyla Erdoğan’ın yaptığı konuşma da gösterdi ki kolay kolay Türkiye’de geri adım atma refleksi oluşmayacak. Ve burada Amerika bir geri adım bekliyor vize konusunda. Yani ciddi bir geri adım bekliyor, bu geri adımı da atmıyor Erdoğan. Atılmasını da istemiyor.

Hatta biliyorsun tutuklu onlar. Başkonsolosluk görevlileriyle en son yapılan Osman Kavala ve Şaban Kardaş operasyonlarının da birleştirildiği haberini yine hükümete yakın medya kullandı ve “kaos ortamı hazırlığı yaratmak” gibi, ortak bir, doğrudan Amerika’yı da suçlayan bir boyutu var herhalde burada değil mi?
Tabii ki. Demin bahsettiğimiz ortaklık bu zaten. Yani Türkiye’de gerçekten Amerika’yı bütün felaketlerin temelinde gören bir bakış açısı sadece AK Parti’ye değil, devlete de hâkim. Devlet içinde de böyle bir refleks var. Ve o nedenle bu kriz çok derin bir kriz. Hatırlarsan iki hafta önceki programımızda kriz hallediliyor mesajları alıyorduk Ankara’dan. Yani bu nasıl olsa halledilecek diye. Tabii ki aslında kriz derin. Fakat bunun derinleşmesi aslında Erdoğan’ın lehine değil. Çünkü ekonomiyi etkileme riski var. Türkiye’nin imajını ciddi olarak etkiliyor. Amerika’nın nasıl baktığını açık açık ortaya koyuyor. Benim hep üzerinde durduğum gibi anti-Amerikanizm yapılır, ama Amerika ciddi bir tepki verdiğinde de bundan korkulur. Bu korku nedeniyle şu anda üstü kapatılmak isteniyor. “Ya, bu hallolur, büyük bir sorun değil” havasındalar. Ama çok ciddi bir sorun. Amerika’nın Rusya’ya karşı bile kullanmadığı bir yaptırım bu vize yaptırımı. Yani kendi düşmanlarına bile uygulamadığı. Çin’e karşı, Rusya’ya karşı, stratejik rakiplerine bile kullanmadığı bir silahı Türkiye’ye karşı kullanıyor. Ve Türkiye’de normalde anti-Amerikanizm yaratır, halkı kaybetmeyelim diyecekken halk zaten kaybedilmiş durumda. O kadar propaganda üzerine kurulu bir Amerika imajı var ki — dolayısıyla o konuda da ciddi bir çekincesi yok Amerika’nın. Nasıl olsa toplumsal dinamikler, anti-Amerikanizm zirve yapmış durumda Türkiye’de. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’a önemli bir mesaj bu. Ve o mesajı aldı bana göre hükümet, Erdoğan; fakat gerekeni yapamıyor, çünkü yaptığı anda kaybetmiş gözükecek.

