Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum (135): Aydın Selcen, Kemal Can, Mesut Yeğen ve Cihangir İslam ile Türkiye’nin “acil” seçimi

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu

Sedat Pişirici: İyi akşamlar. Medyascope.tv’nin 135. “Açık Oturum”una hoşgeldiniz. Geçen hafta da Türkiye’nin “Acil Seçimi”ni konuşmuştuk. Bu hafta da Türkiye’nin erken seçimini, baskın seçimini –artık siz nasıl adlandırıyorsanız onu– konuşacağız.

Stüdyoda üç konuğumuz var: Aydın Selcen, Mesut Yeğen ve Kemal Can. Üç konuğumuzu da Açık Oturum izleyicileri yakından tanıyordur diye düşünüyorum. Bir ara Cihangir İslam Skype’tan konuğumuz olacak. Onun da gelişmelerle ilgili görüşlerini sizlere aktaracağız.

Kısaca özetlemek gerekirse; MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin çıkışıyla birlikte, 24 Haziran 2018’de Türkiye’de bir genel seçime ve cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turuna gitmesinin kapısı aralandı. Bu arada –belki unutuyor olabilirsiniz diye her programda hatırlatıyoruz–, Türkiye halen Olağanüstü Hal rejimi altında yönetiliyor. Bu Olağanüstü Hal geçtiğimiz hafta yeniden uzatıldı. Yani bu seçimler Olağanüstü Hal rejimi altında yapılacak. Demokratik seçimler, demokratik olmayan bir rejim altında yapılacak gibi tuhaf bir durumumuz var.

Efendim, şunu da aktarmadan geçmeyelim: Cumhuriyet gazetesi davası sonuçlandı. İstanbul 27’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen 8’inci duruşmanın dün gerçekleşen 2’inci oturumunda karar açıklandı: 3 kişi dışında, –biri Cumhuriyet Kitap Eki’nin Yayın Yönetmeni Turhan Günay’dı, bir tanesi de Cumhuriyet gazetesi muhasebe görevlisi Hakan Emre İper– 13 gazeteciye hapis cezaları verildi ve yurtdışına çıkmaları yasaklandı. Bu esnada da bu ekipten cezaevinde kalan son kişi olan Cumhuriyet gazetesi İcra Kurulu Başkanı Av. Akın Atalay’ın da tahliyesine karar verildi. Önce konuklarımdan kısaca buna ilişkin değerlendirmelerini alayım, ondan sonra da asıl konuya geçelim. Gazeteci Kemal Can, Cumhuriyet’in de yazarı, ondan başlayalım.

Kemal Can: Tabii o dava, davanın açılışından her aşamasına kadar, iddianamesinden savcı mütalaasına, oraya getirilen tanıklardan, iddia edilen suçlara kadar, A’dan Z’ye bir hukuk fiyaskosu, skandalı, rezaleti olarak cereyan etti. Aslında bu, bütün hikâyenin de özeti sayılabilecek, üzerine tüy dikecek bir kararla da noktalandı. Tabii ilk aşama itibariyle noktalandı, bunun yerde kalmayacak bir dava olacağı açık. Ama bu yaşadığımız dönemi –senin işaret ettiğin OHAL ile sembolize edilecek olan bu garip dönemi– her yönüyle özetleyen, onu iyi kristalize eden, mikro bir örnek olarak anlatan bir davaydı. Ve bu davaya finalinde böyle mahkûmiyet kararlarıyla girilmiş olması da bu süreci başlatan, bu davayı var eden koşulları yaratanların bundan sonraya ilişkin niyetlerini, bakışlarını da gösteren bir şeydi. İki gün önce Cumhurbaşkanı “Yeni dönemde Türkiye’ye daha fazla adalet, daha fazla demokrasi ve daha fazla yargı bağımsızlığı gelecek” demişti. Bu kavramları ve bu kavramların temsil ettiği şeyleri seçmene ve ülkeye karşı rehin tutan iktidar tavrı, bu kararla çok net bir şekilde bir kez daha tescil olmuş oldu.

Mesut hocam, siz bir sosyoloji profesörüsünüz. Buradan bakınca ne görünüyor?

Mesut Yeğen: Bu durumu değerlendirmek için sosyoloji ilminin yardıma yetişeceğini çok düşünmüyorum. Birkaç şeye işaret ediyor: Bir tanesi, bir zamandır devam eden bir sürecin son halkası bu. Siyasî iktidar, etkili muhalif odağı her ne varsa onun üzerinde tahakküm kurmuş durumda. Cumhuriyet gazetesi de özellikle son birkaç senede etkili odaklardan biri olageldi. Dolayısıyla bu muhalefete yönelik bir bastırma girişimi, bunun bir parçası. Başka yerlerde zaten yapıldı.

Bir başka boyutu, tabii ki yargının halini göstermesi. Yargı uzun süredir siyasette, siyasetin ihtiyaçlarına, yani iktidarın ihtiyaçlarına çok cevap veren tutumlar alıyor. Bu da onlardan biri. Bir başkası da, kısmen yargının, kısmen de kolluk kuvvetlerinin durumunu gösteriyor. Ben davayı çok yakından izlemedim, ama benzer davalardan biliyorum ki ipe sapa gelmez deliller ve iddialar anlaşılan burada da kullanılmış durumda. Kolluk kuvvetlerimiz, iddia makamlarımız uzun zamandır kendilerini çok yormak zorunda hissetmiyorlar. Adamakıllı bir performans ortaya koyalım demiyorlar. Nasıl olsa sonuçlar aşağı yukarı belli. Bir bakıma da iddia makamının ve kolluk kuvvetlerinin durumunu gösteriyor.

Peki, Aydın Selcen?

Aydın Selcen: Ben de Mesut Hoca’nın kaldığı yerden devam edeyim. Bu, iktidarın korkusunun boyutlarını gösteriyor, benim açımdan birincisi bu. İkincisi, OHAL olmadan bu ülkeyi yönetemez hale geldiğini de gösteriyor. 2017’de yabancı yatırımcılara konuşan Sayın Cumhurbaşkanı “OHAL kısa bir süre içinde kalkacak” derken, baskın seçim tarihi ilan edilmiş, “Gerekirse sekizinci, dokuzuncu kez uzatılacak” diyor. Bu defa –ilginç bir şekilde, yine rastlantı– iş adamlarına hitap ediyor; OHAL’in, grevlerin uygulanmaması için ne kadar yararlı olduğuna işaret ediyor.

Cumhuriyet gazetesi davası da bunu gösteriyor. Bu davanın hiç açılmamış olması gerekirdi. Kemal’e tamamen iştirak ediyorum, buradan hukuk çıkmaz, hukuk dersi çıkmaz. Olsa olsa bir kara komedi, absürt bir tiyatro piyesi çıkar. Ama dilerim bu iddianameler saklanır — ki ileride hukuk öğrencileri bunu okusun ve neyin yapılmaması gerektiğini görsün.

Neticede, “korkunun boyutlarını gösteriyor” derken, havuzun dışında kalan, basılı kâğıda çıkan bir-iki bağımsız gazeteden biri. Alırım, almam, Cumhuriyet’i alıyorum her gün, o ayrı, ama diğerleri, Evrensel, Birgün, daha fazlasını sayamıyoruz. Fakat bunların olması bir demokrasinin sağlığını gösterir. Buna dahi tahammül edilemiyor. Buradaki isimleri tek tek hatırlatmaya gerek yok. Ben Çağlayan’da da, Silivri’de de pek çok davaya gittim. Hepsine gitmedim, ama Kadri Gürsel’in gazeteci olduğunu, büyüğümüz Aydın Engin’in gazeteci olduğunu, diğerlerini tek tek saymaya gerek yok, Ahmet Şık’ın gazeteci olduğunu söylemeye gerek yok. Bu ülke onların gazeteci olduğunu ve suçsuz olduklarını biliyor. Dediğim gibi, bu, davadan aklanmak değil, bu zaten abesle iştigal. Bu davanın olmaması gerekirdi. Bu sabah “Yok Hükmünde” diye bir sosyal medya kampanyası vardı. Gerçekten de bu dava vicdanlarda yok hükmündedir. Yakın zamanda da Türkiye’nin siyasî dönüşümüyle birlikte, lâyık olduğu yerde –artık raf mı, sepet mi, neresiyse– bu klasörler orada yerini alacak ve bu arkadaşlarımız da hem seyahat özgürlüklerine kavuşacaklar, hem de mesleklerini korkmadan icra etmeye devam edeceklerdir.

Peki, dönelim seçime. Bugün Yüksek Seçim Kurulu seçim takvimini de açıkladı. 5 gün olan Cumhurbaşkanlığı adaylığı başvuru süresini 6 güne çıkardı, orada öyle bir değişiklik oldu. Cumhurbaşkanlığı aday gösterme tarihleri 4-9 Mayıs arası. Milletvekili aday listelerinin Yüksek Seçim Kurulu’na son teslim tarihi de 21 Mayıs.

