Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum (119): Fehmi Koru, Yüksel Taşkın ve Aydın Selcen ile 2018’de dünya ve Türkiye

Yayına Hazırlayan: Tania Taşçıoğlu

Sedat Pişirici: İyi akşamlar. 2018 yılının ilk Açık Oturum’unda karşınızdayız. Stüdyoda üç konuğumuz var. Prof. Yüksel Taşkın ve müstafi diplomat Aydın Selcen’le birlikteyiz. Skype bağlantısında, gazeteci Fehmi Koru bizimle birlikte. Hepiniz hoşgeldiniz. Fehmi Bey hoşgeldiniz.

Fehmi Koru: İyi akşamlar.

S. Pişirici: Konumuz, başlığı itibariyle geniş bir konu olarak görünüyor. 2018’de Türkiye’de ve dünyada nelerin olup bitmesini beklediğimizi konuşacağız. Türkiye’de Olağanüstü Hal rejimi devam etmekte. Olağanüstü Hal, 19 Ocak gece yarısına kadar beşinci kez uzatılmış durumdaydı. Bu sürenin sonunda Türkiye, toplamda 18 ay yani 1,5 yıldır Olağanüstü Hal altında yaşamış olacak.

Olağanüstü Hal ile birlikte, Türkiye’nin KHK’lar ile yönetilmesi meselesi de devam ediyor. Bu kararnamelerin sonuncusunda da birdenbire beklenmedik bir sıkıntı çıkıverdi. Kararname, iktidar sözcülerine göre, 15 Temmuz askerî darbe girişimi ve ertesi gününde darbecilere direnen sivillerle ilgili herhangi bir yargılama yapılmayacağını öngörüyor. Fakat kararnamenin diline baktığımızda, sanki bu gerekliliğin başka tarihlere, önümüzdeki zamana da yayılabileceği izlenimini doğuruyor.

11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu kararname nedeniyle iki tweet attı. Dedi ki: “15 Temmuz hain darbe teşebbüsüne karşı, arkasına bakmadan sokağa çıkıp direnen kahraman vatandaşlarımızı koruma amacıyla çıkartıldığını düşündüğüm 696 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname’nin yazımındaki hukuk diliyle bağdaşmayan muğlaklık, hukuk devleti anlayışı açısından kaygı vericidir. İleride hepimizi üzecek olaylara ve gelişmelere fırsat vermemek için gözden geçirileceğini ümit ediyorum.’’

Bu tweet’lerin ardından, deyim yerindeyse, Adalet ve Kalkınma Partisi’nde “Çarşı karıştı”. Başta, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, parti sözcüleri 11. Cumhurbaşkanı’na ciddi tepki gösterdiler. Fakat Abdullah Gül geri çekilmedi. “Gerekli gördüğüm durumlarda görüşlerimi açıklamaya devam edeceğim” dedi.

Stüdyodaki konuklarım izin verirse, Fehmi Koru ile başlayalım isterim. Çünkü bu hâdise, Türkiye’de birdenbire siyasetin tüm diğer konularının önüne çıkıvermiş gibi oldu. Yayından önce de Fehmi Bey’e söyledim, burada da tekrar edeyim. Kendi yazısında da ifade etmiş: Abdullah Gül deyince akla Fehmi Bey geliyor. Hatta Fehmi Bey konuşunca, yazınca, bunu Abdullah Gül söylemiş, yazmış gibi değerlendirenler oluyor.

Siz bloğunuzdaki 3 Ocak tarihli yazınızda bunu da çok güzel ifade etmişsiniz ve “Sürekli Abdullah Gül ile birlikte olmasam da ne dediğini, ne düşündüğünü bilecek kadar kendisini tanırım” diye eklemişsiniz.

Bu yazdıklarınızı belki başka yerlerde de konuştunuz, ama Medyascope.tv’nin Açık Oturum izleyicilerine de anlatır mısınız? Hâdise nedir? Abdullah Gül neden böyle bir tepki vermiştir? Bunun arkasında, “Abdullah Gül cumhurbaşkanlığına aday olacak” gibi bir şey aramak gerekli midir? Mesele nedir efendim sizce?

Fehmi Koru : Aslında bu, 11.Cumhurbaşkanı Gül’ün, partisinin çizgisinden farklı görüş açıkladığı ilk olay değil. Daha önce de çeşitli vesilelerle, eğer bir yanlış adım atıldığını düşünüyorsa, o konuda neler yapılması gerektiğini, nazik ve uyarıcı bir dille daha önce de dile getirmişti.

Aslında, dayatılan bu son Kanun Hükmünde Kararname, o hain darbe girişiminin üzerinden neredeyse 20 aya yakın bir süre geçtikten sonra değil de, mesela 20 saat sonra, hatta 20 gün sonra çıkartılmış olsaydı, herhalde ne onun açıklama yapması gerekirdi, ne de Türkiye’de böyle bir tartışma çıkardı. Herkes bilirdi ki bu, “15 Temmuz’la ilgili çıkartılan bir kararnamedir. Dolayısıyla da yapılması gerekenler ne ise yapılacaktır’’ anlamına gelebilirdi.

Ama uzun bir süre geçtikten sonra geriye dönük af mahiyetindeki böyle bir kararname çıkartılırken, bunun ucu açık şekilde anlaşılabilecek bir metinle yapılması, ifadelerin muğlak ve müphem olması, elbette birilerinin “Bu yanlış yapılıyor” demesini getirecekti ve nitekim getirdi de.

Abdullah Gül’ün açıklamasından saatler, hatta günler önce, bu kararname ilk defa kamuoyunun dikkatine sunulduğu andan itibaren, hukuk dili konusunda dikkatli olan, adalet camiası içerisinde yer alan belli başlı isimler, bunun yanlış olduğunu hatırlatma ihtiyacı duydular. Abdullah Gül de, geçmiş deneyimlerinden hareketle, bunun yanlış anlaşılabileceğini bildiği için, böyle bir tepki vermiş oldu. Çok nazik bir dille verilmiş bir tepki bu. Dolayısıyla, ardından başlayan tartışmanın farklı bir biçime sokulması, herhalde ya onun bu açıklamasının anlaşılmamasından ya da müphemiyetin bazılarının zihninde var olmamasından kaynaklanıyor.

Ama maalesef, ben de dahil olmak üzere pek çok gözlemci, bu müphemiyetin devam etmesinin yanlış anlaşılmalara ve hatta yanlış uygulamalara yol açabileceğini; zaten dışarıda sorunlar yaşayan bir ülke konumunda olduğu için bu noktada Türkiye’ye karşı bir havanın daha da yaygınlaşabileceğini hatırlatıyor. O bakımdan da buna karşı çıkma noktasında, Gül bunu dile getirmemiş olsaydı bile pek çok kişi bunu dile getirecekti. Hâlâ dile getirmelerinde de yarar var.

Ben şuna şaşırıyorum: Gül’ün açıklamasından sonra böylesine ters tepki vermek yerine, o mükellefiyetin giderilmesi yönüne gidilseydi ne kaybederdik? Bu sorunun cevabını bulmakta zorlanıyorum. O bakımdan da muhtemelen, Gül’ün bu çıkışının vesile edilip başka bir siyasî sonuç almak için, belli çevrelerin –bu, hükümet tarafından da olabilir, hükümete yakın bilinen kişiler tarafından da olabilir– kullanılmak istenmesi anlamını çıkarıyorum ve bunu da anlamakta zorlanıyorum. Çünkü Gül, AK Parti’nin bir parçası. Onun kurucu kadrosu içerisinde, hatta daha öncesi de var. Refah Partisi ile başlayan siyasî yolculuğun önemli isimlerinden biri. AK Parti hükümetinin ilk başbakanı. Sonra dışişleri bakanı olarak uzun yıllar görev yaptı. 7 yılını da cumhurbaşkanlığı makamında yine AK Parti’nin adayı olarak seçildiği bir seçimin sonucunda geçirdi. Böylesine AK Parti ile iç içe olmuş bir ismin ve varlığın, her halde AK Parti’ye kaybetmek yerine kazandıran bir ismin, böyle sert eleştirilere muhatap edilmesi, yine de benim açımdan anlaşılabilir bir şey değil.

S. Pişirici: Peki, siz yazınızda yine kendiniz sorup bir cevap vermişsiniz. Bunu burada belki ayrıntılı anlatırsınız. Diyorsunuz ki; “Bütün bu mülahazalar içerisinde 2019’da yapılması beklenen Cumhurbaşkanlığı seçimi hesapları yok mudur? Abdullah Gül böyle bir beklenti içerisinde midir?” Kritik soru bu. Cevap nedir?

