Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Atatürk yaşasaydı AKP’li mi olurdu?

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. “Atatürk yaşasaydı AKP’li olur muydu?”, ya da “AKP’li mi olurdu?” başlıklı bir soruyla bugün karşınızdayım. Aslında geçtiğimiz günlerde “Atatürk ve İslamcılar” diye bir yayın yaptım ve orada son dönemde iktidar partisinin Atatürk’e sahip çıkar görüntüsünü, birtakım söylenenleri ve yapılanları ele almıştım. Bugün söyleyeceklerim ondan çok farklı değil. Ancak bazı hususların özellikle altını çizmek istiyorum.
Bu geçen süre içerisinde gerek benim orada söylediklerime gelen tepkilerden, gerekse özellikle hükümete yakın medyada çıkan birtakım yazılar ya da görüntüler ve de hükümetin bazı temsilcilerinin söylediklerinden hareketle yeni bir şeyler söylemek istiyorum. Bu başlığı da zaten onun için seçtim. Çünkü AKP çevrelerinde sanki şöyle bir hava var, ya da bunu yaratmaya çalışıyorlar, mış gibi yapıyorlar, birçok şeyde olduğu gibi: Türkiye’nin bütün sorunları halloldu, önü tamamen açık bir hareket var, kaptırmış gidiyor ve bu arada Atatürk’ü de nihayet onu hak etmeyenlerin elinden almaya sıra gelmiş gibi bir havadalar. Yani: “Tabii ki Atatürkçüyüz ‒Atatürkçüyüz demeden‒, tabii ki Atatürk’e sahip çıkarız, bizden iyi de kimse sahip çıkamaz.” Bunu da yapmak için en çok kullanılan, Atatürk’ün muasır medeniyet seviyesine ulaşma perspektifinin en iyi AK Parti ve Erdoğan tarafından hayata geçirildiği. Bunun için de tabii, yollar, havaalanları vs. söyleniyor.

Yenilginin itirafı

Yani Atatürk’le buluşmayı, belli bir aşamadan sonra bu hareketin Atatürk’le buluşmasını bir başarı öyküsünün zorunlu bir etabı olarak görüyorlar. Ve nihayet buna sıra gelmiş gibi bir havadalar. Halbuki geçen yayında da söyledim, bugün de tekrar şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Atatürk’ü sahiplenmeye başlanılması, ya da sahiplenme çabaları, bir yenilginin itirafı. Bu yenilgi de nedir? Bir dava olarak tarif ettikleri kendi perspektifleri artık Türkiye’de insanları mobilize edemiyor, harekete geçiremiyor. Çünkü bu İslamcılığın Türkiye’ye özgü ve Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde geliştirilen versiyonu resmî bir ideoloji hâline geldikten sonra iflas etti. Artık hiçbir heyecan yaratıcı, merak uyandırıcı yanı kalmadı. Ama bir taraftan da iktidar hâlâ Erdoğan’da ve AK Parti’de. Dolayısıyla bu iktidarın ideolojik anlamda bir söyleme ihtiyacı var ve bu söylemi eski, kendilerine ait olan ve artık fonksiyonu kalmamış olanla yürütemedikleri için de değişik yerlerde alabildiklerini almaya çalışıyorlar. Ve bu anlamda da bir Atatürk’le karşılaşma var.
Burada Atatürk’le karşılaşmanın da tamamen rastlantı icabı olmadığını düşünüyorum. Çünkü diğer yandan AKP’nin temsil ettiği İslamcılık yorumunun, ama genel olarak Türkiye’deki İslamcılığın yenilgisine paralel olarak daha önce yenilmiş olan, iktidarı kaybetmiş olan Atatürkçü perspektifin, devletten uzaklaştıktan sonra belli birtakım sivillikler kazanarak, sivilleşerek tekrar toplumda iyi kötü bir cazibe merkezi hâline geldiğini görüyoruz.

