Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Gültekin ile söyleşi: Zarrab olayı ve ‘aynı gemide miyiz?’ tartışması

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu

Merhaba. İyi günler, iyi haftalar. Levent Gültekin konuğumuz. Kendisi ile Zarrab olayını konuşacağız. Ve malum, “Aynı gemide miyiz?” tartışması var. Levent, ona gelmeden önce seni sosyal medyada bir silkelediler herhalde. Neydi o?
Evet. HDP meselesi. HDP, PKK’lıların cenazesine katılmış. Ben de onun üzerine, “Yanlış yapıyorsunuz” diye bir tweet attım. Fakat sonradan bakınca tweet’in üslubu beni de rahatsız etti. Üslûbum yanlıştı, ama söylediğim doğru. Hâlâ savunuyorum. Şu anda iktidar, devlet, her neyse, HDP’yi bloke etmeye çalışıyor. Senin de bu bloke edilmeye malzeme vermemen lazım. Türkiye’de siyaset yapıyorsan, varlığını, sözünün etkisini koruman gerekiyor. Toplumdan güç, destek alman gerekiyor. Şu anda iktidar, seni tam da buradan vuruyorsa stratejik davranman gerekiyor. Bu, ikiyüzlülük değildir, siyaset yapmaktır. Siyaset stratejidir. HDP’yi boğmaya çalışan, tuzak kuran bir iktidar var. Gidip o tuzağa atlayan bir HDP var.
Benim söylediğim, “Yanlış yapıyorsunuz”. Linç yapıyorlar. Hakikaten üzülüyorum. Ben “HDP’nin teröristlerin cenazesinde ne işi var?” demedim ki. Böyle diyenlerden değilim. Ben sadece “Bu cenazelere siz katılmasanız da olur. Çünkü siz katıldığınızda, bunu kullanan, Trabzon’da, Edirne’de, Konya’da, İzmir’de sizin aleyhinize düşman üreten bir iktidar var. Sen katılmazsan ne olur?” Bu bir.
İkincisi; benim bir görüşüm var. Siyaset, o cenazenin gelmesini engellemek için vardır. Cenazeye katılıp ağlamak için değil. HDP’nin görevi, dağdaki çocuğun ölmesini engellemektir. Askerin de ölmesini engellemektir. O cenazenin gelmesini engellemektir. 30 yıl boyunca her gün o cenazeler geliyor. Senin siyaset görevin bu. Bunun için siyaset yapıyorsun. Bunun için parlamentoya gidiyorsun. Bunun için insanlardan oy istiyorsun. Bunun için İzmir’e, Konya’ya gidiyorsun. “Ben İzmir’den, Konya’dan oy istemiyorum. Edirne’den de oy istemiyorum, Bursa’dan da oy istemiyorum. Ben sadece Diyarbakır’dan oy istiyorum, buradaki seçmeni mutlu edeceğim diyorsan”, bunu söyle. O zaman biz senin adına da dayak yemeyelim. Ben seni savunuyorum, Senin varlığını savunuyorum, senin hakkını savunuyorum.

Bugün yine fezlekeler verilmiş.
Fezlekeler geliyor. Görüyorsun ki bir adam, sizin toplumda yanlış –yanlıştı da demiyorum–… ben öyle laf olsun diye gidip Kürtlerin yüzüne söyleyenlerden değilim. Ben, en faşistin, MHP’lilerin yüzüne söylemişimdir: “PKK’lılar bu ülkenin evladı. Bu çocuklar bu ülkede doğuyor, niye dağa çıkıyorlar sorusunu bizim sormamız lazım.” Ben PKK’lılara, “Onlar insan değil, onlar terörist. Ne işi var onların?” diyenlerden değilim ki.

Ama diyorsun ki üslûbumda bir halt yedim.
Üslûp yanlış, onu kabul ediyorum.

Ama biliyorsun, Türkiye’de medyanın bu kadar sıfırlandığı bir yerde, sosyal medyanın bu kadar yaygın ve etkili olduğu bir yerde…
Doğru. Aslında şuna yoruyorum; bu benim çok düştüğüm bir yanılgıdır. Ben şöyle düşünüyorum: “Ruşen beni tanıyor. Neyi, niçin söyleyeceğimi tahmin ediyor, üslûbuma takılmaz” diye düşünüyorum. Aslında doğrudur. Çünkü “Üslûp esastan önce gelir. Ne söylediğin değil, nasıl söylediğindir önemli olan” diye bir kural vardır. Ama o sosyal medyanın, anlık, tepkisel şeyiyle bazen her birimiz kaçırıyoruz. Fakat bu linç etmeyi gerektirmez ki. Yine de ben kabalık yapmadım orada.

Ama biliyorsun linç konusunda, mesela ben şahsen, CHP’lilerin bile linç ettiği bir adamım.
Herkesin. Hayır, bak şimdi, hakaret edersin, olur. İncitici bir laf söylersin, olmaz da, diyelim ki… Orada dediğim şu: “Yanlış yapıyorsun”. Bir aferin kelimesi kullanmışım. Belki o rahatsız edici. Bir partiye “Aferin” kelimesi kullanılmaz, doğru. Bana şunu diyebilirler: “Yakışmadı sana, bu üslûpla olur mu?” Bunu diyebilirler, bunu anlarım. Vay! Kürt düşmanlığımdan, her yerden girdiler, çıktılar. Arkadaş ben her gittiğim yerde senin hakkını savunuyorum. Senin varlığını, senin siyaset yapma alanını, senin özgürlüğünü, senin hapis yatmamanı, senin siyasette var olmanı savunan bir insanım. Buradaki söyleme niyetime bir baksana. Bir araştır, bu adamın bir geçmişi var yazıları var konuşmaları var.
Bir de şöyle bir şey var: Bir konuda yüzlerce yazı yazarsın, onlarca konuşma yaparsın, onu görmezler. Ama bir cümlelik tweet’te seninle ilgili kanaat sahibi olurlar. Ama bu ayıp bir şey, olmaz.

E bu iş öyle. Şimdi esas konumuzdaki linçe girelim. Önce, adını söylemekten imtina ettiğim bir kadın gazetecinin attığı bir tweet ile başlayan bir gemi meselesi var. Ona istinaden, birileri de “Biz aynı gemide değiliz” diye bir kampanya yaptı. Sen de buna ne dedin?
“Yanlış” dedim.

