Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum (120): Mesut Yeğen ve Suat Kınıklıoğlu ile AKP-MHP ittifakı, Abdullah Gül krizi & Demirtaş’ın kararı

Yayına Hazırlayan: Tania Taşçıoğlu

Sedat Pişirici: İyi akşamlar. Medyascope’da 120. Açık Oturum’da karşınızdayız. Bu akşam üç konuğumuz olacağını anons etmiştik daha önce. Stüdyoda Prof. Mesut Yeğen ile birlikte olacağız. Hocam, hoşgeldiniz.

Mesut Yeğen: Hoşbulduk.

Pişirici: Skype üzerinden Washington’dan gazeteci Amberin Zaman’a, Stockholm’den de Suat Kınıklıoğlu’na bağlanacağımızı anons etmiştik. Suat Bey bağlantıda. Hoşgeldiniz.

Suat Kınıklıoğlu: Hoşbulduk. Sağolun.

Pişirici: Fakat Amberin Zaman’la şu an itibariyle bir bağlantı sorunumuz var. Bir türlü Skype ya da başka bir yol ile iletişim kuramadık. Biz yayında konuşurken, arkadaşlarım Amberin Zaman ile temas kurmaya onu tekrar yayına almaya çalışacaklar. Alabilirsek Amberin Zaman da Açık Oturum’a katılmış olacak. Bağlantı kurulamazsa biz Suat Bey ve Mesut Bey ile devam edeceğiz.

Efendim, anonsumuzda da gördü izleyicilerimiz: Recep Tayyip Erdoğan- Abdullah Gül gerilimi, Devlet Bahçeli’nin bu gerilimden sonra ortaya çıkıp “Bizim adayımız Recep Tayyip Erdoğan’dır” demesi ve gündemi birden başka bir yere çevirmiş olması ve üçüncüsü de, Halkların Demokratik Partisi’ndeki gelişmeler. Hâlâ cezaevinde bulunan Eş Genel Başkan Selahattin Demirtaş’ın 11 Şubat’taki kongrede aday olmayacağını açıklaması. Bu, en azından HDP çevrelerinde tartışılırken, birdenbire önceki dönem HDP milletvekillerinden Hasip Kaplan’ın twitter’daki paylaşımlarıyla bambaşka bir mecraya sürüklenen HDP içi tartışma — ki şimdi kamuoyuna da mal olmuş durumda.

Hocam, izin verirseniz Suat Bey ile başlayalım. İzleyicilerimiz Suat Bey’i bilecek. Kendisi halen STRATİM’in (Stratejik İletişim Merkezi) direktörü olsa da, eski bir AKP milletvekili. Dış İlişkiler Başkan Yardımcısı’ydı. Dolayısıyla AKP’yi bilen bir insan olduğunu her Açık Oturum’da ifade ediyoruz. O nedenle önce Suat Bey’den başlayalım istiyorum.

Kısaca özetlersek: Ne oldu? 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 696 sayılı KHK’nın 121. maddesi üzerine attığı tweet’te: “Buradaki düzenleme 15-16 Temmuz’daki darbeye direnen sivilleri kapsamayabilir, başka bir yöne gidebilir. Bu değiştirilse iyi olur” dedi. Ardından, şimdiki Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı, yol arkadaşı Recep Tayyip Erdoğan’dan acayip bir tepki gördü. Başka milletvekilleri, AKP yöneticileri, troll denen kişiler bu tepkiyi sürdürdü. Geri adım atmadı Abdullah Gül. “Görüşlerimi açıklamaya devam edeceğim, biz ifade özgürlüğü üzerine kurulmuş bir partiyiz. Başka türlüsü de benden beklenemez” anlamına gelen sözler söyledi. Ama o tepkisi sürdü Recep Tayyip Erdoğan’ın. Daha önce “Kemal’in kayığına binenler” dediği, Abdullah Gül ve başka AKP’lilere, bu kez de “Trenden indiniz, binemezsiniz” gibi laflar söyledi. Sizce ne oluyor AKP’de? Recep Tayyip Erdoğan, neden Abdullah Gül’ün tweet’ine bu denli sert tepki gösterdi Suat Bey?

Kınıklıoğlu: Sözlerime başlarken –ki aslında bu vereceğim cevapla da doğrudan ilgili–, benim 2007’de katıldığım AKP ile bugünkü AKP olarak adlandırdığımız siyasî aktör arasında çok büyük bir fark olduğunun altını çizelim. Aslında Sayın Cumhurbaşkanı’nın Abdullah Bey’in tweet’ine ve ifadelerine yönelik tepkisi, esasında Abdullah Bey’in bu değişimin ve bu değişen yeni siyasî aktörün bir parçası olmadığının altını çiziyor. Bugün Türkiye’deki en temel, en homojen, en kalabalık seçmen kitlesi muhafazakârlar ve eski merkez sağ diyebileceğimiz ve şimdi muhafazakârlarla aynı orantıda oy eğilimleri olan bir kitleden bahsediyoruz. Bu, bazı araştırmacılara göre %30-35’ten başlayıp %40-45’e kadar giden, benim tahminim, %30-35 civarında bir çekirdek seçmen kitlesi var. Hiç kimse bu seçmen kitlesinin sahipliğini bırakmak istemiyor.

Ben, Türkiye’de Dışişleri Bakanlığı yapmış, Başbakanlık yapmış, Cumhurbaşkanlığı yapmış birisi olarak Abdullah Bey’in, kendisini bir nevi âkil adam olarak konumlandırdığını düşünüyorum. Bu âkil adam konumundan zaman zaman Türkiye’nin önemli meseleleri ile ilgili yorum yapmayı, tavsiyede bulunmayı uygun buluyor. Ve çoğu zaman da yaptığı yorumların yapıcı olduğunu ve üslûbunun da oldukça yumuşak olduğunu düşünüyorum. Ne var ki, bu kez sanırım 2019’a yönelik –belki de 2018’de olacak bilemiyoruz henüz ama– en geç 2019’da olacak seçime yönelik iktidar bloğundaki gerilimin ve gerginliğin, bu yorumlara olan cevapla biraz daha yüzeye çıktığını görüyoruz.

Bu ne demek? Sanırım Kemal Can veya birkaç kişi daha bu yorumları yapmıştı: Hem Tayyip Erdoğan, hem de AKP içindeki yönetici kadro, artık Abdullah Gül’ün bu partinin mirası olduğunu ve bugün geldiği konum ile Abdullah Gül arasında bir mesafe olduğunu göstermek istiyor. Sözlerimin başında söylediğim gibi ne 2002, ne 2007 ne de 2011’deki parti var şu anda. Anladığım kadarıyla, bu yeni siyasî aktörle Abdullah Gül’ün arasına bir duvar örülmesi isteniyor.

Eğer Abdullah Bey aday olmayı düşünür –ben olacağını zannetmiyorum– veya şartlar bunu gerektirirse, çok önden bu adaylığın, herkesin üzerinde hak iddia ettiği veya siyasetin içindeki aktörlerin çekici bulduğu o muhafazakâr, merkez sağ %35-40 civarındaki kitlenin sahibi olmadığını, onun sahibinin Recep Tayyip Erdoğan olduğu ve şu anki siyasî aktörün o olduğu vurgulanmak istendi bence.

Bir nebze de, açıkçası bu sert tepkilerin arkasında, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” mealinde, başka hevesli adayların çıkma ihtimaline karşı başlarına neyin gelebileceğini birazcık göstermek açısından yaşanan bir süreç olduğunu sanıyorum.