Atatürkçülük yükseliyor, İslamcılık geriliyor

Şunu özellikle vurgulamak lazım: Atatürkçülüğün sivil bir şekilde yeniden gün ortasına çıkıyor olması illaki pozitif bir şey olmak durumunda değil. Her sivil olan şeyin illa iyi olduğunu da söylemek mümkün değil. Atatürkçülüğe kendini yakın hisseden insanlar bunu olumlu görebilir, başkaları eleştirebilir. Ama şurası bir gerçek ki, şu anda toplumda yükselen eğilim Atatürkçülük, toplumun belli kesimlerinde yükselen ve muhafazakâr kesimleri de bir şekilde içine alan Atatürk’ün yeniden yorumlanması ve yeniden sahiplenilmesi olayını görüyoruz; öte yandan resmî ideoloji hâline gelen İslamcılık’tan da bir kaçış var. Bu çok net.
Bazıları Atatürkçülüğün hiçbir şekilde sivilleşemeyeceği iddiasındalar. Bu tamamen önyargı diyelim en basitinden. Öteden beri Türkiye’de, Atatürkçülüğün resmî ideoloji olduğu zamanda bile sivil okumaları vardı. Resmî ideolojiye, resmî Kemalizm’e, Atatürkçülüğe mesafeli, sivil Atatürkçülük yapmak isteyenler vardı. Bu konuda ilk aklıma gelen isim merhum Prof. Bülent Tanör’dür. Hukukçu Bülent Tanör Atatürkçü’ydü ama her zaman için de devlete hep mesafeli, eleştirel, sivil toplumu her şeyin önüne çıkartan, çoğulcu, demokrasi yanlısı bir hukuk insanıydı. Bu tür insanların sayısı çok fazla değildi belki, ama bu tür insanlar hep vardı. Şu anda da Atatürk’ün yeniden gündeme gelmesinde hem Atatürk’ün geçmişte yaptıklarına duyulan bir tür özlemvâri yaklaşım var, ama daha çok da bugün Erdoğan liderliğindeki Türkiye’de yaşananlardan duyulan rahatsızlık var. Ve bu rahatsızlıkla şu anda Erdoğan’ın karşısına, Erdoğan’ın temsil ettiği perspektifin karşısına, sivil alanda çok güçlü alternatifler çıkamıyor — çıkmıyor ya da çıkamıyor. Ve dolayısıyla burada geriye dönük bir arayış var. Yani şu anda yaşananlardan duyulan rahatsızlığın sonucunda Atatürk’ün bana göre bir yeniden keşfi var.

Entelektüel sefalet

Bunu bir iki boyutuyla beraber almak bu anlamda kaçınılmaz. Yani bir, şu andaki var olan, Erdoğan’ın, Erdoğan yönetiminin ve onun üzerinde yükseldiği ideolojik perspektifin tıkanmışlığı ve buna karşılık da yeni bir Atatürk okumasının öne çıkıyor olması. Ancak Türkiye’de bunu çok ciddi bir şekilde tartışma imkȃnımız maalesef yok. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, Türkiye’de AKP iktidarının kültürel anlamda, entelektüel anlamda Türkiye’yi hızlı bir şekilde bir nevi çölleştirmesidir. Mesela bakıyorum şu anda, Atatürk’le ilgili hükümete yakın medyada hemen hemen herkes bir şey söylüyor ve birdenbire Atatürkçü oldular, Atatürk’ü sahiplendiler. Ve ilginç bir şekilde Atatürk’ü sahiplenirken kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayan başkalarını “gardrop Atatürkçülüğü” falan gibi eski zamanlarda çok kullanılan ve unuttuğumuz birtakım kavramlarla suçluyorlar. Yani zamanında Türkiye’de yapılmış olan tartışmaların kavramlarından başka başvurabilecekler şeyler de yok. Bu çok acı bir durum.
Ortada yazılan, çizilen, Atatürk üzerine yazılan, hükümetin, daha doğrusu Erdoğan’ın bu çıkışını olumlamak için yazılan şeylerin içerisinde gerçekten bir fikir kırıntısı yok. Çünkü şöyle bir şey var: Bu açılımın –adı açılımsa eğer– bir yenilgi sonucu olduğunu kabul etmediğiniz zaman, bunu bir başarının zorunlu bir etabı olarak göstermeye çalıştığınız zaman, bütün bir geçmişinizi de inkȃr etmek zorunda kalıyorsunuz. Onun için gerçekten –kaba deyimiyle– top çeviriyorlar. Çok büyük bir hayal kırıklığından bahsedebiliriz. Türkiye’de bir zamanlar entelektüel anlamda belli değerler ifade eden kişiler –isimlerini vermek istemiyorum, onlar hepsi kendilerini çok iyi biliyorlar–, iktidarın bir yerlerinde birazcık varlıklarını sürdürebilmek için –ki hiçbirisinin yarını garanti değil, o da ayrı bir husus– bu yapılanların aslında ne kadar normal, ne kadar doğru olduğunu anlatmaya çalışıyorlar.

