Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

David Graeber: “İşçi sınıfını yeniden tahayyül etmek gerek”

David Graeber London School of Economics’te antropolog. Occupy Wall Street hareketinin bu çehresi, yüz binlerce satan “Borç, İlk 5000 Yıl” (çev.: Muammer Pehlivan, Everest Yay., 2015) başlıklı kitabıyla ünlü olmuştu. Daha önce borç konusunda Graeber’in Piketty ile bir söyleşisini ve kendisinin bir yazısı yayınlamıştık.
Graeber, bürokrasi ve “bullshit jobs” üzerine metinlerinin uzantısında, “caring class” diye adlandırdığı kavramı geliştiriyor. Ona göre, yarının başkaldırıları ve özgürleşmeleri düşünülmek isteniyorsa, işçi sınıfının muhayyilesini ve dolaylarını, daha az üretken ve daha feminist temeller üzerinde tekrar tanımlama lüzumu var.

David-Graeber-009

Antropolog David Graeber’in işi gücü, icat edilen dünyalarla ve körüklenen başkaldırılarla ilgilenmek. Günümüzdeki toplumsal seferberlikler, “care / bakım” kavramının mihenk taşına vurularak okunabilir mi? Ve emekteki dönüşümleri hesaba katan bir özgürleştirici özneyi nasıl yeniden icat edebiliriz?
Mediapart adına Joseph Confavreux ve Jade Lindgaard’ın yaptığı ve 16 Nisan 2018’de yayınlanan söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi.

“Caring class”ı nasıl tanımlarsınız?
İşçi sınıfını tekrar tahayyül etme fikri bu. Üretim mefhumu köşeye sıkıştırdı bizi. Emek her zaman üretken olarak görülür. Bu anlayışın teolojik kökenleri vardır: İnsanlar çalışmalıdır, çünkü Tanrı’ya itaat etmemişlerdir ve cezamız, böyle korkunç şekilde onları taklit etmektir. Hayatlarımızı inşa etme yükümlülüğümüz vardır, ama ıstırap ve mutsuzluk içinde. İnsanlar yiyeceklerini acı içinde toprağı işleyerek üretmelidir; aynı şekilde, kadınlar da çocuklarını acı çekerek doğurmalıdır.
Halbuki, bir düşünürseniz: Bir bardağı bir kez üretiyorsunuz, ama bin kere yıkıyorsunuz. Çoğu zaman, çalışmak bir şey imal etmekten ibaret değil; daha ziyade onun bakımı, tamiri, temizliği, taşınmasıyla uğraşmak…
19. yüzyılda işçi hareketi, insan çabasıyla yaratılan bir değerin teorisini yaygınlaştırmayı başardı. 19. yüzyılda ABD’de yayımlanan metinleri okursanız, herkes Marksist gibidir. Abraham Lincoln bile kendini bir Marksist gibi ifade eder! “Sermaye emekten gelir” gibi şeyler yazıyordur. En beğendiğim alıntılardan biri, 1870 yıllarında Batı’da yolculuğa çıkan bir din adamının anlattıklarıdır. Oregon ve Arizona’daki madencileri ve kol emekçilerini şöyle tasvir eder: “Sadece Engels’in ateist doktrininin ve Karl Marx’ın sosyalist teorilerinin konuşulduğunu görüyorsunuz”. O zaman kendi kendime diyorum ki: Western’lerde hiç duymamıştık bunu biz! Kovboyları değer teorisi üzerine tartışırken hiç görmeyiz. Ama aslında, tartışıyorlardı.