F. Koru: Türkiye 2019 yılında cumhurbaşkanlığı seçimine gidiyor. Aslında partiler yavaş yavaş kendi adaylarını açıklamaya başladılar. Biliyoruz ki AK Parti’nin adayı Tayyip Erdoğan. CHP de –en son bir televizyon kanalında kendisine sorulan soruya verdiği cevaptan anladığım kadarıyla– Kemal Kılıçdaroğlu’nun aday olabileceği bir süreç içerisinde. Yeni kurulan İYİ Parti’nin Genel Başkanı Meral Akşener, “Benim partimin adayı benim” dedi zaten. Öyle baktığımız zaman adayların yavaş yavaş belli olmaya başladığı bir süreç şu anda devam etmekte. Ama Abdullah Gül 7 yıl boyunca Cumhurbaşkanlığı’nda sergilediği faaliyetlerle, o figürü temsil eden isim olarak, kamuoyunun “Acaba o da aday olur mu?” diye kendisine dönüp baktığı bir isim olarak karşımızda. Ben bunu da normal karşılıyorum. Netice itibariyle her siyasetçi, eğer siyasî hayatının dışına kendisini zorlamamışsa –ki biliyoruz Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra “Ben siyasetin dışında kalacağım” diye bir açıklama yapmadı; tam tersine, “Gerektiği zaman siyasi görüşlerimi kamuoyu ile paylaşacağım” diyen bir siyasetçi– o bakımdan onun isminin akla gelmesi de doğal. Ama kendisinde böyle bir arzu var mıdır? Ben bunu da siyasetin doğası içerisinde, kendisi ifade etmese, hatta zihninden geçirmese bile herkesin, eğer bir imkân varsa, eğer bir teveccüh varsa, böyle bir teveccühe mazhar olduğunda bunu istemesinden daha doğal bir şey görmüyorum. Ama Abdullah Gül’de böyle bir beklenti var mı? Ben şu an zannetmiyorum. Olamaz mı? Olabilir. Ama bu sadece AK Parti adayı Tayyip Erdoğan’a karşı, diğer partilerin adayı Abdullah Gül olamaz diye düşünüyorum. Bunu kendisiyle konuşmuş ve ondan aldığım izlenimle söylüyor değilim. Benim kendi hislerim bu. Ne olabilir? AK Parti’nin de böyle bir arzusu doğarsa –böyle bir arzu şu anda yok tabii– AK Parti’nin içinde olduğu bir denge söz konusu olduğunda, ancak o zaman “Abdullah Gül de aday” diye herhalde düşünülebilecek olan bir isimdir.

Bu akşam bu programda “anlamakta zorlanıyorum” ile biten cümleleri çok sık kullandığımın farkındayım. Bu, AK Parti’ye ters bir şey değil. AK Parti’nin belirlediği sınırlar içerisinde, eğer olabilecekse böyle bir aday çıkması, adayın adının da “Abdullah Gül” olması, AK Parti’ye çok şey kaybettirmez ama kazandırabilir. Tabii ki bu Tayyip Erdoğan’ın varlığını ortadan kaldırmak, ya da Tayyip Erdoğansız bir seçim olması, ya da tek başına Abdullah Gül’ün olduğu, Tayyip Erdoğan’ın olmadığı bir seçim anlamına gelmez.

Netice itibariyle, Abdullah Gül’e ihtiyaç olursa, Abdullah Gül o ihtiyacı karşılamaktan çekinmeyecektir diye düşünüyorum ve bunu da doğal karşılıyorum.

S. Pişirici: Peki. İzleyicilerimiz bilirler, Prof. Yüksel Taşkın’ı defaatle açık oturumlarda ağırladığımızda AKP’nin kitabını yazan insan olarak tanıtmıştım. Gerçekten de Adalet ve Kalkınma Partisi üzerine bir kitabı var. Bu referansın da altını çizdikten sonra, aynı siyasî parti tarafından çıkartılan bir KHK ile üniversiteden uzaklaştırıldığını da ayrıca ifade ederek, soralım: AKP’de çarşı neden böyle karıştı? Tayyip Erdoğan’ın böyle sert tepki vermesinin nedeni ne olabilir? 2018’de bu parti nereye doğru gider?

Yüksel Taşkın: Şimdi bence AK Parti ile ilgili yeterince doyurucu çalışmalar yok. Özellikle örgütü ile ilgili –ki 9-10 milyon üyesi var– doğru dürüst bir çalışma yok. Ben kendimi de katarak bu konudaki verimsizliğimizi bir eleştireyim.

Ben izlemeye çalışıyorum. 2002’den beri iktidarda. Birçok değişik dönemleri oldu. Farklı süreçlerden geçti dünya ve bölgemiz. Yakından izlemeye çalışıyorum; ama çok basit bir şey var aslında: AK Parti “Eski Türkiye”ye demirleme tercihinde bulundu. Tüm yaşadıklarımız bununla ilgili. “Eski Türkiye” nedir? “Güç ve yetkiyi paylaşmayacağım. Tekleştireceğim.” Bunun altındaki paradigma nedir? “Hak ve özgürlükleri artırırsam devlet ve rejim tehlikeye girer. Ve onun amiral gemisinde olan ben de tehlikeye girerim.” Halbuki bizim 1876’dan beri esas meselemiz budur. Öbür rakip paradigma da arada bir baş veriyor. O da şudur: “Hak ve özgürlükleri genişletirsem devlet ve sistem de güçlenir.”

İki paradigma arasındaki rekabette AK Parti “Eski Türkiye”yi tercih etti. Bu şekilde yönetilemeyecek bir ülke burası. Bu şekilde yönetemezsiniz Türkiye’yi. Er ya da geç duvara toslarsınız, krizler doğar. Dolayısıyla AK Parti kurmayları ve Erdoğan, bu kaygan zeminin farkında olduğu için, sürekli “Bu kaygan zeminde arkamızdan bir iş mi çevriliyor? Acaba bizi seçim üzerinden mağlup etmeye çalışanların ince hesapları mı var?” gibi bir düşünce içerisindeler. Tamamen 2019 seçimine odaklanılmış durumda. Ekonomi gibi şeyler ikincil planda.

Bu bir tür obsesyon adeta. Muhalefetin ve farklı odakların her türlü hareketi, yasal ve meşru seçimlerle cumhurbaşkanlığını kazanmak istemesi, iktidarı değiştirmek istemesinin, hükümet yanlısı basın tarafında neredeyse suç ve operasyon olarak algılatılmaya başlandığı, muhalefet etmenin meşru görülmediği, hainlikle özdeşleştirildiği bir dönem. Ama çok bilinmedik şeyler değil bunlar. Dünyada otoriterleşen rejimler bu üslûba başvururlar. İlk başlarda insanlar buna biraz daha alıcıdırlar. Sonra bunun ne kadar birbirini tekrar eden temelsiz bir şey olduğunu idrak etmeye başlarlar ve bu otoriterleşme sürecine dur demeye çalışırlar.

Son referandumun da gösterdiği gibi, bu gidişata “Hayır” demek isteyen kesim hiç de az değil. Dolayısıyla AK Parti kendi yarattığı kaygan zeminde sürekli herkesin bir korkuyla yaşadığı bir Türkiye’de kendisi de korkuyor.

Bir şey daha söyleyeyim: Yanılmıyorsam 696. Kararname. 695 değil, 696 olması lazım. Biz alıştık buna. Ben 2000’li sayılarla telaffuz edilen kararnameler istemiyorum. Ben demokrasiye inanıyorum. Düşünün, bu parti öyle kaygan bir zemin yarattı ki, eşit koşullarda seçime gitmek istemiyor. Son referandumda fil ile karıncalar yarıştı. Televizyona kimin çıkacağını bile belirliyorlar. Ana akım televizyonlara kimin çıkıp kimin çıkmayacağını belirliyorlar: “Şu adam çıkmayacak, artık sakıncalı. Şu partiyi şu temsil edecek” gibi. Bunun arkasında bir özgüvensizlik olduğu çok açık. Bu ne demektir? “Özgür tartışma ortamı olursa biz zemin kaybederiz.” Böyle bir özgüvensizlik, her zaman hem kendisine hem başkasına çektirir. Aslında kolay yol, Türkiye’de demokrasinin önünü açmaktır. Bunun AK Parti kanalıyla olmayacağı belli. Bunu, toplum kendine göre zorlayacak diye düşünüyorum.

Bir de o kararnameyle ilgili bir şey söyleyeyim: Burhan Kuzu, bir anayasa profesörü olarak, anayasa meselelerinde partisinin danıştığı bir kişi olarak, bu metnin aslında 15 Temmuz’dan daha sonraya da uygulanabileceği ile ilgili ifadeler kullandı. Ben de sıradan bir yurttaş olarak şunu soruyorum: Burhan Kuzu’nun bile bu şekilde yorumladığı bir konuda, “Birileri galeyana gelip, milli hisleri kabarıp ona buna saldırdıktan sonra, onu 15 Temmuz kalıbına sokmaya çalışır” diye benim endişe etmemden daha doğal ne olabilir?

Ben bunun olmaması için “Bunu somut hale getirin” diyorum. Hatta işin traji-komik tarafı şu: Bu metnin ne kadar muğlâk olduğunu AK Parti’liler anlamadılar mı? O güne dönün ve yapılan açıklamalara bakın. Aklıselim devreye giriyor gibiydi. Ta ki onlara fren çekilene kadar.

Şimdi burada başka bir şey var: Siyasetin sorun çözemediğine dair feci bir durum görünüyor. Çocuklar kumda oynar ya, onun gibi bir psikoloji var: “Efendim, ben de fark ettim, iyi değil, muğlâk ifadeler var, ama siz de art niyetlisiniz. Ben değiştirecektim, o yüzden değiştirmiyorum.” Karikatürize etmiyorum, psikoloji bu. Böyle olmaz ki. Toplumun talepleri, endişeleri vardır. İktidarın da görevi bunu dikkate almak, çözüm üretmektir. Ama size göre toplum %50’den ibaret, diğer %50 gayrimeşru, gayri milli ise, o toplum kesimleri de “Bunlar bizi öteliyor. Biz de bunlardan kurtulmak için ne yapalım?” psikolojisindeler.

Demokrasi bu tür psikolojileri kaldırmaz. Çünkü demokraside değişim şudur. Hatta bir ülkede demokrasi olduğunun en kesin göstergesi –yakın zamanda bizimkilerin bir zamanlar akıl verdiği Tunus’ta yaşandı; İslamcı partiyle koalisyon vardı, toplum bunu değiştirdi, başka bir partiyi iktidara getirdi– barışçıl bir şekilde iktidar değişmesidir demokrasinin temel özü.