“Yanlış” dedin. Sonra birden kampanya sana yönelik bir kampanyaya dönüştü.
Bana dönük bir linçe dönüştü. Artık o kadar alıştım ki. Zaten öyledir. Toplumun her kesiminin bir “azgın tahammülsüz”ü var. Onlar bir şekilde bir yolunu buluyor, seni yanlış anlıyor. Orada da bir şey dememişim: “Arkadaşlar! ‘Aynı gemide değiliz’ cümlesi yanlış bir cümledir. Eğer böyle düşünüyorsanız, o zaman biz niye mücadele ediyoruz ki? Bırakıp gidelim. ‘Al gemi de senin olsun, başına çal’ deyip gidelim.”
“Aynı gemide değiliz” cümlesi çok yanlış bir cümle. Bu, Erdoğan’a çalışan bir cümle. Niye? Niye söylendiğini az çok anlıyorum. Erdoğan veya iktidar, “Aynı gemideyiz” diyerek meseleyi millileştirerek, bizi, toplumu herkesi…

Yerli ve milli hali.
Evet. “Millilik” adı altında istismar ediyor. Buna tepki, “Biz aynı gemide değiliz” cümlesi değildir. Ona şunu demek lazım: “Aynı gemideyiz, ama çok büyük halt ettin, bu gemiyi batırdın”. Budur. “Evet, aynı gemideyiz; ama senin yaptıklarının bütün bedelini biz ödüyoruz. Evet, aynı gemideyiz, sen kamarada, lüks, şatafat içinde yaşıyorsun; biz, aşağıda kömür dairesinde perişan vaziyetteyiz. Evet, aynı gemideyiz, sen burnunu dikleştirdiğin geminin tepesindesin. Aşağısı battıkça batıyor. Sonunda sen de batacaksın o gemiyle.” Esas söylenmesi gereken budur.
“Aynı gemideyiz” dersen, AK Parti tabanı “Bunların derdi zaten Türkiye değil” duygusuna teslim olmuş, iktidarın algısı sayesinde, sen de bunu beslemiş oluyorsun.
Gemi benzetmesi nedir? Çocuk değiliz ki, bunu hepimiz biliyoruz. Gemi benzetmesini “Aynı Türkiye” anlamında kullanıyor. “Aynı kaderi paylaşmak” demektir.

Ama orada şöyle bir şey var: Olayın ilk başlangıcında, Zarrab Davası oluyor. “Bir Türk olarak bundan rahatsız oluyorum. Önünde sonunda aynı gemideyiz.” Yani, Zarrab Davası’nın Türkiye’yi rahatsız ettiği, kötü gösterdiği bir gerçek, ama burada bizim üstümüze…
Ama bedelini biz ödemeyecek miyiz?

Efendim?
Zarrab davasının bedelini biz ödeyeceğiz, bunu anlatamıyorum.

Tabii.
Tayyip Erdoğan ödemiyor, biz ödüyoruz. Tayyip Erdoğan, yaptığı her hatanın bedelini topluma ödetiyor. Tayyip Erdoğan demeyeyim, iktidar. Kişiselleştirmeyeyim. İktidar bir yanlış yapıyor, biz de bedelini ödüyoruz. “Biz bunun bedelini ödemeyeceğiz, bundan bize ne?” demek, benim aklımın aldığı bir şey değil. Bir bankaya ceza gelirse, sen ödeyeceksin. Şu anda, bu davanın yarattığı ekonomik tedirginliğin bedelini sen ödüyorsun. Dolar her gün artıyor. Tayyip Erdoğan veya Zafer Çağlayan ödemiyor ki. Zafer Çağlayan aldı 40-50 milyon Euro’sunu, şimdi yiyor keyifle. Şu anda yiyor. Saatini de takıyor. Çıkıp bir açıklama yapma ihtiyacını da hissetmiyor.

Tipini de değiştirmiş bu arada.
Tipini de değiştirmiş, imajını da değiştirmiş, keyfine keyif katıyor. Biz ödüyoruz. Biz ödeyeceğiz. Biz bu ülkeyi terk edemeyiz. Zafer Çağlayan terk edebilir. Bir eli yağda, bir eli balda olanlar, yarın, öbür gün ülkeyi terk edebilir, uçup gidebilirler. Biz gidemediğimiz için buradayız.
Şunu anlatamıyorum: Hitler’in politikasının bedelini Hitler ödemedi, Almanya ödedi. Saddam’ın yaptıklarının bedelini sadece Saddam değil, Irak ödedi. Kaddafi’nin yaptıklarının bedelini sadece Kaddafi değil, bütün Libya ödedi. Bunu, Tayyip Erdoğan bir Hitler’dir, Saddam’dır demek için söylemiyorum. Bütün dünyada, bir iktidarın yaptığının bedelini halk öder, iktidarlar ödemez.

Burada şöyle bir mesele var: Bu kadar hayatî bir olay, bu dava Türkiye’de görülmedi. O dönemde AK Parti içerisinde birileri, görülsün istedi. Ona rağmen görülmedi. Üstü örtülmek istendi ve yıllar sonra New York’ta karşısına çıktı. Bu davayı eğer Türkiye’de görmüş olsaydık ve buna rağmen New York’ta böyle bir dava olsaydı, biraz daha farklı olabilirdi.
Ruşen, bunda hemfikiriz. Burada hukuk olmadığı için, burada özgürlük olmadığı için, burası bir devlet olmaktan çıktığı için, burada artık başka birine adaletle bir şey söyleme ihtimalinin, adalete teslim etme ortamının kalmadığı için bunlar oraya gidiyor. Ben bunları biliyorum. Ama biz bu ülkeyiz, hep beraberiz. Bunu bu adamın elinden, iktidarın elinden kurtarmanın yolunu bulmamız lazım. Yoksa her lafı söyleyebiliriz. Biz biliyoruz.
Zarrab Davası’nı film izler gibi izliyoruz. Bizim bilmediğimiz ne çıkıyor ortaya? Çıkıyor mu bir şey? Senin bilmediğin bir şey çıkıyor mu?