Üretken emek fikri ufak ufak ilerledi. Sonra, ürettiğinizin değil tükettiğinizin değer olduğu fikri geldi. Bununla birlikte, bu evrimi olanaklı kılmış olan, emeğin üretken olması fikridir. Öyle ki, “zenginliklerin yaratıcıları”ndan söz edildiğinde, insanların çoğu zenginlerden bahsedildiğini zanneder, emekçilerden değil. Şayet emek üretim ise, üretim de fabrikada çalışmak ise, şimdi fabrikalar ABD’den ve Avrupa’dan başka yerlere taşınmış olduğuna göre, artık işçi sınıfı olmadığını ileri sürebilenler var dolayısıyla. Sanki otobüsleri kullananlar ve evleri temizleyenler, insan şekilli robotlarmış gibi.
Emek konusunda neden bu kadar aldatıyoruz kendimizi? Halbuki işleri diğer insanlar, bitkiler ya da hayvanlarla uğraşmak olan kimseler daima olmuştur. Kısa süre önce, Londra’daki metro istasyonlarında bilet gişelerinin kapatılmasını öngören bir plana karşı bir grev oldu. İnsanlar artık buna ihtiyaç duyulmadığını ileri sürüyorlar. Marksistler ise şöyle diyorlar: “Bunlar zaten boktan işler değil mi? Niye savunalım ki bunları?” Sendikalar ise süper bir cevap verdiler buna: “Metronuza personel bulunmayan garlarda binerseniz, umarız çocuğunuz hiç kaybolmaz ve acil durumda çıkışı kolaylıkla bulursunuz.” Çünkü aslında, hakiki işleri budur. Bilet satmak değil. Onların işleri, insanların derdini dinlemektir, çıkan tartışmalarla ilgilenmektir, her şeyin iyi işlediğinden emin olmaktır. İşçi sınıfının bugüne kadarki emeğinin büyük kısmı, gerçek anlamıyla takdir edilmemiştir.
Dolayısıyla kendi kendime sormaya başladım: Bu “care / bakım” emeğini başlangıç noktası kabul eden bir değer teorisi niye düşünülmesin? Emeğin ne olduğunun anlaşılmasında “care”i baş paradigma gören bir fikir.

Feministler de on yıllardır bunu diyorlar zaten: Emeğin sadece üretim olmadığını, yeniden üretim de olduğunu. Kadın ve anne olarak, hükmedilen emekçiler olduklarını…
Bir İngiliz araştırmasına göre, harcanan emeğin %49’u ücretlendirilmiyor. O feminist teorinin demek istediğini çok iyi anlıyorum. Değer teorisinde üretimin yerine bakım yoluyla üretimi koysak ne sonuç verir? Üretken emek için tüketimin eşdeğeri nedir? Bunun özgürlük olduğuna inanıyorum. Öyleyse “care” emeğinin bir tanımı şöyle olurdu: Bir başkasının özgürlüğünü sağlamayı ya da artırmayı hedefleyen emek. Çocuğunuzla ilgilendiğinizde yaptığınız budur: Mümkün mertebede özgür olması için ihtiyaç duyduklarını sağlarsınız ona. Oynarken yaptığı da tam olarak budur. Marx şöyle demişti: Komünizmde, emek kendiliğinden kararlaştırılacak ve amacı kendi olacaktır. Oyunun tanımıdır bu.

“Caring class” diye adlandırdığınız “bakım verenler” sınıfının bir isyanından söz ediyorsunuz. Bu isyanı nerede görüyorsunuz?
Önce Occupy Wall Street hareketine bağlandığım zaman gördüm bunu. New York’ta Zuccotti Parkı’ndaki işgale katılamayacak kadar çok işleri olanların kullandığı bir tumbler’ımız (platformumuz) vardı. İnsanlar, üzerinde mesajlarının bulunduğu ufak afişleri göstererek kendi fotoğraflarını çekiyorlardı. Hayatlarını anlatıyorlardı bunlarla. Bütün bir hafta sonunu o binlerce mesajı okuyarak geçirdim. İçlerinden çoğu, “Sağlık, eğitim, sosyal hizmetler, engelliler gibi, başkalarına yardımla ilgili bir işte çalışmak isterdim” diyorlardı. “Fakat şayet başkalarına yardım etmek isterseniz, o kadar az kazanıyor ve o kadar borçlanıyorsunuz ki, kendi ailenizin bakımını bile karşılayamaz hale geliyorsunuz.” İfade edilen en büyük şikâyet buydu. Büyük bir adaletsizlik duygusu: Başkalarına yardım etmeyi istediği için cezalandırılmak.

