Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Türkiye, Batı nezdinde İslam dünyası için “model ülke” olmaktan, “kötü örnek” olmaya neden ve nasıl geçti?

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Dün toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı’nın aldığı Kudüs kararını biliyoruz. Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olarak tanındığı ilan edildi. Amerikan Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ve büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşıma talimatı verilmesine yönelik bir cevaptı bu; ama bu cevabın ne kadar fonksiyonel olacağı, ne kadar etkisi olacağı çok tartışmalı. Daha çok sembolik bir anlam var; ama bunun bile bir başarı olduğu söylenebilir. Katılım konusunda birtakım spekülasyonlar ve yorumlar yapılıyor. Yeterince İslam ülkesi liderinin katılmadığına, etkili bir şekilde katılmadığına, özellikle Suudi Arabistan’a dikkat çekiliyor. Ama bütün bunlara rağmen bu kadar hızlı bir şekilde bu kararın çıkabilmiş olmasının da bir anlamı var. Çok büyük bir anlamı olmasa bile bir anlamı var. Ama bundan sonra ne olacak? Öncelikle tabii Türkiye’nin Doğu Kudüs’teki temsilciğini büyükelçilik olarak ilan etmesi bekleniyor — ki bugün MHP lideri Devlet Bahçeli ve İYİ Parti sözcüleri bu çağrıyı yaptı; başkaları da yapacaktır. Buradan ne çıkacak? Nasıl çıkacak? Yeni krizler mi yaşanacak? Buna ayrıca bakacağız. Diğer İslam ülkelerinin benzer bir şey yapabilmesi için önce orada diplomatik varlıklarının olması gerekiyor — ki ezici bir çoğunluğunun böyle bir varlığı yok. Dolayısıyla işler büyük ölçüde sembolik anlamda kalacak.

İslam dünyası diye bir şey var mı?

Ama bunun ötesinde dünkü zirve bize bir kez daha şu soruyu sordurdu: İslam dünyası ne yapıyor, ne yapabilir? Aslında bunun öncesinde, İslam dünyası diye bir dünya var mı? Bu çok eski bir soru, çok köklü bir soru ve sahici bir soru. Gerçekten de haklı bir soru. Ama bütün sorunlara rağmen bir İslam dünyasından bahsetmek mümkün. Kolay aslında, birçok şeyi özetliyor. Dünyanın dört bir tarafında yaşayan ve kendilerini Müslüman olarak gören insanların bir toplamı olarak düşünebiliriz. Bunun içerisinde Araplar, yani Arap halkları, sanıldığı kadar çok egemen değil. En fazla üçte birini oluşturuyorlar. Onun dışında Asya’da çok kalabalık bir Müslüman nüfus var; Hindistan’da, Pakistan’da, Çin’de örneğin. Avrupa’da da kısmen var. Tabii bir de diaspora olarak tanımlayabileceğimiz, Batı dünyasına yayılmış çok sayıda insan var; hele son dönemdeki mültecilerle beraber bu sayı giderek çoğalıyor. Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da çok ciddi bir Müslüman varlığı söz konusu. Dolayısıyla İslam dünyası derken sadece Arap dünyası değil, sadece nüfusunun önemli bir çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkeleri değil, bütün Müslümanların yaşadığı her yeri kastetmek lazım. Ama tabii ki bu, adı olup kendisi pek olmayan bir dünya.
Ve bu dünyanın içerisinde çok ciddi parçalanmışlıklar var. Bu parçalanmışlıkların en önde gelenlerinden birisi kaçınılmaz olarak mezhep farklılığı. Bu çok konuşulmak istenmeyen, ama dipten dibe yaşanan bir olay. Özellikle Sünnilik ve Şiilik, ama onun dışında da başka kollar ve Sünnilik ve Şiiliğin içerisindeki farklı kollar da bunun içerisine katılabilir. İkinci olarak etnik farklılık. İlk öne çıkan ve İslam dünyası denince ilk akla gelen Araplar var; ama bunun dışında Türkler, Türk boyları, değişik Türkî kavimler, Kürtler, Hindistan’da ve Pakistan’da yaşayan değişik kökenlerden insanlar, Çin’de yaşayanlar vs. Bunların hepsi İslam dünyasının realiteleri olarak önümüzde duruyor. Ama genellikle zenginlik olmaktan ziyade sorun ve çelişki olarak kendini gösteriyor. Ve birlikte hareket etmenin önünde engeller oluşturuyor.