Yok, hepsi daha önce çıkmıştı.
Biz hepsini zaten daha önce biliyorduk. Rüşveti biliyorduk, ayakkabı kutularındaki parayı biliyorduk. Zarrab’ın yapıp ettiklerini biliyorduk. Zaten biliyorduk. Bizim bildiğimizi, adam aldı orada… Kaldı ki orada rüşvet yargılanmıyor. Anlaşılmayan bu. Zannediliyor ki rüşvet aldılar. Hayır. Ambargoyu deldin. Dünya sistemine aykırı bir davranışta bulundun.
Bir de böyle bir eşkıyalık çıktı Türkiye’de şimdi: “Türkiye ambargoyu tabii ki delebilir”. Nesin sen ya? Eşkıya mısın? Bu dünya sistemi içerisinde bir ülkesin. Dünyanın bir kuralı var. Kural saçma olabilir. Amerika’nın koyduğu ambargo bana da çok saçma geliyor. Ama gücün var mı? Etkinliğin var mı? Ağırlığın var mı? Koyarken engelleyebiliyor musun?
Ha, şunu da yapabilirsin: Ambargoyu koydu, “Takmam” diyebilirsin. Bunu da anlarım. Sonucuna da katlanırsın. Hem kuralı takmıyorsun, hem de şimdi feveran ediyorsun: “Aman, bizi batırmaya çalışıyorlar”. Niye dinlemedin? Kaldı ki, ambargo delmek de yok orada. Yalan söylüyorlar. Türkiye büyük itibarlı bir iş yapmış, ambargo delmiş gibi gösteriyorlar. Hâlbuki ambargo delmek yok. Çok basit bir şey var. Bunu yazımda yazdım, bir kere daha anlatayım. Sen de biliyorsundur zaten. ABD İran’a ambargo koyduğunda Türkiye gidip diyor ki: “Bizim komşumuzla ilişkimiz var, ihtiyacımız var. Biz doğalgaz alıyoruz, petrol alıyoruz. Zaten Suriye’de, İran’da durum kötü. Bir de Irak yaparsanız biz boğuluruz.” Amerika ne dedi Obama döneminde o zaman? Ben hatırlıyorum. Türkiye’ye özel şartlar açtı. “Tamam, senin petrole, doğalgaza ihtiyacın var.” Ama bir şart koştu: “Karşılığında gıda vermen gerekiyor, para vermeyeceksin” dedi.

Evet, insanî yardım.
Yani, domates, pirinç, un, çimento. Bu aslında ne demek biliyor musun? Mersin’deki işçi domatesini satacaktı İran’a. Amasya’daki pirincini satacaktı. Adana’daki pamuğunu satacaktı. Sen tuttun, domates, pirinç vermek yerine, bir soytarının arkasına takılıp para vermeye başladın İran’a. Peki bu ambargo delmek mi? Bu kendi ülkene kazık atmaktır. Bu ambargo delmek değil ki? Bir de oradan böyle itibarlı bir şey çıkartıyorlar. Kaldı ki delemezsin. Dünya sistemi diye bir şey var. Dünya sisteminde var olabilmek, boyun eğmek değildir. Kurallar vardır, o kurallara uyarsın.

Bir de işin şöyle bir boyutu var tabii; bu tezgâhın İran ayağında da Zencani denen adam idama mahkûm oldu.
Tabii. Çin’e gidiyorlar, Çin kabul etmiyor; “Ben giremem böyle bir şeye” diyor. Hindistan’a gidiyorlar, Hindistan kabul etmiyor, “Ben böyle bir şeyi göze alamam” diyor. Sen neyine güvenerek aldın? Niye ülkenin başını belaya soktun?

Peki o zaman şöyle bir soru var işte. Türkiye’de birçok konuda gemi benzetmesi, mesela bir büyük terör saldırısı, diyelim ki Atatürk Havaalanı saldırısı veya yılbaşındaki Reina saldırısı, IŞİD saldırısı vs. Gemi lafını ortaya atmanın bir anlamı olabilir.
Olabilir. Karşılığımız yanlış onu söylüyorum. İktidar “Aynı gemideyiz”i istismar ediyor, bundan hiç şüphem yok. Bizim toplumun bu duygusunu kullanıyor. Ama bu duyguyu, bu istismarı boşa çıkarmayı, biraz akıllıca yapmak gerekiyor. Benim söylediğim o.
Bugün Ümit Kıvanç gemi meselesini yazmış. Bence çok güzel yazmış, mantıklı yazmış. Niye? “Aynı gemide değiliz?” demiyor aslında. “Aynı gemideyiz; ama biz ölüyoruz, sen sefasını sürüyorsun” anlamına getirmiş. Zaten öyledir. Bu tip konuları sosyal medyada bir cümlelik tepki ile ortaya koymak da yanlıştır. Bunu biraz akıllıca yazmak lazım. Şu anda bizim en büyük sorunumuz şu: Bir iktidar toplumu bir korkuyla teslim almış: “Üst akıl, dış güçler, emperyalistler, ülkemizi bölmeye çalışıyorlar. Bunun önünde beni –Tayyip Erdoğan olarak– tek engel gördükleri için de benimle uğraşıyorlar”. Zaten toplum bu korkuya teslim olmuş. Bu toplum zannediyor ki sadece AK partililer, hiç öyle değil, toplumun yüzde sekseni bu endişeye teslim olmuş.
Daha dün, AK Parti’ye hiç oy vermeyen, iş adamı, ortalama vatandaş, 8-10 kişilik bir grupta oturuyorum. Herkesin tek bir cümlesi vardı: “Tamam da, acaba Zarrab Davası’ndan sonra bu adam da giderse acaba ülke daha mı kötü olur?” İnsanlar bu endişeyi duyuyor. “Acaba daha mı kötü oluruz?” endişesi. Yani, Tayyip Erdoğan iyi yönetiyor anlamında değil. Zaten berbat bir şekilde uçuruma doğru gidiyoruz. “Acaba, Zarrab üzerinden gerçekten bir operasyon yapılıyorsa, biz de yolsuzluklarla bunları eleştirirsek, üst aklın değirmenine su taşımış olur muyuz?” endişesi.