Bizde birileri “İktidarı kaybedeceğiz” diye korkup, meşru olmayan yöntemlere, arayışlara gitmek yerine, çok daha rahat bir şekilde bakabilirlerdi meseleye. Örneğin: “Bu toplum bir dönem bizi nadasa bırakır. Eyvallah deriz, kenara çekiliriz, yeniden hazırlanırız, ayrık otlarını ayıklarız. Yolsuzluk meselelerinde, Yüce Divan soruşturmalarında yapamadıklarımızı Amerikan Mahkemeleri’ne bırakmadan biz hallederiz” diye bakacaklarına, doğal aristokrasi gibi, bu ülkeyi yönetmenin onların doğal hakkı olduğu, seçimle bu milli, doğal uyuşmanın değişemeyeceği gibi bir algıya giriyorlar. Bu, hepimize, onlara ve bütün topluma büyük bedel ödetecek çok büyük bir yanlıştır.

Bu partinin 9 milyon seçmeni var. Bu korkuyu ben anlamıyorum. Ali Bayramoğlu bir yazısında “Koltuğuna sığamayan iktidar” demişti. Senin zaten 9-10 milyon üyen var, basit bir gayretle 20 milyona çıkartabilirsin. Dolayısıyla toplumu rahatlatacak adımlar atabilecek özgüven varken, niye sürekli kriz üretesin? Bu iktidar mensupları içinde bu tür sorgulamalar yapılıyor.

Zaten Gül korkusu da bununla ilgili. Biraz da bununla ilgili birkaç şey söyleyip kapatayım: Biz çocukken bir oyun oynardık. Bir çocuk ebe olur, ağaca yüzünü kapatırdı, arkasını döndüğü zaman bazıları hareket ederdi. Gül 2018’de hareket etti ve mesafesini biraz daha netleştirip durdu. Çok iyi bir yerde durdu kendisine göre. Oradan nereye gideceğini AKP’nin performansına göre değerlendirecek. Dolayısıyla, şu anda Gül’ün bir şey isteyip istemediği konusunu –bence aday olmayı istiyor, ama yanılabilirim–  AKP’nin 2018 performansına göre belirleyecek. Ama bence 2017’yi iyi bir satranç hamlesiyle bitirdi. Diğer taraf da tavlayı daha çok sevdiği için, “Bir an önce hamleni yap” diye zorluyor. Gül, bu tür zorlamalara gelmez, kendi istediği anlarda hamle yapmaya devam ederse, öbür tarafın korkusu daha da artacak ve belki daha da hata yapacaklar. Şu anda süreç bu şekilde, 2018’de daha da belirginlik kazanabilir.

S. Pişirici: Aydın Selcen, siz görevdeyken hiç Abdullah Gül’ün dışişleri bakanlığına denk geldiniz mi? Çalıştınız mı? Tanır mısınız?

Aydın Selcen: Tabii ben Sayın Koru gibi tanırım diyemem, ama hem ilk görev yerim olan Bağdat’ta geçici maslahatgüzarken konuşurduk. Ankara’ya gidip geldim. Daha sonra, Irak Dairesi Başkanı’yken görüşürdüm. Arada Washington’a gidip dönüp, Erbil Başkonsolosu iken de getirdiğim heyetleri Cumhurbaşkanı’na götürdüğümüz için o şekilde tanışıklığımız var. Dolayısıyla kendisi Dışişleri Bakanı’yken, Irak konusu o zamanlar önemli olduğu için, bir anlamda teşrik-i mesaimiz de var, yakın çalışılırdı.

S. Pişirici: Siz ısrarla açık oturumlarda da yazılarınızda da özellikle dış politikada müzakerenin çok önemli olduğunu, zaten dış politikanın müzakere demek olduğunu, soğukkanlılık demek olduğunu hep söylersiniz. Abdullah Gül’ün bu çıkışında dışişleri bakanlığı yapmış olmanın verdiği bir davranış biçimi seziyor musunuz?

A. Selcen: Öyle olduğunu sanmıyorum. Kendi fıtratı öyle. Tanıyanların söylediği, Abdullah Gül’ün ne kadar tedbirli bir insan olduğu, hatta gereğinden fazla tedbirli bir insan olduğudur. Benim belki burada diğerlerinden ayrıştığım nokta şu: 2019 Kasımı’nda bir seçim olacak ve ona doğru yavaş yavaş hazırlıklar yapılıyor gibi konuşuluyor. Seçimin ne zaman olacağı, kendine en uygun zamanda o seçimi yapacak olan Sayın Cumhurbaşkanı’na bağlıdır. Bana sorarsanız, kuvvetle muhtemelen de bu yaz ortasında bu seçim olur ve hepsi bir arada olur.

Y. Taşkın: Siz hangi seçimi kastediyorsunuz? Cumhurbaşkanlığı seçimini mi?

A. Selcen: Evet.

Y. Taşkın: Üç tane seçim var ya, o açıdan soruyorum.

A. Selcen: Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Milletvekilliği seçimi de birlikte olacağı için…

S. Pişirici: Bir de yerel seçim var.

A. Selcen: Yerel seçim var. O Anayasa’ya uyar, uymaz, sanki bütün bunlar –affedersiniz– hâlâ kimsenin umurundaymış gibi. Her şey uydurulur kitabına. Ve bu seçim, ne zaman Sayın Erdoğan kazanacağına aklı keserse, o zaman olur. Bana sorarsanız da 2019 Kasımı’nı beklemez bu seçim. Çünkü ona göre dertler birikir.

Örneğin, biliyorsunuz ben Galatasaray Kongre üyesiyim. Dursun Özbek ne yaptı? Mayıs’taki seçimi 20 Ocak’a getirdi. “Hadi gelin karşıma” dedi. 1 kişi çıktı: Mustafa Cengiz. Bütün yazanlar, çizenler, tavana sıkanlar, oturanlar ne oldu? Kimse yok. Bunun gibi.

Bir de, sahne nasıl düzenlendi? 15 Temmuz 2016’da bir darbe girişimi var. Bu savuşturuldu. Ama ondan sonra, 20 Temmuz’da ilan edilen OHAL’in ötesinde – Başbakan Sayın Yıldırım’ın o zaman söylediği “Biz kendimize OHAL ilan ettik”in ötesinde– artık bir nevi kendine darbe, yani bir darbe girişimi savuşturulduktan sonra, –Yüksel Hoca benden daha iyi bilir– benim görebildiğim kadarıyla “kendine darbe” tonları alan bir hal aldığını görüyoruz.

Bu da yetmedi. Bu şekilde zaten hukuk devleti bir nevi ortadan kalktı. OHAL bu demek zaten, Olağanüstü Hal. Nereye geldik? 24 Aralık 2017’de yayımlanan 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile devletin ortadan kalkması. Devletin kendisi şiddet tekelinden vazgeçmiş oldu. Bu ne demek? Bu, devletin bildiğimiz anlamda ortadan kaybolması demek. Ve böyle bir ortamda ufukta seçim var demek.

Seçim güvenliği tartışılıyor. Bugün ben İzmir Ekonomi Üniversitesi’nden Dr. Zafer Fehmi Yörük’ün, Gazete Duvar’da Nuray Pehlivan ile yaptığı söyleşisini okudum:  “Nevrotik hatırlamaz, tekrarlar” diyor. Ben bunu çok önemsedim, çok açıklayıcı buldum. O tabii işi 1915 Ermeni Soykırımı’ndan alarak “Türkiye tarihi”, “Fabrika ayarları” denilen güvenlikçi yaklaşım, hep “Bu ülkeyi elimizden alacaklar”. Kim alacak? “O zaman gayrimüslimler alacaktı, bir şekilde mübadele, soykırım ile onlardan kurtulduk. Şimdi de Kürtler. Yine elimizden giderse…”

Bu nevroz, Yüksel Hoca’nın da söylediği gibi, “İktidarı bir şekilde elimden alırlar” obsesyonu. Bu iktidardaki mini nevroz. Bir de ülkenin harcındaki büyük nevroz var ve bu siyaseti tıkıyor. Ana muhalefet de buraya geliyor, tıkanıyor. O da onu paylaşıyor. Dolayısıyla bir sıkışmışlık içindeyiz ama buradan çıkışın yolu siyaset. En ufak bir gedik açılacağı görüldüğü zaman –örneğin Cumhuriyet Gazetesi Davası, örneğin bir kişi, Veli Saçılık Ankara’da tek başına çıkıyor, gösteri yapıyor, bir kişi–, buna tahammül edilemiyor. Neden?  Çünkü bir gedik. Veya Semih Özakça-Nuriye Gülmen’in yaptığı eylem gibi — en ufak bir gedik, en ufak bir zaaf alametine tahammül edilemiyor. Çünkü bu sanki sonun başlangıcını işaret eden bir çatlak. “O çatlak, barajda oluşursa duvar yıkılır. Biz de suların altında süpürülür gideriz” gibi.

İşte Sayın Gül’ün söylediği o iki cümle, böyle bir nevrozun depreşmesine yol açtı.