Mezhep, yaşam tarzı, sınıf farklılıkları

Bir diğer önemli husus tabii ki yaşam tarzı diyebiliriz. Dünyaya bakış diyebiliriz. Bu anlamda da daha seküler, laikliğe yakın düşüncedeki Müslümanlarla daha dindar, daha şeriatvâri arayışlar içerisinde olan ya da onu benimsemiş olanlar var — ki bazı ülkeler şeriatla yönetilme iddiasındalar; bu ayrımın da önemli olduğunu vurgulamak lazım. Tabii bunun ötesinde çok ciddi sınıfsal ayrımlar da var. Ülkelerin kendi içerisindeki sınıfsal ayrımlar var, bir de ülkeler arasındaki sınıfsal ayrımlar var. Özellikle Körfez ülkeleri, doğal kaynaklardan zengin olan Körfez ülkeleri az nüfuslarıyla çok önemli imkânları kontrol ederken, yoksul İslam ülkeleri çok kalabalık nüfuslarla çok kötü durumlarda yaşayabiliyorlar. Bu noktada Afrika’daki Müslümanların durumu kısmen, Asya’dakiler de, bazı Bangladeş gibi ülkeler ilk akla gelen, ama esas olarak Afrika’daki ülkeleri de katarsak çok ciddi bir yoksulluğun, ortalamanın çok altında yaşam standartlarının olduğu yerler söz konusu.
Bütün bunların olduğu bir yerde genellikle sorun yaşayan, genellikle Batı’ya karşı geçmişte sömürgecilik deneyimi yaşamış olan, sömürge hâline getirilmiş olan, şimdi de yeni-sömürgecilik ya da sömürgecilik-sonrası, post-kolonyalist dönemin etkilerinden ciddi şekilde muzdarip olan bir dünyadan, Müslümanlardan bahsediyoruz. Batı’ya gitmiş olanların içerisinde de özellikle yeni kuşaklar, son dönemde gidenlerin, eskiler nispeten birazcık daha entegrasyon olayını gerçekleştirmiş olabilir ama, çok ciddi bir ayrımcılığın hâlâ var olduğunu biliyoruz. Tabii bu ayrımcılığın özellikle terör eylemleriyle, 11 Eylül 2001 saldırısından sonra özellikle Batı’da çok ciddi boyutlara vardığını biliyoruz.