Sen kişisel olarak ne düşünüyorsun? Bu konuda, alâkasız insanlar da “Burada bir numara var” gibi şeyler söylüyorlar.
Ben bunların tamamen akılsızlık olduğunu düşünüyorum. “Emperyalistler Türkiye’yi bölecek” ne demek? Kim başka bir ülkeyi bölebilir? Sen yokluktan bir ülke çıkartmışsın. Sen Sevr’i yırtıp atmışsın. Adam bölmüşken seni, sen Sevr’i yırtıp atmış bir ülkesin. Şehirlerini işgal etmişken, Kahramanmaraş’ı, Antep’i, Urfa’yı, İzmir’i… Mustafa Kemal ve arkadaşları, bir grup insan çıkmış, yiğitlik yapmış sana. Yırtmış atmış, Lozan’ı koymuş önüne. Lozan’a sarılman gerekiyorken, hâlâ 100 yıl sonra Sevr’i düşünüyorsun.
Bir ülkeyi emperyalistler bölmez. Bir ülkeyi, kural, kanun, hukuk tanımayan, özgürlükleri yok eden otoriter yönetim anlayışları böler. İşin ilginç yanı, bunu sadece AK Parti kullanmıyor. Ulusalcısı, kimi solcular, milliyetçiler… Şu anda Türkiye’nin yüzde sekseni, geldi bu algıya teslim oldu: “Bizi bölecekler”.
Gazeteciler mesela. Sırf iktidarla, iktidar tabanıyla arasını düzeltmek için yayın yapıyor: “Bu dava siyasî bir dava”. Ne var? Adam sana üç sefer gelmiş. Ben Amerika’nın avukatlığını yapmıyorum. Amerika’nın dünyada ne kadar berbat, ne kadar pislik işler yaptığını hepimiz biliyoruz. Irak’ta da gördük, Afganistan’da da gördük, Küba’da da gördük. Dünyayı karıştırmadığı, rezil etmediği bir yer yok. Ben Amerika’yı savunmuyorum. Amerika, bildiğin nobran bir kabadayı. Kural tanımaz, hukuk tanımaz. Bu başka. Ama ortada bir dava var. Adam sana gelmiş üç sefer. Üç sefer gelmiş, demiş ki, “Siz Zarrab’la beraber bir şey yapıyorsunuz, bu dava konusu olur. Bunu yapmayın” demiş. Hatta bu uyarılardan sonra, adı geçen üç banka da geri çekilmiş. Zarrab’la iş tutan o bankalar “Aman başımızı belaya sokmayalım” diye çekilmiş.
Bu uyarılardan sonra, Hindistan girmemiş, Çin girmemiş. Ama sen girmişsin. Niye girmişsin? Çünkü rüşvet alıyorsun. 3 milyon, 5 milyon cebini dolduracaksın diye. Aslında kendi cebini dolduracaksın diye hepimizin, çoluğumuzun çocuğumuzun, ülkemizin geleceğini tehlikeye atmışsın. Attın. Adam da sana demiş. Misal, ben şimdi sana diyorum ki: “Ruşen, bak böyle yapma, bu iş dava konusu olur”. Sen buna rağmen yapıyorsun. Ben sana dava açıyorum. Sonra buradan bir gazeteci çıkıp diyor ki: “Evet, burada siyasî bir yön var”. Siyasî yön olabilir. Sonuçta, her gün dış politikanın yarattığı bir enkaz var Türkiye’de. Her gün iktidar medyasında: “Amerika terörist, o savcı da zaten FETÖ’cü. O hâkim de…”

FETÖ’cü demişken, gel şu FETÖ’’yü konuşalım.
Tamam, şunu bitireyim. “O hâkim de bilmem ne”. Sonuçta, ben hiç yoktur demiyorum. Diyelim ki, bir Amerikalı olarak ben Tayyip Erdoğan’dan nefret ediyorum. Onun bana vermiş olduğu malzemeleri de onun aleyhinde kullanırım. Nefret ediyorsam kullanırım. “Ben burada gördüm, savcı şu soruyu sormadı. O yüzden burada siyasî bir hava hissediyorum.” Ayıptır. Memleketi heba ediyorsunuz. Sırf, AK Parti tabanındaki size karşı olan o öfkeyi azaltmak için “Ben burada siyasî bir yön görüyorum” diyorsunuz. Siyasî bir yön yok. Bu ülkenin, bu geminin kaptanlığını üstlenmiş, sorumsuz, vicdansız insanlar, yaptıkları suçla hepimizin hayatını cehenneme çeviriyorlar. Bu kadar. Adam da yargılıyor. Niye yargılıyor? Delmeseydin. Rüşvet almamış olsaydın, Zarrab denen bir soytarının peşine takılmamış olsaydın, üst akıl bizi yargılama pozisyonunda kalmamış olurdu.

Peki, şuna gelelim. Mesela, zamanında Zarrab’dan rüşvet istediği ileri sürülen Fethullahçı birtakım gazeteciler, yayınlar yapıp, havaya girmiş durumdalar.
Onlarınki ayrı bir utanmazlık. Hakikaten o kadar tahammül edemiyorum ki. FETÖ müdür, Cemaat midir, ne Allahın belası ise, memleketi onlar bu hale getirdiler. Hepimizin gözü önünde yaptılar. 17-25 Aralık’ı darbe malzemesi yapmamış olsalardı, şu anda toplum bu halde olmazdı. O yolsuzluk iddialarını, kendilerine, ülkeyi, iktidarı ele geçirmenin malzemesi yaptıkları için, toplum şu anda direnç gösteriyor. Her şeyi, ama her şeyi mahvettiler. Ergenekon’u mahvettiler. Ergenekon’da suçlu yok muydu? Bence vardı. Orada, hakikaten de darbeye bulaşmış, diyelim ki 10 kişi, 20 kişi vardı. Onları bile bunun yüzünden akladılar. Suçsuz gazetecileri tıktılar, Balyoz’u yok ettiler.
17-25 Aralık’ta, tamam, yolsuzluk iddiaları vardı, ama sen onu yolsuzluk olduğu için yapmadın ki. Darbe olsun diye yaptın. İktidarı ele geçirmek üzere kullandın. Korkunç bir utanmazlık var. Şimdi ortaya çıkıp “E, biz dememiş miydik 17-25 Aralık’ı?” Sen demiştin de, sen ne yaptın? Sen yaptın zaten bunu. Bu ülkeyi siz mahvettiniz.
Hakikaten, bu konuda çok adil davranmaya çalışan bir insanım. Elimden geldiği kadar “Bu filandır, falandır” dememeye, adaletle yaklaşmaya çalışırım. Mesela bu çerçevede, Zaman gazetesi kapatılırken, kalkıp gitmiş biriyim de, buna rağmen. Ama bu Cemaatçilerin, FETÖ’cülerin, özellikle yurtdışında olanların, bu pervazsız, utanmaz, hâlâ memleket üzerine analiz yapma tavrını görünce, “Bir iktidarın, mümkün değil bunları bir daha ülkeye sokmaması lazım” diyorum.