Şimdi halihazırda 3 tane cumhurbaşkanı adayı var: Bir tanesi AK Parti-MHP ittifakının adayı mevcut cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Diğeri, İYİ Parti’nin Genel Başkanı Meral Akşener. Ötekisi de, HDP’nin eski Eş Genel Başkanı, halen cezaevinde tutuklu yargılanan Selahattin Demirtaş. CHP ve Saadet Partisi halen bir aday açıklamadı. Abdullah Gül’ün adı üzerinde estirilen rüzgâr henüz dinmedi. Ama CHP’nin grup başkanvekilleri ve kimi milletvekilleri dün ve bugün çıkıp “Yok öyle bir şey, nereden çıkardınız, biz Abdullah Gül’ü konuşmuyorduk” deyiverdiler.

Önce şunu konuşalım ve sırasıyla herkese aynı soruyu soralım: Abdullah Gül nereden çıktı? Kemal Kılıçdaroğlu gerçekten Abdullah Gül’ü aday yapmayı düşünmüş olabilir mi? Ki öyle söyleniyor. Bütün bu olan bitenden sonra Abdullah Gül’ün aday olması sizce hâlâ mümkün müdür? Kemal’den başlayalım.

Kemal Can: Geri plan ve kulis bilgilerine çok hâkim değilim. Ama izlediğimiz süreç itibariyle ve gazetelerde yer alan, alanı takip eden güvenilir kaynakların aktardıklarına göre, Kılıçdaroğlu’nun gerçekten bunu bir seçenek olarak önemsediği ve bununla ilgili zemin ve nabız yokladığı yolunda kuvvetli enformasyon var.

Fakat ben meseleye şöyle bakıyorum: Bu aslında çok sıkıntılı, yani o baskın seçimden bile önce, seçim yasası değişikliği gündeme geldiğinde de olmuştu. Bazı siyasî meselelerde, açılan tartışmaların doğrudan yarattığı sonuçlar dışında, dolaylı ve çok daha fazla sonuç ve etki yaratabildiğini düşünüyorum. Kılıçdaroğlu’nun ister bu sonuca ulaşmak için olsun, ister bunun tartışılmasının ve bir zeminde ele alınmasının yan etkilerinden faydalanmak için olsun, pozitif bir mesele olduğunu düşünüyorum.

Söylemek istediğimi toparlarsam: Abdullah Gül’ün aday olup olmamasının getireceği sonucun dışında, Abdullah Gül tartışmasının çok önemli bir siyasî gündem belirleme etkisi olduğunu, çok uzun zamandır konuşulan “Siyaset gündemini tamamen Erdoğan belirliyor, oyunları tamamen o kuruyor, herkes de onun kurduğu oyunlarda figüranlık yapıyor” algısını, bütün itirazlara, kendi partisinde bile çıkan gürültülere rağmen, Kılıçdaroğlu bu çıkışıyla ve bu meseleyi gündeme getirişiyle –ki kendisi hiçbir zaman bu ismi telaffuz ederek ortalara çıkmadı–, onu yönetme biçimiyle bu anlamda bence başarılı oldu.

Şaşırtıcı bir şey söylüyor olabilirim; ama ben sonuç alamamış ve hatta şu an AK Partililerin özellikle trol faaliyetlerinde yoğun bir biçimde “Gül elinizde patladı” filan şeyi yaparak CHP’yi yıpratmaya çalıştığını, CHP içerisinde bu tartışmanın biraz sorun yaratabildiğini görmeme rağmen, hem kendisi için, hem de Türkiye siyasetindeki birtakım perspektifleri harekete geçirip gündem kurabildiği için önemli bir hamle olduğunu düşünüyorum. Bir küçük etki de, tıpkı Adalet Yürüyüşü’nde olduğu gibi, Kılıçdaroğlu muhalifi bazı CHP’li isimlerin çok erken ve yüksek reaksiyon alarak biraz kendilerini açığa düşürdüklerini, bunun da, bir vadede dolaylı etki yaratacağını düşünüyorum.

Gelelim Gül olayına. Gül tartışmasının kendisi, Gül tartışmasının, Akşener’in bu “birlikte davranma”, “Hayır bloku”nun iç motivasyonu konusunda gelecekte yapabilecekleri konusunda ortaya çıkardıkları… Saadet Partisi’nin son günlerde popülerleşen ve muhafazakâr kesimlerde yeni seçenekler açısından kapı açabilecek bir aktör olup olmadığının gündeme gelmesi… Abdullah Gül’ün hiç denklemde yokken –şimdi aday olsa da olmasa da– denklemde tartışılan bir faktör olarak devreye girmesi… Bunun, iktidar blokunda bir kafa karışıklığı, bir türbülans, –Bahçeli’nin 16 tweet’lik serisinde olduğu gibi– biraz ölçüsüz bir saldırganlık üretmiş olması… Aday olması değil, adaylık ihtimalinin bile gündemi bayağı hareketlendiğini gösteriyor. Dolayısıyla siyaset gündemini bu anlamda kuran ve itiraz edilse bile bir tartışmayı başlatan, başka seçenekleri ve ihtimalleri düşünmenin önünü açan… Mesela, Gül tartışmasıyla birlikte, sıfır barajlı, HDP’nin dahil edilebileceği bir seçim birlikteliği daha kolay konuşulur bir şey haline geldi bence. Gül tartışmasının böyle bir dolaylı etkisi de var.

Onun için, Abdullah Gül’ün adaylığı meselesinde varılacak sonuç –senin de biraz önce işaret ettiğin gibi, tarihler itibariyle hâlâ bir pay var– belki İYİ Parti’nin dışında kaldığı bir ittifakın adayı olma ihtimali hâlâ opsiyon dahilindedir. Gül’ün, bağımsız ya da Saadet Partisi destekli bağımsız aday olma ihtimalinin tamamen sıfır olmadığını düşünüyorum. Ama bunların hiçbiri olmasa bile, bence her şeyin çok net olduğu, tablonun ortada olduğu ve kimsenin gündem kuramadığı bir şeyi dağıtması hasebiyle de önemli bir çıkış olduğu kanaatindeyim.

Mesut hocam, Abdullah Gül’ün ortaya çıkışı, kabul görmesi görmemesi, ama bir şekilde de, ne olursa olsun en azından AK Parti çevresinde kimya bozukluğuna yol açmasının nedenleri konusunda sizin değerlendirmeniz nedir?

Mesut Yeğen: Bir sürpriz tarafı yok. Hatırlayacaksınız, yanılmıyorsam referandumun hemen ardından, Baykal CNN Türk’e çıkıp bir program yaptı. Orada bu ihtimal zaten gündeme geldi ve Baykal bile “Bu ciddi bir alternatif olur, bunu değerlendirebiliriz” kabilinden şeyler söyledi. Dolayısıyla Gül’ün isminin önemli bir alternatif olarak konuşulmasında bence sürpriz bir taraf yok.

Önümüzde birkaç veriden oluşan bir durum var. Birincisi, Gül cumhurbaşkanlığından ayrıldığından beridir, hatta onun da öncesinde, kendisini bugün Erdoğan ile simgelenen haşin AK Parti çizgisinden ayırmış bir figür. İma yoluyla çok kuvvetli olmasa da biz Gül’ün bu durumu çok onaylamadığını, kimine göre Gezi’den beri gerek AK Parti’nin bugünkü sertlik çizgisini, gerek Batı’yla kopuşa benzeyen durumu onaylamadığını biliyoruz. Dolayısıyla bir Gül vakası var ortada.

İkinci bir vaka; en son referandumda da gördük, belli ki AK Parti ile MHP arasında kurulmuş bu ittifaka MHP’nin içerisinden de, ama daha önemlisi AK Parti’nin içerisinden de itirazlar var. Sadece Gül değil, AK Parti içerisinde yer alan bir kısım insan da Erdoğan’ın bu gidişinden memnun görünmüyor. Yüzdesi nedir bunu kestirmek çok mümkün değil; ama Cumhurbaşkanlığı seçimi söz konusu olduğunda oraya etkide bulunacak sayıda bir insan gidişattan memnun değil. İki tane veri bu.

Ama daha önemli veri şu: Bugünkü muhalefetin iki önemli aktörünü oluşturan CHP ve İYİ Parti’nin toplam desteği, Erdoğan’ı aşmaya ve kendi adaylarını cumhurbaşkanı kılmaya yetmiyor. Dolayısıyla, bir kısım AK Parti memnuniyetsizinin ve daha önemlisi, HDP’ye oy veren Kürt seçmenin desteğini alması gerekiyor. Şu âna kadar konuşulan tüm CHP ve İYİ Parti isimleri –ki İYİ Parti’de bir isim var: Akşener– bunların hiçbiri bunu yapabilecek kıratta görünmüyor. Akşener’in Kürtlerle gönül bağı kurmaya zaten niyeti yok. CHP’de şimdiye kadar dolaşan isimler de –sürpriz olabilir halen– bu işi yapabilecek kabiliyette görünmüyor. Dolayısıyla AK Parti memnuniyetsizleri ile HDP’ye oy veren ve hatta AK Parti’ye oy veren Kürtleri de, CHP-İYİ Parti blokunun arkasına takabilecek bir isme ihtiyaç var. Eğer gerçekten Erdoğan gönderilmek ve cumhurbaşkanı olmasının önüne geçilmek isteniyorsa.

Bu tabloya uyum sağlayabilen Gül’den daha uygun bir isim henüz yok. Bu itibarla, Gül’ün isminin geçmesinde hiç sürpriz bir taraf yok. Olmazsa, ne olacağını da yakında göreceğiz; ama gidişat şunu gösteriyor: CHP ve Akşener ayrı ayrı seçimlere girecek olursa ve CHP şimdikilerden farklı bir isim gerçekten çıkaramazsa, yani şapkadan tavşan çıkaramazsa, gidişat Erdoğan’ın ikinci kez seçilmesine doğru gidiyor.