Bu iş nereye gider bilmiyoruz, ama açıkçası ben Abdullah Gül’ün, siyasetin çok önemli merhalelerinden geçmiş, çok önemli tecrübeler yaşamış, yurtdışı tecrübeleri, uluslararası konjonktürü iyi anlayan bir siyasî lider olarak, kendini daha çok âkil adam konumunda gördüğü, zaman zaman bu konumundan dolayı Türkiye’nin önemli konuları hakkında açıklama yapan bir siyasî figür olarak gördüğünü düşünüyorum. Ben, yaptığı açıklamaları, iktidar bloğunda algılandığı gibi, “Şubat’ta sahaya iniyor” veya “Adaylığa hazırlanıyor”, şu oluyor bu oluyor gibi yorumlamadım. Bu tartışmanın bugün bu kadar gündeme gelmesinin sebebi, bence, Abdullah Gül’ün yaptığı açıklamalardan çok, gördüğü sert tepki oldu. Ve söylediğim gibi, merkez sağ, milliyetçi-muhafazakâr seçmen kitlesiyle Abdullah Gül arasında bir ayrışma olmasının temenni edildiğini düşünüyorum.

Pişirici: Bir soru daha soracağım. Hem sizden cevap isteyeceğim, hem de Mesut Hoca’dan cevap isteyeceğim. Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Bu birliği, beraberliği zedeleyenler bilsinler ki bu kervanın samimi yolcuları değildir. Bu trenden düşenler kusura bakmasınlar düştükleri yerde kalırlar. Dikensiz bahçelerde kendi ikballeri için yollara düşenlerin farkını milletimiz çok iyi biliyor.”

Aynı Erdoğan, 14 Temmuz 1996’da Milliyet gazetesinde Nilgün Cerrahoğlu ile yaptığı söyleşisinde: “Demokrasi bir tramvaydır. Gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz. Demokrasi amaç değil araçtır” demişti. Bundan dört yıl sonra Zaman gazetesinde, bu dediğini “Yanlış anlaşıldım” diyerek düzeltmeye çalışmıştı.

Ama bakıyoruz aradan 22 yıl geçmiş. Erdoğan’da aynı metafor devam ediyor. Kervan, tren, kervandan ayrılan, trenden düşen vs.. Bu, bu kadar kolay mıdır AKP için? AKP, milyonlarca üyesi, seçmeni olan büyük bir parti ve bu partinin dört kurucusundan ikisi –bir tanesi önceki Cumhurbaşkanı, diğeri de şimdiki Cumhurbaşkanı– böyle bir gerilimin içine giriyor. Parti, şimdiki lider söyledi diye, Abdullah Gül’ü trenden indirir mi gerçekten? Buna izin verir mi? Her ne kadar siz 2002, 2007 ve 2011’deki AKP ile şimdiki AKP aynı değil deseniz de, bu parti sosyolojisi Abdullah Gül’ün dışlanmasına izin verir mi?

Kınıklıoğlu: İyi oldu bunu eklediğiniz. Bana da demin söylediklerime ek olarak şu söyleyeceklerimin fırsatını verdi: Tayyip Erdoğan’ın, trollerin veya iktidar medyası yazarlarının yazmalarıyla, bu partinin kurucusu, Dışişleri Bakanı, Başbakan, Cumhurbaşkanı birdenbire gönüllerden silinmiyor.

Biraz önce baktım Abdullah Gül’ün 9 milyona yakın twitter takipçisi var. Yani, söyledikleri, yazdıkları, görüşleri hâlâ önemli, insanlar dikkate alıyor. İlginç olan şu: Bana göre Abdullah Gül, Türkiye’de çok az siyasî figüre nasip olan, Kürtler dâhil çok geniş kesimlere hitap edebilen bir Cumhurbaşkanı. Abdullah Bey’in 2009’da Doğu’ya yaptığı geziyi hatırlıyorum. Hiç görülmedik derecede organik, ciddi bir sevgi var Kürt kökenli vatandaşlarımızda.

Dolayısıyla, her ne kadar şu anda yapılmak istenen “Bu tren devam ediyor, inen indi, artık sizin bu trende işiniz yok” dense de, realitede –sizin söylediğiniz gibi– partinin sosyolojisinde, gönüllerde siyasî bir gerçek var.

Tabii bu siyasî gerçeği açmak lazım. Bu siyasî gerçeğin bir tanesi: Bu kadar yıldan sonra Türkiye’de halen muhalefet içersinde ciddi bir liderin –ne CHP’de, ne MHP’de, MHP’yi artık muhalefet partisi olarak addetmek doğru değil; İYİ Parti yeni kuruldu; HDP’de bir adam çıktı, onu da hapse attılar– olmamasından kaynaklanıyor. Yani şöyle söyleyeyim: Abdullah Bey’e gösterilen ilginin arkasında, aslında Türkiye’deki muhalefet zemininde kamuoyunu heyecanlandırabilecek bir liderin olmayışı ve muhalefet siyasetinin tıkanmış olmasının çok önemli rolü var bence. Sürükleyici bir ana muhalefet partisi, kitleleri heyecanlandıran bir muhalefetin faaliyetleri olsa, Abdullah Bey’in yaptığı açıklamalara bu denli ilgi olmazdı. Fakat şu anda bu gerçek ışığında, Abdullah Bey’e değişik kesimlerden ilgi var. Yine tekrar ediyorum: Ben Abdullah Bey’in bu çıkışlarını, siyasî bir hazırlıktan çok, kendisini âkil adam olarak konumlandırdığı bir yerden, Türkiye’nin önemli gördüğü meselelerine zaman zaman yaptığı tavsiye, açıklama, öneri olarak görüyorum. Yaptığı açıklamaları yakın zamanda bir siyasî serüvene veya yeni bir siyasî çıkışa emare olarak yormuyorum.

Pişirici: Hocam, sizin değerlendirmeleriniz nedir?

Yeğen: İkinci sorudan başlayayım değil mi? AK Parti yeni bir kongre süreci yaşıyor. Galiba Eylül’de tamamlanacak. O tamamlandığında, AK Parti örgütünün nasıl bir hal alabileceğini aşağı yukarı tahmin edebiliyoruz: Parti olmayan bir partiye, neredeyse tümüyle bir “Erdoğan Partisi”ne, ya da örgütüne dönüşmüş olacak. Böyle bir örgütün Abdullah Gül’den vazgeçmesi –âmiyâne tâbirle satması– zaten beklenir bir şey. Örgütsel düzeyde, evet, bence büyük bir kopuş yaşanacak. Ya da yeni AK Parti’de Abdullah Gül’ün bir yansıması olmayacak. Bu konudan aşağı yukarı emin olabiliriz.

Ama Suat Bey’in söylediği gibi, sosyolojisine seçmen itibariyle baktığımızda, Abdullah Gül’ün ağırlığı, demin söylediğim manzara ile tezat teşkil eden bir durum. Çünkü belli ki AK Parti’deki bir “Memnuniyetsizler bloğu” yavaş yavaş büyüyor — ki bu bloğu az önce sözünü ettiğim yeniden örgütlenme süreci büyütebilir. Kendisinin bizzat ayrı sebepleri var; ama bu süreçte yaşanacak kırılmalar, dökülmeler de orayı büyütebilir. Oradaki seçmen memnuniyetsizliğine, Abdullah Gül’den daha fazla tercüman olabilecek bir figür görünmüyor.

Bunu sayısal olarak ifade etmek her zaman risklidir. Ama Suat Bey’in de söylediği gibi, mevcut koşullarda çok büyük bir değişiklik olmadığı takdirde, Tayyip Erdoğan’ın %30-35 oyu hep cepte olacak gibi görünüyor. AK Parti %50’leri görebilen bir parti.  Dolayısıyla %10-15’lik bir kesim de belli ki, Abdullah Gül’ün önereceği bir serüven olursa, en azından oraya kulak kabartabilir. Ne kadar örgütsel düzeyde ve organik bir şekilde peşine takılır bilemem. Dolayısıyla böyle ikili bir manzara var. Örgütsel düzeyde kimse bir şey bekleyemez herhalde. Çünkü Erdoğan kendisine sadıklardan bir AK Parti yaratıyor. Ama seçmen düzeyinde ayrı bir manzara çıkacak.