Şimdi bugün peş peşe iki olay, birincisi Erbil’den bir açıklama geldi biliyorsun. Referandumun sonuçlarının gereklerini uygulamayı askıya aldıkları, almaya hazır oldukları anlamında ve Bağdat’a anayasa ekseninde görüşelim çağrısı yaptı. Belli ki Erbil çok ciddi bir sıkıntıda referandum sonrası yaşananlardan dolayı ve Irak Başbakanı İbadi de Ankara’da bugün. Cumhurbaşkanı biliyorsun geçen yıl ekim ayında –yani 1 yılı birkaç gün geçti– Başika mevzuunda ona karşı çok sert sözler etmişti. “Sen benim muhatabım değilsin. Sen kimsin? Niteliğin ne? Çapın ne?” gibi şeyler söylemişti. Ama bugün kardeşlik mesajları verdiler ve birlikte hareket etme mesajları verdiler. Ne diyorsun? Irak’ta Kürt’lerin bağımsızlık olayı tamamen yattı mı, kayıp mı ettiler? Ne dersin?
Türkiye’nin Irak’la olan ilişkileri, Ankara-Bağdat ilişkileri veya Ankara-Tahran ilişkileri, eğer bir Kürt tehdidi ortaya çıkarsa, eğer Kürt meselesinde inisiyatifi kaybettiğini hissederse, Kürtlerin gidişatı nedeniyle bir tehdit algılaması oluşursa –ki bu Barzani’nin referandum kararıyla oluştu–, hemen bir ortaklığa dönüşür. Yani Ankara-Bağdat, Ankara-Tahran arasındaki sorunlar unutulur, bizim ortak düşmanımız nedir? Ortak çıkarımız nedir? Kürtlerin bir devlet kurmamasıdır. Bu konuda şu anda gerek Tahran’la olsun, gerek Bağdat’la olsun, Türkiye’nin o demin bahsettiğim eski devlet refleksleriyle hareket ettiği ortada. Erdoğan da o eski devlet refleksleriyle hareket ediyor. Barzani konusunda eski ortaklığı unuttu. O eski Barzani’yle zaten Bağdat’a karşı sert bir söylem yaratıyordu. Neredeyse Türkiye Erbil’i Bağdat’tan çok daha önemsiyordu ve Kürtlerin neredeyse orada bir otonomi kurmasına razı konumdaydı. Kürtler otonomi dışında bağımsızlığa doğru gidince hemen orada çark etti. O devletçi refleks çark etti Türkiye’deki. Yani yine demin bahsettiğim milliyetçi, ulusalcı refleksle AK Parti’nin birleşmesi ortaya çıktı. Bugün geldiğimiz noktada Türkiye sanki son 2008’den beri yaşanan süreç yaşanmamış gibi, sanki Erbil’in, Kürdistan yerel yönetiminin güçlenmesine kendisi bu kadar yol açmamış gibi bir politika içinde ve bunu çok kolay yapabiliyor Erdoğan. Çok kolay geri adım atabiliyor. Çok kolay, sanki yaptığı ortaklıklar hiç olmamış gibi devam edebiliyor. Bunu zaten her konuda gördük. Kürt meselesinde de gördük, Fethullah Gülen’le ortaklığında da gördük. Çok Makyavelist bir şekilde Erdoğan bugün bütünüyle Bağdat’la sanki geçmişte hiçbir sorun yaşanmamış gibi, bizim ortak çıkarlarımız vardır diyerek bir ilişki kurabilir. Buna realizm de denebilir, pragmatizm de denebilir. Benim favori kullandığım terim Makyavelizm. Yani Erdoğan tam bir Makyavelli gibi çalışıyor.

Peki burada Washington’ın Kürtlere bakışında, bugün gördün mü bilmiyorum New York Times’ta senatör John McCain bence çok önemli bir yazı yazdı. Ne kadar etkili olur bilmiyorum, ama mealen: “İran gibi birisinin güçlenmesine nasıl izin veririz? Kürt dostlarımız ya da bölgedeki en güçlü partnerimiz olan Kürtlere karşı nasıl İran’ın orada güçlenmesine izin veririz?” diyor. Ama burada şöyle bir şey var, bağımsızlığı destekleme yazısı değil; ama Kürt’lerin İran destekli güçler tarafından püskürtülmesi ya da bazı yerlerden Kerkük başta olmak üzere çıkarılmasına karşı bir tepki var. Bu tartışma Washington’da yapılıyor mu? Yani “Biz Kürtleri bıraktık, bırakmadık; İran güçleniyor Irak’ta” tartışması yapılıyor mu?
Yapılıyor ve İran referanslı yapılıyor. Senin dediğin gibi bir kesim diyor ki: Buradan İran çok güçlü çıktı. Yani nasıl olur da biz yine Irak’ı altın bir tepsi içinde İran’a teslim ediyoruz diyen McCain gibi dışarıdan isimler var. Fakat buna karşı bir kesim de diyor ki: Bizim İran’ı zayıflatma projemiz Abadi’yi güçlendirme projemizdi. Yani Abadi’ye eğer biz deseydik ki sen Kerkük’e girme ve bir şekilde Kürtlerin bağımsızlık ilan etmesine göz yum. O zaman bundan kim kârlı çıkacaktı? Tabii ki seçimlerde pusuda bekleyen Nuri El Maliki cephesi. E kimdir Nuri El Maliki? Tam Tahran’ın adamı. Yani Amerika’nın Tahran’la mücadele projesinde Abadi’yi güçlendirme boyutu çok önemli. Abadi İran’a karşı daha dik durabilecek bir politikacı olarak görülüyor.