Ama burada şöyle bir şey var.
Çünkü hiç akıllanmıyor. “Ya bir dakika, biz ne yaptık?” demiyor. Zannediyor ki, Tayyip Erdoğan’ın suçlu olması onları aklayacak. Tayyip Erdoğan’ın kabahatleri FETÖ’yü aklamaz. Tayyip Erdoğan’ın kötü olması FETÖ’yü iyi yapmaz, Cemaat’i iyi yapmaz. Sen ayrı kötüsün, sen ayrı. İkiniz el birliği ile mahvettiniz ülkeyi.
Dahasını söyleyeceğim, hiç unutmuyorum. 2005 ya da 2006 yılıydı. Daha o zamanlar, iktidarın bir yolsuzluk haberini yaptım. Bir internet sitem vardı. Ekrem Dumanlı Zaman gazetesinde ne yazdı biliyor musun? O yazısını hiç unutmam: “Böyle ufak tefek yolsuzluk bahaneleriyle Müslümanların iktidarını yıpratmak bize yakışmıyor”. Utanmaz! Deniz Feneri’ne destek vermişsin sen. Ben Deniz Feneri’ni yazarken, sen gazetende gece gündüz Deniz Feneri’ni savunuyordun. Senin derdin yolsuzluk değil ki? Yani, Zekeriya Öz’ün derdi yolsuzluk mu? Ahlâksız bir adamın derdi yolsuzluk mu olur? Onun derdi “Tayyip Erdoğan’ın bir açığını ele geçirdik, nereden vurabiliriz?” Buydu.

Bir de istiflemişler. Belli bir zamana göre.
Dediğin gibi, bir de istiflemişler. Bunların, bu yurtdışına kaçanların içlerinde hâlâ şu kadarlık bir memleket sevgisi olan varsa, susmaları lazım. Kaybolmaları gerekiyor, unutturmaları lazım.

Ama ortada şöyle bir şey var. Bunları böyle açık açık konuşmakta bence bir mahzur yok. Bu Zarrab olayında, bu süreçte belli ki ellerinden gelen her türlü katkıyı veriyorlar.
Şöyle. Zarrab üzerinden Tayyip Erdoğan’ın yıkılacağını zannediyorlar. Gerçi, Türkiye’de bunu zanneden çok var, sadece onlar değil. Şunu anlamıyorlar: Toplum bir şeye ikna olmazsa, toplum kafasını değiştirmezse, toplum yaklaşımını değiştirmezse, hiç kimse Tayyip Erdoğan’ı yıkamaz. Irak gibi mi yapacaksın? Libya gibi mi yapacaksın? O zaman Tayyip Erdoğan yıkılmış olmuyor, ülke yıkılmış oluyor. Biz ne yapmaya çalışıyoruz? Öyle bir yol, yöntem bulalım ki, demokratik yollardan toplumun kararıyla ülkeyi bu girdabın içinden çıkaralım.
Yanlış yapan bir iktidar var. Yanlışa batmış, o yanlıştan kendini kurtaramayan, geri dönüşü olmayan bir iktidar. Kendi yanlışının kendi de farkında. Biraz önce beraber okuduk. Dün Cumhurbaşkanı ne dedi? Kendisinin ülkeyi nasıl batırdığını fark ediyor aslında, ama dönüşü yok. Dün çıktı ne dedi? “Bazı iş adamları malını mülkünü yurtdışına kaçırıyor. Bunlar vatan hainidir. Bunlara izin vermeyeceğiz.” Çok büyük ihtimalle, bugün biri gitti dedi ki: “Efendim, siz ne yapıyorsunuz?”

Bugün değil, hemen gitmiştir.
Doğru hemen gitmiştir büyük ihtimalle. “Siz ne yapıyorsunuz? Bu cümleyi söyledikten sonra biz batarız.” Bugün çıkmış diyor ki: “Ben yanlış anlaşıldım. Öyle demedim. Onu kastetmedim, ben FETÖ’cüleri kastettim.” Yanlış yapıyor. O kontrolü kaybettiler. O yanlış yaparken, biz de endişeyle…
Dün o cümleyi söyledi diyelim. Kim ödüyor zararını? Biz ödüyoruz, biz. Buraya yatırım gelmediğinde bizim ekonomimiz çöküyor. Ekonomimiz çöktüğünde, şu anda 1500 lira asgari ücretle hayatını geçindirmeye çalışan milyonlar belki de işsiz kalacak. Bunu anlatamıyoruz topluma. Zannediyorlar ki biz kendimiz için bağırıyoruz. Hayır arkadaş, ekonomi çöktüğünde fabrikalar kapanacak. İş adamı bir daha yatırım yapmayacak. Sen evine ekmek götüremez durumda olacaksın. Yoksulsan daha yoksul olacaksın. Zengin, bir şekilde başının çaresine bakar. 100 lirası vardı 70 liraya düşer onunki. Ama senin bir liran vardı, sıfır lira oluyorsun.
Burada şunu iyi hesaba katmamız lazım. Artık iktidar yolsuzlukla gitmez. Dünyanın hiçbir yerinde otoriter yönetimler yolsuzlukla gitmez.