Atatürk üzerinden Erdoğan övgüsü

Bu, birazcık, zamanında Ankara valisinin “Bu ülkeye komünizm lazımsa onu da en iyi biz yaparız” demesine benziyor. Ama bir anlamda da Erbakan’ın zamanında “Atatürk yaşasaydı Refahçı olurdu” demesine benziyor. Buradaki yaklaşım, şu andaki yaklaşım, hükümetin ya da Erdoğan’ın Atatürk perspektifini, yeni perspektifini –ki ne kadar kalıcı olacağı da tartışmalı– savunmaya çalışanlar zaten burada, –şöyle söyleyeyim, tam kelimeyi bulmaya çalışıyorum–, aslında Erdoğan’ı Atatürk’ten daha ileri bir noktaya koyuyorlar. Evet, böyle söyleyebiliriz.
Yani Erdoğan’ın Atatürk’ü nihayet yakaladığı değil, Erdoğan’ın yaptığı bütün bu işlerden sonra; yaptığı bütün çalışmaların, elde ettiği bütün başarıların ardından, nihayet Atatürk’ü sahiplenmeye de vakit ve enerji ayırabildiğini söylemeye çalışıyorlar. Bu anlamda da bir Erdoğan yüceltmesi yapılmak isteniyor Atatürk üzerinden. Ama realitenin böyle olduğu kesinlikle söylenemez. Atatürk’ün perspektifiyle Erdoğan’ın Türkiye’yi son dönemde özellikle yönetme perspektifi arasında tek adamlık anlamında bir benzerlik olsa da, birçok anlamda çok büyük farklılıklar var. Zaten toplumdaki Atatürk’ün yeniden keşfedilmesi, tekrardan öne çıkarılması da şu anda yaşanan birçok şeye tepki olarak kendini gösteriyor diyebilirim.

İslamcılık ve Atatürkçülük arasında sıkışmak iyi değil

Burada şöyle bir noktayı kişisel olarak belirtmek istiyorum özellikle: Geçen yayında söylediğim, sivil bir hareket olarak Atatürkçülüğün yeniden çıkıyor olması ve İslamcılığın devlet resmî ideolojisi olarak yenilgisini tarif ettiğim zaman, bunu sanki bir Atatürkçü pozisyon alma olarak görenler oldu. Böyle bir şey yok. Böyle bir arayışım yok. Siyasî olarak Atatürkçü bir çizgide değilim. Ama Atatürk’ü değerlendirmek ayrı bir şey, Atatürkçü olmak, Atatürkçü perspektife sahip olmak ayrı bir şey.
Benim açıkçası durduğum yerde şu anda Türkiye’nin Erdoğan tipi İslamcılık’la Atatürkçülük arasında sıkışıp kalmış olmasının Türkiye için iyi bir şey olduğunu düşünmüyorum. Çünkü yarın öbür gün, bugün toplumsal olarak güçlü olan Atatürkçülük yarın tekrar devletin ideolojisi hâline gelirse, bu Türkiye’de çoğulcu demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin garanti altına alınacağı anlamına gelmeyecektir. Çünkü geçmişte Atatürkçülüğün resmî ideoloji olduğu dönemlerde Türkiye’de mutlak anlamda bir çoğulcu demokratik düzenin var olduğunu görmedik.