Ben izninizle fırsattan istifade, ilk bölümde konuştuğunuz şeylere de biraz değinmek istiyorum. Hem Abdullah Gül’ün attığı adımlar, hem buna karşılık Erdoğan’ın ortaya koyduğu kontra adımlar. Doğrusu bana ikisi de sürpriz gelmiyor. İşler normal mecrasında akıyor. Hem Abdullah Gül’ün yaptıkları, hem Erdoğan’ın yaptıkları, gelişenlere doğal tepkiler şeklinde görülmeli.

Abdullah Gül perspektifinden baktığımızda: Bir kere temel bir şey var; Türkiye makas değiştirdi, değiştirmek üzere vs.. Bu soru işaretleri, hoşnutsuzluklar yaratmış durumda. Ama bu soru işaretleri ve hoşnutsuzluklara karşın, alternatif bir Başkan adayı çıkartabilmiş değil Türkiye. Herkes görüyor bunu. CHP de, MHP de, İYİ Parti de, HDP de. Dolayısıyla, Türkiye’nin kendi “doğal dinamikleri”nin, Abdullah Gül gibi birini zorladığı bir vasattan, ortamdan söz ediyoruz. Yani Abdullah Gül’e “Artık ağırlığını koy” diyen bir vasat var. Bu ne kadar güçlü, ne kadar güçsüz, ayrı bir şey.

Görünen o ki, bugün Abdullah Gül aday olsa, CHP, İYİ Parti aday göstermekten vazgeçebilir. HDP bile soru işareti yaşayabilir. Dolayısıyla seçmen neredeyse  % 45-55, % 50-50 bölünebilir. Böyle bir manzarayı hiçbir siyasetçi çok kaçırmak istemeyebilir. Türkiye’nin genel dinamiklerinden kaynaklanan bir manzaranın zorlayıcılığı var.

Ama ikincisi bence daha önemli: Abdullah Gül, AK Parti’nin Tayyip Erdoğan kadar merkezî figürlerinden biri. Orayla organik ilişkileri olan, oradaki memnuniyetsizliği bilen, oraya tercüman olabilme kapasitesine sahip birisi. Tahminim orası, demin söylediğim dinamiklerden daha fazla zorlayıcı olmaya, en azından teşvik edici olmaya başladı. O itibarla, ben Abdullah Gül’e dair çok uzun zamandır paylaşılan, onu yeterince cesur bulmayan, garantici gören yorumları doğru bulmakla beraber, Abdullah Gül ’ün şu âna kadar yaptıklarının, adımlama ve zamanlama itibariyle çok yanlış içerdiğini düşünmüyorum. Hatta aksine, doğru bir strateji takip etiğini düşünüyorum.

Buradan da, Tayyip Erdoğan’ın yaptıkları “Niye işin normal mecrasına uygun?” konusuna gelip, ikisini bağlayayım. Tayyip Erdoğan da Abdullah Gül’ü mindere çekmek istiyor erken zamanda. Gül’ün ona icabet etmediğini görüyoruz. Bence, ileride bir adaylık serüveni yaşanacaksa, kendisi açısından doğru olanı yapıyor. Dolayısıyla, evet, Erdoğan da yapması gerekeni yapıyor; Abdullah Gül’ü bir an önce mindere çekmek ve kendi tabanında, onu bir sürü bağlantı üzerinden diskredite etmek, gözden düşürmek. Hem CHP gibi, AKP’nin kadim rakibinin adayı olmak üzerinden, ama daha önemlisi: Erdoğan’a, Türkiye’ye kurulmuş komplonun adamı olmak üzerinden, bir büyük hikâyenin parçası haline getirmeyi ve o hikâyeyi erken büyütebilmek için, Abdullah Gül’ün karşısına çıkmasını istiyor. Dolayısıyla, Gül’ün burada yaptığı doğru bir şey: Beklemek. Zamanını beklemek, son âna kadar beklemek. Hem Erdoğan’ın, hem Türkiye’nin, Erdoğan’ın açtığı yeni yolda iyice yorulmasını, hatalar yapmasını beklemek. O açıdan, iki tarafın da attığı adımların, siyasetin genel rasyonalitesine çok uygun olduğunu düşünüyorum.

Pişirici: Suat Bey, “Aday olacağını zannetmiyorum. Kendini bir âkil adam olarak konumlandırıyor” diyor. Siz ondan farklı olarak “Abdullah Gül aday da olabilir, buradan siyasî bir sonuç da çıkarabilir” diyorsunuz.

Yeğen: Beyefendi haklı olabilir — ki gördüğüm kadarıyla öyle düşünen daha çok. Ben siyasî öngörülere çok güvenen birisi değilim. Ama Abdullah Gül, istikrarlı bir şekilde, çizgide, minderde, oyunun içinde kalmaya dikkat ediyor. Şimdi bütün bu olanlardan sonra aday olma niyeti olmayan birisi “Ne uğraşıyorsunuz benimle? Zaten aday olmayacağım’’ derdi. Çünkü Abdullah Gül’ün bunu söyleyip âkil adam olarak rolünü ifa etmesi mümkün: “Ben halen bu partinin kurucusuyum” diyerek devam edebilir. Ama benim gördüğüm manzara pek öyle değil.

Pişirici: Suat Bey, müsaade ederseniz yine hocamla devam edeceğim. Ona soracağım sorunun cevabını, sizden de isteyeceğim.

MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, enteresan bir dönüşümü var: “AKP’nin lideri namussuz” dediği dönemlerden, “Bizim adayımız Recep Tayyip Erdoğan’dır. Biz yeni Yenikapı ruhu ve mutabakatına sahip çıkmaya devam ediyoruz” denilen bir yere kadar döndü. Enteresan tabii. Tarihe dönüp bakarsak: Devlet Bahçeli, DSP-ANAP-MHP koalisyonunu, ülkeyi erken seçime götürüp bitirmeseydi, belki bir AK Parti olmayacaktı. Böyle bir iktidar olmayacaktı. Şimdi Abdullah Gül, tam Recep Tayyip Erdoğan’ın –deyim yerindeyse– kimyasını bozmuşken, Devlet Bahçeli tekrar ortaya çıkıp “Adayımız Tayyip Erdoğan’dır” diyerek, en azından siyasî gündemin yönünü değiştirdi.

Şunu değerlendirmenizi istiyorum: Siz bir sosyoloji profesörüsünüz. Bir siyasî lider, MHP gibi bir partinin siyasî lideri, o partinin tabanını bu derece etkileyebilir mi? Yani, MHP, Devlet Bahçeli söyledi diye, “Recep Tayyip Erdoğan bizim liderimizdir” diye dönüşebilir mi?

İkincisi: Bakıyoruz, hem Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem AKP sözcüleri, artık açık olan bu siyasî seçim ittifakını, “Milli mutabakat” olarak değerlendiriyor. Bu gerçekten de bir milli mutabakat mıdır, yoksa Türk-İslam sentezinin 21. yüzyılın bu aşamasında değişik bir tezahürü müdür? Ne yaşanmaktadır bu iki parti arasında?

Yeğen: Ukalaca görünmek istemem, ama orada da çok şaşırtıcı bir şey görmüyorum. İşler orada da doğal mecrasında akıyor. Atılan adımlar iki parti açısından, özellikle MHP açısından çok olağanüstü sürpriz adımlar değil. Bir kere şunu teslim edelim: Devlet Bahçeli ve MHP’de büyük bir dönüşüm olduğu görünüyor ve MHP bunun maliyetini bir kısmıyla ödüyor zaten. Yapılan kamuoyu yoklamaları gösteriyor ki, büyük oranda İYİ Parti’ye bir kayış var. MHP, %7’ye düşürülse bile barajı geçer mi geçemez mi, çok belli değil. MHP açısından bunun bir sonucu var, ama MHP ya da liderlik bunu göze almış gözüküyor. Bir kere bunu kaydetmek gerekir.