S. Pişirici: Fehmi Bey, sormadan önce Aydın Selcen kendi görüşünü söyledi. Oradan zaten kendisi devam edecektir. Size de sormak isterim: 15 Temmuz 2018 bir Pazar gününe denk geliyor. Seçim yapmak için gayet müsait bir gün gibi görünüyor. Şu sıralar siz duydunuz mu bilmiyorum, ben duyuyorum. Sağda solda konuşulan bir şey bu. Şahane bir gün. “O gün, seçim yapmak için mükemmel bir zaman” deniliyor. Ne dersiniz? Erken seçim beklenmeli midir? Abdullah Gül de böyle bir beklenti içinde olduğu için mi bir şekilde pozisyon almıştır?

F. Koru: Abdullah Gül böyle bir denklemin içerisine kolayca sokulabilecek bir figür değil. “Sanki bir beklenti içinde de, o beklentiyi de seçimin erkene alınma ihtimalini düşünerek şimdiden dışa vuruyor” tarzındaki yorumların doğru olmadığı kanaatindeyim. Ancak erken bir seçim mümkün müdür? Ben bunun mümkün olabileceğini, 3-4 ay içerisinde birkaç kez kendi köşemde dile getirmeye çalıştım. Aslında bütün göstergeler, milletvekili seçiminin, mümkünse cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte vaktinden önceye alınma ihtimalinin varit olduğunu gösteriyor. Ekonomide daha fazla sıkışıklık yaşanmadan, hatta birtakım yan unsurlarla kolaylıklar sağlanarak, ekonominin zora düştüğü belli edilmeden bir genel seçime gidilmesi varit olabilir. Ama bunun tarihi 15 Temmuz 2018 midir? Onu bilemem.

Ayrıca Aydın Bey’in ifade ettiği gerekçelerin de, her zaman siyasetin diline tercüme edilebilecek gerekçeler olduğu kanaatindeyim. Yani siyasîler kendileri için en ideal olan neyse, o sonucu alacaklarını düşündükleri ortamları ararlar ve ona uygun seçimler yaparlar. AK Parti’nin, o çevrenin itibar ettiği kalemlerin zaman zaman erken seçim ihtimali gündeme taşındığında “Böyle bir şey olamaz, AK Parti hiçbir zaman seçimleri erkene alarak yola devam etmedi” tarzındaki yorumlarının da doğru olmadığını düşünüyorum. O zaman, 7 Haziran seçimlerinden 6 ay bile geçmeden gittiğimiz 1 Kasım seçimleri neydi? O bir erken seçim sayılmayacak mı? Demek ki istenirse, seçim tarihleri istendiği şekilde öne alınabilir. Bunun, iktidarın devamı yolunda bir arzuyla irtibatlı olduğu ortada.

Aslında Aydın Bey’in bu gerekçelerine iştirak etmekle birlikte, iktidarın kendisini böyle düşüncelere sevk etmesinin ne kadar doğru olduğu, bence üzerinde durulması gereken bir soru işareti. Kamuoyu yoklamalarına baktığınızda AK Parti’nin oylarında fazla bir düşüş görülmüyor. Nereden baksanız o %40’lık çekirdek tabanını muhafaza edecek görünüyor. Onun üzerine yeni bir şeyler eklemesi de mümkün. Kaldı ki, hem HDP’nin, hem MHP ve İYİ Parti rekabetinin getirdiği, AKP’nin lehine tutumlar var ortada. Yani oyunda düşüş yaşansa bile, 2002 seçimlerinde olduğu gibi, Meclis’te temsilinin azalmayacağı bir durum var. Niye böyle bir telaş içerisinde? Sanki iktidardan kolayca uzaklaştırılabilecekmiş, seçimler kendisini iktidardan uzaklaştırabilecekmiş gibi bir halet-i ruhiyeye kendisini soktuğunu anlamakta zorlanıyorum.

Ama bu telaş, belki de esas endişenin temelini ortaya çıkartabilir. Çünkü ardı ardına yanlışlar yapılıyor. Sadece bu son KHK gibi, kamuoyunda adalet konusunda hassas olan insanları endişeye sevk eden müphem ifadeler değil, mesela KHK’yı da mümkün kılan OHAL’in, her seferinde devamı yönünde bir irade belirlenmesi iktidar için doğru bir şey değil. Netice itibariyle hukuk düzenini bir Olağanüstü Hal içine sokan darbe girişimi, 20 ay kadar geride kaldı. Bu sanki dün olmuş gibi bu havayı devam ettirmek, bir siyasî iktidar için kolay kolay göze alınabilecek bir şey değil gibime geliyor. Demokrasi, insan hakları, kişisel özgürlükler, akademik özgürlük, bütün bunlar bir toplumu o iktidarın devam etmesi yönünde motive edebilecek şeylerdir. Bunların eksikliği belki de endişeyi realiteye dönüştürebilir. AK Parti’nin esas bunun üzerinde düşünmesi gerekir ve zannederim 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de bu çıkışıyla ifade etmek istediği tam da bu nokta.

S. Pişirici: Şimdi dediğinizden hareketle bir şey sormak istiyorum. AK Parti’nin %41 oyu zaten var. Cumhurbaşkanlığı seçiminde %51 alması lazım. Belki öyle demediniz ama “O %11’i de devşirebilir, alabilir, bulabilir” demeye getirdiniz. O oyu nereden bulacak? MHP’den alabileceğini aldı. Bir de İYİ Parti çıktı. Bu bağlamda şunu nasıl yorumlarsınız? Fethullah Cemaati Örgütü’ne karşı darbe sonrası yapılan operasyonların ardından, İtiraz Komisyonları kuruldu. ByLockçular denilerek içeri alındı. Birden, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı 11.480 cep telefonuna, kullanıcıların iradesi dışında FETÖ’nün gizli haberleşme programı yüklenmiştir dendi. Buradan birtakım tahliyeler başladı, insanlar serbest bırakıldı, haklarındaki kovuşturulmalar sonlandırıldı.

Y. Taşkın: O grup içerisinde intihar edenler hariç tabii. Onlar için yapılabilecek bir şey yok.

S. Pişirici: Evet. Bu, AKP gözünde yeni bir seçmen kitlesi konsolide etme çabası mıdır?

F. Koru: Sanmıyorum. Adalet camiasının, sıkıştığı bir köşe ile irtibatlı. Kendisini sadece bir cep telefonu programına kanıt olarak sıkıştırmış bir adalet yapısı var şu anda. O yapı içerisinde, bu 11.480 kişi aslında o programı indirmedikleri halde, indirmiş gibi göründükleri için mağdur edilmiş insanlar. Bunların binlercesi, belki 11 binin tamamı değil ama binlercesi, aylardan beri cezaevinde olan insanlar. Bir kısmı tahliye edildi, belki gerisi de gelecektir. Dolayısıyla adalet camiası bu insanlara yapılmış olan bir yanlışlığı telafi etmek amaçlı böyle bir şeyi Ankara Cumhuriyet Başsavcısı eliyle açıklayarak, kendilerini rahatlatmak amaçlı yaptı.

Benim biraz önce yaptığım değerlendirme milletvekili genel seçimiyle ilgili. Yani ben cumhurbaşkanlığı seçimini ayrı bir kategoride görüyorum. Orada çok daha başka dengeler söz konusu olacaktır. Özellikle muhalefet partileri bir önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde “Çatı aday” adıyla bir ortak aday çıkartmışlardı. Orada kendilerini başarısız olarak gördüler. Oysa kamuoyunun pek tanımadığı bir isimdi Ekmeleddin İhsanoğlu. Belli çevreler dışında bilinmeyen bir isimdi. Buna rağmen gerçekten çatı aday olarak çok da başarısız sayılmayacak bir performans gösterdi. Daha bilinen bir isim oraya çıkarsa –bunun Abdullah Gül olarak yorumlanmamasını özellikle isterim– zorlayabilir muhalefet.

Bir de, AK Parti bu telaş içerisinde, bu endişeleri gidermek yönünde hiçbir adım atmaz ve OHAL ile seçime gidilmesinin kendisi açısından zararlı olmayacağı düşüncesi ile hareket ederse, bunun da kendisinden götüreceği birtakım şeyler olabileceğini düşünüyorum. Ne derece bilimsel ölçülere uyar bu söylediklerim bilemem, ama bir siyaset gözlemcisi olarak uzun yıllar boyunca edindiğim deneyim, bu tür olağanüstü durumlardan kamuoyunun, seçmenin etkilendiğini düşünüyorum. O bakımdan, olumsuz etkilenebilecek seçmenler, hiç belli olmaz, banko aday görülenin karşısında da birleşebilirler. Ve Tayyip Erdoğan için, hiç değilse 1. turda %50’nin üzerinde oy almak çok zor olabilir. Olmalı mı? Bence Tayyip Erdoğan, bu 15 yıl içerisinde önemli bir dönem başarı gösteren bir iktidarın başkanıdır. Şu anda da aynı partinin genel başkanı sıfatını taşıyor. Ancak bu başkanlık sistemi, 2019’da yapılacağı varsayılan cumhurbaşkanlığı seçimi ile birlikte bütünüyle gündeme geleceği için, onun da zihninde canlandırdığı birtakım endişeler olduğu açık. Bunlar da hep düşünüleceği için, kendisini kamuoyuna ve kendi tabanına daha mülayim gösterecek, AK Parti’nin ilk 10 yılını hatırlatacak bir görüntüyü kendisine verecek bir tavra ister istemez bürünme ihtiyacı duyacaktır.