Bugüne kadar olanlar etrafında “Abdullah Gül bundan sonra ne yapar?” sorusuna cevabım şu: Akşener’in ikna edilmesi zor görünüyor, dolayısıyla bir ortak aday olması mümkün görünmüyor. Kemal’in söylediği üzere, CHP ve diğerlerinin adayı olma ihtimali, yani HDP’nin dışarıdan destekleyerek CHP ve Saadet Partisi’nin adayı olma ihtimali var. Fakat bir Saadet Partisi adayı ya da Saadet Partisi + AK Parti adayı olarak da Gül çıkabilir. Ben tanımam etmem, ama şimdiye kadar duyduğumuz kadarıyla, Gül’ün meşrebi ve karakteri buna uygun değil deniyor. Olmayabilir gerçekten ve dolayısıyla o riski almak istemeyebilir. Ama Gül hikâyesinin, bu cumhurbaşkanlığı seçiminde sonlanmadığını düşünüyorum açıkçası. Çünkü ülkenin tüm siyasî ve iktisadî parametreleri Haziran seçimlerinden sonra siyasî ve iktisadî karmaşamızın devam edeceğini gösteriyor. O itibarla Gül belki bu aşamada sahne almayıp daha sonraki bir aşamada sahne almayı tercih edebilir.

Peki. Aydın Selcen?

Aydın Selcen: Bir kere, sözünü ettiğiniz üzere, Abdullah Gül’ün Sayın Özgür Özel’in “Yeter artık CHP’nin böyle bir konusu yoktur” demesine veya benzer tepkilere rağmen, halen bir çatı aday olarak ortaya çıkabilmesi için süre var. Çok kullanılan bir deyimle: “Siyasette 24 saat uzundur”. Bu süreç devam ediyor ve dolayısıyla bu mümkündür.

Bir diğer konu: Sayın Gül nereden çıktı? Söylemek lazım ki hem dışişleri bakanlığı, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış biri. Yani tanınan biri, gayya kuyusundan çıkarılmadı. Daha önemlisi, belirli bazı güvenilir şirketlerin yaptığı kamuoyu yoklamalarında, Gül’ün çatı aday olacak isim olabileceği, olursa ikinci tura kalabileceği ve bu yarışı kazanabileceği çıktı. Buradan Gül ismi dolaşıma sokuldu, ama kendisinin konuşmadığını yine vurgulamak lazım tabii.

Nereden çıktığı hususunun bir diğer yanıtı: HDP’nin destek vereceği anlaşıldığı için çıktı. Bugün siz adayları sayarken Demirtaş dediniz, ama Demirtaş’ın durumu sanki biraz farklı. HDP, Demirtaş ismi üzerinde mutabakat sağladı. HDP, hem Demirtaş’ın adaylığını ilan etme konusunda, hem de ittifaka dışarıdan destek konusunda belki de tüm siyasî aktörler arasında bu badireyi atlatmaya yönelik en yapıcı, en demokratik tutumu HDP sergiliyor.

Diğer söylenebilecek husus: 15 milletvekilinin demokrasi adına Akşener’e ödünç verilmesi. Bunun Abdullah Gül’ün çatı aday olmasıyla bağlantısı olmadığını zaten anlamış bulunuyoruz. Öyle bir şey yoktu, ama şüphesi olan için de olmadığını görüyoruz. Zira razı edilemeyen aktör Akşener. Hatta “Ben 100 bin imzayla da aday olurum” diyor.

Kemal Kılıçdaroğlu, Kemal’in söylediği gibi belki de uzun süredir ilk kez oyun kurucu konumunda. Bugüne kadar da doğru hamleler yaptığı görülüyor. Tam yetki de aldı; dolayısıyla adayı ve ittifak konusunu Kemal Kılıçdaroğlu belirleyecek. Bu süreç devam ediyor.

Gül’ün Saadet Partisi adayı olması da, evet, bir diğer seçenek. Ancak, benim anladığım kadarıyla, orada Saadet Partisi adaylığını belki AK Parti içinden de alacağı 20 küsur milletvekilinin desteğiyle, AK Parti içinden bir kopuşla yapacağını düşünüyorum. Öyle öngörüyorum, ama bu ihtimalin –Mesut Hoca’nın da söylediği gibi– Abdullah Gül’ün karakteri ve eskiden bulunduğu görevler göz önüne alındığında çok da kuvvetli olmadığını düşünüyorum. Ama bu seçenek de –çatı aday seçeneğinin olması gibi– deyim yerindeyse, hâlâ hayatta.

Yinelemek gerekirse; burada oyunu bozan –burada oyun belki doğru sözcük değil ama olumlu anlamda kullanıyorum, strateji demek lazım belki– Meral Akşener. Benim şöyle bir iddiam var – tamamen oturduğum yerden söylüyorum, herhangi bir kamuoyu yoklamasıyla alâkası yok, bir öngörü: Eğer Selahattin Demirtaş’ın aday olması gerekirse ve muhalefet bir çatı aday üzerinde uzlaşmazsa ve Demirtaş bu yarışa girerse, bence hem 7 Haziran skorunun üzerinde bir sonuç alacak, hem de bu yarışı Akşener’in de üzerinde bitirecek. Tabii burası da artık bir Ortadoğu ülkesi, belki eskiden öyle değildi. Biliyorsunuz, “Ortadoğu’da tahmin yapma, her zaman yanılırsın” denir. Görürüz, ama bu benim kişisel öngörüm.

Gül konusunda konuşulan bir diğer konu: Gül, AK Parti tabanından ne kadar oy alacak ve CHP’den ne denli seçmeni itecek? Burada biraz elimizde ölçüm ve veri olmadan herkes kendi meşrebince yorum yapıyor. Örneğin, Fatih Altaylı’nın köşe yazısına bakarsanız, “%90 seçmen vermez” diyor. Ben bugün biraz bu işlerin içinde olan biriyle, Ankara’dan yeni dönmüş bir eski siyasetçiyle sohbet ederken, bana “20-30 bin oydan fazla seçmeni geçmez” dedi. Gül çatı adayı olduğunda, CHP seçmeni içinde gitmeyecek olanlar… o konuda da rivayet muhtelif.

Ama Gül adı telaffuz edildiğinde, burada asıl konuşulması gereken konu, deyim yerindeyse Gül 2.0 sürümü. Yani Gül çatı aday olursa, koltuğunun altında ya da elinde bize göstereceği sözleşme. Ne önerecek? Eski model Gül ve yanında birtakım eski AK Parti üst düzey yöneticileri ile beraber olan bir Gül… Böyle bir resim yok. Önerilen ve üzerinde çalışılan bu değil. Bence bu husus gözden kaçırılıyor.

Son söyleyeceğim de; bütün bunlar olup biterse, bu çekilme konusu stratejik olarak nasıl işleyecek, onu bilemiyoruz. 1-2-3 diye ikinci tura geçildiği takdirde birbiri lehine çekilme meselesi nasıl olur? Bir de, bunun da ötesinde, belki Gül’ün adını da aradan çıkartarak –hep konuştuğumuz, Kemal’le de anlaşamadığımız konu ki sen de biliyorsun– ilk turda çok aday mı, yoksa çatı aday mı? Burada herkes elindeki verilere, tecrübesine, birikimine ve toplumun anlayışına göre farklı görüşler sergiliyor.

Pekâlâ. Telefon hattımızda, daha doğrusu Skype’ta, Cihangir İslam var. Hocam, merhaba.

Cihangir İslam: Merhaba, iyi akşamlar diliyorum herkese.

“Açık Oturum” izleyicileri Cihangir hocamı yakından tanıyor. Hak ve Adalet Platformu Sözcüsü kendisi; ama daha önce İslamcı, sağcı siyasetin içinde bulunmuş, oralarda siyaset yapmış bir siyasî figürdür. Bugün, Gazete Duvar’da yayınlanan bir yazısı var Cihangir İslam’ın. Ben şöyle özetleyebilirim: Diyor ki: “Abdullah Gül, Ekmeleddin İhsanoğlu vakasından farklıdır. Ekmeleddin İhsanoğlu hatalı bir deneydi; ama yine de o dönem kendisini aday gösteren MHP ve CHP’nin toplam oyunu alabilmiş bir cumhurbaşkanı adayıydı. Fakat Ekmeleddin İhsanoğlu vakası, Abdullah Gül’ün adaylığına örnek gösterilemez.” Gerisini Cihangir hocamdan dinleyelim. Ne demek istiyorsunuz siz?

Cihangir İslam: Tekrar iyi akşamlar diliyorum. Hem İslamcı, hem sağcı olmak mümkün değil Sayın Pişirici. İslamcı diyorsanız, hay hay, onur duyarım…

Özrümü kabul buyurunuz o zaman.

