Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Barış Atay-Ahmet Hakan olayı: Gazetecinin haddi, gazeteciliğin sınırları

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Öncelikle şunu söylemek istiyorum: Bunu yapıp yapmama konusunda tereddütlüydüm; ancak sonunda yapmaya karar verdim. Polemik yapmak gibi bir derdim yok, kimseye gazetecilik öğretmek gibi bir derdim de yok; ancak bir gazeteci olarak son günlerde yaşanan bazı olayların ne derece gazetecilik sınırları içinde olduğu hakkında görüşlerimi söylemek istiyorum — ihtiyaç hissettim. Buradan bir polemik çıkartmak isteyen olabilir; ama benim derdim bu değil. Tabii ki Barış Atay ve Ahmet Hakan olayından söz ediyorum. Ahmet Hakan’ın Barış Atay’ın tweet’i hakkında yazdığı yazı ardından Atay’ın gözaltına alınması, daha sonra Hakan’ın yine yazdığı yazı, Atay’ın serbest bırakılması, vs..

Yusuf Yerkel olayı

Şimdi benim açımdan bir öyküsü var; onu anlatayım öncelikle: Tabii bütün bunlar bir güne sığdı, dün oldu hemen hemen her şey. Sabah kalktığımda bir e-posta buldum, bu e-postayı yollayan kişi –daha önceden bir okurum diyeyim–, kendisi muhafazakâr çevreden gelen biri; ancak aynı zamanda AKP’den bunalmış ve sola ilgi duyan biriydi. Bana mail atıp benden okumak için bir şeyler istemişti –özellikle sol-İslam üzerine–, ben de kendisine bu konuda benim daha önce Vatan gazetesindeki yazıları yollamıştım ve arkasından da kendisiyle e-posta üzerinden bir muhabbetimiz oldu. Sabah kalktığımda ondan bir mail vardı, mail’ine Barış Atay’ın tweet’ini iliştirmişti ve mealen şöyle bir şey söylüyordu: “Ben AKP’den oy vermekten vazgeçmiş birisiyim, ancak burada AKP’den daha baskıcı bir tutum var ve bu sol adına yapılıyor, ne diyorsunuz?” diye bana sorduğunda, ben de hakikaten bu tweet’in yanlış bir tweet olduğunu, yanlış bir çıkış olduğunu söyledim.
Malum olay Soma’da madenciye tekme atan dönemin başkan danışmanı Yusuf Yerkel’in affedilip edilmemesi, ya da özrünün kabul edilip edilmemesi meselesiyle başladı. Aslında Yusuf Yerkel’in yaptığı açıklamalarda açık bir özür yoktu — o ayrı bir husus, her neyse. Orada Barış Atay’ın çok sert –bence anlamsız– bir çıkışına tanık oldum ve bu konuda bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettim dün.
Bayağı düşündüm –yani onun üzerinden bir şey yapmaya–; ancak şöyle bir mesele var, onu söylemekte bir mahzur yok: Barış Atay zamanında Fethullahçıların RedHack maskesiyle bana yönelik yaptıkları linçte heyecanla yer almış bir kişi; kendisiyle o dönemde yaptığımız birtakım yazışmalar sonucunda bunda haklı olduğunu da söylemişti ve o zamandan beri zaten tanıştığım birisi değil; ama bana iyi niyetli birisi olarak gözükmedi ve kendisiyle zaten sosyal medyada ilişkimi de sonlandırmıştım. Yani onun ve ona destek veren, onun gibi hareket eden bazı kişilerin solculuk iddiası benim küçük yaştan beri içinde olduğunu düşündüğüm solculukla pek bağdaşan bir şey değil; ama tabii ki her yiğidin yoğurt yiyişi kendine, o da bir başka sol yorum olabilir; ama buna yönelik bir şey yapmam halinde kolaylıkla bu olaya gönderme yapılacağını düşündüm. Ama yine de yapmayı düşünürken bu tweet üzerinden bir rövanşizm tartışması, hukuk tartışma, hesap sorma tartışmasına niyetlenmişken, Ahmet Hakan’ın yazısı çıktı karşıma: “Lütfen bu adama haddini bildiriniz!” Muhatapları Muharrem İnce ve Meral Akşener. Tabii o, o andan itibaren bu tweet hakkında bir şey konuşmanın imkânı kalmadı; çünkü Ahmet Hakan Türkiye’nin hâlâ en çok sattığı iddia edilen en önemli gazetesinin en önemli köşelerinden birini tutmuş birisi olarak olayı böyle bir boyuta taşıyınca, olayın benim anladığım ve benimsediğim gazetecilik sınırları içerisinde tartışılmasının önünü kapatmış oldu.

Ecevit’in Merve Kavakçı çıkışı gibi

Açıkçası bu “Lütfen bu adama haddini bildiriniz” lafı ilk aklıma, merhum Bülent Ecevit’in, zamanında Fazilet Partisi milletvekili Merve Kavakçı Meclis’e başörtülü geldiğinde başbakan kimliğiyle söylediği “Bu hanıma ya da kadına haddini bildirin” çıkışıyla birebir aynı bir çıkış. Orada Ecevit Meclis’teki diğer milletvekillerine ve Meclis görevlilerine hitaben bunu söylemişti. Ahmet Hakan bunu muhalefetin önde gelen iki cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce ve Meral Akşener’e söylüyor. Burada da tabii acayip bir durum var; çünkü benim bildiğim kadarıyla Barış Atay bu seçimde tercihini Selahattin Demirtaş’tan ve HDP’den yana yaptığını açıklamış birisi; yani onun Meral Akşener’le ve Muharrem İnce’yle doğrudan bir bağlantısı olacağını sanmıyorum.
Tabii Ahmet Hakan’ın yazısında şöyle bir mantık var: Bir hesap sorma söz konusu olacaksa, bu Erdoğan’ın yenildiği anlamına gelir, Erdoğan yenildiyse ya Muharrem İnce ya da Meral Akşener kazanmış demektir; dolayısıyla onların şimdiden bu olayın önünü alması lazım; bu rövanşizme, “kutuplaştırıcı tutuma karşı mücadele etmesi lazım” diye bir çıkış yaptı.