Ama bugünkü duruma ve görüntüye bakarsak, buna pek yanaşacağa benzemiyor AK Parti. Daha sertleşmenin, dışarıdaki gelişmeler istikametinde, Türkiye’nin de bugünden yarına büyük bir tehdit altında olduğu, dış güçler tarafından iktidarın sarsılmak istendiği, bunun Tayyip Erdoğan’ın şahsına yönelik bir iktidardan gönderilme operasyonu olarak algılanmasını istediği çok açık ortada. Bunun kamuoyu tarafından ne derece kabul edilebileceği ya da kamuoyunun ne kadarının bunu kabul edebileceği, şu aşamada doğru tahmin edilebilecek bir soru değil maalesef.

S. Pişirici: Pekâlâ. Yüksel hocam, 2-3 gündür İstanbul’un billboard’larında şöyle bir şey var — zannediyorum Sivil Toplum Platformu adı altında bir yapı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğrafını da koyarak: “Diz çöktüremeyeceksiniz, boyun eğdiremeyeceksiniz, başaramayacaksınız” diye, hedefi meçhul, kime söylendiği meçhul şeyler koymuş.

Şimdi, diğer siyasi partilerde ne olup bittiğini şöyle bir toparlayayım ve onun üzerine hem sizden, hem Fehmi Bey’den, hem Aydın Selcen’den bir yorum isteyeyim. Fehmi Bey’in de demin söylediği gibi, AKP’de, lideri vazgeçilmez kılmaya yönelik, “Erdoğan’a söylenmiş bir söz, Türkiye’ye söylenmiş bir sözdür” algısı yaratmaya yönelik bir çaba; önceki liderin, cumhurbaşkanının, parti kurucusunun kalbini kırmayı göze alarak da sürdürülüyor. Bu burada.

CHP’nin Ataşehir Belediye Başkanı görevden uzaklaştırılmıştı. Bugün Beşiktaş Belediye Başkanı görevden uzaklaştırıldı. Şu anda CHP bir kurultay sürecinde. 3-4 Şubat’ta bir kurultay yapılacak.

HDP’nin durumu çok fena. Eş Genel Başkanları 4 Kasım 2016’dan beri cezaevinde, tutuklu. Halen 8 milletvekili cezaevinde. 5 milletvekilinin vekilliği düşürülmüş durumda. Partinin belediye başkanları hapiste. Birçok belediyesine kayyum atanmış durumda. Hakların Demokratik Partisi’nden ve Demokratik Bölgeler Partisi’nden 94 belediyeye kayyum atanmış durumda — yanlış saymadıysam. 68 belediye başkanı cezaevinde. Daha bugün Diyarbakır milletvekili İdris Baluken 16 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ve yine bugün, Selahattin Demirtaş cezaevinden mektup göndermiş: “Ben 11 Şubat’ta yapılacak Olağan Kongre’de aday olmayacağım” demiş.

MHP, bir küçük AKP tarzında siyaset yapmayı sürdürüyor. İYİ Parti pay almaya, kendini göstermeye çalışıyor — ki onların, sivillerin silahlandırılıp kamplarda eğitim aldıkları iddiası da çok vahim bir iddia. Meclis’te temsilcisi ve grubu olan siyasî partiler açısından iklim bu.

Bu iklimden, 1) Seçim çıkar mı? 2) Demokrasi çıkar mı? 3) Ne çıkar?

Y. Taşkın: Gerçekten uzun yanıtlar gerektirecek zor sorular çıktı bana. Bizi izleyenler arasında AKP’ye oy vermiş, oy verecek olanlar da vardır belki. Ama şunu görmelerini çok isterim: Bugün, yurttaşlarının epey bir kısmını düşman veya tehdit gibi gören bir anlayış hâkim. Bu şekilde algılanmak bizi rencide ediyor. Bizi mağdur ediyor.

6-7 milyon insanın oy verdiği bir partinin eş başkanı hapiste. Kendileri mağdur olduğunda, arabeske varan mağduriyet şerbetini içenler, hatta 28 Şubat’ta daha çok kadınlar mağdur olduğu halde “28 Şubat mağduruyuz” diyen erkek rektörler var. Güzel güzel konuşuyorlar, ama kendi üniversitelerinden imzacıları atmışlar.

Siyaset bilimi literatüründe “Failure state-çökmüş devlet olma” diye bir şey var. Mısır da bölgesel dinamik açısından oraya yakın, öyle bir risk barındırıyor orası da. Daha sonra oraya geliriz, ama Türkiye’nin böyle bir yere doğru gitme olasılığı var. Kendi kendimize yarattığımız kaygan zeminde, önce vatandaşlarımızın meşru yurttaşlar olduğunu, farklı talepleri olabileceğini ve bu farklı düşünmenin onları potansiyel hain veya düşman yapmayacağını görmemiz lazım. Biz bugün bunu tam hissetmiyoruz. İktidarın belli bir kanadı Kürt meselesinin çözüldüğü konusunda ikna olmuş durumda.

Siyaset bilimi ya da siyaset tarihi bilinciniz varsa bu tür kendini rahatlatıcı, aldatıcı, avutucu şeylerin ne kadar sakıncalı olduğunu tarih size anlatıyor. Bu meseleyi kesinlikle çözebilmiş değiliz, sadece erteledik. Erteledikçe –bunu Özal da söyledi, zamanında Erdoğan da söyledi–, bu iş çözülmedikçe daha büyük bir maliyeti oluyor.

Selahattin Demirtaş’ın belli insanlar açısından ağırlığını siyaset tam kavrayamıyor galiba. O içeride yıkılmış değil. Özgüveni yerinde. Hâlâ başkaları için de bir şeyler talep eden bir yerde duruyor. Örneğin şöyle bir yerde duruyor: HDP’nin kendi bütünlüğü içinde bu çizgi net bir şekilde ortaya çıkmış değil; belki çıkar bilmiyorum, haksızlık etmek de istemem; Selahattin Demirtaş şu noktada bence: Türkiye’nin, demokratik standartlarını belli bir yerin üstüne, eskisinden de öteye bir yere çekmesi lazım. Ondan sonra Kürt meselesiyle ilgili adım atılabilir. Tam tersiyle bu iş olmayacak bir yerde duruyor. Bence bu, Türkiye’de demokrasiye inananları da rahatlatacak bir pozisyon. Bu insanları hapse atarak kendi ülkemize büyük bir kötülük yapıyoruz.

AKP ile ilgili mesele de şu: Herhangi bir kurumsal istişare mekanizması yok. Bu parti 2017 yılında, milli şef sistemi ile Türkiye’yi yönetebileceğini sanıyor. Hepimiz birbirimizi kırar dökeriz. Hepimizin canı yanar. Bazıları bunu tehdit gibi algılar. Tam tersine, şunu söylüyorum: Ben de yurdunu seven bir insan olarak, bu zamana uymayan şeylerin dayatılmasının bu toplum tarafından kabul edilemeyeceğine eminim. Bu toplum tepkisini illa sokağa çıkarak göstermeyebilir. Bakın İran halkının da büyük kısmı değişimi sokağa çıkarak yapmak istemiyor; kurumsal mekanizmalarla, seçtiği adaylarla — ki o seçimler de ne kadar seçim, tartışılır.

Bizim petrolümüz, doğalgazımız yok. En büyük birikimimiz 1950’de o seçimi yapmakla başladı ve beşeri sermayemiz çok güçlü. Ve bu ülke beşeri sermayesinin bir kısmını küstürerek hiçbir yere gidemez. Çöker. Dolayısıyla da böyle kritik bir dönemdeyiz. Korku üzerine bir şey inşa etmek gibi bir derdim yok. Tam tersine, Türkiye siyaseti bugün, korkutan, ürküten, komplolarla paranoyaklaştıranların domine ettiği bir alan. Birileri de umut versin.

İktidar o kadar hata yapıyor ki, muhalefetin doldurması gereken muazzam bir boşluk var. Ben iktidar aleyhine ya da muhalefet lehine veya tam tersi bir yerden bakmıyorum. Ülkenin içine düştüğü çukurdan kurtulmak için son derece elverişli şeyleri de var. İnsanlar Türkiye’de –sizin benim gibi ifade etmeyebilirler ama– demokratik hayatın getirilerini seviyorlar. Eğitim yoluyla yükselmeyi de seviyorlar. Bu tür şeyleri korumak da istiyorlar. Demokrasi ile Türkiye’deki kendi kazanımları arasındaki bağı bizim gibi tam görmeyebilirler; ama orada da ciddi bir sezgi var, bu referandumda ortaya çıktı. Dolayısıyla bu ülkeye yakışan şey, o demokratik birikimini yeniden, eskisi gibi değil de, eskisinden daha öteye taşımaya çalışması olacak. Bunun üzerine kurulacak siyasetin er ya da geç başarılı olacağını düşünüyorum. Bence AKP’lilerin bilinçaltında böyle bir şey var. Çok açık ve net olarak, Türkiye’yi eski Türkiye’ye götürdüler. İddianameler… bunları kim yazıyor? Olmaz. Böyle bir şeyi biz kaldıramayız. Bu ülke, 30’ların 40’ların “Milli Şefçiliği” ile götürülemeyecek zaten. Bu çağda bu gidişatla çok büyük bir tahribat yaratacak. Dolayısıyla ülkesini seven insanların –vatanseverlik, milliyetçilik denince kimse mangalda kül bırakmıyor maşallah– bir nebze olsun ülkesini seven insanların bugünkü görevi kutuplaşmayı sona erdirmektir. Özellikle yukarıdan siyasî mesaj veren, Salı günleri grup konuşmaları yapan insanların ülkeyi sakinleştirme borçları var. Şu ülke insanları, en büyük nimetleri olan seçimler yoluyla iktidar değiştirme güçlerinin ellerinden alındığı korkusu yaşıyor. Örneğin Levent Gültekin’in programlarını izliyorum ben. Levent Bey ile twitter üzerinden uğraşanlardan bir kısmı, Levent Bey’in umut vermesinden rahatsız oluyorlar. Halbuki onların da umutlanmaya ihtiyacı var. Tuhaf bir psikolojiye giriyoruz. Levent Bey umut vermese, beraber ağlasak falan gibi bir psikolojide olanlar, aslında tam tersi gerçek bir umut da olmasını istiyorlar.