Cihangir İslam: Ama sağcı lafını ben masanın üzerine koyayım. Öncelikle bütün seçmenlerin veya siyasilerin şu “vermem” dilini bir kenara bırakmaları lazım. Biz bir elemana göre iş mi ihdas ediyoruz? Yoksa ortada bir iş ve pozisyon var, buna göre bir eleman mı arıyoruz? İşte bu noktada ortak bir rasyonalitenin gelişmesi lazım. Ben kısaca bunu söylemek istiyorum. Diyorum ki: Buradaki asıl soru kim olacağı sorusu değildir. Hangi özelliklere sahip bir aday olacağı sorusudur ki bunun cevabı basittir. Burada iki ana belirleyici vardır: Bir; bu aday muhalefeti bir arada tutacak. İki; AK Parti’den yeterli miktarda oy olacak bir aday. Muhalefet eğer Erdoğan ve AK Parti iktidarını değiştirmek istiyorsa gerekeni yapacak. Yani durulması gereken yerde duracak. Yani bu özelliklere sahip adayın arkasında duracak. Muhalefet burada değiştirme olayına odaklandıysa gereğini yapacak.

AK Parti’den, yani iktidar kanadında olan insanlardan şunu rica edeceğiz: “Gelin bir arada yaşamanın, demokrasi içinde yaşamanın, hukuk devleti içinde yaşamanın yolunda bize destek verin ki biz bu projeyi gündeme sokalım.”

Şimdi AK Parti’den oy alabilecek adaylara bir bakalım: Bir: AK Parti’den kopabilecek iki kesim var. Bunların bir tanesi, özellikle AK Parti’deki muhafazakâr Kürt vatandaşlarımızdır. İki, diğer muhafazakârlardır. Muhafazakâr Kürtlerin tamamı Gül’e oy vermeye hazırdır, ölçümler de bunu gösteriyor. Hatta Kürt vatandaşlarımızın hemen hemen tamamı Sayın Abdullah Gül’e oy vermeye hazırdır.

Diğer muhafazakârlara gelelim: Bunlar için de aşağı yukarı aynı şeyi söylemek mümkündür. Şimdi tek tek bir düşünelim. Ben burada isimleri saymak isterdim; ama biraz da hekimim, bir otopsi yapmak zorundayım çünkü ülkeyi ilgilendiren bir durum. Sayın Akşener, Kürtlerden yeterince oy alabilecek mi? Bakınız, muhafazakârların ve Kürtlerin desteğini almayan hiçbir siyasî organizasyon bu ülkede iktidar olamaz. Sayın Akşener, Sayın Büyükerşen, Sayın Muharrem İnce, kaç tane Kürt oyu alacak? Bize bunu göstersin ölçümlerde.

Bu noktadan geçelim. Sayın Aydın Selcen açıkça ifade etti, anketler açıkça Gül’ü gösteriyor. CHP’li adayın AK Parti ve HDP’den oy alamama gibi, İYİ Parti adayının AK Parti’den, HDP’den ve CHP’nin bir kısmından oy alamama gibi handikapları var. Gül ise, CHP’nin küçük bir kesimi ve İYİ Parti dışında şu anda bütün Türkiye’nin oyunu alabilecek pozisyondadır. Ben buradan Sayın Gül formülüne direnen CHP’lilere ve İYİ Parti’lilere gerçekten bir çağrı yapmak istiyorum: Referandumda çok iyi bir işi götürdük. Bir arada, özgürce, eşitçe, demokrasi içinde yaşamanın, hukuku bu ülkede tekrar tesis etmenin bir yolunu bulabiliriz. Ama kimse kusura bakmasın! Olacak olanı, yani rakamların gösterdiğini desteklemeyen her kişi, her kurum, bu vebalin altında kalacaktır. Ben bunu söylemek istiyorum.

Peki, bir şey soracağım. Bütün bu dediklerinizin doğru olduğunu varsayalım.

Cihangir İslam: Anketler gösteriyor, varsayım değil Sayın Pişirici.

Olabileceğini varsayalım. Fakat şu âna kadar Abdullah Gül’ün kendisinden herhangi bir açıklama, tepki, karşı tepki… Hiçbir şey gelmedi. Abdullah Gül bunları kabul ediyor mu, edecek mi? Sizin bu konuda bir fikriniz var mı?

Cihangir İslam: Sayın Pişirici, buradaki tek formül, bu dört partinin Sayın Gül’ün arkasında toplanması formülüdür. Siz daha bu formülü Sayın Gül’e götürüp sunmamışsınız, nasıl çıkıp bir yorum yapabilir ki? Sayın Gül bu ülkede dışişleri bakanlığı, başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yapmış ve siyaseti de belli bir yaşta, aslında bir anlamda örnek olacak şekilde adeta yavaşlatarak köşesine oturmuş bir insandır. Şimdi biz görüyoruz ki Türkiye’nin böyle bir figüre, böyle bir yumuşak geçişe ihtiyacı var. Bu formülü tamamlamadan Sayın Gül’e nasıl bir teklif götürülebilir ki? Sayın Gül oradan konuşsa, birtakım siyasiler ortaya çıkıp kendisini eleştirmeye başlamayacaklar mı? Ben aktif siyasetçilere çağrıda bulunuyorum. Tekrar ediyorum: Sayın İYİ Parti yetkilileri, CHP içindeki Sayın Gül formülüne karşı çıkan arkadaşlar, bunu tekrar değerlendirin. Sayın İnce aday olsun, tamam, gerekirse oy da verelim ama Sayın İnce önce kendi partisi içinde bir seçim alsın, ondan sonra Türkiye içinde bir seçime çıksın. Bunu söylemek istiyorum. Bu işte vebal vardır. Formül apaçık ortada ve başka da elimizde bir şans yok. Bu formülün önüne geçenler vebal altında kalacaktır ve tarih onlar hakkında gerçekten iyi şeyler yazmayacaktır. Ben bir ikaz edeyim dedim. Çok teşekkür ediyorum.

Biz teşekkür ederiz katıldığınız için, iyi akşamlar.

Cihangir İslam: İyi akşamlar.

Cihangir Hoca’nın tarafı açıkça belli. Şimdi önümüzde iki tane soru var aslında: AK Parti ve MHP’nin adayı belli; Recep Tayyip Erdoğan değişmeyecek. Recep Tayyip Erdoğan’ın kim olduğu da belli. 2002’den bugüne Türkiye’yi yöneten siyasal anlayışın tek lideri. Recep Tayyip Erdoğan da karakter ve yapı olarak değişmeyecek bir insan. Şimdi muhalefetin ondan bir seçim alabilmesi için ne yapmak gerekir? Abdullah Gül’den bağımsız konuşalım bunu. Çünkü iki temel soru var, bir tanesi şu: Recep Tayyip Erdoğan’a oy veren birisinin onun dışında birisine oy vermesi için, o diğer kişinin nasıl birisi olması lazım? Bunun cevabı belki zihin açıcı olabilir.

Buna bir de şu soruyu ekleyelim: Gazete Duvar’dan Nergis Demirkaya’nın haberi vardı dün. Kemal Kılıçdaroğlu milletvekilleriyle bir kapalı toplantı yapıyor ve orada cumhurbaşkanında aradığı kriteri şöyle sıralıyor: “Ekonomi bilecek, başarı hikâyesi olacak, herkesi kucaklayacak, polemikçi olmayacak”. Kimdir böyle birisi? Aynı sırayla başlayalım.

Kemal Can: Şimdi hakikaten anlamıyorum. Gül dışında kalalım da, açık bir şey söyleyeyim: Memleketin geleceği ile ilgili herkeste vebal varken, Gül’ün vebalden âzâde olması nasıl mümkün oluyor? Ve “5-10 milyon adamı Gül’ün arkasında buluşmaya ikna etme çabası, neden Gül’ü ikna etmek için kullanılmıyor?”u anlamış değilim; bunu bir kere belirteyim. Çünkü biz “Bir adama göre mi formül arıyoruz? Bir pozisyona adam mı arıyoruz?” sorusunun cevabını Gül, “Formülle gelmedikçe ben yoğum” diyerek vermiş oluyor zaten. Dolayısıyla bu tartışmayı yapmadan, buna cevap üretmeden, Gül tezinin kendisi problemli olur. Çünkü iddia edilen teklik meselesine karşı formül üretirken bu tutarsızlığa düşerseniz problem olur.

İkincisi, denklemi ve matematiği şöyle kurulduğunda, “Bu seçimi almak için AK Parti’den ne alınacak? Ve eğer herkesin mutabık kaldığı bir aday olmazsa burada bir kayıp var” sistematiği üzerinden bir matematik var. Bunun büyük ölçüde de doğru olduğunu biliyoruz. Ama mesela varsayımlar, anketler ve araştırmalar dışında somut veriler, son yıllarda yaşadığımız seçim deneyleri üzerinden baktığımızda, 7 Haziran sonucunda –sonuçta öyle olmadı, oyun başka türlü kuruldu– şu anda indirilmesi söz konusu olan iktidar, aslında 7 Haziran’da düştü. Tek başına iktidardan indi. Kim onlardan oy aldığı için indi? Bunu sağlayan özel bir aktörün, çok ciddi bir oy patlaması yapan bir CHP’nin varlığından bahsedebilir miyiz? Orada iki faktör vardı; Biri MHP, önceki seçime göre 3 puanlık bir artış sağlamıştı. HDP de yaklaşık 3 puan kadar bir artış sağlamıştı. Ama buna karşılık AK Parti % 40’lara gerilemişti. Nasıl oldu?