Arap baharı ve hayal kırıklığı

Böyle kaotik, sorunlu, hep sorunları gören, çözüm imkânlarından çok ciddi bir şekilde uzaklaşmış bir dünyadan bahsediyoruz. Böyle bir dünyada Türkiye nasıl bir yerde? Türkiye’ye değişik dönemlerde, değişik önemler atfedildi. Bu noktada bir önceki dönemde Yeni-Osmanlıcılık diye adlandırılan, Ahmet Davutoğlu’nun ismi etrafında adlandırılan bir dönem yaşandı. Bu çok kısa zamanda bitti. Artık konuşulmaz oldu. Çünkü Türkiye’nin bir anlamda bölgesel güç, oyun kurucu aktör olma iddiasıyla attığı adımların hemen hemen hepsi çok büyük hezimetle sonuçlandı. Suriye bunun en somut örneğidir. Ve bu artık konuşulmaz oldu.
Özellikle Arap Baharı döneminde, Arap Baharı’nın kalıcı olacağının sanıldığı dönemlerde, peş peşe rejimlerin yıkıldığı dönemde, Erdoğan İslam dünyasında otoriter ve totaliter rejimlerin teker teker yıkılmasıyla ön plana çıkan, genellikle Müslüman Kardeşler çizgisindeki İslamî hareketlere bir nevi ağabeylik yapmaya, ya da yabancı deyimiyle “mentor”luk yapmaya soyundu. Ve onların ülkelerinin yönetiminde yer almasında önemli bir kolaylaştırıcı aktör olarak öne çıktı. Ama burada da çok büyük bir fiyaskoyla karşılaşıldı. Bu fiyaskonun ilki ve en çarpıcısı Mısır’dır. Mısır’da sonuçta Mursi yönetimini, devrilmiş olan Mursi’yi destekleyen, hâlâ destekleyen belki de tek ülke olarak Türkiye kaldı. Sonuçta Türkiye Arap Baharı’nda da bir tür liderlik, öncülük yapma iddiasının gerçekleşeceğini düşündü. Ve kısa bir süre içerisinde devre dışı kaldı. Yani Türkiye dışa yönelik olarak, İslam dünyasına yönelik olarak bir liderlik iddiasıyla Arap Baharı’yla beraber ortaya çıktı. Bayağı pervasızca çıktı. Birçok riski göze aldı. Ama sonra o risklerin hepsi karşısına fatura olarak çıkmaya başladı ve şu anda Türkiye esas olarak kendi varlığını korumaya yoğunlaşmış bir ülke hâline geldi. Yani başta çevresinde, bölgesinde etkili olabilecek bir ülkeden, kendisini, kendi durumunu garanti altına almak isteyen, bölünme korkusunu çok ciddi bir şekilde yaşayan bir ülke hâline geldi. Bu çok kısa bir zamanda oldu.

Model ülkeden kötü örnekliğe

Türkiye bir dönem Batı dünyası ve ABD’de de, Avrupa’da da modern bir ülke olarak telaffuz edilir olmuştu. Bunun üzerine çok tartışma olmuştu. Ama kabaca şöyle söylenebilir: Nüfusunun büyük bir çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede İslamî hareketin içerisinden gelen bir grup insan, bir parti, demokrasiden sapmadan, demokrasiyi geliştirerek, Batı’yla çatışmacı değil işbirliği içerisinde yol alarak pekâlâ o ülkeyi geliştirebilir, ilerletebilir, kalkındırabilir diye bir perspektif, bir dönem bayağı bir konuşulur ve benimsenir olmuştu. Bu tartışılır olmuştu. Arap dünyası başta olmak üzere İslam dünyasında özellikle genç kuşaklar –buna İran gençliği de dahil olsa gerek–, Türkiye’deki bu değişimin, Batı tarafından da desteklenen, önü açılan, takdir edilen bu değişimin etkisinde Türkiye’yi kendilerine gerçekten bir tür model olarak alma yoluna gitmişlerdi. Ama çok kısa sürdü.
Kimileri bunu bir aldatmaca olarak görüyorlar. Ben bunun aldatmaca olduğunu sanmıyorum. Dış koşulların da etkisiyle, ama esas olarak aktörlerin –ki burada baş aktör Recep Tayyip Erdoğan’dır– yanlışları nedeniyle kaçırılmış çok büyük bir fırsattır bu. Türkiye bu fırsatı kaçırdı. Ve Türkiye’nin kaçırmasıyla beraber, bir nevi domino etkisi gibi, birçok ülkenin de bu fırsatı kaçırmış olduğunu görüyoruz. Sürekli kriz hâli yaşadığımız bir ortamda, Türkiye’de ve İslam dünyasında tabii ki bunlar çok konuşulmuyor, bunlarla yüzleşilmiyor. Ancak AKP iktidarı gerçekten yakalamış olduğu çok önemli fırsatı tepti. Bunun birçok nedeni var. Ama bunun esas nedeninin büyük ölçüde demokrasiyi bir yaşam tarzı olarak benimsemek yerine araçsallaştırmak, belli bir noktadan sonra çok da fazla ihtiyacı olmayacağı, olmayabileceği düşüncesine, başta Erdoğan olmak üzere Türkiye’yi yönetenlerin kapılmasıdır. Türkiye demokrasiden uzaklaştıkça krizin içerisine girdi. Ve Türkiye’nin krizi İslam dünyasının kriziyle atbaşı gitti. Şu anda yaşanana baktığımız zaman, şu anda gerçekten hiçbir cazibe merkezi kalmamış bir İslam dünyasıyla karşı karşıyayız. Herhangi bir arayış içerisindeki, özgürlük, demokrasi arayışı içerisindeki, İslam dünyasının herhangi bir köşesindeki genç grupları, sivil toplum örgütlerini Türkiye’nin artık heyecanlandırabilme ihtimali bence kesinlikle yok. Bu defter kapandı. Bunun yerine başka herhangi bir yerde bir şey var mı? Yok. İşte tek tük Tunus’tan biraz bahsediliyor. Afrika’da birtakım küçük ülkelerin iyi kötü bir demokrasiyi sürdürdükleri görülüyor. Onun dışında İslam dünyasının hemen her yerinde demokrasi zaten yok. Demokrasi hayalinden de iyice uzaklaşıldığını görüyoruz.