S. Pişirici: CHP için ne diyebilirsiniz?

Y. Taşkın: “Adalet Yürüyüşü”nden sonra şöyle bir görevleri vardı: Adalet kavramını, Türkiye’nin az önce çerçevesini çizdiğim somut meseleleriyle ilgili çok net ve açık, temkin barındırmayacak şekilde –şurada şunu söylersem şunları ürkütürüm düşüncesine girmeden– ortaya koyması gerekiyordu. O kongreler süreciyle yine partinin meşhur içe kapanan enerjileri söz konusu. Kurultaya kadar geçen vakitte böyle bir şey yapılamadı. Ben şuna inanıyorum — ki Bekir Ağırdır’ın analizleri de böyle, o benden daha fazla veriye sahip: Türkiye’de sahici bir değişimi isteyenler, statükoculardan daha çok. Siz değişimle ilgili doğru mesajlar verirseniz –“Adalet Yürüyüşü”nün üzerine bunu yapmak yakışır zaten– bunun alıcıları, statükocu bazı sert ulusalcıları kaybetmenize neden olabilir. Çok sert ulusalcılar gidebilir, Güven Partisi’nde olduğu gibi. CHP bu şekilde başka türlü bir yere de oynayabilir. Bu temkin siyasetinin aşılması ve Türkiye’ye umut verebilme anlamında yeni bir arayışa girilmesi gerekiyor. Bu da şöyle olabilir. 3 Şubat’ta Kılıçdaroğlu’nun seçileceği kesin gibi. Geçen kurultayda çok olmadığını düşünüyorum; kendi Parti Meclisi ve MYK’sını bu şekilde bir dönüşüm kurabilecek insanlardan oluşturmak için özellikle ağırlığını bu dönemde koyarsa, belki bu anlamda olumlu bir şey olabilir. Orada partinin kendi içine yönelen enerjisinin –ki 70’lerden beri bu böyledir aslında, çok içeriye harcanan enerjiler– artık dışarıya kanalize edilmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye’de bir rejim ya da sistem, eski anlamıyla “müesses nizam” yoktur. Dolayısıyla, korunacak bir şey yoktur, kurulacak bir şey vardır. Oraya oynayan ve korkutmayan, umut veren, parlamenter sistemin yeniden kurulacağı değil, “Parlamenter sistemin içinde olacağı bir Türkiye hayal ediyoruz” üzerine, sadece CHP’nin değil, bütün muhalefetin de çalışması gerekir. İYİ Parti ve HDP mevzularına giremedim; çünkü Aydın Bey’in de konuşma hakkı var. Sonra bir tur daha olursa konuşuruz.

S. Pişirici: Aydın Bey ?

A. Selcen: Fehmi Bey’in söylediği %40, biraz artıyor, biraz azalıyor. Kamuoyu yoklamaları bunu gösteriyor. Gerçekten de ne olursa olsun burada duruyor. İkincisi, yurtdışına yönelik; yani Kudüs konusu hemen 2 puan getiriyor. Almanya’ya, Hollanda’ya, Trump’a yüklenmeler, bunlar hep işliyor. Her seferinde mi işliyor? Her seferinde işliyor tuhaf bir şekilde.

Diğer taraftan, şöyle bir şey biliyoruz: Sayın Kılıçdaroğlu’nun popülaritesi CHP’nin popülaritesinden düşük. Diğer taraftan, Tayyip Erdoğan’ın popülaritesi ise partisinden büyük. “Ben varsam siz varsınız. Ben kazandırıyorum” gibi oluyor. O %40, Sayın Erdoğan’ın sayesinde. Başka bir öngörüde bulunursak, “CHP olmasın da kim olursa olsun” diyenlerin sayısı, “Erdoğan olmasın da kim olursa olsun” diyenlerden fazla. Ama yine de –Fehmi Bey de, Yüksel Hoca da değindiler– bu iki turlu bir seçimdir. İkinci bir aday oraya burnunu sokabildiğinde –bunu Gazi Koşusu’na benzetmiştim– o ikinci adayın nereden çıktığına bağlı. Yani ne kadar geriden gelebilir? Oradaki konuşma şu: Eğer ikinci tura kalınırsa, ikinci tur oluyorsa, Sayın Erdoğan’ın ekstra alacakları nerede? %40-%45’le kalmak, bu, normal, bunu şimdiden kestirmek güç.

Benim söylemeye çalıştığım: 20 Temmuz OHAL ilanı, 24 Aralık 2017’de yayımlanan 696 KHK sonrası Türkiye’de bir boşlukta yaşıyoruz. Yani bir “interregnum/ hükümdarsız ara dönem” denebilir. 1918-1923 arası dönem gibi. Bu, bir hukuk boşluğu. Çünkü biz resmen bir tek-parti, parti-devlete dönüşmüş durumdayız. Onun bir reisi var. İşte bu billboard’lara konanlar da bunu gösteriyor zaten. Bu bir “reisçi rejim değişikliği” oldu. Bunun adı konmadı. Kanunda öyle mi? Yazıyor mu, yazmıyor mu? Yaşanan bu — fiiliyatta.

Benim Bağdat’ta göreve başlamam 2003 Eylül ayında. Aşağı yukarı, AKP’nin iktidara gelmesiyle ilk kucağında bulduğu Irak konusuydu. Malum, tezkere meseleleri vs. Bunlara değinmeyeceğim. Ama o günden bugüne baktığımız zaman –ki dış politikada fazla tecrübesi olmayan bir kadroydu bu– ama iyi tarafı, statükonun dışından gelen, dönüştürücü, Yüksel Hoca’nın dediği müesses nizam, yerleşik düzen, buna “derin devlet” deyin, “asker” deyin… O zaman neydi? Bunlar kanun dışına da çıkmayı göze alan, deyim yerindeyse “dirsek kullanarak” AKP’yi çerçeveye sokmayı ya da iktidardan alaşağı etmeyi düşünüyorlardı. Art arda neler yaşandı? ABD, Irak’ta üç haftada rejimi devirdi. O zamana kadar, pos bıyığıyla atıp tutan, acayip mitingler yapan, havaya tek eliyle ateş eden Saddam Hüseyin, bir tavuk kümesinde bulunup idam edildi.

Yakın döneme gelelim: Arap Baharı’nda Kaddafi –Putin’in bunu sürekli seyrettiği, bundan çok etkilendiği söylenir Suriye siyasetini kurarken– çok korkunç bir şekilde şekilde bir lağım deliğinde ya da su deliğinde bulundu ve orada linç edilip öldürüldü. Mübarek devrildi. Mursi, sanki orada Türkiye oyunu kazanıyormuş gibi “İhvan enternasyonali” denebilecek şekilde, onun ilk meyvesi oldu. “Biz ABD ve Suudilerle bir arada bunu yapıyoruz” gibiydi. Ne oldu? Aynı ekip, bir anda Mursi’yi alaşağı etti, bir diktatör getirdi. Biz, açıkçası açıkta kaldık bu konuda. Bunlar olumsuz, ters anlamda örnekler.

Öbür tarafta Beşar Esad da yerinde kaldı. Ne yaparak kaldı? Yaktı, yıktı, iç savaş gördü. Her türlü insan haklarını ihlal etti. Ama yerinde kaldı. Yanına Putin’i aldı, kaldı. Bizim hedefimiz, bu saydıklarımız, bizim, AKP iktidarında ve Sayın Erdoğan’ın da bizzat yaşadığı, gördüğü –kuşkusuz onun elinde daha fazla bilgiler vardır– örnekler.

Bir tarafta, sanki demokrasiye alternatif varmış gibi… İşte, yanı başımızda Putin var. Medya yok, muhalefet yok. Bir tane cılız muhalif aday olarak Aleksey Navalny vardı, Onun da adaylığını yasaklayıverdiler. Mart ayında orada seçim var. Banko. Zaten popülaritesi %60’ın üzerinde. Navalny girse de %10-%13 alacaktı. İşte tahammül edilemiyor en ufak bir gedik açılmasına. Gerçi Putin bin küsur gazeteci ile basın toplantısı yapıyor. O yönüyle hakkını verelim, ama demokrasinin varlığından söz edemeyiz.

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping bunu açık açık söylüyor zaten. “Bir alternatif mümkün. Bizimki bir parti-devlet. Komünist Parti’nin başı, Silahlı Kuvvetler’in başı, her şeyin başında ben varım. Kontrollü bir şekilde götürüyoruz” diyor. Sanki, buralardan bize yanlış esin kaynakları oluşuyor diye düşünüyorum. Tam aksine bizim, laik –çünkü laiklik bir vitrin süsü değil cumhuriyetin taşıyıcı sütunu–, çoğulcu, katılımcı, hukuk devletine dayalı bir cumhuriyete ihtiyacımız var. Ana muhalefetin de, devletçiliği bir yana bırakıp, cumhuriyetçiliğe oynaması ve “Bu ortak evimizi nasıl koruyabiliriz, –ilk başta belirttiğim, Zafer Yörük’ün değindiği– şu nevrozdan nasıl çıkar da Kürt meselesi ile yüzleşebiliriz? Demokratik bir parlamenter Türkiye Cumhuriyeti’ni nasıl kurarız?” bunu araştırması, yaratıcılık ve bir aciliyet hissiyle –madem önümüzde kongreleri de var CHP’nin– buna bir çözüm üretmesi gerekir.