Buradan Kılıçdaroğlu’na geliyorsun. Yarın da yine bir şeyler açıklayacaklarmış.
Evet. Ama CHP’nin tavrı… O kadar anlamsız işler yapıyorlar ki. Ben “Çıkmasın açıklamasın” demiyorum. Ben siyasetçi olsam şunu düşünürüm: Bu toplum, bir siyasî liderin ağzından, “Oğlum, sen paraları sıfırladın mı?” cümlesini duydu. Evdeki bütün konuşmaları duydu. Buna rağmen fikrini değiştirmedi. Orada milyar dolarlar konuşulurken, ayakkabı kutularındaki parayı gördü. Buna rağmen fikrini değiştirmedi. Sen çıkmışsın 10 milyar dolarlık bir para transferini konuşuyorsun. Artık topluma “Bunlar hırsız” demenin bir faydası yok. Ha, yapıyorsun, bari bir strateji kur. Zarrab davasına 2 gün kala yapma. Ya öncesinde yap, ya sonrasında yap ki arada kaynayıp gitmesin. Velev ki yaptın. Ben örtsün, konuşmasın demiyorum. Velev ki yaptın. Bir üste çıkamıyorsun. Şu an Tayyip Erdoğan daha üstte. “İftira attı” diyor, “Yalan söylüyor” diyor.
Ben Kılıçdaroğlu’nun yerinde olsam, “Ben bu belgeyi bağımsız bir denetçiye teslim etmeye hazırım. Halkbank kayıtlarını bağımsız bir denetçiye aç. O bağımsız denetçi ‘Bu belgeler sahtedir’ derse, ben genel başkanlığı bırakacağım. O bağımsız denetçi, ‘Hayır, bu belgeler sahte değildir’ derse, sen cumhurbaşkanlığını bırakmaya hazır mısın?”

Türkiye’de bağımsız denetçi bulunabilir mi? Kimi bulacaksın?
Onu bulacaksın. Bir tane ekonomist, bir tane yurtdışından. Onu kabul edecek. Zaten Tayyip Erdoğan bunu kabul etmez. Sen üste çıkmak için bunu söyleyeceksin. “Ben vermeye hazırım. Ben genel başkanlığı bırakmaya hazırım.” Ama dediğim gibi, zamanı bu değil ki. Zamanı, Zarrab Davası’ndan iki gün önce değil.

Şu da abes değil mi? Her iki taraf da birbirini istifaya davet ediyor. Yani, siyaset böyle birbirini istifaya…
Ama olmaz. Niye istifaya davet ediyor? Çünkü hukuk yok. Hukuk olmayınca rest çekme üzerinden gider. Şu an hukuk yok. Biz mecburen bilek bükmek üzerindeyiz. Kim kimin bileğini bükecek? Güç, kuvvet.

Demin seninle yukarıda sohbet ederken biraz değindik; o konuyu biraz açmak istiyorum. Şöyle bir ihtimal var mı? Cevabını biliyorum, ama izleyiciler bilmiyor. Erdoğan, Batı nezdinde, dünya nezdinde veya Türkiye toplumunun diğer kesimleri nezdinde, iyi-kötü belli itibarları olan birtakım insanlarla –Abdullah Gül, Babacan, Davutoğlu gibi eski ekibiyle– sahici bir şekilde –vitrin anlamında değil– tekrar iktidarı paylaşmaya razı olursa, kendi yönetememe krizini çözme ihtimali olabilir mi?
Şöyle bir şey yapsa, ama yapamaz. Senin söylediğinden, yukarıda konuştuğumuzun üzerinden söylüyorum. “Referandumu iptal ediyorum. Partili cumhurbaşkanlığını kaldırıyorum. Ben eskisi gibi normal cumhurbaşkanlığına geçiyorum. Partiden bağımı tamamen koparıyorum. Eski arkadaşlarıma teslim ediyorum.” Diyelim ki, Abdullah Gül, Babacan, Davutoğlu’dur. Eğer böyle bir yol izlerse, kendini oradan kurtarabilir. Buna birçok kesim, iş dünyası, Batı, en azından bir geçiş süreci olarak olumlu bakabilir. Çünkü herkes tedirgin. Batı da tedirgin. Yani, şöyle bir Batı yok: Oturmuşlar masaya, “Bu ülkeyi yok edelim” diyen bir Batı yok. Onlar da, sınırlarında mal satabileceği, konuşabileceği, anlaşabileceği, dertleşebileceği, kendi çıkarını koruyabileceği istikrarlı bir ülke istiyor. Yani, Almanya şunu istemiyor: Almanya, Türkiye batsın diye uğraşmıyor. Rakibim çok güçlenmesin diye istiyor olabilir, bu başka bir şey. Ben de, rakibimin çok güçlenmesini istemiyor olabilirim. Rakibinin güçlenmemesini istemek başka, bütünüyle batmasını istemek çok başka bir şeydir. Çünkü battığında sen de zarar göreceksin.
O yüzden, Batı bu söylediğine sıcak bakabilir. Ama Tayyip Erdoğan’ın buna gitme ihtimali yok. Hiçbir otoriter lider yoktur ki, otoriterlik akıntısına girdikten sonra geri dönebilsin. Teknik olarak mümkün değil. Her şeyi değiştirmesi lazım. Bir kere, sağlıklı bir düşünme yetisine geri dönmesi lazım. O yok, ona dönemez.

Ama mesela, dünkü söylediğini bugün toparlamaya çalıştı.
O tamamen refleksif bir şey. Zaten birazcık düşünebiliyor olsa, birazcık düşünceyle hareket edebiliyor olsa, dünkü o sözü söyleyemez. Dünkü o sözü söylemek, zaten koptuğunun göstergesi. Ne demek kopmak?
Bir kere, korkuya teslim olmuş. İktidar ne yazık ki korkuya teslim oldu. Yani, “17-25 Aralık’ta başlayan bir süreç var. Bütün dünya beni yok etmeye çalışıyor. Beni Kaddafi yapmaya çalışıyor, beni Saddam yapmaya çalışıyorlar” korkusu var. O korku “Aman! Ahmet de bana ihanet ediyor mu?”
Dün ne diyordu, bir cümle daha var orada: “Benim derdimle dertlenecek belediye başkanlarına, milletvekillerine ihtiyacım var” diyor. Daha ne istiyorsun abi? Herkesi almışsın, herkesi attın. Çünkü bu böyledir.