İkincisi: AK Parti, ya da en azından Erdoğan, 1-2 yıldır söylem açısından MHP’ye o kadar yaklaşmış durumda ki, MHP’nin bu kadar MHP’lileşmiş bir AKP’ye yakın olmasında da bence abes bir durum yok. Çünkü değişen aslında Erdoğan, AK Parti. O çözüm sürecinde, MHP ile AK Parti arasındaki gerilimi hatırlayın. Oradaki bir devlet perspektifini MHP seslendiriyordu. AK Parti onun altında bir siyaset takip etmeye çalışıyordu. Oysa AK Parti, bir anda, 2015 Temmuz’undan sonra bütün bu işlerden vazgeçti ve biraz MHP’nin, ya da devletin bir kesiminin, biraz da Vatan Partisi çizgisinin önerdiği yere gelmiş durumda. İttifakın arka planı olduğunu da görmek gerekir.

Üçüncüsü ve daha önemlisi, gözden kaçırılan bir şey var: MHP, 1960’lardan beri, kurulduğu ilk zamanlardan beri, esas olarak toplumsal tabanı değişen oranlarda, %3-4’lerden, %15-16’lara kadar çıktığı oldu; ama bu arada değişen bir toplumsal tabanı olmasına, yani bir tür organik bir parti olmasına rağmen, esas olarak devletin ihtiyaçlarını birinci öncelik yapan bir parti oldu. Dolayısıyla, devletin bir tarafı mevzuları nasıl gördüyse, ihtiyaçları ne olarak tespit ettiyse, MHP genel olarak bu ihtiyaçlara cevap verdi. Yani 70’li yıllarda, solu bir şekilde tasfiye etmek, dizginlemek için, devletin ihtiyacı sokaktı. MHP bu ihtiyaca karşılık verdi.

90’larda, Kürt hareketinin bütün o yükselişine rağmen, devletin ihtiyacı sokaklar değildi. Çünkü eğer öyle olsaydı bir Türk- Kürt çatışmasına giderdi. MHP, bütün o süreci parti örgütlerinin içinde geçirdi, ama bir yandan da oy tabanını yükseltti.

Bence, 15 Temmuz’daki darbe girişimiyle birlikte, MHP devletin ihtiyaçlarını çok iyi gördü. Dediğim gibi, devletin hepsini temsil etmiyor MHP, ama önemli bir kesiminin ihtiyaçlarını gördü ve şu anda ona cevap veriyor. İşleri çok kolaylaştıran bir şey var; AK Parti de bu ihtiyaçları kendince görmüş durumda. Dolayısıyla bugün olan: Milli mutabakat hükümetinden ziyade, bir devlet ittifakıdır, bir devlet bloğudur esas olarak.  O itibarla, MHP ve Devlet Bahçeli açısından, artık bu saatten sonra ‘’Devlet Bahçeli ne olmuş?  3-5 bakanı olmuş mu, olmamış mı?’’ bunların çok önemli olduğunu zannetmiyorum. Kendi perspektiflerinden baktıklarında, devletin ihtiyaçlarını ne olarak görüyorlarsa, buna cevap veriyorlar.

Şu anda attığı adımın da, hem devletin âli ihtiyaçları açısından, hem de siyasetin günlük gereklilikleri açısından şöyle bir manası var: Genel manzara, yine çok büyük değişiklikler olmadan cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidilecek olursa, Erdoğan’ın, daha doğrusu hiç kimsenin ilk turda seçilememesinin, kuvvetli ihtimal olduğunu gösteriyor. Bu hamleyle –ki Abdullah Gül’ün çıkışı bunu daha çok kuvvetlendirdi– Devlet Bahçeli manzarayı biraz netleştirmiş oldu. MHP ayrı bir aday çıkartmayacak. Dolayısıyla, MHP’nin götürebildiği kadar kesimini Erdoğan arkasına dizecek. Dolayısıyla, MHP, ilk turda AKP’nin veya Erdoğan’ın amacına ulaşmasının önünü açmış gibi görülüyor. O açıdan kritik ve önemli bir adım. İşe yarar mı, yeter mi, bu bir soru işareti.

Fakat hem AK Parti, hem MHP açısından baktığımızda da, başka gidebilecekleri yer de yok artık. Bu yola girdiler ve bence 2019’a kadar bu yolda devam edecekler. Başarabilecekler mi? Benim şüphelerim var. Bu manzara gösteriyor ki fifty-fifty civarında gidiyor bu işler. Sonuna kadar da böyle gidebilir, tabii dediğim gibi, süreçte çok büyük bir değişiklik olmazsa.

Pişirici: Siz Türk milliyetçiliğini özel olarak çalışan bir öğretim üyesisiniz. Deminki sorumu tekrarlayacağım. MHP’nin tabanı, ülkücü olarak tanımlanan bu kitle, liderin AKP’ye “iskele alabanda” yapma stratejisini kabullenecek midir? Ses çıkartmayacak mıdır?

Yeğen: Ben çok önemli bir MHP uzmanı değilim. Bu konuyla ilgili söz söyleyebilecek çok daha iyi arkadaşlarımız vardır. Ama benim gördüğüm, MHP, halen bir lider partisi önünde sonunda. Ama Devlet Bahçeli, bir Alparslan Türkeş değil tabii ki. O kadar kredisi olan biri değil — ki şu anki oy kaymaları biraz ona işaret ediyor. Devlet Bahçeli, MHP tabanını baştan sona ikna edebilmiş görünmüyor. Çünkü AK Parti’nin İslamcılık denen bir “bagajı” var. Bu, MHP’nin bir kesimince çok benimsenmeyen bir bagaj.

İkincisi: AK Parti’nin bölgesel siyaseti ile, tipik bir MHP’linin bölgesel siyaseti aynı değil. MHP’liler, tüm agresifliklerine rağmen, çok yayılmacı, Araplarla ittifak yapan bir Türkiye manzarasının çok peşinde olmadılar. Kerkük Türkmenlerini koruyalım türünden yaklaşımları hep gösterdiler. Ama AK Parti’nin, özellikle “Arap Baharı”nda takip ettiği Müslüman Kardeşler’e önderlik yapmak, bugün bile hâlâ İdlib’deki muhaliflerin hamisi olmak, MHP’nin en azından bir kesiminin çok hoş baktığı şeyler değil. O itibarla, bir Erdoğan ve AK Parti memnuniyetsizliğinin MHP’de karşılığı olduğu çok açık. Onları büyük bir ihtimalle Devlet Bahçeli yanında götürmekte zorlanacak.

Pişirici: Suat Bey, hocam “Bu ittifak aslında bir devlet ittifakıdır” dedi. Altını çizdi. Sizce bu ittifak nasıl bir ittifak? Niçin iki parti de böyle bir ittifaka ihtiyaç duyuyor? Birinci soru bu.

İkinci soru: Sizin katıldığınız önceki açık oturumlarda da konuşmuştuk, size de sormuş olabilirim. Sürekli “Bu işler 2019’a kalmaz, 2018’de bir erken seçim olabilir deniyordu. Şimdi bu ittifaka baktığımızda, sanki 2018’de erken bir seçim olmayacak gibi duruyor. Katılır mısınız? O konuda değerlendirmeniz ne olur?

Kınıklıoğlu: Önce birinci bölümle başlayalım. Ben Mesut Hoca’nın değerlendirmesine katılıyorum. Ben de ona “Devlet Partisi” diyorum. Tabii bunu Devlet Bahçeli bazında söylemiyorum. Burada bir tevafuk da var, Devlet Bahçeli’nin de o koalisyonun bir parçası olduğu.

Türkiye’de bir iktidar yok, bir iktidar bloku var. Bu iktidar blokunun birinci parçası, bugünkü haliyle Adalet ve Kalkınma Partisi ve başında da Recep Tayyip Erdoğan, MHP, daha doğrusu Bahçeli tandanslı MHP ve Perinçek, Aydınlık grubunun temsil ettiği ulusalcılar. Tanımlaması çok zor, özellikle yabancılara anlatması çok zor. Bütün ulusalcıları kapsamıyor tabii. Ulusalcıların içinde Perinçekçileri sevmeyen de var. Her neyse.