Derin devlet ile ittifak iddiası

Bir başka husus da şu: Dünkü Transatlantik’i izleyenler görmüştür; Ömer Taşpınar’ın AKP’nin Atatürkçülüğüyle ilgili yaptığı yorumda, Ömer özet olarak şunu söyledi: Atatürkçülük devletin her zaman için resmî ideolojisidir. Tayyip Erdoğan da şu anda o resmî ideolojiye bağlandı, devlet oluyor. Ben bunun böyle olduğunu düşünmüyorum. Atatürkçülük devletin resmî ideolojisi olmaktan çıktı. Yerine yeni bir şeyi koymak istedi Erdoğan — ve giderek sayıları azalan yakın çevresindekiler. Ama orada tam bir hüsranla karşılaştıkları için bir anlamda can havliyle tekrar Atatürkçülükten de yardım almaya çalışıyorlar diye düşünüyorum. Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Bütün bu süre içerisinde Türkiye’de devlet, ya da derin devlet, bazılarının iddia ettiği gibi hep aynı kalmadı.
“Derin devlet hep aynı kaldı ve Tayyip Erdoğan da sonuçta bu derin devlete eklemlendi” şeklindeki yapılan yorumların –ki Doğu Perinçek vs. üzerinden de bu çok sıklıkla yapılıyor– doğru olduğunu düşünmüyorum. Özellikle Ergenekon sürecinde Cemaat’le kurulan ittifakta büyük ölçüde eski devletin tasfiye edildiğini, bu tasfiyenin büyük ölçüde tamamlandığını, yani Erdoğan’ın hem hükümet, hem devlet olduğunu, ama belli bir aşamadan sonra artık kendi başına bunu sürdüremez hâle geldiğini düşünüyorum. Dolayısıyla Türkiye’de devlette bir süreklilik olduğunu düşünüyorum. Şunda süreklilik olabilir: Devleti yönetme yönteminde, devleti yönetme şeklinde geçmişteki deneyimleri olduğu gibi Erdoğan ve AK Parti devralmış olabilirler. Ama Türkiye’de devletin, devletin eski sahiplerinin büyük ölçüde, hatta hepsinin tasfiye edildiğini düşünüyorum. Ama yerine eskiden tasfiye edilen devlet kadar ayakları nispeten sağlam yere basan bir devlet henüz inşa edilebilmiş değil. Burada da tabii en önemli husus Gülen’le kurulmuş olan ittifakın hızla parçalanması ve bir savaşa dönüşmesi oldu. Dolayısıyla bunu “Devlet hep aynı yerde durdu ve Erdoğan oraya geldi” diye görmenin çok doğru olduğunu düşünmüyorum.
Ama şunu tekrar söyleyeyim: Erdoğan Türkiye’de devleti yönetmekte kendi ideolojik referanslarıyla gidebildiği yere kadar gitti ve çok büyük bir tıkanıklık yaşıyor. Ve bu tıkanıklığı aşmak için de ilk elini attığı yerlerden birisinin Atatürk ve Atatürkçülük olması çok yadırgatıcı değil. Buradan ne çıkar? Buradan hiçbir şey çıkmaz. Buradan Erdoğan’ın krizinin aşılması da çıkmaz. Buradan belki Atatürkçülüğün tekrar Türkiye’de devlete mutlak anlamda hâkimiyeti çıkabilir. Ama bu da Türkiye’ye tek başına çoğulcu demokratik düzeni vaat eden bir geri dönüş olmaz. Türkiye bu ortamdan nasıl daha olumlu bir yere doğru seyreder? Bunun olabilmesi için her şeyden önce Türkiye’de özgür bir tartışma ortamının, bağımsız aydınların olması gerekiyor. Ama şunu görüyoruz ki bağımsız aydınlık kapasitesine ve kalitesine sahip olmaya aday isimlerin ya sesleri kısılıyor ya da cesaretleri kırılmış durumda. Ortada seslerini çıkartanların büyük bir kısmının bağımsızlıkla hiçbir alâkası yok maalesef.

Artık buradan geri dönüş yok

Son bir not: Bazı İslamcılar, AK Parti’deki bu Atatürkçülüğe yönelişten rahatsızlar. Ancak bu rahatsızlıklarını yüksek sesle dile getirmekten tahmin edebileceğimiz nedenlerle çekiniyorlar. Ve onların büyük bir kısmının da şöyle düşündüğünü gözlüyorum, şöyle bir yaklaşım var: “Bunu geçici bir taktik olarak kullanacaklar, daha sonra herhalde vazgeçerler, çok da fazla endişe edecek bir şey yok” şeklinde düşünenler var. Açıkçası böyle olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bir iflas söz konusu ve iflastan kurtulma arayışı söz konusu. Tekrar eski günlere dönebilecek bir İslamî hareketin –ya da AK Parti diyelim bugün itibariyle–, AK Parti’nin olduğunu düşünmüyorum. Artık buradan geri dönüş yok. Ama bunun ilerisinde ne olduğunu, neyin beklediğini, Erdoğan’ı ve AK Parti’yi ve Türkiye’yi neyin beklediğini söyleyebilmek de çok mümkün değil. Gerçekten önümüzü görme anlamında çok fazla şansa sahip olduğumuzu sanmıyorum.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.