Sen inanıyor musun buna?
Tam inanmıyorum. Çünkü Abadi olsun, Nuri El Maliki olsun, sonuçta İran’la iyi ilişkiler içinde olmak zorunda. Yani Amerika şu anda operasyonel olarak ne yapacağını konuşuyor, ama stratejik olarak İran zaten çok güçlü. İran’a karşı Amerika’nın Irak’ta cephe kazanması son derece zor. Nasıl cephe kazanır? Sünnilerin güçlenmesiyle. Sünnileri güçlendirmekse ortaya bir radikalizm boyutu yaratıyor. Çünkü Sünnilerin şu anda güçlenmesi sadece ve sadece Sünnileri koruyacak örgütlerin çıkmasıyla ortaya çıkıyor. Sünnileri koruyacak örgütler de Amerika’yı koruyacak örgütler değil çünkü bunlar genelde Selefi, radikal, Suudi Arabistan yörüngesinde olabilecek — ki onu da konuşalım Suudi Arabistan’da da bir tartışma var.

Evet, istersen girelim oraya. Veliaht Prens açıklama yaptı biliyorsun. Daha sonra Guardian kendisiyle röportaj yaptı, daha da deşti. İran devrimi öncesine dönüş ve ılımlılaşma, radikalizmden arındırılmış bir ılımlı İslam’ı hayata geçirmek istediklerini söylüyor. İran Devrimi’nin kendilerini böyle bir dönüşüme uğrattığını söylüyor. Yanlış yapıldığını söylüyor. Ve şimdi de diyor ki: “Toplumsal bir dönüşüm yapmamız lazım, ekonomik dönüşüm. Ama toplumsal dönüşümü kontrol edilebilir bir dönüşüm yapmamız lazım, hızını kontrol etmemiz lazım” gibi şeyler söylüyor. Şimdi bazıları buna, Suudiler yine bizi kandırıyor vs. gibi bakıyor, ama bazıları da çok ciddiye alıyor bu şeyi. Sen anladığım kadarıyla ciddiye alanlardansın. Ben şahsen alıyorum. Biraz şey gibi düşünüyorum, artık mecburlar. Bu sürdürülebilir bir devlet eliyle Vahhabi propagandası vs., tamamen bu türden Selefi, Vahhabi politikalara yatırım yapma politikası kendisini de çok zor durumda bıraktı. İçeride de çok ciddi bir Selefi muhalefet var, silahlı-silahsız vs. Bu sanki mecburen geldikleri bir yol gibi; ama bu yapılabilir bir şey mi?
Önce şunu teslim edelim, bu yapılması gereken bir şey. Yapılabilir mi yapılamaz mı bir soru işareti. Fakat ortada çok ciddi ekonomik sorunları olan bir ülke var. Petrol fiyatlarının varil başına 40 dolara düştüğü bir Suudi Arabistan eskisi gibi yoluna devam edemez. Dolayısıyla bir kural vardır Orta Doğu’da, petrol fiyatları düşerse reform gerekir diye. Petrol fiyatları düşmüş durumda ve özellikle Suudi Arabistan’da, Körfez’de bir panik var. Nasıl devam edeceğiz yolumuza? Bir reform yapmak gerekiyor. Reformun temelinde de işte modernleşme diyelim, ılımlı İslam diyelim, çok revaçta olmasa da demokratikleşme diyelim bir akım var. Bir de buna Suudi Arabistan’da bir jenerasyonel kavga var. Yani eski jenerasyon şu anda bertaraf ediliyor. Bu Veliaht Bin Salman’ın temsil ettiği daha yenilikçi ve reformist bir vizyon var ortada. Bu vizyon temelde aslında Amerika’yla iyi ilişkiler içinde olmak istiyor ve Amerika’daki kötü Suudi Arabistan, kötü Vahhabizm imajından son derece rahatsız. Daha ciddi ekonomik reformlar istiyor. Petrol dışında finans sektörünü güçlendirmek istiyor. Bütün bunlar için de dünyaya yeni şeyler söylemek zorunda. Mesela kadınların araba kullanmaya başlaması sembolik bir adım olabilir, ama bu reformcular için Vahhabi düzene karşı son derece ciddi bir başarıydı. Dolayısıyla bu açıklamalar, ılımlı İslam açıklamasını, ben ekonomideki kötü gidişatın da getirdiği yapısal gereklilik olarak görüyorum. Yani bunu yapmak zorundalar.