Şimdi şu denklem “Siz oradan ne alacaksınız?” diye kuruluyor ya, denklem şöyle kurulursa belki başka türlü bir perspektif açılabilir: Cumhur İttifakı’nı kurmuş, referandumu geçirmiş, üstüne 15 Temmuz ve Afrin Operasyonu olmuş, o olmuş, bu olmuş, bütün kartlarını oynamış. Hâlâ yine pek çok ankette %51’i bulamamış, %48’lerde görünen birinin, %51’i nereden alacağının cevabını bir soralım. Dolayısıyla “Umut-umutsuzluk meselesini buradan kurduğumuzda ne resim çıkıyor?”a bir bakalım. Sürekli bir yenik şeyle başlamak, biraz bence formül üretirken ya da durumu anlamaya çalışırken, daraltan, garip bir mecburiyet üreterek kendini sıkıştıran bir şey. Yani AK Parti’den oy alacaklar.

Şöyle basit bir şey var: AK Parti’nin veya Erdoğan’ın üretebildiği destekle üretebildiği memnuniyet arasında bir açı var. Üretebildiği memnuniyet, üretebildiği destekten daha az. Bütün araştırmalarda görünen bu. Yani üretebildiği memnuniyetten daha fazla bir desteği, başka imkânlarla, başka yollarla, başka siyasî enstrümanlarla temin ediyor. Bunlarda bir kendine dair tarafları var: “Ben gidersem kaos olur”, dindarlar ve muhafazakârlar için “Kazanımlarınızı kaybedersiniz” filan gibi argümanlar olabilir. Pragmatik seçmen için kriz riski ya da belirsizlik olabilir. Bir de, tam bu muhalefetin “Biz bunu nasıl yeneceğiz?” çaresizliğinin görünürlüğü olabilir — ki bu en önemli faktörlerden biri.

7 Haziran sonucunu yaratanlardan en önemlisi, bu havanın değişebilir olduğuna ilişkin bir kanaat hâsıl olması, bir hava yaratılması. Dolayısıyla, “Erdoğan’a destek verenlerin içinden bir şey kopartmadıkça sonuç almamız mümkün değil” cümlesiyle söze başlandığı anda, evet, matematiksel olarak bu böyle; ama aynı sorun şunun için de var: O kendine bugüne kadar destek vermiş olanların tamamının onayını alıp, üstüne de bir şey koymadan da tekrar %51 ile Cumhurbaşkanlığı’nda. Dolayısıyla burada oynanacak bir alan var. İster Gül gibi bir adayla –ayrıca Gül bu veballe ilgili görevini yerine getirmeden, “Neden bağımsız olarak çıkıp, o talip olduğu yüzdeyi alıp denklemde kalmıyor?” sorusunu bir kenara bıraksak bile– ister bu yolla, ister başka bir yolla. İster o memnuniyetsizlerin bir başkasına oy vermeleri değil, Erdoğan’a oy vermemeleriyle bile… Yani %15’lik memnuniyetsiz payın başka birine oy vermesi değil, Erdoğan’a oy vermemesi bile denklemi değiştiriyor sayısal olarak. Çünkü AK Parti-MHP ortaklığındaki Cumhur İttifakı’nın memnuniyetsizlerinin –MHP’de bu dilim daha büyük, ama şimdi oyu küçük olduğu için toplama yansıması düşük– çeşitli araştırmalarda — ki bu, Gül’e oy verebilecek seçmeni de içeriyor ve önemli kısmı o. İçinde Kürt seçmen de var, ama başka muhafazakâr ve milliyetçi seçmenler de var; bunların desteğini sağlayamadığı, motive edemediği bir tabloda bu denklik başka türlü kuruluyor.

Dolayısıyla, muhalefetin, aktörler üzerinden değil, sürmekte olan problem üzerinden konuşmaya başladığında bir şansı var. Şöyle bir denklemin karşılığı olduğunu düşünmediğim gibi, bunun üreteceği ‘pozitif sonucun’ Türkiye’nin geleceği için hayırlı bir şey olduğunu da düşünmüyorum: Kötü bir adam var. Biz daha iyi bir adam bulduk, o sistemi biz bununla yapacağız, dolayısıyla o da hitap edebilir bir şey, bu AK Parti’den…

Ayrıca çok daha önemli bir şey söyleyeyim; Gül’e ilişkin CHP içerisindeki defans, “Acaba Gül ortak çatı aday olursa, ona ne kadar oy gitmez?” üzerinden bir hesap yapıyor. Ben de bir şey soruyorum: Bağımsız, kendi gücüyle aday olmamış, tam tersi, iktidarın iddia ettiği gibi şer cephesinin Truva atı olarak, onun adayı olarak gündeme getirilmiş bir Gül’ün, o kopartabileceği potansiyelden bir firesi yok mu? Bir de mesela bu sorunun cevabı… Teorik olarak kâğıt üzerinde yazıyoruz: Muhafazakâr % 15’lik bir blok var, bunlar memnuniyetsiz. Ama Gül çatı aday olduğunda Erdoğan’ın kullanacağı argüman ne? “Bütün şer güçleri son oyun olarak karşıma kardeşimi getirdiler”. Peki bu söylemin kuracağı şey ne? , CHP’lilerin “Gül’ü biz niye aday yaptık?” presinden daha az olmayacağının araştırması nedir? Bunu biliyor muyuz? Bilmiyoruz. O reaksiyonun, o söylemin, o karşı taarruzun, Gül’ün kampanyasına ve aslında bütün muhalefetin kampanyasına yönelecek olan suçlamanın –ki zaten kullanılmakta olan suçlamanın– Gül’ün alabileceği bu potansiyele nasıl etki edeceği…

Dolayısıyla meseleye tekrar dönersek, nasıl oradan bir şey kopartılacak meselesi değil. Buradaki temel itirazım, tıpkı referandumda olduğu gibi –bence kısmen 7 Haziran’da da olduğu gibi– sürmekte olan, devam ettirilen mevcudun yaşanmakta olan memnuniyetsizlikle ilişkisini kuran bir dilin ve bunun herkese hitap edecek aktörlerle değil, herkesin hitap ettiği tabanların tamamını motive edebileceği bir zeminde sonuç vereceğine inanıyorum. Araştırmaları değil, yaşanmış sonuçları dikkate aldığımızda da bunun daha çok sonuç verdiğinin örnekleri var.

Peki, Kemal Kılıçdaroğlu’nun işaret ettiği o dört kriter, o açıyı muhalefetin tarafına transfer edecek bir adaya denk düşüyor mu? Yani ekonomi bilen, başarı hikâyesi olan, herkesi kucaklayan ve polemikçi olmayan bir aday, o destek ve memnuniyetsizlik arasındaki o açıyı muhalefete kazandırır mı o oyu?

Kemal Can: Biraz önce Cihangir İslam’ın Gül için söylediği şey, bütün adaylar için ve muhtemelen CHP’nin bulacağı aday için geçerlidir bence. O tür vasıflardan çok, onun nasıl konumlandırılacağı daha önemli bir şey. Yani, ne yapmak üzere desteklenen biri olacak o?

Mesela, Demirtaş’ın –eğer HDP’nin adayı olursa– çok somut bir şekilde sloganlaştırdığı “Seni başkan yaptırmayacağız” ile özdeşleşmiş bir karşılığı var. Akşener, kendi iddiasıyla başka bir şey; bir tezi var. Ama bunun daha geniş kesimleri, –buna Gül’ü de dâhil ediyorum– CHP’nin göstereceği aday veya 2. tur için mutabık kalınacak belki daha başka bağımsız adaylar ve başkaları için de söylüyorum: Buradaki önem, özel olarak yüksek vasıflarından çok, onun ne yapmak üzere ve nasıl konumlandırıldığı ile ilgili.

Peki. Hocam, aslında her seçim, iktidar ya da muhalefetin bir siyasî kadroyu topluma sunduğu bir sözleşmeyle ilgili, değil mi? Yani herkes topluma bir sözleşme, bir program sunuyor: “Ben iktidara gelirsem şunu yapacağım” diyor. Şu âna kadar kimseden böyle derli toplu bir sözleşme sunulduğunu da görmedik. Burada bir sıkıntı var mı? Yani seçmen özellikle bu seçimde doğrudan birine mi oy verecek? Yoksa bir toplum sözleşmesine mi? Buradan bakınca muhalefet ne yapmalı? Ya da neyi yapamıyor?

Mesut Yeğen: Yani izleniminize kısmen katıldığımı söylemek isterim önce. Şu doğru; Bu bir sürpriz seçim. Herkes olabileceğini konuşuyordu, ama böyle 2 ay içerisinde kotarılacağı çok beklenmiyordu, Böyle olmasaydı, özellikle muhalefet partileri ne türden bir hazırlık yapardı, onu bilebilecek durumda değilim. Şu âna kadarki performansları çok ümitvar olmayı mümkün kılmıyor, onu bir teslim edelim.

Ama öte yandan, “Şu âna kadar söylenenlerden hiçbir şey çıkaramayız, ortada sözleşmevâri bir şey yok” demek de çok doğru gibi görünmüyor bana. Erdoğan’ın ne önerdiğini biliyoruz: Bir otoriter rejim, bir tek adam rejimi ve Türkiye’yi biraz Batı’dan uzaklaştıran, Kürt meselesinde de sertliği esas alan bir siyaset. Ana başlıkları bunlar.