“Bullshit jobs” üzerine makaleniz muazzam bir yankı yarattı. O emekçileri horgören bir tamlama kullanmakla kınayanlar oldu sizi. “Caring class” mefhumu aynı fikrin bu sefer olumlu bir şekilde dile getirilmesi değil mi?
Bullshit jobs kavramı kendi işinizin de bir bullshit job olduğunu düşünmenize dayanır. Eğer yaptığınız işin bir anlamı olduğunu düşünüyorsanız, onun anlamsız olduğunu söyleyecek değilim size. Çok sayıda kişi işlerinin hiçbir şeye yaramadığını ve o iş olmasa şeylerin gidişatında hiçbir şeyin değişmeyeceğini söylüyor. Toplumsal değeri olmadığını. İnsanlardaki toplumsal değer anlayışının piyasa anlamında değerden ayrışmadığını iyi gösterir bu. Neden bazıları işlerinin hiçbir şeye yaramadığını düşünüyorlar? Bazı durumlarda, bu bârizdir: O kadar yapacak işiniz yoktur ki, bütün günü Twitter’da geçirirsiniz.
Sanırım, bullshit jobs’un uyandırdığı hoşnutsuzluğun ardında, başkalarına yardım etmeye yaramamaları fikri var. O zaman da bir başka sorun beliriyor: İşiniz başkalarına yardım etmeye ne kadar yarıyorsa, siz de o kadar az ücret alıyorsunuz. Bazı hekimler gibi birkaç istisna dışında.
Öyleyse yararlı işlere bu kadar az ücret ödenmesini neden kabul ediyoruz? Kazanç hırsının tuzağına düşmüş kimselerin öğretmen olmalarını istemediğimiz için mi? Alttan alta şunu demek oluyor bu: İşiniz başkaları için iyi ise, özünde bulunan meziyet bizatihi ücret yerine geçer.

Fransa’da, bu tür işler (öğretmenlik, demiryolculuk, araştırmacılık, hastabakıcılık…), kamu yararına olduğundan geleneksel olarak kamu hizmetlerinin içinde görülür. Bir nevi tarihsel anlaşma vardı: Maaşınız özel sektördeki kadar yüksek olmayacak, ama ömür boyu bir işiniz olacak. Bazı kamu hizmetlerinin özelleştirmeye açılmasıyla tehdit altında bu: Bugün SNCF (demiryolları), birkaç yıl önce de EDF (elektrik idaresi) ve GDF (gaz idaresi)…
Büyük Britanya’daki kemer sıkmada büyüleyici olan şey, tam da en çok mağdur olanlara yardım eden işleri olanların bundan etkilenmesi: acil servislerde çalışan kimseler, tıp personeli, treninizin saat kaçta olduğunu söyleyen kişi… Hekimlerin ya da polis memurlarının bir zam almalarını engelledikleri zaman muhafazakâr milletvekillerinin sevinç naraları attığını görebiliyorsunuz. Halbuki bankacıların, hem de ekonomiyi mahvettikten sonra, çılgın meblağlar kazanmaları onları hiç rahatsız etmiyor. Bunun tek açıklaması, iyilik yapmak isteyenlerin fedakârlıklarda bulunmaya hazır olmaları gerektiği minvalli o inanış sanırım.

Birkaç hafta önce, Fransa’da ilk defa, Ehpad (huzurevleri) personeli, hastalarının bakımıyla gerektiği gibi ilgilenmelerini engelleyen, çalışma koşullarının sertleşmesine karşı greve gittiler. Gerçekten isyan edebilirler mi?
“Caring class” emekçilerinin sorunu, uzun süreli greve gidememeleri; zira insanlar ölebilir. Bir güç dengesi kurmak için, dayanışmaya ve ittifaklar oluşturmaya ihtiyaçları var. Emeğin hakikatte ne olduğunu yeniden tahayyül etmek ve tekrar tasarlamak bunun için önemli. Feminist hareketler de aynı sorunla karşı karşıya: Sevdiklerinize zarar vermeden “care” emeğinden nasıl çekilmeli? Korkunç bir ikilem bu.
Sorunlardan biri ise, müttefikiniz olduğunu düşündüklerinizin gerçekte düşmanlarınız olabilmesi. Bilhassa aşırı hızlı çalışma düzenlerine riayet etmenizi dayatan yöneticilerdir bunlar. Oysa mantıksal olarak bir değişim talep etmeleri gereken sol partilerin başındakiler de o yöneticiler, o kadrolar ve o kadro denetleyicileridir. Bazen çalışanlar da müdürleri de aynı sendikadandır. Bu koşullarda grev yapmak çok zordur.