Zaten kendisi –okudun mu Ömer bilmiyorum– Guardian röportajında, doğrudan önce ekonomiyi söylüyor. Ekonomik dönüşüm diyor, ama “ekonomik dönüşümü yapabilmemiz için” –kendisi de böyle tanımlamış, tam senin yaptığın gibi– “bunu tamamlayabilmemiz için toplumsal dönüşüm de lazım” diyor, “ama toplumsal dönüşümün kontrol edilebilir bir hızda olması lazım” diyor. Hâlâ ürküyorlar. Yani ekonomideki… Türkiye’de de bir aralar vardı biliyorsun, Özal dönemindeki sonsuz bir ekonomik liberalizm, ama siyasi liberalizmi daha dikkatli yapmaca yaklaşımı vardı. Şimdi benzer bir versiyon sanki.
Evet. Şimdi tabii Türkiye gibi petrolü olmayan ülkelerde daha kolay yapılabiliyor bu. Çünkü o ciddi bir kapitalist hamleyle geliyor. Suudi Arabistan’ın kapitalist hamle yapması, özelleştirmeye gitmesi, Özal gibi o neoliberal piyasa ekonomisini getirmesi çok zor. Çünkü ekonominin %85’i devletin elinde, bütünüyle petrol üzerine kurulu. Dolayısıyla devletin çevireceği bir istikamete dönmek zorunda ekonomi. Yani ne yapacak? Finansal sektörü güçlendirmeye çalışacak. Bir bakıma Bahreyn’in yapmaya çalıştığını, Birleşik Arap Emirlikleri’nin yapmaya çalıştığını, yani petrolleri azalan ve bir şekilde finansal sektörü güçlendirmiş, hizmet sektörünü güçlendirmiş ülkelerin yapmaya çalıştığını yapacak Suudi Arabistan. Suudi Arabistan’ın bunu yapması daha da zor aslında; çünkü ortadaki o Vahhabi, Selefi düzen hâlâ bazı şeylerde direniyor. Ciddi bir kırılma olabilir Suudi Arabistan’da. Amerika açısından da bu geçişin mümkün olduğu kadar kansız yaşanması, yani bir devrim olmadan, bir sosyal çalkantı olmadan olması önemli; çünkü ne de olsa hâlâ petrol fiyatları ve Suudi Arabistan’ın istikrarı Amerika açısından önemli.

Evet. Burada noktayı koyalım Ömer. Bayağı yoğun bir yayın oldu. Güzel oldu. Çok teşekkürler. Artık Gönül’le haftaya buluşacağız diyoruz. Evet Transatlantik’te Ömer Taşpınar’la konuştuk. Ömer’e çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Heinrich Böll Stiftung Derneği'in katkılarıyla

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.