Buna mukabil, “Bu olmasın” diyen bir şey söylüyor, özellikle CHP. Kısmen İYİ Parti, Akşener de, “Belki bu tek adam rejimini geride bırakacağız” gibi bir söz veriyor topluma. Aslında bir genel fikir var ortada. Erdoğan’ın önerdiği otoriterleşme, tek adam rejimi vs. olmasın. Ama bundan sonra pozitif bir sözleri var mı? Orada yok. Orada çok haklısınız, şimdiye kadar pozitif bir söz söylenmesi gerekirdi.

Ben bu âna kadar söylenenlerin yeterli olduğunu düşünüyorum açıkçası. Çünkü Türkiye referandumda zaten bu meseleyi konuştu. Bir makas değişikliğine gidiyor. Bu makas değişikliği onaylanacak mı, onaylanmayacak mı? Onun etrafında bir sözleşmeyi konuşacak seçmenler.

Ama şunu unutmamak gerekiyor — demin Kemal’in söylediklerinden ilhamla konuşayım: Parlamento seçimleriyle cumhurbaşkanlığı seçimini ayrı ayrı düşünmek gerekiyor. Parlamento seçimlerinde, her halükârda AK Parti’nin beklediğinin altında bir sonucun ortaya çıkacağını düşünüyorum. Dolayısıyla, orada muhalefet herkesin tek tek girmesi gibi büyük bir basiretsizlik göstermezse, Erdoğan Cumhurbaşkanı olsa bile AK Parti’nin Parlamento’da zorlanacağını düşünüyorum. Ama cumhurbaşkanlığı seçimlerinde –Kemal’in söylediklerini hep şöyle düşündüm– isimler üzerinden düşünmeye çalışınca ümitvar olamıyorum açıkçası. Çünkü ortadaki somut isimleri, her meseleyi birileriyle ilişkilendirerek düşündüm.

Çıkan manzara şu: Akşener 2. aday olarak çıkarsa seçimden, Erdoğan’ın başkan olması garanti gibi. Ama buna mukabil, CHP’de –şu anda adayı muamma– bu özelliklere uygun aday, mesela İlhan Kesici gibi biriyse, Gül üzerinden çalışmayan formül onun üzerinden çalışabilir. Çünkü İlhan Kesici gibi biri –Kemal Derviş de konuşuluyor, onun çok olabileceğini zannetmiyorum– Erdoğan’la 2. tura kalır ve 2. olursa, Kürtlerin ve AK Partili memnuniyetsiz muhafazakârların çok teveccüh göstereceği bir aday olabilir.

Son bir şey ekleyeyim: Program başında da konuştuk; ben Türkiye’nin bu badireyi bir seçimle atlatacağını düşünüyorum. O konudaki ümidimi koruyorum, çünkü Türkiye kritik zamanlarda, yani 1983’te, 1950’de, en son 2007’deki muhtıradan, esas olarak seçimle uzaklaştı. Onları seçim yoluyla geride bıraktı. Bu badireyi de öyle atlatacağını düşünüyorum. O itibarla da –bu bir hissiyat, kamuoyu yoklamalarına çok yansıyan bir tarafı yok– ama kamuoyu yoklamalarını yürütenler de söylüyorlar ki vatandaşta bir tedirginlik de var. Dolayısıyla çok büyük olmasa da bir sürprizin bizi karşılayabileceğini düşünüyorum açıkçası. O sürpriz de, öyle büyük ölçeklerde değil –ama demin Kemal’in söylediği üzere– şu açık ki %50 Erdoğan’a razı değil. Bu razı olmama halini nasıl gösterecek insanlar? O konuda bir sürpriz bizi bekliyor olabilir.

Yani şunu ima ediyorum, daha doğrusu ima ettiğim şeyi daha açık söyleyeyim: Aslında geride kalan birkaç sene içerisinde, CHP başta olmak üzere muhalefet kendisini toparlayıp bugünkü duruma bir alternatif resim çıkarabilirdi. Yapmadı. Seçmen bunu zorlayabilir. Partilerin kendisini düzeltmesini bizzat seçmen sağlayabilir. Ne olabilir bu? İnce gibi bir aday üzerinden olmaz da, mesela Kesici gibi bir aday üzerinden, CHP’nin beklediği oyun 5 puan üzerinde alması, bu dediğim şeyi zorlayabilir. Eğer bu dediğim tecelli ederse, şöyle okunur: “CHP, seni çok doğrudan temsil eden adaylarla % 25’i asla geçemedin; hatta %20’lere çekilebilirsin. Ama bunun dışına çıkan bir adayla 3-5 puan oynayabiliyorsun.” Dolayısıyla bu, CHP’nin nereye doğru akabileceğini, ilerleyebileceğini gösterebilir. Öyle bir aday Kürtlere de biraz umut verebilir. Hem HDP’li Kürtlere, hem AK Partili Kürtlere. Çünkü orada şu önemli: Kürtlerde umut yaratacak bir aday olması gerekiyor. Hem kendi adayları için sandık başına gitmeleri için, hem de eğer AK Partili olanların bir tereddütü varsa yönlerini değiştirmeleri için.

Şunu söylemeye çalışıyorum: Biz İnce profilinde biriyle ve bunun yanında Akşener’le gidersek, Selahattin Demirtaş’ın Kürtlerden alacağı oylarda da bir azalma olur, çünkü şevk azalabilir insanlarda. “Durum değişmeyecek” ya da “Akşener üzerinden değişecekse, hiç değişmesin’’ diyebilir insanlar. Böyle bir manzarayla karşı karşıya kalabiliriz.

Peki, demin adayları sıralarken bir eksik yaptım, Levent Gültekin’i saymadım. Gazeteci Levent Gültekin de bağımsız aday olarak ortaya çıktı. Medyascope.tv izleyicileri kendisini yakından tanır, hem Açık Oturum’lardan hem diğer programlardan. Yarın da yine Medyascope.tv’nin konuğu olacak. Bu sefer cumhurbaşkanlığı aday adayı Levent Gültekin burada görüş ve değerlendirmelerini açıklayacak. Bunu ekleyerek tekrar aynı soruyu sormuş olayım Aydın Selcen’e: Recep Tayyip Erdoğan’a karşı, ondan oy alacak olan aday nasıl bir aday olmalı?

Aydın Selcen: Levent Gültekin’e ben de değinecektim, benim de arkadaşım. Ama onun öncesinde şu sistemle ilgili bir-iki cümle etmek isterim. Bu iki turlu seçimi tam anlamışa benzemiyoruz. Bir de, bu Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçişi… Şimdiye kadarki cumhurbaşkanını halk seçti, milletvekili seçimi filan, bunlardan farklı bir seçim.

Zaten iki turlu seçim deyince, malum –o yönüyle Kemal Can’a katılıyorum– ilk turda aidiyetle oy veriliyor, ikinci turda elemeyle oy veriliyor. Bu da bizatihi bu seçimlerin doğası gereği, ikinci turda seçtiğiniz kişi, kendi gövdesinde, vücudunda bir koalisyonu cisimleştiren bir kişi olmuş oluyor. Bu yönü biraz gözden kaçıyor.

Burada ben örnek olarak –şimdi Gül’ü konuşmuyoruz ama– “Gül + elinde tuttuğu sözleşme” derken biraz da bunu kastediyordum. Bir de bütün o çatı olunca zaten —çatı, koalisyon. Koalisyon sözcüğü kirlendiği için zannederim, kaçınılıyor. Ama bu demek — bunun toplandığı bir kişi o.

Diğer husus, senin de işaret ettiğin ve hatta ben de dünkü Artı TV’deki programımda Murat Somer’e aynı soruyu sordum: Diğer adaylar üzerinde konuşuluyor, belli olan bir aday var: Recep Tayyip Erdoğan. Cumhurbaşkanı. 2002’den beri bu ülkeyi yönetiyor. Geçtiğimiz haftalarda da basına yansıdı; Mustafa Kemal Atatürk’ten de fazla bu ülkeyi yöneten ilk kişi oldu. Fakat 16 yıldır, hep yeniyi temsil etmeyi bir anlamda başarıyor, anlatı olarak. Belki bu defa ilk kez, özellikle OHAL’i devam ettirmekle, bir statükocu hale doğru çekilmek zorunda kalabilir.

Bu eski-yeni mücadelesinde, denilebilir ki bana o zaman: “Eh, Abdullah Gül nasıl yeni oluyor?” İşte o elinde tuttuğu şey, senin de söylediğin eski-yeni konusu ve diğer konular da tabii, kime sorulsa aynı şey söyleniyor. Evet, biz bu yayınlarda hukuk, adalet, eğitim diyoruz; ama ekonomi tabii ön plana çıkıyor. Ekonomideki yavaşlama ve bozulma, bunu gündemde tutabilmek, dış politikada aranan maceraların faturasının yavaş yavaş ya da belki hızlıca çıkıyor olması ve ilk kez dış politika konularının bir seçimde başat meselelerden biri haline dönüşmesi burada önemli.