Bence bu üç sacayağının idare ettiği bir Türkiye var elimizde şu anda. Benim “Devlet Partisi” olarak adlandırdığım bu iktidar blokunun ortaya çıkmasının ana sebebi: 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin %13,1 ile Meclis’e girmesinden sonra, devlet içinde ciddi bir irkilme oldu. Devlet %10 barajının artık fayda etmediğini, Türkiye’deki Kürtlerin –ki çok başarılı bir seçim kampanyası sonucunda– o dönemde biliyorsunuz o partinin “Türkiyelileşme” iddiası vardı. Bu maalesef daha sonraki olaylarda akamete uğradı. Fakat o Türkiyelileşme sürecinde de, bazı kredibilitesi yüksek kamuoyu araştırmacılarının belirttiği gibi %3-3,5 civarında, daha önce HDP’ye oy vermeyen seçmenin oraya oy verdiği anlaşıldı. Dolayısıyla, MHP’den daha fazla milletvekili ile Meclis’e giren bir HDP, Türkiye’de devletin temel sahiplerini irkiltti.

7 Haziran seçimlerinin sonucunda, AKP’nin ilk kez Parlamento’da çoğunluğunu kaybetmesi ve tekrar çoğunluğun elde edilmesi ihtiyacı, Kürt meselesinde barış sürecinin, açılım sürecinin sona erdirilmesi ve akabinde, seçimden birkaç hafta sonra silahlı mücadelenin tekrar başlaması, PKK’nın bu silahlı mücadeleye tekrar başlanmasına meraklı olması, sadece Türkiye’de çok acının, şiddetin, ölümün yaşanmasına neden olmadı; aynı zamanda, bu yeni  iktidar blokunun, bu “Devlet Partisi”nin tahkim olmasına, güçlenmesine de sebep oldu.

2016’daki darbe girişimi de –âmiyâne tâbirle– kadayıfın en son üstünün kaymağı oldu. Çünkü bu cemaatçi kadroların devlet aygıtından ayıklanması ve oradan temizlenmesi, ciddi bir insan kaynağı ihtiyacına sebep oldu. Bu da, MHP’nin, daha doğrusu, Devlet Bahçeli’nin temsil ettiği ülkücü kadrolarla, daha önce tasfiye edilmiş, Cemaat tarafından yana itilmiş, şu veya bu sebeplerden dolayı etkin pozisyonlar bulamayan devlet kadrolarının tekrar geri dönmesine sebep oldu. Buna bir de Perinçekçiler katıldı, kadro tamamlandı. Şu anda ortada bir “Devlet Partisi” var. Başında popüler bir lider var. Kitleleri sürükleyebilen, hitabet gücü çok yüksek, konuşma yaptığı zaman 10-12 televizyon kanalının canlı verdiği bir ülke şu anda Türkiye.

Bahçeli’nin en son çıkışını şöyle görmek lazım: Türkiye’de “Survivor” adında bir program var. Bahçeli de çok iyi bir “survivor”. “Survive” etmeye, hayatta kalmaya çalışıyor. Bu devlet bloku içinde yerini almak istiyor. Çünkü bu kadrolar şu anda devletin içinde yer aldı; ama aynı zamanda Türk-İslamcı ideolojisinin daha fazla kabul görmesi, özellikle Orta Anadolu’daki MHP seçmeninin sosyolojik olarak geçişkenliğinin çok yüksek olduğu, yani AK Parti ve MHP seçmeninin geçişkenliğinin çok yüksek olduğunu söyleyebiliriz.  Ben Çankırı milletvekilliği yaptım. Birebir müşahit oldum. Çok kolaydır o geçişkenlik. Gerçi, Ege’de ve Trakya’da daha zordur. Trakya’daki, Ege’deki MHP seçmenini, Bahçeli’nin şu an çizdiği siyasete ikna etmek o kadar kolay değildir. Ama Orta Anadolu ve dinî hassasiyetleri biraz daha yüksek olan, daha geleneksel bir yaşam tarzından gelen MHP’lilerin, bu geçişi yapması o kadar zor değil.

Tabii benim tarif ettiğim manzara doğru ise, böyle bir ortamda, ne kadar hür ve adaletli seçim yapılabilir bunu tartışmaya açmak lazım. Özellikle referandum sırasında olanlar, YSK’nın durumu göz önüne alındığında. YSK’nın, Anayasamızda öyle öngörülmemesine rağmen, tamamen iktidarın kontrol ve baskısına maruz kalabilecek bir konumda olduğu. Keza, Anayasa Mahkemesi’nin de. Böyle bir ortamda, Türkiye’de hür, adaletli ve eşit şartlarda seçim yapmak mümkün mü? Eşit şartlarda seçim yapmayı geçtik. Böyle şartlarda Türkiye’de sayım süreci, seçimdeki bütün mekanik unsurlar, normal bir demokraside beklendiği gibi yapılabilir mi? Ben buna emin değilim açıkçası.

Dolayısıyla, Bahçeli’nin bu son açıklamalarını mevcut iktidar blokundaki yerini kaybetmek istememesi, 40-50 milletvekilini garanti edebileceği bir düzenlemenin olması ve Salı günleri grup toplantısı yapabilecek, televizyon ekranlarından konuşmaya devam edebilecek yeni bir süreç talebi var. Ve muhtemelen de bu talep karşılığını bulur. Galiba, bugün yeni komisyonlar kurulması kararlaştırılmış, muhtemelen bulunur. Tahmin ediyorum, AKP kanadında da MHP ile resmî olarak bir işbirliği veya ittifakın yapılmasının, Kürt seçmen nezdinde nasıl yankılanacağı veya muhafazakâr Kürt seçmenin buna nasıl reaksiyon göstereceğini ölçeceklerdir. Önünde sonunda bir muhasebe yapılacaktır. Ama bence, temel olarak “Devlet Partisi” üç sacayaklı tahkim edilmiş durumda. Sayın Bahçeli “Beni unutmayın. Ben de bu işin parçasıyım. Bir şekilde İYİ Parti tehdidinin bertaraf edilmesi, Meclis’te olmaya devam edebileceğim, Salı günleri grup toplantısını yapıp açıklama yaptığımda gazetelerin yazabileceği, televizyonların dikkate alabileceği bir konumda kalmama müsaade edin” talebidir bu.

Pişirici: Bir şey daha soracağım. Erdoğan “Sayın Bahçeli’nin açıklamasını önemli görüyorum, şükranlarımı sunuyorum. 2019 seçimlerinin, yerli ve milli olanlarla, ipi başka mahfillerin elinde bulunanlar arasında geçeceği açıktır. FETÖ’den, PKK’ya kadar tüm aktörler bu çerçevede pozisyon almaktadır” dedi. Bu ülkede hâlâ demokrasi varsa, bir siyasî liderin muhalefet partilerini seçmen gözünde böyle konumlandırmaya çalışmasının vahim sonuçları olmaz mı? Bu bizi nereye götürür? Önce Mesut Hoca’ya sorayım. Sonra sizden cevap alayım Suat Bey.

Yeğen: Bu sorunun artık sorulmaması gereken bir zamandayız. Bir iki senedir işler öyle bir halde ki, Erdoğan’ın bu yaptığı, bizim için işlerin normal seyrinin parçası gibi görünüyor. Normal bir dönemde olsaydık, evet, hakikaten bunlar söylenmemesi gereken, edilmemesi gereken laflar olurdu. Ama demin söylediğim üzere bir mecraya girilmiş durumda ve Erdoğan bütün hattı bunun üzerinden kuracak. Bu hat bir süre sonra Türkiye’yi fazla yorabilir ve Erdoğan’ın önerdiği projenin aleyhine de çalışabilir. Bence AK Parti’lilerin biraz ihmal ettiği bir şey bu. Ama başka bir hat, gidecek bir yer kalmadı. Bu saatten sonra ancak, Türkiye’nin korkularını, muhafazakâr ve dindar yurttaşların, milliyetçi yurttaşların endişelerini kaşıyarak, bunları artırarak bir yol izleyecekler. 2015’te ikinci seçimde, bu, bir şekilde Erdoğan açısından başarı getirdi; ama şimdi başarı getirip getirmeyeceği bilinmiyor. Fakat önemi de yok. Başka bir yol kalmadı Erdoğan’ın gidebileceği. Bu yol üzerinden başarılı olmaya çalışacak.