capture-d-e-cran-2018-04-13-a-17-11-35

“Caring class” bir toplumsal sınıf mıdır? Bu formül, Siyahlar, Beyazlar, Kadınlar, Translar, Engelliler arasındaki farklılıkları silikleştirme riski taşımıyor mu?
“Caring class” sınırları katediyor. Kadınları ön plana alarak işçi sınıfını yeniden düşünmenin bir şekli bu; işçiler üzerine tarihten gelen tasavvurun aksine. Etnik ve ırksal çeşitliliğe gelince; daima düşünüldüğünden karmaşıktır bu. Her şey bağlama göre değişir. Aynı kişi bir durumda kendini işçi sınıfında, başka bir durumda ise ırk vurgulu biri gibi görebilir. Kimliğimizle ilgili, bir kurumla bağlantılı olmayan, kendiliğinden tasavvurlarımızda, insanlar her şeyden önce dinledikleri müziğe göre tanımlıyorlar kendilerini.

Ama bu sadece bir kendini-tanımlama meselesi değil. Bu bir ayrımcılık sorunu: Düşük ücretli olan bu “care” işleriyle iştigal eden çok sayıda kişi, eşitsizliklerin kurbanı olan “azınlıklar”.
Tam da bu nedenle işçi sınıfını tekrar tahayyül etmek gerek! Çünkü fabrikada çalışmaya odaklanma, beyaz bir işçi eliti fikri üzerine oturtulmuş bir tasavvuru besliyor. Ben o sosyal ortamdan geliyorum. Babam bir matbaada çalışıyordu. Bir tarafta saygıdeğer bir işçi sınıfı, diğer tarafta da ırk vurgulu bir lümpen-proletarya olduğu fikri, işçi sınıfına bakışımızı şekillendiriyor. Bu yüzden “caring class” terimiyle düşünmek, tasavvuru tamamen değiştirme olanağı verebilir.

Herkese asgari geçim ücreti (revenu universel) önerisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Caring class’a yardım etmek için iyi bir yol olur mu bu?
Kesinlikle. Yakın kız arkadaşlarımdan biri, ev hanımı grevleri örgütledi. Bilhassa kışkırtma amaçlıydı bu; kendilerine ücret ödeneceğini düşünmüyorlardı. Zira etrafımıza dağıttığımız tüm bakım emeği için bir ücret talep etmek, hakikaten kapitalizme meydan okumanın bir şeklidir. Ev hanımlarının ücretlendirilmeyen emeği olmasa pazar işlemezdi. Bu da hanelerin mahremiyetinin ve orada olup bitenlerin bürokratik ve bilgisayara dayalı veri işlemciliğiyle ele alınmasını gerekli kılardı. Dolayısıyla o kadınların çoğu, bir asgari geçim ücreti talep etmenin daha anlamlı olacağını düşünmeye başladı. Her erkek ve her kadın, yapmak istediğini seçebilir. Oysa herkes şu veya bu şekilde bir bakım emeği vermektedir. Başkalarının bakımıyla uğraşmadığınızda bile, kendi bakımınızla uğraşmaktasınız. Geçiminizin temin edilebileceği varsayımını bir başlangıç noktası kabul edemez miyiz? Kimin bakımıyla ilgileneceğinizi siz seçerdiniz o zaman…

“Caring class”a verilecek o asgari geçim ücretinin mali kaynağı ne olur?
Paranın hakikatte ne olduğu konusundaki yanlış bir fikir üzerine çok sayıda tartışma var. Sadece bankaların quantitative easing (parasal genişleme) için çektikleri parayı alır ve onu [care / bakım] emekçilerine verirseniz, yolun yarısını zaten katetmiş olursunuz. O para vardır. Bir asgari ücret şeklinde dağıtılsaydı, ekonomik faaliyeti artırırdı. Zira insanlar ne kadar yoksulsa, paralarını harcamaları gereği de o kadar muhtemeldir.