Bu eski-yeni konusunda –Levent Gültekin’e de oradan geleceğim– Kemal haklı olarak, “Abdullah Gül’ün hiç mi vebali yok?” dedi ki çok doğru tabii. Ama izlediyseniz, Levent Gültekin’in de bağımsız cumhurbaşkanı adaylığı kampanyasında vurguladığı “Herkes Dışarı” kampanyasında, daha önce sohbetlerimizde de söylediği tema da buydu. “Hepimiz beraber bozduk, birlikte yapabiliriz.” “Sen bozdun, ben bozdum” meselesinden, kimliklerle birbirimizin –deyim yerindeyse– gözünü oyarak kapışmaktansa, hep birlikte bunu aşalım. Ama bağımsız adaylığın bir şekilde tüm partilerin hoşuna gitmediğini anlıyorum. Çünkü bu beş günlük süreyi koyunca, pratik olarak bağımsız adaylığın sürdürülmesi çok güçlü bir şekilde engellenmiş oluyor. Sanıyorum YSK bürolarının olduğu 900 küsur ilçe var. Bunu bölüp çarpmak mümkün. En az 100 bin imza, o kişilerin fiziksel olarak oralara gitmesi, kayıt yaptırması. Örneğin e-devlet kapısından, herkesin kendi akıllı telefonundan dahi adını oraya yazdırması mümkün olabilirdi. Bu istenmedi. Üstüne, diğer adaylarda aranmayan 131 bin TL’lik geri alınamayacak şekilde bir harç yatırılması gibi bir koşul kondu. Bu, bağımsız adaylığın pek istenilmediği sonucunu bana düşündürüyor.

Şu diğer konuda da –sizler de bunu söylediniz zaten– 2002’den bu yana Türkiye’yi yöneten Erdoğan’ın karşısına, “Bu da başka bir güçlü isim” yerine, “Bu da bizim programımız” diye çıkmak bana da akılcı geliyor. Kısa da olsa –artık iki aydan da az kaldı– bir kampanya süresi var. Bunlar bir türlü konuşulamadı. Şu sürekli vurgulanacak 5-10 başlık üzerinde –artık program bile denmez belki– 10 noktalık bir konuşma notunu duyma ihtiyacı var bence. Bu bir referandum değil, bu bir seçim. Onun için kişiler önemli. Yani “Kim olursa olsun” değil. Onu belki evet/hayır’a çevirmek bir formül olabilir. O yönüyle, belki benim söylediğim çatı aday olduğu zaman –“Evet mi hayır mı?” “Yeni mi eski mi?” gibi– bir referanduma kendiliğinden çevirmek belki mümkün olur.

Son olarak şunu söylemek isterim: Sayın Kılıçdaroğlu’nun saydığı o unsurlar arasında –yanlış not almadıysam– genç yok, öyle değil mi?

Hayır yok.

Aydın Selcen: “Ve genç olsun” diye. Oysa bütün kamuoyu yoklamaları bunu da gösteriyor. Zaten tekrarlamaya lüzum yok, ülkemizin çok genç bir nüfusu var. Genç lider, genç aday, genç yönetici aranıyor. Bu yönüyle bence “Ekonomi de bilsin, başarı öyküsü de olsun” deyince, ben CHP içine baktığımda –doğrusu Sayın Kesici’yi de deyim yerindeyse “istiskale uğratmak” istemem–, örneğin, Selin Sayek Böke buna uyuyor. Kadın, genç, ekonomiden gayet iyi anladığı malum, başarı öyküsü de politikacılığı olabilir. Kemal Derviş’i doğrusu burada duydum, ilgimi çekti, hiç düşünmemiştim. Bir isim var da onu mu işaret ediyor diye düşündüm.

İsimler böyle sayılınca, benim aklıma, Sayın Gül’ün de, “Yanında Ali Babacan olsun” dediği basına sızdığı için, acaba burada Ali Babacan mı murad ediliyor? Gül’ün üzerinde oluşacak mutabakatın, daha sonra “Ben olmadım, çünkü benim üzerimde madem vebal var, buyurun, genç, ekonomiden anlayan, polemiğe girmeyen Ali Babacan benim yerime olsun.” Bu, hiç olası gözükmeyen bir ihtimal; ama Kemal Derviş deyince benim aklıma o geldi.

Bütün bunları söylemişken, bu konuyla kenardan bağlantılı bir şey söyleyeyim kendimce: Muhalefet kazandığı takdirde, madem ki bir toparlanma ve restorasyon sürecine geçeceğiz, bu ekonomide de çok önemli olacak. Bizim çok parlak bir ekonomistimiz var: Daron Acemoğlu, MIT’de (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) Onun seviyesinde de bir ekonomistimiz yok. Hatta belki uluslararası bir profil olarak Kemal Derviş’in de üstüne koymak lazım. Ben kişisel olarak dilerim ki, muhalefet kazandığı takdirde Daron Acemoğlu’nun koluna girip 1-2 yıllığına da olsa, “Gel şu ülkeye, bize burada katkı sun” desinler isterim. Söyleyeceklerim bu kadar.

2,5 dakikalık bir son tur yapalım. Siz aklınızda olanları söyleyin. Ama ben de mümkünse şunların cevabını almak isterim: Öyle görünüyor ki, muhalefet cephesinde kim ne yaparsa yapsın, HDP’yi hesaba katmadan bir şey yapılamayacak gibi görünüyor. Ama HDP de şu âna kadar “Selahattin Demirtaş’ı aday gösterebiliriz”in ötesinde daha net bir şey söylemedi. HDP bir şey mi bekliyor tavrını netleştirmek için? Bu sorunun cevabı var mı sizlerde, değerlendirir misiniz bunu?

İkincisi: Meral Akşener –âmiyâne tâbirle– neye güveniyor da “Arkadaş ben 100 bin tane imzayla aday olacağım, buradan da çıkacağım” diyor? Bu sadece özgüvenli bir siyasî söylem midir, yoksa güvendiği bir yer mi vardır? Benim bu iki sorum var, siz de ekleyeceklerinizi ekleyin. Yine Kemal’den başlayalım.

Kemal Can: Pek çok aktör –Gül, Akşener filan–, “Ben olmazsam sonucu alamazsınız” ya da “Bana mecbursunuz” üzerinden giden bir strateji yaparken, HDP, senin söylediğin gibi, olmadığı denklemde her şeyi dağıtan, ama bunu kendisi çok iddia ederek koyan ve bunun gereğini yapan bir pozisyonda değil. Tuhaf bir şey var. Bu iddianın karşılığı olup olmadığı, tartışmalı isimler çok yüksek şeyler koyarken, HDP, denklemdeki önemi ölçüsünde vaziyet etmiyor. Böyle bir durum var. Ama dediğin çok doğru, onun dâhil olmadığı hem aritmetik hem siyasal formüller, işleyebilir görünmüyor. Ve hâlâ, sadece seçimde alınacak sonuç açısından değil, seçimde her ne sonuç alınırsa alınsın, bu ülkenin geleceği açısından muhalefetin ayağına çok mümkün bir fırsat gelmiş durumda. O da, temsilde adalet şemsiyesi altında, başka biçimlerde bir arada olmayı zorlaştıracak bir şeyi bir rızaya dönüştürüp, reaksiyonu düşürerek kendi içinde başlayan bir normalleşmeyi Türkiye için önerebilir olma imkânı var muhalefetin. “Türkiye’yi normalleştireceğiz” iddiasının ilk adımını, kendi ilişkilerini normalleştirerek atma imkânı var. İşbirliği olarak. Bu da: Barajsız seçim işbirliği. Buna ittifak demeyelim. Benim, hatta yine burada senin yayınında söylediğim “Temsilde adalet şemsiyesi” meselesi. Bu, bir sürü şeyin önünü açacağı gibi, bunun dışında kalanların da, eski-yeni diye bir şey olacaksa, yeniden oluşacak Türkiye’deki yerlerini de seçmiş olacakları bir durum oluşturacak. O yüzden, bugün buraya gelmeden önce katıldığım bir toplantıda, İYİ Parti’nin ayak diremesini, yani, Yüksel Taşkın bir metafor kullandı: “Bir otobüs kaldırıyoruz, bu köprüden beraber geçeceğiz.” O, şemsiye yerine otobüs metaforunu kullandı. “Barajsız seçim otobüsü kaldırıyoruz ve herkes binsin. Ama birileri gelmezse bu iş olmaz” dedi. Ben de dedim ki: “Müşteri gelmiyor diye kalkan bir otobüs olmaz”.

Saati gelince kalkar.

Kemal Can: Şunu söylersin: “Bu otobüs kalkıyor, bu köprüyü geçmemiz için herkesin bineceği bir otobüse ihtiyacımız var. Binmeyen kendisi bilir.” İYİ Parti açısından da durum bu şekilde. Bir not olarak, demin söylediğin sürpriz konusunda da, ben de öyle bir şeye ihtimal veriyorum. Birtakım göstergeler de bunun, aslında sürpriz olmasa bile olabilirliğini gösteriyor. %45’ler bandında ilk turu geçemeyen bir Erdoğan’ın sıkıntısının, muhalefetten büyük olacağını düşünüyorum. Çok acayip bir hata yapmadığı takdirde. Çok mutabık olunamayan veya mutabık olunabilir seçenekler üretmeyen, kendine bir ilk tur daralması yaratmayan, seçeneklerini daha geniş tutabilen bir muhalefetin sorunu iktidar kadar olmayacaktır diye düşünüyorum. Yani %45’in altına itilmiş bir Erdoğan’ın, onu döndürüp, kendine bir %5 bulmasının o kadar kolay olmadığı, bunun daha da altına… Bunu aslında daha Anayasa Referandumu’ndan önce, taslak hazırlandıktan ve Meclis’e geldikten hemen sonra, Erdoğan’ın yakın çevresine “Nereden çıkardınız bu iki turu ve bu %51’i?” dediğini biliyoruz. İkinci tura kalma tedirginliğinin çok belirgin olduğunu görünce ben sürpriz ihtimallerini daha fazla görüyorum.