Bahçeli’nin bütün bu jestlerine rağmen, Erdoğan’ın çok temel bir handikapı var. Cumhurbaşkanlığı seçiminde, MHP desteğini belirtmiş durumda. Ama bu desteğin milletvekilliği seçimlerine nasıl aksedeceğini bilmiyoruz. Çünkü %10 barajı korunacak olursa, MHP’liler açısından Meclis’e girmeme riski var. Yüksek bir risk. Bu risk, MHP’liler tarafından bu kadar bilindiği halde, kalan MHP’lilerin hepsi, gönül rahatlığı ile AKP adayına oy verirler mi, bu bir soru işareti.

Ama öte yandan, bu riski gidermek için bir enstrüman da yok AKP elinde. Bu riski giderecek enstrümanları kullanmaya başladığınız anda, yani seçim barajını düşürdüğünüz anda, en güçlü ihtimal Saadet Partisi. Ondan sonra İYİ Parti. Hatta “HDP’nin bile girmeme ihtimali var” deniyor. Dolayısıyla, bir anda AK Parti ya da Erdoğan aleyhine manzarayı değiştirecek bir enstrümana dönüyor.

Oysa %10 barajı ile gidildiğinde en iyimser senaryo AKP açısından nedir? CHP ile AK Parti’nin tek başına Meclis’e girmesi. Bu, Erdoğan’ın rüyası olabilir. Ama cumhurbaşkanlığı seçiminde MHP’nin desteğini tam olarak alabilmek için MHP’ye bir şeyler vermek zorunda. Fakat o verdiği şeyler, seçim barajını %5’e indirmek olamaz mesela. Olduğu anda bu defa AK Parti açısından kâbus bir Meclis ortaya çıkabilir. O yüzden, Erdoğan açısından işler bir şekilde rahatlamış görünüyor belki. Ama büyük de bir handikap var önlerinde.

Bugün, galiba Yeni Şafak gazetesi yazarlarından bir tanesi, bence akıllıca bir şey söylüyordu Erdoğan cephesine: “İki parti, ayrı kimliklerini koruyarak gitmeli, buna özen göstermeliler. Çünkü sonuçta bir dindar, muhafazakâr taban, bir de milliyetçi taban var. Bunları bir araya getirmemek gerekir. Çünkü bu, önünde sonunda aritmetik bir toplama yol açmaz”. Bence de AKP’nin önemli bir handikapı bu. Yani MHP ile aşırı bir ilişkiye gitmek –aşağı yukarı herkesin söylediği– bu iki parti seçmenlerinin hepsinin Erdoğan’ın arkasında toplanmasına yol açmayabilir — ki açmayacak gibi görünüyor.

Pişirici: Bu algıdan sıyrılmak için zannediyorum “Milli mutabakat” demeye çalışıyorlar bu ittifaka, bir arada seçime gitme girişimine.

Suat Bey, dediğim gibi Erdoğan’ın bu sözleri, toplumumuzu, siyasî iklimimizi bu yılı, önümüzdeki yıl yapılacak seçimleri ne derece etkiler? Zehirlemez mi? Hepimizi yoldan çıkarmaz mı? Bizi biz olmaktan, bir millet olmaktan çıkarmaz mı?

Kınıklıoğlu: Haklısınız, çok doğru bir tespit. Ama maalesef biz o çizgiyi çoktan geçtik. Toplum çok aşırı kutuplaştı. Söylediğiniz gibi, böyle bir atmosferde, böyle bir kampanya yürütmek… Öyle anlaşılıyor ki kampanyayı böyle kurgulayacak AK Parti: “Milli mutabakat, yerli ve milli bir cephe ve onun karşısında gayri milli bir muhalefet”.

Ben siyaset yaptım, ama akademik olarak da siyaset bilimcisiyim. Siyaset biliminde otoriterliğin ilk tanımlarından, en önemli maddelerinden bir tanesi: “Otoriter rejimler, demokratik muhalefeti gayri meşru gösterir”. Siz demokratik bir ortamda, sizinle eşit şartlarda seçime giden, seçmenin oyunu almaya çalışan siyasî partileri, baştan “gayri milli, yabancılarla dışarıyla irtibatlı veya milli olmayan” bir çerçevede tarif etmeye kalktığınızda, ötekileştirmiş, öbür tarafa atmış olursunuz. Yani, aynı ülkenin, aynı ulusal yapının, aynı demokratik sistemin bir parçası olarak görmüyorsunuz, sadece kendinizi meşru bir aktör olarak görüyorsunuz. Onun dışındaki herkes gayrimeşru ve illegal yapılar.

Zaten biz bunu referandumda gördük. “Hayır” diyenler terörist olmakla itham edildi. Sonuçta referandumun en temel mantığı, seçmene bir soru soruluyor, “Evet” ya da “Hayır” cevabının seçmenin hür iradesiyle verilmesi gerekiyor. Şu anda Türkiye’de demokratik şartlar artık normal olmaktan çıktı. Bunun, söylediğiniz gibi, bir toplumsal birliğe, bilinçaltındaki bir arada olma iradesi, aynı ülkü, aynı hedeflere giden ülke olma hülyasını ve birlikteliğini, bir arada yaşama isteğini çok kıracağını ve zaten geçmişte yapılanlarla kırıldığı da göz önüne alınırsa, ben çok problemli görüyorum.

Ben özellikle son bir iki yıldır Rusya, Macaristan örneğini, Trump, İngiltere’deki Brexit’i çalışıyorum. Bu örneklere bakarsanız, mesela Trump da ona oy vermeyenleri “gayri milli” olarak ilan ediyor. İngiltere’nin AB’den ayrılmasını isteyen Brexit’çilere bakarsanız, onlar da AB’de kalmak isteyenleri gayri milli, illegal olarak görüyorlar.  Macaristan da öyle, Rusya da, Hindistan da öyle.

Maalesef Türkiye dünyadaki yükselen bu otoriterlik dalgasından nasibini iyi aldı. Dersini de bu konuda iyi çalışmış açıkçası. Öyle görünüyor ki, 2018 veya 2019’da –yani seçim ne zaman yapılacaksa– seçim kampanyasının ana diskuru, ana söylemi bu çerçevede gelişecek: “Yerli ve milli mutabakat”. Buna Saadet Partisi de katılırsa resim tam olur. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmiyorum tabii.

AKP, MHP ve Saadet Partisi’nin, “Biz yerli ve milliyiz. Diğerlerinin hepsi gayri millidir” dediğini tasavvur edin. Böyle bir kutuplaşmayla, böyle bir cepheleşmeyle seçime gidildiğinde, bu ülkede bir arada yaşama, bir olmamız açısından nasıl bir etkisi olur, bunu öngörmek çok zor değil. Ama maalesef, Türkiye bu konuda rayından çıktı. Türkiye’deki bu siyasî söylem, artık eşit şartlarda, bir arada yaşayan, aynı demokratik kurallar çerçevesinde, seçmen nezdinde yarışa giren siyasî aktörler çerçevesinden, portresinden çıktı. Sürekli dış tehditler altında, olağanüstü şartları sürekli canlı tutan –bunu İsrail çok yapar, “Fortress Israel” yani “Kale İsrail” derler İsrailliler buna– sürekli dış tehditler, dış aktörler, dış ajanlar. Sürekli dışarıda bir tehdit olur. Macaristan ve Rusya’da da aynı şekilde, sürekli bir dış tehdit algısı yaratılır. Dolayısıyla, olağan dışılık bir olağanlık hale gelir. Olağan dışılık olağan hale geldiği zaman, normal siyaset, normal süreçler konuşulamaz. Bunların şartları yerine getirilemez. Adı üzerinde “Olağandışı” bir ortam vardır.