Dün Davutoğlu’nun söylediğini biliyor musun? 28 Şubat meselesi. “Biz tüm mücadeleyi 28 Şubat’ta konuştuğum üniversite kürsülerinin kendi iktidarımızda bize kapanması için yapmadık.”
Macbeth’in hayatıdır. Çok benzer. O yola bir girdin mi, en yakınındakinden, karından bile şüphelenmeye başlıyorsun. “Acaba iş tuttu mu? Acaba bana bir numara çekiyor mu?” Duyuyorum mesela, Binali Yıldırım dâhil olmak üzere, Tayyip Erdoğan’ın odasına kimse izinsiz girip çıkamıyormuş artık. Kontrol edilmeden girip çıkma yok. Hiç kimseye güvenemiyor. Bu psikolojiye teslim olmak, korkunç bir şeydir. Kendiyle beraber, toplumu da bir psikolojiye teslim etti.
Bugünkü yazımda var. Bence her birimizin konuşması gereken bir soru var. Bu kadar yolsuzluk, bu kadar rüşvet iddiası ortada… Bir hafta önce, Zarrab için “Vatandaşımızın sağlığından endişe ediyoruz” deyip Amerika’ya nota veriyorsun. Daha bir hafta önce. Bir hafta sonra adamı ajan ilan edip, malına mülküne el koyuyorsun.

Malını, mülkünü de bulursan tabii.
Malını, mülkünü de bulamazsın, o ayrı bir şey. Kâğıt üzerinde el koyuyorsun. Orada belli ki korkunç bir akılsızlık var. Ne diyor Bekir Bozdağ? “Meryem Hanımefendi’ye de çok iftira atmışlardı.” Hazreti Meryem’i kastediyor. Hazreti Meryem de diyemiyor. Meryem nereden geldi? Meryem ne abi? Nereden getirdin bunu buraya? Bunu şu anlamda söylüyorum: Toplumun aklıyla resmen alay ediyorlar. Yani, bu yolsuzluk iddiaları ortada. Bak, “Yok” da diyemiyorlar. “Hayır, almadık” diyen de yok. “Rüşvet almadık” diyen yok. Hiçbiri çıkıp da “Bu rüşvet iddiaları yalandır” demiyor. Dedikleri sadece şu: “Bizi yıpratmaya çalışıyorlar”.
Bunu şuna getirmek istiyorum: Peki, buna rağmen toplum hâlâ niye bu iktidarın yanında? Niye anketlerden % 40 – % 50 çıkıyor? Bence bu soruya bir cevap bulmazsak, bunların yolsuzluk iddiaları hakkında günde 24 saat, her gün 25 tane belge açıklayalım, bir sonuç çıkmayacak demektir.

Peki, sana şunu sormak istiyorum. Sen Anadolu’yu bayağı bir dolaşıyorsun. Bugün de Manisa’dan mı geldin?
16’sında Manisa var, İsmail’le beraber. O Trabzon’dan geldi. Gelen davetlere gidiyorum.

Orada kimlerle buluşuyorsun? Neler konuşuyorsunuz?
Toplumun her kesiminden insanla buluşuyorum. Şu anda toplumda en geçerli, tek ideoloji var. O da,”Ne olacak çocuklarımızın geleceği? Ne olacak memleketimiz?” diyenler, Türkiye’deki en kalabalık kesim. Orada solcusu var, Alevi’si var, Sünni’si var, dindarı var. Her kesimden insan var ve tek dertleri var: “Ülkemiz ne olacak? Biz nasıl yapacağız?” Ve bunların giderek çoğunlukta olduğunu görüyorum. Bir tek sorun, organize olamıyorlar.
AK Partili olsun, olmasın, toplumun önemli bir kısmı çok büyük bir korkuya teslim olmuş. Ne yazık ki muhalif kesim de bunu besliyor. Diyelim ki, İYİ Parti’den Ümit Özdağ –bunu kendisine söylediğim için burada söylüyorum– çıkıp bir konuşma yapıyor ve diyor ki: “Ülkemizi emperyalistler bölmeye çalışıyor”. Kendisine dedim ki: “Ümit Bey, bu cümleyi kullandığınız andan itibaren, Tayyip Erdoğan’a çalışıyorsunuz”. Çünkü emperyalistler Türkiye’yi bölmeye çalışıyorsa, ben Tayyip Erdoğan’a oy veririm. “Şu anda var olan bir güçlü lider var” derim, ona oy veririm. Hiç ne olduğu belli olmayan, daha teşkilatlanmamış size oy vermem. Siz daha yolun çok başındasınız, nasıl oy vereyim? CHP’ye de oy vermem, çünkü ne olacağı belli değil. Hazır var. Bir kere bu üslûbunuzla ona çalışıyorsunuz.
Ulusalcılar, solcular, milliyetçiler “Emperyalistler ülkeyi bölecek” korkusunu besliyor. Bu korkuya teslim olmuş bir toplum var. O korkuyla beraber, “Ne olacak geleceğimiz?” diyen insanlar var. Kürtlerle konuşuyorum, Alevi’si, başörtülüsü geliyor. Mesela en çok, şuna üzülüyorum: Kitap imzalama sırasında gelip kulağıma eğilenlerin en az yarısı “Abi, ben de senin eski mahallendenim. Artık utanıyorum, açıklayamıyorum da” diyor. Orada dramatik bir çöküş var. 100 yıllık koskoca bir İslamcılık ideolojisinin geldiği nokta neresi biliyor musun? Para kutularında rüşvet. “Çalmadık” diyemiyor. “Yalan söylüyorlar, iftira atıyorlar, bize şunu diyorlar.” Rüşvetle kaldı İslamcılık. Başka hiç bir şey kalmadı.

94 yerel seçimleri öncesinde şöyle bir laf vardı: “Bunlar en azından dindar. Yemezler.”
O bitti. Onu geçtik. Dindarlığı daha önce bitirmiştik. Şu anda iktidarın konuşabildiği tek bir şey var: “Üst akıl bizi yıpratmaya çalışıyor” ve kendisiyle beraber rüşvet iddiaları. Koskoca bir İslamcılığın vardığı nokta: Hırsızlık. Bundan daha büyük bir dram yok. O mahallede büyük bir travma var, fakat çıkamıyor. Çıkmaya müsaade etmiyorlar. “Ben ayrı gemideyim” dediğinde, “Ben seninle aynı gemide değilim” dediğinde, o adam kendini ötekileştirilmiş, ülkesinde terk edilmiş hissediyor, sanki biz başka bir ülkedeymişiz gibi. Hâlbuki bu da kötü niyetle söylemiyor “Biz aynı gemide değiliz” cümlesini. Tamamen tepkisellikle söylüyor.

