Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Başkalarının acısına sevinmek: “Schadenfreude”

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler! Bir Almanca kavramı bugünkü yayının başlığına çıkarttım; “Schadenfreude” diye. İlk duyduğumda çok etkilendiğim bir kavramdı ve bunu 29 Ocak 2012’de, o zaman Vatan gazetesinde köşe yazısında yazmıştım. Bu “Başkalarının acısına sevinmek”, “Başkalarının acılarından mutluluk devşirmek” anlamına geliyor. Ben o tarihte yazdığımda, Türkiye’de Ergenekon kasırgası esiyordu, fırtınası esiyordu dalga dalga ve Odatv Davası’nda Ahmet Şık ve Nedim Şener’in içeriye atıldıkları dönemde, bizlerin de kendilerine sahip çıktığımız dönemlerde, birçok kişi o tarihte zil çalıp oynuyorlardı, çok net bir şekilde mutlu oluyorlardı o dönemde içeri atılanlara, işlerinden olanlara, özgürlüklerinden olanlara. Ve genellikle “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” gibi, “Yargıya bırakmak gerekir” gibi yaklaşımlarda bulunuyorlardı; halbuki ortada çok ciddi kumpasların döndüğü, Fethullahçıların AKP iktidarıyla beraber yaptıkları birtakım tezgâhlar olduğu belliydi ve o orada, o tarihte, “Başkalarının acısıyla sevinmek” kavramını ilk defa orada kullanmıştım.

Zalimler için yaşasın cehennem

İlginç bir şekilde yazının başlığı –okuyanlar hatırlar diye düşünüyorum– Said Nursi’nin “Zalimler için yaşasın cehennem” sözüydü. Bence çok önemli bir sözdür, birçok vesileyle kullandığım bir sözdür, başkalarının da kullandığını görüyorum, gerçekten eskimeyecek bir söz. O tarihten sonra aynı kavramı bu sefer HaberTürk’te yazarken 15 Aralık 2014’te kullanmışım ve o tarihte de ilginç bir şekilde Ahmet ve Nedim’e sevinenlerin başlarına işler gelmeye başlamıştı; Fethullahçılara yönelik operasyonlar ve gazetelerine, televizyonlarına yönelik operasyonlar vardı ve o tarihlerde operasyonlar yapıldığı zaman, Fethullahçı birileri, benim gibi zamanında onların zulümlerine ses çıkartmış insanların sevineceklerini sandılar. Sevinenler oldu muhakkak; ama yine de orada serinkanlı bir şekilde olayları değerlendirmeyi tercih ettik çoğumuz ve o tarihten bugüne baktığım zaman, Türkiye’de devlet eliyle yapılan, devletin imkânlarıyla, devletin kurumlarıyla yapılan baskının, zulmün, eziyetin her zaman sürdüğünü görüyoruz. İlginç bir şekilde son 10 yıla baktığımız zaman devlet hep aynı devlet, hükümet aynı hükümet, Recep Tayyip Erdoğan hep başta; ama mağdur olanlar sırayla değişiyorlar ve yer değiştiriyorlar. Dünün mağdurlarının bir kısmı bugün iktidarın yanında yer alabiliyor, dün iktidarın yanında yer alanların bir kısmı bugün mağdur durumuna düşebiliyor.