Tel tel dökülen bir İslam dünyası

Ve tabii özellikle Amerika’da Trump yönetimiyle beraber –ki dün bu konuda Ulusal Güvenlik Danışmanı McMaster’ın son yaptığı konferansta söylediklerinden hareketle bunu söylemiştik–, artık Amerikan yönetimi –ılımlı ya da değil– İslamî hareketler arasında hiçbir ayrım gözetmiyor. Hemen hemen hepsini aynı sepete koyup karşısına alıyor. Ve bunun yerine kimlerle çalışmayı tercih ediyor? Net bir şekilde görüyoruz, Suudi Arabistan, oradaki veliaht-prens, Mısır’da darbeci general Sisi –ondan sonra devlet başkanı oldu–, Suudi Arabistan’la beraber hareket eden diğer Körfez ülkeleri. Bunlarla beraber yol almaya çalışan bir Amerikan yönetimi var. ABD’yi belli ölçülerde dengeleyebilir mi diye bakacağımız Rusya, Çin ya da AB gibi yerlerin zaten İslam dünyasıyla kurdukları ilişki çok teknik, tamamen pragmatik ilişkiler. Onların böyle geniş kapsamlı bir bakışları olduğunu tam olarak söyleyemeyiz. Yani şu anda var mı yok mu diye daha kararını veremediğimiz İslam dünyası, var olduğunu kabul etsek bile tel tel dökülen bir İslam dünyası var. Her birinin, her ülkenin kendi içinde derdi var. Ya da bulundukları ülkede çoğunlukta olmayan Müslümanlar, azınlıkta olmanın getirdiği ve giderek güçlenen İslam karşıtlığının getirdiği bir dizi sorunla uğraşıyorlar. Ve bunları toparlayabilecek bir ülke, bir hareket, bir liderlik vs. yok. Olacağa de kesinlikle benzemiyor.