Peki o paraya erişim nasıl sağlanıyor? Bankaları mı devletleştiriyorsunuz? Onlara vergi mi koyuyorsunuz?
Avrupa Merkez Bankası gibi, para sürebilen ya da halen dolaşımda olan parayı tekrar döngüye sokan kamu bankaları kurulabilir. Hakiki bir sorun değil bu. Bize söylenmesine alıştığımız, parayı nasıl düşünmemiz gerektiğindedir sorun öncelikle. Çoğu kimse, işin aslını anlamıyor; o da, parayı yaratanın bankalar olduğudur. Ekonomistler arasında eski bir tartışmadır bu. Bankalar parayı gerçek varlıklardan mı yaratırlar, yoksa aksi mi? Bu soruyu cevaplamak ve durumun ne merkezde olduğunu belirlemek için bir bankaya girip çalışan hiç kimse çıkmaz. Ben yaptım bunu ve paranın yaratılmasının hiçbir mevcut varlığa dayanmadığını, bankalar bir borç verdiklerinde bunu düzmece para yaratarak yaptıklarını teyit edebilirim.

Yani bankacılara ihtiyacımız mı var?
Onları ille de böyle adlandırmamıza gerek yok; ama para yaratmak için “posta bankaları” ya da birçok başka mekanizma tahayyül edebiliriz.

david-graeber-avril-2018-jpg

“Caring class” mensubu olmak, kendini o sınıfa ait hissetmek, gerektiğinde de o duruma karşı başkaldırmak için yeterli mi?
Bu terimleri kullanırken, açıklığını koruyabilecek bir kavram yaratmak istiyordum. Katı sınırları olan belirgin bir sınıf tanımlamak istemiyordum. Mesela, şayet hapishane gardiyanı iseniz, bir anlamda « caring class » mensubusunuzdur, ama mesela bir hastabakıcı gibi, başkalarının özgürlüğünü ve rahatlığını artırdığınız söylenemez!
Benim fikrim, yeni sınıf sınırları hayallemekten ziyade, zaten yapmakta olduğunuzun içinde ilginç olanı tekrar değerlendirmektir. İnsanlar meslekî faaliyetleri konusunda bir hükme varırken, başkalarına ne ölçüde yardımcı olduğuna, başkalarının özgürlüğünü artırıp artırmadığına, ötekiler için olumlu olup olmadığına bakıyorlar zaten. Bilinçli bir şekilde dile getirilmese bile, akıllarının bir köşesinde tutuyorlar bunu. Bu boyutu tekrar göz önüne almak, birçok kimseye, yaptıklarını yaparken neden kendilerini iyi ya da kötü hissettiklerini daha iyi kavrama imkânı tanırdı kuşkusuz.

İklim değişiminden, ekolojiden pek bahsetmiyorsunuz. İklim eylemcilerini ve enerji geçişinden yana olanları “caring class” içinde mi telakki ediyorsunuz?
Evet, tamamen. [Care / Bakım] ve özgürlük boyutlarını üretim ve tüketim kadar önemli görürseniz, ekolojiye ekonominin hükmü altındaki bir dünyadan daha çok dikkat gösteren bir dünyanın yolunu açarsınız. [Care / Bakım] ve özgürlük mefhumları gerçekliğin bütün boyutlarına uygulanır. Bunun sonucu olarak, doğaya, bahçelere, hayvanlara dikkat göstermek gibi bugün değersizleştirilen unsurlara daha çok değer verebilirsiniz…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.