S. Pişirici: Bizim programımız diğer açık oturumlar gibi saatlerce sürmüyor. Ama programı 10-12 dakika daha uzatmak istiyorum. Şu dışarı konusunu konuşalım istiyorum. Uzun zamandır komşularımızda savaşlar var, sorunlar var.

Y. Taşkın: Aydın Bey başladı zaten iyi oldu.

A. Selcen: Bir de İran var tabii. Ben İran’a değinmedim. Şu anda yaşananlar asıl İran’ı da etkiliyor.

S. Pişirici: Yine sizinle oradan başlayacağız. Fehmi Bey ve Yüksel hocama geleceğiz. İran ile başlayalım. İran’da neler oluyor? Suriye ve Irak’ta neler olacak? Bölge için ne düşünüyorsunuz?

A. Selcen: İran’da –adına toplumsal huzursuzluk mu denmeli? halk ayaklanması mı denmeli? halk ayaklanmasının başı mı denmeli?–  bir şeyler olduğu ve izlenmesi gerektiği aşikâr. Çünkü bu, İran’da alışılmış bir şey değil. 2009’dan bu yana, bu ölçekli halk hareketlenmesi olmadı. Ben İran uzmanı değilim, ama İran’ı bilenler hep bunu söyler: “Tarihsel olarak belki 1000 yıl geriye de gitseniz, iki sınıflıdır” denir. Bir en üsttekiler var, bir de alttakiler. Yani, bizdeki gibi arada farklı katmanlar yok. Üstteki katman, Şah’ın devrilmesinden sonra… Aslında “Demokrasi geliyor” diye onlardan da katılanlar vardı tabii.

Ama ne oldu? 1979’dan sonra, iki sene içinde, 1981’de Humeyni bunu halletti. O gruptan ne kadar varsa, Fransa ve özellikle ABD’ye kapağı atabilen attı. Şimdi olan nedir? Şimdi en alttakiler –hatta kimilerine göre Ahmedinejad seçmeni– ayaklanmış durumda. Bunun iticisi, ekonomik sebepler. Çünkü Ruhani iktidara geldiğinden beri, birkaç senedir ekonomik olarak belli belirsiz bir kemer sıkma siyaseti uyguluyor. En alttakiler, İran’ın yaptığı nükleer anlaşmadan ekmek alamadı, bunun bir faydasını göremediler.

Bizler burada oturup “Nükleer anlaşma iyi oldu. Bölgede daha barışçıl hava geldi” diye yorum yapıyoruz. Fakat bunun bir faydasını görmedi en alttakiler. Ayrıca, Trump gelip “Çöpe atabilirim”i devreye sokunca, bu dışarıdan gelen yatırımlar iyice askıya alınmış oldu. Onun için, Ruhani’nin de iddiası daha demokratik, daha yumuşak, daha ortayolcu olduğu için, o sertlikte tepki gösteremedi. Kuşkusuz İran’ın elinde bu aletler var. Sertlikle bunu bastırabilir. Böyle bir durum var.

Ekonomik olan bu motivasyon siyasî mesajlara dönüyor. Siyasî mesajlar renkli, farklı farklı anlamında söylüyorum. Diğer taraftan, bu iş Tahran’dan başlamadı. Bunun haritasını, çetelesini tutanlar var, bunlara bakıyorum gün be gün. İran’ın, çeşit çeşit, çok küçücük yerleşim birimlerinde de bu tür harp hareketleri gözleniyor. Bunun neye evrileceğine bakmak lazım. “İran’da rejim değişmez” diyerek hemen kestirip atmamak lazım. Bunlardan biraz geri durmak lazım. İran, 70-80 milyonluk ülke. Tarihi de malum.

Y. Taşkın: Anlamaya muhtaç olduğumuz bir ülke.

A. Selcen: Biraz anlayıp, dinlememiz gerek. Her an her şey olabilir. Ama bunun, demin saydığım o kanlı biçimde devrilen veya hayatta kalan tek adamlara göre, İran’ın da çok yakından izlendiği açık. Çünkü Sayın Cumhurbaşkanı Ruhani ile telefonla görüştü. Dışişleri Bakanı Zarif ile görüştü. Sanki rejimden yana tavır alır gibi. En azından bölgedeki diğer Arap ülkelerinin öyle anlayacağı konuma kendini koydu. Suriye’de ise…

S. Pişirici: Siz oraya geçmeden bir şey söyleyeyim, öyle devam edin.  Enteresandır, bugün Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, bu konuda da bir açıklama yapıyor.

A. Selcen: “Halk gösteri yapabilir” diyor.

S. Pişirici: “Sayın Ruhani’nin de ifade ettiği gibi vatandaşların demokratik protesto hakları mahfuzdur” diyor.

A. Selcen: Evet. “Ama binalara zarar gelmesin” diyor.

S. Pişirici: İkincisi — tabii bu da bir bilgi: İran’da Devrim Muhafızları Luristan, İsfahan ve Hamadan’da sokağa inmiş. İlk olayların başladığı yer galiba Luristan’dı. Ali Caferi “İzin vermeyeceğiz” demiş.

A. Selcen: Hem Devrim Muhafızları sokağa indi. Ordudan da “Gerekirse müdahale ederiz” diye açıklama geldi. Elimiz tetikte durumu var. Onlar da henüz bunu yapmadığına göre, demek ki “Bir bakalım, izleyelim” diyorlar. Bazıları da “Bu dalga belki Ruhani’yi alır götürür de biz başka tarafa gideriz” diyor.

Y. Taşkın: Esad’ın hatasını unutmuyorlar, hemen sertlikle yanıt vermek istemiyorlar.

A. Selcen: Suriye’de de malum IŞİD’in sonu geldi. Evet, IŞİD belki bir marka olarak devam edebilir, bunu başka zaman konuşuruz. Esad’ın görünür gelecekte yerinde kaldığı ortada. Fırat, adı konmamış bir sınır. Yerli yerinde duruyor. ABD ile Rusya arasında bir uzlaşı var. Bu bizim için iyi midir, kötü müdür? Onu Ankara’nın düşünmesi lazım. Çünkü şu bir gerçek ki, Amerika destekli olan tarafta Kürtlere silah yardımı devam edecek. Savunma Bakanı Mattis “Sahada daha fazla diplomat göreceksiniz” dedi.

Diğer taraftan, Ruslar da daha yerinden yönetime cevaz veren, Suriye Arap Cumhuriyeti’ni, Suriye Demokratik Cumhuriyeti’ne değiştiren, bir şekilde Kürtleri işin içine katacak bir anayasa taslağı dolaştırıyor. Ve ilk adı “Suriye Halklar Kongresi” olan, şimdi “Suriye Ulusal Diyalog Kongresi”ne dönüşen bir kongreyi toplamaya çalışıyor. Buna da Kürtlerin bir şekilde geleceği açık. Ne Rusların, ne Amerikalıların bu tür bir –buna federal demek için daha erken– yerinden yönetimin güçlü olacağı bir Suriye ile sıkıntısı yok. Onların beklentisi istikrar.

“Kürt” deyince bir anda şalteri atan bir Türkiye var. O anlamda da, “Fırat Kalkanı bizim için çok süratle diplomatik bir ayakbağına dönüşecektir” diye bir endişem var. Diğer yandan da İdlib’de ufak tefek hareketler başladı. Hem Putin “Yerinde imha edilecektir” diye söyledi. Hem de Lavrov “Bunları süpürüp atacağız” dedi. İdlib’deki El Nusra’cı türevlerinin süpürüleceği yer de maalesef bizim sınırımız.

Zaten ortadan kaybolan IŞİD’çiler’in –en uzun sınır Türkiye’yle olduğuna göre– Türkiye’ye geçip geçmedikleri konuşuluyor. Bu durum bizim açımızdan da bir güvenlik kaygısı yaratmalıdır. Mevcut iktidar madem ki hep “Yerli ve milli” diyor, şu dış politikanın da “Yerli ve Milli”sini bulup, sınır ötemizdeki Kürtlerle doğrudan görüşme kanallarını açarak o adımları atmak lazım.

Öbür taraftan, Irak’ta da Mayıs’ta yine seçim var. Irak Kürdistan Bölgesi’yle, Bağdat arasında maaşlara dair ilk ufak tefek görüşmeler başlamış durumda. Ama Fişhabur –yani boru hattının geçtiği, ölçüm cihazının olduğu yer–, Türkiye ile olan sınır kapısı Habur ve havaalanlarının denetimi Bağdat’a geçmeden tam bir uzlaşıya varılamayacak. Ve Erbil’in müzakere eli, yok denecek kadar zayıf. Ayrıca, ikiye bölünmüşlükleri de o kadar fazla ki bence Irak Kürdistan Bölgesi, en azından bir nesil için idarî varlığını yitirmiş durumda.

S. Pişirici: Fehmi Bey, varsa bir sözünüz, sizden İran’la başlayarak, Suriye ve Irak’ı da içeren bir değerlendirme alayım.