Peki. Hocam?

Mesut Yeğen: HDP ile ilgili şunu düşünüyorum: Ahmet Türk’ün, galiba Fehim Işık’a verdiği röportajda okumuşsunuzdur. Orada her şey çok kristalize bir şekilde karşımıza çıkıyor aslında. HDP, kolu kanadı kırılmış bir parti. Kötü durumda değil, ama hukuk ve kolluk kuvvetleri üzerinden kolu kanadı kırılmış bir parti. Lakin politik imkânlara en serinkanlı ve en rasyonel bakan parti. Öyle serinkanlı bakıyor ki, şunu söylüyor: “Ben oraya gelirsem maraza çıkacak, ben şöyle biraz kenarda durayım, siz aranızdaki meseleyi halledin, sonra olursa gelirim, olmazsa da ben zaten kendi yolumda gitmeye hazırım ve hatta gidip bir şeyler de yapacağım” diyen genişlikte ve ferasette bir parti HDP şu anda.

Dolayısıyla CHP’de, Akşener’de görmediğimiz bir politik rasyonaliteyle karşı karşıyayız. HDP şunu biliyor hakikaten: Kimin yanına yanaşsa, ya da yanaşmadıkları, o partiyi AK Parti, “Bölücülerle işbirliği yaptınız’’ diye suçlayacak — ki HDP bugünkü Meclis’te grubu olan bir parti. Legal bir parti ve hakkında bir kapatma davası yok… Dolayısıyla böyle acayip bir durumla karşı karşıyayız. Buna rağmen demin de söylediğim bir politik rasyonalite geliştiriyor HDP. Ahmet Türk’ün mülakatını herkesin okumasında fayda var. Çok sağduyulu bir açıklama yaptı.

‘’Ne olabilir?’’ meselesinde şunu herhalde kestirebiliriz: Kürtlerin gidip Akşener’e oy verecek hali yok. Ne AK Partili Kürtlerin, ne de HDP’ye oy vermiş Kürtlerin, Akşener’e gidip oy verecek hali yok. Tahminim o ki, Akşener’in de ikinci olacağı yok. Demin, sayın hocam program öncesinde mi, esnasında mı söyledi? İşler hakikaten biraz rayında giderse, Selahattin Demirtaş, Akşener’in üzerinde oy da alabilir. Eğer CHP iyi bir aday çıkarmazsa, CHP içerisindeki solcu ve Aleviler Demirtaş’a oy verebilir ve dolayısıyla Akşener’in üzerine çıkarabilirler hakikaten. Böyle bir ihtimalle karşı karşıyayız. HDP’nin, Kürtler ve diğer Kürt partilerle birlikte ne yapacağı da Demirtaş’ın oylarını belirleyecek — ki şu âna kadar gelen işaretler, orada Selahattin Demirtaş’ın oylarını yükseltecek bir yola girildiğini gösteriyor. Kürt partilerle yapılacak bir ittifak, Selahattin Demirtaş’ı %13’ün de üzerine çıkarabilir.

Deminki sorularınızdan biri de “Akşener niye bu kadar ısrarcı pozisyonda?” idi. Bir; herhalde siyasetçilerin egoları başlarına bela. Öyle bir tarafı olsa gerek. Ama “Siyasî rasyonalite ne olabilir?” diye baktığımızda, büyük ihtimalle ilk düşünülen fikir şu: “Kürtlerin elleri mahkûm, Erdoğan’a mı verecekler? Ona vermeyecekleri için muhtemelen bana verirler” diye bir öngörü içerisinde. Bir de, Meral Akşener, Kürt yurttaşlarla yaptığı temaslardan herhalde kendisine yönelik bir teveccüh çıkarmış durumda. Ama Kürt şehirlerindeki yurttaşların mevcut iktidardan şikâyetleri o kadar yüksek ki, oraya gelen iktidar haricinde herkese, aşağı yukarı benzer bir manzara çıkarıyorlar kendilerine dair. Dolayısıyla onlardan Akşener’in çok heyecanlanmaması gerekir.

Son bir şey, yine bir politik rasyonalite varsa arkasında, tabii ki başkanlık seçimleri sonrası elini yüksek tutmanın bir aracı olabilir. Yani %40 oy almış bir ikinci aday, başkanlık sonrası 2018 Türkiye’sinde bir önemli aktör demektir. Hem bir muhalefet partisinin lideri olarak, hem de Tayyip Erdoğan’la kurulacak yeni ilişkiler için bir kuvvetli destek anlamına gelir.

Aydın Selcen, son söz sende.

Aydın Selcen: Şimdi “sıfır baraj ittifakı” –bu tabirin patenti Kemal Can’a ait, benim programımda da söylemişti bunu–, bir şemsiye açması, o zaman çok orijinal bir fikirdi. Ben daha önce kimsenin dile getirdiğini duymadım. Dolayısıyla patenti Kemal’indir diyorum. Bunun, ana muhalefet tarafından dillendirilmesi ve ortaya atılması da bence son dönemin en olumlu gelişmesi. Bu 15 milletvekilinin verilmesi üzerinde duruldu; ama bu fikrin ortaya konulması bence en önemlisi.

HDP açısından bakılınca şöyle bir durum görülüyor: Ya “sıfır baraj ittifakı”na girmek ya da Demirtaş. Bir üçüncü şey o anlamda nasıl olur bilmiyorum. Programın başında söyledim, yine tekrar edeyim: Demirtaş girerse, o durum ortaya çıkarsa, hem 7 Haziran’dan daha yüksek bir sonuç elde edeceğini, hem de Akşener’in önünde bitireceğini düşünüyorum bu yarışı.

Yine Mesut Hoca’nın söylediği gibi, Sayın Ahmet Türk’ün Fehim Işık’la söyleşisini okudum. Ben de aynen katılıyorum. Zaten görünen de o. HDP çok yapıcı, çok akılcı, çok hoşgörülü, “Rahatsızlık veriyorsak girmeyelim ittifaka, dışarıdan destek verelim, bir şekilde siz aranızdaki konuları çözün” gibi. Bu yönüyle HDP’nin sürekli en azından temasların içinde tutulması gerekiyor. Ümit ederim ki, Ankara’da bu temaslar yapılıyordur. Yani en azından bilgilendirme kabilinden bunun yapılması gerekir. Ayrıca, 6 milyon oy almış ve Meclis’teki üçüncü bir partiden söz ediyoruz. Sürekli baskı altında oldukları vurgulanmalıdır. Bugünlere kadar dahi, milletvekillikleri düşürülen –en son Osman Baydemir’e kadar– bu durum ortada. Bu duruma göre de bir seçim stratejisi ortaya çıkartmak durumundalar. Çünkü malum, dokunulmazlık yeniden başlıyor. Belli sıkıntıları var. Bu bakımdan HDP’ye dönüp, bugün “Türkiyelileşme iddianız ne oldu?” gibi sözler, yahut “Şimdi şunu söyleyin, sonra bunu söyleyin”. Yani şu anda HDP’ye yönelik bu tür eleştiriler yersiz, hadsiz ve haksız olur.

Bir diğer husus, bence Kürtler bu sistemi en iyi anlamış gözüken seçmen kitlesi. Yani neden bahsettiğimizi, neyin tartışıldığını, 24 Haziran’ın ne demek olduğunu, nasıl oy verilirse ne olacağını, sanki en iyi anlamış onlar. Bunun içinde şunu da kastediyorum: Malum bu tür akılcı uzlaşılar, benzemezlerin bir araya gelmesi, örneğin Latin Amerika’daki siyasî rejimin dönüşümünde gördüğümüz bir şeydi. Daha çoğulcu bir ülkeye geçmek istiyorsak bu şart. Bu ittifak, belki otobüs değil, köprünün kendisi zaten. Böyle de söylenebilir.

Son olarak şunu söyleyip bitireyim: Kemal Can’ın da %45’in altında kalma durumuna değinmesinden esinle; biz 24 Haziran-8 Temmuz arasında, 7 Haziran-1 Kasım arasının hızlı çekimde ya da bir komprime yaşamak gibi bir durumla karşılaşmayalım diye diliyorum. Siyasî bakımdan da bir anlamda da 1946-1950 arasını da sanki hızlı çekimde yaşıyormuş gibi 2 haftada göreceğiz. İkinci tur olduğu takdirde, bu iki hafta, bence, hakikaten siyasetbilimciler ve tarihçiler için de Türkiye Cumhuriyet tarihinin en ilginç dönemi olacak herhalde.

Pekâlâ, çok teşekkür ederim Aydın Selcen, Mesut Yeğen, Kemal Can. Umarım izleyiciler için zihin açıcı olmuştur. 135. “Açık Oturum” burada sonlanıyor. Haftaya 136. “Açık Oturum”da seçimi konuşmaya devam edeceğiz. Birazdan, arkadaşımız Şükran Şençekiçer, Şevket Pamuk’la “Meraklısına Bilim” programında Türkiye nüfusunun tarihini konuşacak. İlginç bir program, onu da kaçırmamanızı öneririm. İyi akşamlar efendim.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.