Bir şey söylemek istiyorum. Geçenlerde, İslamî camiadan birisiyle sohbet ederken, Fethullahçıların, yaşananlardan sonra, şu ya da bu şekilde Türkiye’de tekrar etkili olabilme ihtimaline dair kaygımı dile getirdim. O da bana dedi ki: “Anadolu’da kesinlikle böyle bir şey yok. O mesele kapandı artık.” Sen Anadolu’ya çok gidiyorsun. Hakikaten, Fethullahçılığın nasıl bir halt olduğu konusunda insanların kafası berrak ve o defter tamamen kapandı mı?
Toplumun önemli bir kesiminde çok berrak. % 90’ında diyebilirim. Belki % 95’inde. Onu ölçme şansım yok. Ben bütün konferanslarımda kargaşa olmasın diye mutlaka yazılı soru alıyorum. Bazen sözlü soru aldığım da oluyor. Daha çok, yazılı olduğu için daha rahat geliyor. “Cemaat’le ilgili ne düşünüyorsun?” diye çok tek tük soru geliyor. Bir daha dönüp eski güçlerine kavuşmalarına ben de ihtimal vermiyorum. Ama şöyle bir şey var; iktidar o kadar yanlış bir mücadele yöntemi uyguluyor ki, orada da bir mağdur yaratıyor. O mağdurlar, el altından insanlara para gönderiyor, işsiz kalana, annesi hapiste olana. Bir şekilde böyle bir destek ve yardımla o halkayı diri tutmaya çalışıyor, duyuyorum bunu. İktidar yanlış bir yöntemle mücadele ediyor.
Ben mücadele ettiğini düşünmüyorum mesela. Ben kavga ettiğini düşünüyorum. Mücadele başkadır, kavga başka. Mücadele, onu bütünüyle bitirmek üzere yaparsın. Kavga, dövüp kendini rahatlatmak üzere yaparsın. İktidar şu anda FETÖ ile kavga ediyor. Mücadele ederken, bütün dinamiklerini hesaba katman lazım. Mağdur yaratmamayı, haksızlık yapmamayı, orada hakikaten, samimi olarak, iyi niyetle bulunmuş insanlara “Gözünü aç, bak bu adamlar bunları yaptı” deyip belge göstererek ikna etmeyi. Gerçekten suça bulaşmış olanları da toplamayı. Ama çoluğu, çocuğu, kadını, 70-80 yaşındaki amcayı, neneyi içeri atıyorsun, onun görüntüsü yansıyor. Annesi içeride, 3 yaşında, 4 tane çocuk, bunun görüntüsü yansıyor. Bu, mücadeleyi bütünüyle yok ediyor. İktidarın en büyük şeyi bu. Ama bu bir güce dönüşür mü? İhtimal vermiyorum. Hele bugün, bu Zarrab Davası üzerinden yapılan yayınlar, hiçbir şey olmamış gibi…

Çok kaba bir laf ama, “Biti kanlanmak” diye bir deyim var.
Hah, tamam. Yeniden biti kanlanmış gibi. Konuşma tarzlarından dolayı da şunu söylüyorum. O yurtdışında olanların önemli bir kısmının da bir daha “Ben Türkiye’ye gelirim, sokakta gezerim” diye bir düşüncesi varsa, onu da geçirmesin aklından. Unutsun yani. Çünkü çok dikkat ediyorum, toplum şöyle: Adını vermeyeyim, yurtdışındaki bir gazeteci arkadaşla ilgili. Ona da haber gönderdim “Yanlış yapıyorsun” diye. Kuaföre gidiyorum, hiç AK Partili değil, tamamen muhalif. Ama bana şöyle diyor. “O gazeteci var ya, o vatan haini, gelsin Türkiye’ye, tokatlarım sokakta.” “Niye?” dedim. “Abi, tamam Tayyip Erdoğan’a karşı ol, ben de karşıyım. Kavga et. Ama niye gidip Almanya’da ya da İsviçre’de benim ülkemi kötülüyorsun? Vatan hainliğidir bu.” Toplumun böyle bir refleksi var, onu söylüyorum. O refleksi hesaba katmıyor. Zannediyor ki, “Ben giderim Amerikan mahkemesinden Zarrab yayını yaparım, bak biz ne kadar haklı çıktık diye.” Sen bir daha Türkiye’ye gelemezsin. Bu devletle alâkalı bir şey değil. Bunu hukuktan bağımsız bir şey olarak söylemiyorum. Toplumun içine çıkacak yüz bulamazsın anlamında söylüyorum. O cesareti bulamazsın, çünkü o yaptığınla toplumda bir öfke biriktiriyorsun.
Soruna döneyim. O yüzden, bir güç, bir toparlanma ihtimali vermiyorum. Sadece, senin tabirinle, kaba bir tabirle, “Bitleri kanlanmış” olur, kendilerine bir güç vehmederler. Ama toplum onları boğar.
Bu yeni değil. Hiç unutmuyorum, 2011’de bir yazı yazdım Fethullah Cemaati ile ilgili: “Siz toplumda giderek öcü oluyorsunuz. Toplumun bütün kesimlerinde büyük bir nefret odağı haline geliyorsunuz, farkında mısınız?” diye bir yazım vardı. Tam 2011’de. “Bu ivme böyle devam ederse siz sokağa çıkamazsınız” diye o zaman bir yazı yazdım. Aynısına devam ediyorlar. Hiç vazgeçmiyorlar. Aklım almıyor bazen. Hiç vazgeçmiyorlar. Hâlâ kendini haklı görenler var. Ama içlerinde olanlar var, sen de yayınlıyorsun. Çok tartışma konusu var, “Bir dakika, biz ne halt ettik?” diyenler de var. Zaten onları tanıyorum. Çok aklı başında olanlar var. Zaten “Hepsi de haindir, hepsi de şöyledir” diyemem. Cemaati de bütünüyle batıran 8-10 tane soytarı kılıklı var, bugün mahkemeden yayın yapan o tipler. Onlar nereden geldi? Nasıl Cemaat’e bulaştı? Onlar da ayrı bir şey. Ama genel olarak toplanma, yeniden eski gücüne kavuşma ihtimali yok.

Hadi noktayı koyalım.
Koyalım.

Evet, Levent Gültekin’le bayağı bir konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Size de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.