F. Koru: Benden mi istiyorsunuz?

S. Pişirici: Evet efendim, sizden.

F. Koru: Kısa bir şey söylemekle yetineceğim ben. Aslında bölgemiz, son gelişmelerle daha önce pek öngörülmesi mümkün olmayan bir duruma geldi. Kartlar yeniden karıştı. Daha önce müttefik olarak bilinen ülkeler arasında açılmalar meydana geldi. Katar ile diğer Körfez ülkeleri arasında olduğu gibi. Suudi Arabistan, aslında uluslararası politika meselelerine pek burnunu sokmayan ülke görüntüsündeyken, şimdi bölgede söz sahibi bir ülke haline dönüşmenin arayışları içerisinde. İran kendisine çok geniş bir alan açma hazırlığı içerisindeyken, iç sorunlarla karşı karşıya. Irak, Suriye, Libya…  bunlar bildiğimiz anlamda devlet kurmaktan çok uzaklaşmış haldeler.

İsrail artık kendisine çok güvenen bir ülke haline dönüştü. Ve Trump’ın başkanlığa gelmesinden sonra ABD’yi tamamen arkasında hissediyor. Dolayısıyla da bölgeye kendisinin arzu ettiği türden bir biçim vermek için elden gelen gayreti gösteriyor. Bunlar Türkiye için gerçekten tehdit oluşturan yeni gelişmeler. Türkiye ise, hangi tarafta yer alacağına tam karar verememiş gibi görünüyor. Bir yandan NATO ülkesi. ABD ile sorunlar yaşasa bile “müttefik” ilişkisini sürdürmek çabasında olması gerektiğini hiç değilse düşündüğünü belli ediyor. Ama öte yandan da bir NATO ülkesi olmasına rağmen, NATO’ya karşı üretilmiş olan bir füze sistemini Rusya’dan alma hazırlığı içerisinde.

Böylesine karışık bir ortamda, bir siyasî iktidarın dış politika belirlemesinde bugüne kadar kullandığı enstrümanların pek işe yaramayacağını, geriye çekilip ciddi bir düşünce sürecinden sonra, müttefiklerini veya tehdit olarak gördüğü unsurları yeniden belirlemesi gerektiğini, düne kadar tehdit gördüklerinin belki içlerinden bazılarını seçerek yanımıza kazandırmanın yolunu aramaları, düne kadar müttefik bildiklerimize de, ”Ne oluyorsunuz? Biz hâlâ müttefiksek, şunlara hassasiyet göstermeniz gerekir” tarzında, ama bunu da bir diplomasi nezaketi içerisinde gündeme taşımalarını beklentisindeyiz. Türkiye şu anda gerçekten çok çok nazik bir dönemden geçiyor. Bölgedeki gelişmeler, her biri ayrı ayrı ülkeleri ilgilendiriyor gibi gözükse de, sonunda bir biçimde Türkiye’yi ilgilendirir bir halde.

Bu programın, son dış politika kısmına gelinceye kadarki kısmında konuştuğumuz ve galiba konuşmacı olarak hepimizin üzerinde ortak olduğu, genel ilkeler yani, demokrasi, hukuk devleti, laiklik, bütün bu kavramlar üzerinde toplumsal bir mutabakatı sağlayacak tarzda gelişmeler yaşamamızı daha doğru olarak gördüğümü burada ifade etmek isterim.

S. Pişirici: Peki, Yüksel hocam?

Y. Taşkın: Ne kadar sürem var?

S. Pişirici: 3-4 dakikanız var.

Y. Taşkın: İran’a çok sempati duyan ve takip etmeye çalışan bir insanım. İran uzmanıyım demiyorum. Ülkemizde İran uzmanı falan yok. Ortadoğu ile ilgili uzmanlık da çok zayıf. Dolayısıyla, ne görmek istiyorsak onu söylüyoruz.

2009’da biraz daha yakından bakmak şansım olmuştu. Liderli bir hareketti. Musavi’nin başkanlığının çalınması üzerine, müthiş sükûnet sahibi bir hareketti. Bu tam Gandi tarzı bir eylemdi. Bu eylemlilik tabii ki kaba güçle bastırıldı. 2009’un merkezinde Tahran vardı. Galiba bir orta sınıf önyargısı var dünyanın ve bizlerin de. Entelektüeller ve orta sınıf ağırlıkta olduğu zaman ilgimizi daha çok çekiyor.

Burada baldırıçıplaklar biraz daha önde. Tahran pek devreye giremedi. Dolayısıyla aydınları ve orta sınıfı çok görmeyince, pek adamdan saymıyor gibi bir tavır içerisine girebiliyor dünya — yani bu işlere bakanlar. Fakat bu tür şeyler daha tehlikeli olma istidadında. Confrontation” yani yüz yüze çatışmaya daha açık olabilir.

Mesela hayırlı olan şu olurdu: Bu sürecin, rejimdeki şahinlerin elini güçlendirebilecek bir yere evrilmesinin mümkün olduğunu düşünüyorum. Eğer sertlikle bastırırsa, şahinler, “Bakın, gördünüz mü? Ruhani bunları şımarttı” diye düşünür. Halbuki bu kendi kendine sürümlenir. Ruhani’nin de yapmaya çalıştığı bu. Ruhani biliyor aslında oradaki esas şeyi.

İran’da iç bölünme var. Bir grup insan, Suriye, Irak gibi yerlere müdahil olarak bir tür şahin politikacı hattıyla reformcuları çevrelemeye çalışıyor. Reformcular, “Önce ekonomi” diyorlar. Dış politikadaki o şeyleri çok fazla tasvip etmiyorlar. Sloganlara da yansıdı bu. Şahinler ise kaybettikleri zemini bulmak için, aynı Türkiye’de olduğu gibi, “Dört tarafımız düşmanla çevrili zaten. Ne hakkı, ne hukuku? Varoluşsal bir mücadele veriyoruz. Söz konusu İran ise gerisi teferruatta kalır.” Bu iç gerilim tabii ki dış politikaya da yansıyor.

Suudilerin de iç gerilimi var. İktidar mücadelesi dış politikaya yansıyor. Türkiye’de insanlar konuşurken, “İran’ın şu kadar devlet geleneği var. Suudiler şunları şunları biliyor.” Bence biz aktörlere böyle büyük büyük şeyler atfetmeyelim de, iç gerilimlere bakalım.

Türkiye’nin de muazzam bir iç gerilimi var. Dış politikada hata yaptırıyor. Biz şimdi içeride toplumsal barışı tesis etseydik en azından şu kompleksimizi yenebilirdik. Bir tane basit şey: Irak’ta, bizim dışımızda bir süreçle, federal bir çözüme gidildi. O federasyon olduktan sonra, biz Kürtlerle altın çağımızı yaşadık mı, yaşamadık mı Irak’la? Şunu söylemek istiyorum: Rejimden bağımsız olarak, niyetin komşunla iyi ilişki kurmak ise yapabiliyorsun demek ki.

Suriye’de statükoyu değiştirmeyi öneren, düşünen Rusya ve ABD gibi, biz de statükoyu eski Esadcı… Bu pozisyon kazanabilir mi? Buradaki iktidar bölüşümünde 2011’e kadar vatandaşlık bile verilmiyordu on binlerce Kürd’e. Üvey evlat konumundalardı orada. Türkiye şunu söylese ne olur? “Biz orada Kürtlerin kendilerini güvende hissettikleri, demokratik mekanizmalara katıldığı bir çözüme sıcak bakıyoruz” deseydi ne kaybederdi? İç ve dış gerilimlerde, sağduyu, aklıselim, ortak akıl olmadığı için orada da yalpalıyoruz.

Bu konu uzatılabilir, ama ben demin satır arasında, Mısır’ın çok ciddi bir iktisadî ve siyasî kriz içinde olduğunu söylemeye çalıştım. Fil gibi bir şey Mısır. Mısır, İran ve Türkiye huzursuz olduğu zaman, bölge dış müdahalelere daha açık oluyor. Tam tersi bir şeyle bitireyim. Bu bölgede istikrarın sağlanabilmesi için mutlaka ama mutlaka –her konuda anlaşmaları gerekmiyor tabii– Mısır’ın, Türkiye’nin ve İran’ın aynı masa etrafında yan yana gelebilmeleri gerekiyor. Bu, her konuda hemfikir olsunlar anlamına gelmiyor. “Yerli ve milli” diyorsun ya, bu da onun bir parçası.

Fehmi Bey’in dediğine de katılıyorum. Bir sakinleşme ve geri çekilme yaşamamız lazım bir nebze. Çünkü şu aralar olacak şeylerde, çok fazla etkimiz olmayacağı için daha fazla küçük düşmeden ve yıpranmadan biraz topuklamakta fayda var. Ama yeni bir oyun planı, Türkiye’nin en büyük yumuşak gücü, en değerli şeyleri olan laiklik, demokrasi, beşeri sermayesiyle muazzam bir sıçrama –iktisadî anlamda– yapabilen bir ülke olarak, bölgeye bu şekilde yeniden bir dönüş olmalı.

Son bir gözlemimi aktarayım: Herkesin, Türkiye’nin Ortadoğu’daki esas etkisinin ne olduğu konusunda farklı fikirleri var. Ben Türkiye’nin seküler demokratik birikiminin esas Ortadoğu’da etki yarattığını düşünüyorum. Benim şahsen oradaki gezilerimde, halk nezdinde gözlemlediğim şey budur. Yüksek siyaset konusunda anlatılanların çoğu da fasaryadır diye düşünüyorum.

S. Pişirici: Yüksel Taşkın, Fehmi Koru, Aydın Selcen, çok teşekkür ederim katkılarınız için. 2018’in ilk Açık Oturum’u burada sona erdi. Önümüzdeki günlerin sakin ve açık fikirli günler olmasını dileyerek programı kapatalım. Haftaya başka bir konuda, başka konuklarla görüşmek üzere. İyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.