“Oh olsun”cular

Dün yıldönümü olan 28 Şubat’a baktığımız zaman da –21 yıl geçti üzerinden–, 28 Şubat’ın mağdurlarının söylemlerini hâlâ bir mağduriyet üzerinden sürdürmek istediğini görüyoruz. Ancak bugün onların büyük bir kısmının 28 Şubat’ı aratacak denli baskıları da pekâlâ hayata geçirdiklerini görüyoruz. 28 Şubatçılar o tarihte “laikliği koruma” adı altında bunu meşrulaştırmaya çalışıyorlardı; bugün de başka gerekçelerle, büyük ölçüde güvenlik konsepti etrafından devletin bekası üzerinden kurgulanan bir şey var. Ve bu böyle sürüp gidiyor; ülkede, Türkiye’de insanlar mağdur olan insanlar kendilerinin tek iktidara gelip kendilerini mağdur edenleri mağdur edecekleri günlerin hayalini kurarak yaşıyorlar, böyle acı bir durumla karşı karşıyayız.
En son olarak gazetecilere verilen ağırlaştırılmış müebbet cezasında da kendini gösterdi bu. Altan Kardeşler ve Nazlı Ilıcak örneğinde, birçok kişi çok rahat bir şekilde, bu tür olaylarda hep karşımıza çıktığı gibi “Oh olsun” demeyi ihmal etmediler. Sıraladıkları hususların içerisinde gerçekten bu kişilere yönelik birtakım eleştiriler var, suçlamalar var. Bu eleştiriler, itirazların bir kısmı doğru olabilir ; özellikle Ahmet Altan’ın Taraf gazetesini yönettiği dönemden kalma ya da Nazlı Ilıcak’ın değişik dönemlerde değişik konularda aldığı tavır, Fethullahçılarla, savcılarla vs. açıkça birlikte onlarla beraber, onların her söylediğini kabul edip; onlara yönelik her itirazı baştan yalan olarak görmesi vs., ama bunların hepsi başka bir şey, bunların hepsi bir kabahat belki, yanlış belki. İtiraz edebilirsin, eleştirebilirsiniz, kendileriyle konuşmazsınız, kendilerini okumazsınız ; ama onları ömür boyu hapse mahkûm etmek hiçbir şekilde kabul edilebilir bir olay değil. Ancak, dediğim gibi başkalarının acısına sevinmek Türkiye’de bir nevi milli spor haline geldiği için böyle bir sırayla gidiyoruz.

Yaygınlaşan muhbirlik

Bu nasıl aşılır? Bunun aşılabilmesinin yolu tabii ki Türkiye’de öncelikle çoğulculuğun olması, adalete tam bir güvenin olması, adalet mekanizmasına tam bir güvenin olması, temel hak ve özgürlüklerin geliştirilmiş olması, ifade özgürlüğünün sağlanmış olması, özgür bir tartışma ve eleştirme özgürlüğünün hayata hâkim olması gerekiyor ve toplumun kendi içerisindeki bu tür meseleleri, anlaşmazlıkları kendi içerisinde çözmek ya da çözmemek, önemli değil, bunları tartışması, ama işi devlete, adliyeye, polise havale etmemesi gerekiyor.
Bugün, Türkiye’de öteden beri var olan muhbirlik alabildiğine yaygınlaşmış durumda, yaygınlaştırılıyor; insanlar artık toplu taşıma araçlarında hiç tanımadıkları insanların özel hayatlarına, cep telefonlarına vs.lerine kadar kafalarını uzatıp onları kendi kafalarına göre, kendi şeylerine göre devlete çok çekinmeden, rahat bir şekilde ihbar edebiliyorlar vs. ve bundan sonra da yaptıklarının iyi bir şey olduğu düşüncesiyle de mutlu oluyorlar. Vatandaşlığın böyle bir tanımı demokratik bir ülkede, 21. yüzyılda böyle bir vatandaşlık tanımı gerçekten ayıptır diyelim, utanç verici bir durumdur.
Aslında çok fazla söylenecek bir şey yok, sadece bu hususu vurgulamak istedim, canımı sıkan son günlerde kişisel olarak, hâlâ o şeylerin, en son Ahmet Altan’ın New York Times’ta da yayımlanan yazısının –ki o yazıda da her zaman olduğu gibi, benim baştan beri söylediğim, Ahmet Altan’da hep hakim olan bir kibir vardır–, o yazıda da var, ama onu kibirli bir yazar olması bir kere her şeyden önce yazar olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Eleştirebilirsin, okumayabilirsiniz, çok kızabilirsiniz, öfkelendirebilir sizi; ama hapse atılması ve hele müebbete mahkûm olması asla kabul edilebilecek bir şey değil; ama bu örnekte de gördüğümüz gibi birçok insan hâlâ aynı telden çalabiliyorlar. İşin acı tarafı dün mağdur olanların bir kısmının ciddi bir kısmının, bunu çok daha güçlü bir şekilde yapıyor olması. Yani bunun, sanki Türkiye’de zulüm görmek bir sıraya bindirilmiş gibi, böyle bir yaklaşım içerisinde olunması bu işi daha da üzücü kılıyor.