Türkiye yine saf değiştiriyor

Türkiye ne yapabilir? Türkiye hiçbir şey yapamaz, yapamıyor zaten. Yapmaya çalışıyor, ama bu yapmaya çalıştığı şeylerin hepsi de kısa dönemli, durumu idare etmeye yönelik. Şunu hatırlıyorum: Cumhurbaşkanı Erdoğan Trump seçildikten hemen sonra yaptığı bir konuşmada, Trump’a atfedilen İslam düşmanlığı tespitini –ki açık ve net, Trump zaten İslam karşıtı olduğunu hiçbir zaman gizlemeyen, bunu açık açık söyleyen birisi– ona rağmen “Siyasette böyle şeyler olur, bunun geçici olduğunu düşünüyorum” gibisinden bir şeyler söylemişti. Şu anda hâlen esas aktörlerle yüzleşebilen, onlara karşı kendi kültürünü, medeniyetini –varsa tabii– savunabilen bir duruş sergilenemiyor; ne İslam dünyası tarafından ne de bunun liderli olabileceği varsayılan Türkiye ve diğer ülkeler tarafından.
Peki Türkiye bundan sonra ne yapacak? Şimdi yeniden şekillenen bir Ortadoğu söz konusu, şekillendirilmek istenen bir Ortadoğu söz konusu. Burada Rusya’nın çok ciddi bir şekilde güçlendiğini düşünüyoruz. ABD’nin de önümüzdeki dönemde İran’ı karşısına alarak birtakım operasyonlara girişebileceğini –illâki askerî olması gerekmiyor bu operasyonların– görüyoruz. Ve burada bir şekilde İsrail’in de dahil olduğu, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Mısır ve benzer ülkelerden oluşan, genellikle hepsi Sünni ülkelerden oluşan bir blokun yeniden oluşturulmak istendiğini görüyoruz. Böyle bir durum var. Ve Türkiye’nin burada, Arap Baharı’nda yaklaşmış olduğu bu Sünni bloktan tekrardan uzaklaşmaya, ister istemez uzaklaşmaya başladığını görüyoruz. Ve bir anlamda Türkiye için yeniden, özellikle Suriye’de tanık olduğumuz İran’la yakınlaşma meselesi var. Ama İslam dünyası sadece bu ülkelerden ve bu bloklardan ibaret değil. Bir tarafta İran, bir tarafta Suudi Arabistan arasında yaşanan gerilimden ibaret değil.
İslam dünyasında var olan ülkelerin büyük bir çoğunluğu herhangi bir krizde herhangi bir rol oynama şansına zaten sahip değiller. Ama bu arada biliyoruz ki uluslar-ötesi birtakım örgütler, esas olarak terör örgütleri –El Kaide, IŞİD gibi örgütler– yedikleri onca darbeye rağmen hâlâ aktör olarak varlıklarını sürdürüyorlar, sürdürebiliyorlar. Ve daha da sürdüreceğe benziyorlar. En son Irak’la ilgili olarak, Irak konusunda önde gelen uzmanlardan Pierre-Jean Luizard’la Medyascope için yapılan bir röportajda, Pierre-Jean Luizard’ın söylediği, Irak’ta IŞİD’in belki başka isimler altında yakın zamanda çok daha güçlü bir biçimde tekrardan sahaya çıkabilme ihtimalini vurgulamak lazım mesela. Böyle bir yerde, İslam dünyasındaki aktörlerin bu tür yapılara karşı da geçmişte birlikte hareket etmediklerini biliyoruz. Bundan sonra da edeceğe benzemiyorlar.

Türkiye küme düştü

Toparlayacak olursak, ortada tam bir felaket durumu var Müslümanlar için, İslam dünyası için. İllâki çoğunluğu Müslüman olan ülkeler olmayabilir, ama dünyanın dört bir tarafına dağılmış Müslümanlar için her anlamda çok ciddi bir sınav söz konusu. Ve bu sınavı geçebilecek mekanizmalara, organlara, kurumlara sahip olmayan bir İslam dünyası söz konusu. Ve burada bir dönem umut olabilecekmiş gibi gözüken Türkiye’nin yaratmış olduğu çok büyük bir hayal kırıklığı söz konusu. Tabii unutmamak lazım, bu hayal kırıklığını İslam dünyası yaşıyor, ama esas olarak biz Türkiye’de yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak yaşıyoruz. Çok kısa bir süre içerisinde çok hızlı bir şekilde küme düştük. Gerçekten, bunun anlamı budur. Bizim Türkiye olarak küme düşerken başka birtakım ülkeler lig atlamış, üst lige çıkmış değil. Hep beraber aşağılarda buluşuyoruz ve bu anlamda Türkiye hem kendisi için, hem de tüm dünya Müslümanlarına öncülük edebilecek, yol açabilecek, örnek teşkil edebilecek imkânlarını, kurumlarını, deneyimlerini, tarihini heder etmekle meşgul. Ve an itibariyle de bunu görüyoruz. Şu anda da bunu görüyoruz. Kısa vadede de böyle süreceğe benziyor. Sonuç olarak durum hiç parlak değil. Yine karamsar bir yorum yaptım, farkındayım. Özür dilerim, ama gerçekten böyle düşünüyorum. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.