Türkiye maalesef 2019 seçimine de yine böyle bir psikolojik ortamda girecek. Seçmen nezdinde bu nasıl yankılanır? Çünkü bu yeni yapılmıyor. Bu, 2013’ten beri devam eden bir söylem. Gezi Olayları ile başlayan bir söylem. Çünkü Gezi’den bir gün öncesine kadar AKP, küresel sermaye ile gayet iyi ilişkileri olan, ABD Başkanı tarafından Gezi olaylarından üç hafta önce en üst seviyede ağırlanan –başbakandı o zaman Sayın Erdoğan–, ağır aksak da olsa Avrupa Birliği süreci devam eden bir ülkeydi. Gezi ile birlikte bu dönüşüm gündeme geldi. 2013’ten bu yana, 5 yıldır böyle bir söylem devam ettiriliyor. 2019’da yapılacaksa seçim, 6 yıl olacak. 6 yılın sonunda seçmen bu anlatıma teveccüh gösterir mi, satın alır mı, yoksa sorgular mı, bunu bilmiyorum açıkçası. Bu, kamuoyu araştırmacılarının bilmesi gereken bir şey. Ama seçimin bu çerçevede tartışılacağı, son haftalardaki açıklamalardan belli oldu.

Pişirici: Peki. Son bölümü HDP’ye ayıralım. Meclis’te grubu olan siyasî partilerden bir tanesi, hatta üçüncü siyasî parti. 11 Şubat’ta bir olağan kongre yapacak. Eş Başkanlarından İstanbul Milletvekili Selahattin Demirtaş, 4 Kasım 2016’dan bu yana tutuklu ve cezaevinde. Diğer Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ da aynı tarihten beri cezaevinde, ama bu arada onun milletvekilliği düşürüldü. Eş genel başkanlığı elinden gitti. Bu süreçte, 5 milletvekilinin de milletvekilliği düşürülmüş durumda. Demirtaş dışında 8 milletvekili daha cezaevinde. Partinin başta Diyarbakır olmak üzere, pek çok il ve ilçedeki belediye başkanları cezaevinde. Belediyeler kayyuma devredilmiş.

Böyle bir ortamda, Selahattin Demirtaş, 4 Ocak 2018’de bir mektup gönderdi partiye ve “11 Şubat’ta yapılacak kongrede aday olmayacağım” dedi. “Neden böyle oldu? Niye böyle bir açıklama yaptı Demirtaş?” diye bir haftadır bunlar konuşulurken, önceki iki dönem milletvekilliği yapmış olan avukat Hasip Kaplan, dün 7 tane tweet attı. İlki: “HDP 11 Şubat kurultayı ile ilgili net görüşüm, kusura bakmayın, Eşbaşkanlık 1 Kürt olacak. Halkın istediği olacak. Taban ne diyorsa odur.”

İkincisi: “HDP kurultayında Demirtaş’ın yerine sakın bir Türk göz dikmesin. Benim naçizane önerim herkes haddini bilecek!” Tweet’ler devam etti. Tepkiler yoğunlaştı. Yedinci tweet’inde de: “Siyasetten de partiden de istifa ediyorum” dedi ve çıktı bu işin içinden. Bütün bu olan biteni, Selahattin Demirtaş’ın mektubu, çekilmesi de dâhil, nasıl okumamız gerekir?

Yeğen: Bir açıklama daha var orada sizin saymadığınız. Tabii, Sırrı Süreyya’nınki ayrı. Arada da HDP’nin yaptığı, Selahattin Demirtaş’ın kararına saygı duyduklarına dair bir açıklama var.

Dördü birden sürpriz ve HDP’nin iyi kararlar almadığını gösteriyor. İlk kararı, tabii ki Selahattin Demirtaş’ın kişisel kararı denebilir. “Saygı duymak gerekir” denebilir, HDP’nin yaptığı gibi. Ama orada –ben partinin içinden bir şey duyan biri olarak konuşmuyorum– dışarıdan izleyen biri olarak gördüğüm şey: Sürpriz bir karar bu. Çünkü birkaç hafta öncesinde başka bir şey konuşuluyordu. Selahattin Demirtaş’ın yeniden Eş Genel Başkan olacağı konuşuluyordu, ya da en azından karşı yönden, Selahattin Demirtaş’tan bir işaret gelmemişti o âna kadar. Dolayısıyla o arada başka şeyler oldu. Bir değerlendirme yapıldı belli ki. Ya Selahattin Demirtaş beklediği kadar bir destek görmedi kendi Eş Genel Başkanlığı için, ya da başka bir şeyler olmuş olabilir ve o sürpriz karar çıktı. Arkasından olanlar da bence bunun devamı. Esas olarak Selahattin Demirtaş’ın aday olmayışı ile ilgili bir tartışma.

Son günlerde sosyal medyada tartışıldığı gibi, “Solcular bir tarafta, Kürt milliyetçileri bir tarafta” tartışması olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Neden öyle düşünmediğimi kısaca izah etmeye çalışayım: İki pozisyonun da HDP’de çok güçlü bir karşılığı yok. HDP’nin içerisinde, ne milliyetçi olduğu varsayılan, hatta ilkel milliyetçi olduğu varsayılan –galiba Sırrı’nın lafı da böyleydi– Kürtlerin nefret ettiği solcular çok büyük sayıda, ne de ilkel olduğu vehmedilen Kürt milliyetçileri çok büyük bir sayıda. Partinin ana şeyini bunlar oluşturmuyor. Hatta folklorik unsurlar ikisi de. HDP’nin içerisinde olan solcular, zaten HDP çizgisini, esas olarak da Kürt hareketinin HDP’ye giydirdiği çizgiyi benimsemiş solcular. Öteki solcular zaten dışarıda kaldılar. TKP yok, ÖDP  yok bunun içerisinde. Ulusalcı olduğu söylenen, liberal olmadığı söylenen sol, zaten HDP’nin içinde değil. Kalan solcularla da “Kürt hareketi” diye bilinen Kürtlerin bir sorunu olması zaten mümkün değil. Öbür tarafta da bence büyük bir karşılığı yok. Zaten Kürt milliyetçiler olduğu söylenen insanların partileri var. Bu, Selahattin Demirtaş’ın Eş Genel Başkanlığa devam edip etmemesiyle ilgili bir tartışma. O neye oturuyor, ayrı bir fasıl. Belli ki içeride bir tartışma var ve Selahattin Demirtaş’ın başkan olmayışı, birtakım dinamikler tarafından uygun bulunmuş.

Pişirici: Diyelim ki bu böyle. Şimdi somut durum bu: Selahattin Demirtaş Eş Genel Başkan olmayacak. Kim olursa olsun, bir başkası olacak. Bu durum, HDP’yi nereye götürecek? Demin Suat Bey bir tespitte bulundu: HDP, 7 Haziran seçimlerinde %13,1 ile Meclis’e girip AKP’nin tek başına iktidarını bir anda engelleyince, 1 Kasım’a kadar bambaşka bir şey oldu.

Yeğen: Çok büyük bir şeyin değişeceğini zannetmiyorum. Bu bence, 2015’te yapılmamış bir tartışmanın yapılmaya çalışılmasıyla ilgili bir süreç.

Pişirici: Neydi o tartışma?

Yeğen: Malum, HDP büyük bir başarı kazandı, ama ardından çözüm süreci çöktü. PKK da buna epey bir katkıda bulundu. Sonra bildiğimiz o vahim hendek savaşları, şehir savaşları yaşandı. Kürt hareketi hem moral hem siyasî düzeyde büyük bir yenilgi aldı. PKK da kendi askerî düzeyinde bir yenilgi aldı Ama bunun niye böyle olduğu HDP’de yeterince konuşulmadı. İyi konuşulmadı.