İntikam duyguları

Değişik vesilelerle söyledim, ben hapis yatmış birisiyim. 12 Eylül Askeri Darbesi Dönemi’nde gözaltına alınmış, işkence görmüş ve hapis yatmış birisiyim. Sırf bu deneyimlerim bana kimsenin eziyet görmesine, herhangi bir insanın, kim olursa olsun eziyet görmesine, hapse atılmasına sevinmeme duygusunu kazandırdı. Ne derece başarıyorum bilemiyorum, ama en azından böyle bir kararım var hayatta; kimsenin özgürlüğünden mahrum edilmesine sevinecek halim yok. Bu son derece haklı mahkûmiyetler olabilir, ama sonuçta yine de burada şahsen kim olursa olsun mahkûm olması vs. sevinilecek bir olay değildir. Bu tür yaklaşımların, yani bu Almanca deyimiyle “Schadenfreude”nin dünün mağdurları tarafından çoklukla kullanılıyor olması, bu tür intikam duyguları, bu tür hesaplaşma duygularının hiç insanî olduğunu sanmıyorum, doğru olduğunu hiç düşünmüyorum ve Türkiye’ye hiçbir katkısı olduğunu düşünmüyorum. Burada Cioran’ın –Rumen asıllı Fransız düşünür Cioran’ın– bir lafı vardı, çok sert bir laf, Haldun Bayrı’nın çevirdiği; şimdi tam olarak hatırlamayabilirim ama şöyleydi mealen: Bugünün zalimleri dünün kafası kesilmemiş mazlumlarından çıkar, diye bir sözü; onu daha sonra bakıp kontrol edebilirsiniz. Böyle bir evrensel realite de var maalesef, çok sert bir şey, çok kötümser bir yaklaşım olduğunun farkındayım ama bu lafı ettiği tarihi hesaplarsak Cioran’ın herhalde bunu büyük ölçüde geleceğin Türkiye’sine atfen söylediğini bile düşünebiliriz.

Tarih zulümleri değil direnişleri yazar

Buradan bir an önce çıkmamız gerektiğini düşünüyorum ve bunu temenni ediyorum, başkalarının acısından, başkalarının baskısından, gördüğü baskıdan mutlu olmak hiç yakışık alan bir şey değil. Şu anda, “Sıra bize gelsin ve biz de bütün hesaplarımızı görelim” diye bekleyen, Türkiye’nin içinde ve dışında çok insanın da olduğunun farkındayım, onlara da bunun çok da iyi bir yol olmadığını söylemek lazım.
Son olarak şunu okumak istiyorum, 29 Ocak 2012’de yazdığım yazıda bir cümle kurmuştum, o cümleyle noktalamak istiyorum: “İnsanlık tarihi aynı zamanda zulümler ve onlara karşı direnişlerin tarihidir ve tarih zalimleri, onların cellatlarını, işkencecilerini, tetikçilerini değil; zulme uğrayanları, ona karşı direnenleri, bu uğurda bulunanları yazmıştır.” Eğer tarihe geçmek istiyorsa insan, zulümden uzak durması ve zulme karşı durması gerekiyor, kimden ne gerekçeyle gelirse gelsin — bu benim kişisel görüşüm. Evet, “Zalimler için yaşasın cehennem” lafını Said Nursi’den tekrarlayarak noktayı koyuyorum.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler!

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.