Şimdi Selahattin Demirtaş’ın “Genel Başkanlık yapmayacağım” kararından sonra bir kısım insan aslında bunu tartışmak istiyor. Çünkü partide bu hendek savaşları yapılırken alınan kararlar belli ki yeterince tartışılmış, üzerinde düşünülmüş, sağlıklı kararlar değil. Selahattin Demirtaş’ın yeniden Genel Başkan adayı olmaması da, bir kısım insan tarafından sağlıklı bir karar olarak görülmüyor belli ki. Bu kararın kapalı kapılar ardında tartışılmadan alınmasına yönelik bir itiraz var. Bence bu noktayı ciddiye almak lazım. “Yok, solcular olsun, yok, Kürt milliyetçileri olsun”. Bu tartışmanın çok bir önemi olduğunu düşünmüyorum. Esas konu “HDP’de kararlar nasıl alınacak? HDP demokratik bir parti olacak mı, olmayacak mı?” Buna dair bir tartışma olduğunu ve rahatsızlığın önemli bir kısmının bundan kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü öbür tarafların bir şeye tercüman olma ihtimali yok. Kürt milliyetçileri HDP’yi bir yere götüremez. Solcular da HDP’yi bir yere götüremez. HDP esas olarak bir Kürt hareketi partisi. Bana göre de o. Ne olabilir konusunda öngörüm de şu: Çok bir şey olabileceğini zannetmiyorum. Bence yine tartışma büyük oranda içeride yapılır. Büyük oranda kol kırılır yen içinde kalır. Çünkü bu tartışmaya tercüman olma ihtimali olan insanlar çok nitelikli insanlar değil. Çok cesur insanlar var gibi görünmüyor. Çok kimseyi de kırmadan bunu kaydetmek isterim.

İkincisi de: Kürtler bir hayat memat anındalar. Yakında 2018-2019 gelecek. Bu süreçte kimse HDP’nin kırılıp dökülmesini göze alamaz, tabanda da bu göze alınmaz. Bunu yapacak insanlar, taban tarafından Selahattin Demirtaş’ın Eş Genel Başkanlığı adaylığının teşvik edilmemesinden daha büyük bir tepki alırlar. Dolayısıyla, ben bir tartışma yaşanacağını, ama kırılmaya dökülmeye yol açmadan bir tartışma olacağını düşünüyorum. Bu, HDP’nin seçim performansını nasıl etkiler? Orada da çok büyük bir kırılma, dökülme olacağını zannetmiyorum. Çünkü bugün Kürtleri, %10’luk bir kesimi HDP’nin arkasında sabırla tutan şey, HDP’nin pozitif olarak yaptıklarından ziyade, devletin negatif olarak yaptıkları. Bu devlet, bu çehresini değiştirmediği müddetçe, %10 civarında Kürt, HDP’nin arkasında. HDP ne yaparsa yapsın, Selahattin Demirtaş’ı Genel Başkan adayı yapmasa da HDP’nin arkasında durmaya devam edecek gibi görünüyor. Dediğim gibi, aniden büyük değişiklikler olmazsa tabii.

Pişirici: Peki. Suat Bey?

Kınıklıoğlu: Ben HDP’yi çok yakından takip eden biri değilim.  Onun için söylediklerimi bunu bilerek dikkate alın lütfen. Benim dışarıdan görebildiğim kadarıyla, Selahattin Demirtaş’ın tekrar Genel Başkan adayı yapılmaması –Mesut Bey’in dediğini doğru kabul edersek, yani Kürtler üzerinde veya HDP taraftarları üzerinde herhangi bir etkisi yoksa bile– Türkler üzerine etkisi olacaktır. Özellikle o zaman %3-3,5 olarak tanımlanan –gerçi 1 Kasım seçiminde o rakamın önemli bir bölümü kaçmıştı– Türk-sol veya Selahattin Demirtaş’ın kişiliğine sempati duyan Türk oylarını etkileyecektir. O oylar muhtemelen HDP’ye gitmeyecektir.

Ben biraz daha makro bakış açısıyla şöyle söyleyeyim: Benim görebildiğim kadarıyla PKK, YPG’nin ana odak noktaları şu anda Suriye. Ve ana dertleri, Suriye’deki kazanımlarını muhafaza etmek yönünde. Biliyorsunuz Suriye’de çok önemli gelişmeler oldu ve halen oluyor. Orada potansiyel olarak otonom bir Kürt bölgesinin ortaya çıkması kuvvetle muhtemel. Olmayabilir de, ama kuvvetle muhtemel.

Benim görebildiğim kadarıyla, PKK’nın ana karar vericileri şu anda tüm dikkatlerini oraya (Suriye’ye) vermişler ve Türkiye’de olup bitenler onlar için ikincil önemde, öyle gözüküyor. Ama yine söylüyorum: Ben HDP’yi yakından takip etmeyen biri olarak bu tespitleri yapıyorum. O anlamda yanılıyor da olabilirim. Çok emin değilim. Fakat açıkçası, bu partinin –ki bunun normal bir parti olmadığını biliyoruz– bu örgütle organik veya gayri resmi ilişkileri olduğunu, hatalar yaptığını da biliyoruz. Özellikle bu hendek meselesi vs. konusunda.

Fakat benim açımdan, Türkiye büyük bir fırsat kaybetti. 7 Haziran seçimlerinden sonra, Türkiye’nin, müzakere ederek Kürt meselesini çözebileceği bir siyasî aktörün emaresi gözükmüştü. Henüz olgunlaşmış bir siyasî aktör değildi. Hata yapmaya müsaitti ve çok hata da yaptılar. Açıkçası, PKK’nın da, HDP’nin çok güçlenmesi taraftarı olduğunu düşünmüyorum. Selahattin Demirtaş’ın 7 Haziran seçimlerinden sonra elde ettiği popülariteden –ki bu popülarite sadece yurt içinde değil, yurt dışında da yankılanmıştı– PKK’nın rahatsız olduğunu düşünüyorum. Belki de, Demirtaş’ın şu anda hapiste olmasından memnun bile olduklarını, bunun tamamen göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü benim anlayabildiğim kadarıyla,  dağdakiler, “Bu işin sahibi biziz. Biz ne dersek o olur”un derdindeler. Selahattin Demirtaş gibi birden otonom hareket alanı olan, konuştuğu söylediği her şey dikkate alınan, yurt içinde yurt dışında kabul gören bir adam pek onların hoşlarına gitmedi, öyle anlaşılıyor. Ama yine söylüyorum: Yakından takip ettiğim bir konu değil.

Burada bizim 2019 açısından değerlendirilmesi gereken iki konu var. Birincisi: OHAL şartlarında seçime girilirse, referandumda gördüğümüz gibi o şartlarda mı seçim olur? İkincisi: HDP’nin şu anda ciddi bir karışıklık yaşadığı anlaşılıyor. Bu kongre sonrasında nasıl bir liderliği olur? Bunun Kürt seçmen veya HDP taraftarları nezdinde nasıl bir etkisi olur? 2019’da kendilerini nasıl konumlandırırlar? Cumhurbaşkanı adayı çıkarırlar mı? Çıkarttıkları adayın alacağı oy, HDP’nin Türkiye’deki gücünü tekrar gösterir mi? Yani, 1 Kasım’dan sonraki gibi ve özellikle Selahattin Demirtaş’sız olurlarsa, ne kadar güçlü olduklarını, barajı aşıp aşamayacaklarını o anlamda gösterebilir. Tabii kongrelerinde ne olur, kim çıkar bilmiyorum; ama Selahattin Demirtaş gibi, seçmeni heyecanlandırabilen bir figür bulabilecekleri konusunda açıkçası şüpheliyim.

Pişirici: Suat Kınıklıoğlu, çok teşekkür ederim.

Kınıklıoğlu: Ben teşekkür ederim, sağolun.

Pişirici: Mesut Hoca, size de çok teşekkür ederim katıldığınız için. Amberin Zaman da aramızda olacaktı bu akşam, ama yayının başında da belirttiğim gibi, Amerika ile Türkiye arasındaki bir internet sıkıntısı nedeniyle Amberin Zaman’ın görüşlerini, değerlendirmelerini alamadık.

Açık Oturum burada sona erdi. Haftaya yine bir memleket meselesi üzerine konuklarla konuşmak, görüşmek, değerlendirme yapmak üzere, şimdilik iyi akşamlar efendim. Hoşçakalın.

 

 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.