Kutuplaştırmanın gerçek sorumluları ortadayken

Burada çok sayıda yanlış var. Bir kere tabii ki bu tweet’in Türkiye’deki kutuplaştırmayı giderici bir yönü olmadığı, hatta artmasına katkıda bulunduğu muhakkak; ama Türkiye’nin kutuplaşma meselesindeki temel olayın, çok dar bir imkân içerisinde ancak sosyal medya kullanarak varlığını sürdürmeye çalışan genç bir tiyatrocu ya da oyuncu olmadığı biliyoruz. Türkiye’de kutuplaşmanın esas merkezinin siyasî iktidar olduğunu biliyoruz. Kıyaslandığı zaman, siyasî iktidarın sözcülerinin –ki başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve onun medyasının ve o medyada yer alan insanların ve o medyanın eteklerinde yer alan her türden şahsiyetin–, Türkiye’nin kutuplaştırılmasındaki aleni ve süren ve bitmeyeceği belli olan tutum, katkıları ortadayken böyle bir şeyi Türkiye’nin temel meselesi olarak koymak, başlı başlına bir sorun; tabii üslûp da bir sorun: “Haddini bildirmek” ve “bu adam” denmesi — burada çok açık söylemek lazım: Burada yapılan şey küstahlıktır.
Kim olursa olsun, bir gazeteci ne kadar güçlü olursa olsun, nerede yazarsa yazsın, bu tür şeyleri böyle bir üslûpla konuşamaz bence. Ne kadar haklı olursa olsun, kendini haklı hissederse hissetsin, böyle bir şekilde, kim olursa olsun, birilerine “Bu adama haddini bildirin” diyemez. En fazla belki şöyle bir şey olabilir; doğrudan siz o kişiye yönelik olarak –diyelim ki burada Barış Atay–, “Ey Barış Atay, haddini bil” diyebilirsiniz, o da belki. “Haddini bilmek” lafını kullanması, yine burada gazetecinin kendi haddini bilmemesidir bence.

Bir kutba her şey yasak, diğerine her şey serbest

Bu tabii Türkiye’de ve dünyada da –ama Türkiye özellikle, artık biz bu uluslararası gazeteciliğin kurallarını falan çoktan aşmış durumdayız–, köşesini kapan, herhangi bir yerde yer bulan herkes birbirine karşı, başkalarına karşı alabildiğine acımasız, saygısız bir üslûpla hareket edebiliyor ve tabii bir diğer husus da şu: Hele sırtını iktidara, güce dayamışsa başına hiçbir şey gelemezmiş gibi, gelmeyecekmiş gibi hareket ediyor — ki haklı çıkıyor. Bakın bir süredir Türkiye’de bir kutuplaşma varsa –ki var–, kutbun bir yanındaki insanlara her şey neredeyse serbest, çok istisnaî bir durum dışında, karşısındaki kutupta yer alan insanlara ise tam olarak olmasa bile birçok şey –hemen hemen her şey diyelim en azından–, yasak, böyle bir durum var. Yani birisi size küfrettiği zaman ona bir şey olmuyor; kabalaştırarak anlatıyorum ama olay büyük ölçüde böyle cereyan ediyor ve küfrettiği zaman ona pek bir şey olmuyor, ama siz ona mukabele ettiğiniz zaman pekâlâ başınıza işler gelebiliyor.
Ben 12 Eylül döneminde askerî cezaevinde siyasî tutuklu olarak yatmış birisiyim. Askerin bize vurması, saldırması, dövmesi, işkence etmesi serbestti; çok olağanüstü durumlar, ölüm falan gibi durumlar olmadığı müddetçe başlarına hiçbir şey gelmiyordu; ama onlar size saldırdıklarında siz kendinizi korumaya çalıştığınız zaman, güvenlik güçlerine mukavemetten hakkınızda soruşturma açılabiliyordu — en iyimser deyimle cezaevinde hücre cezasına çarptırılıyordunuz. Türkiye’de bir nevi bunu yaşıyoruz. Şu âna kadar yaşanan sosyal medya soruşturmalarında, buradan dolayı gözaltına alınan, tutuklanan insanların hemen hemen hepsinin kutuplaşmanın bir tarafındaki insanlar olduğunu biliyoruz; ama kutbun diğer tarafındaki insanların attığı tweet’lerde, Facebook, Instagram paylaşımlarında son derece kibar, nazik bir üslûba sahip oldukları anlamına gelmiyor bu.

Gazetecinin esas olarak egemen güçleri, iktidarı karşısına alması gerekir

Bu olaya tekrar dönecek olursak; oyunları yasaklanan, sesi kısılan, önü tıkanan bir oyuncu var; kendisinin bir siyasî duruşu var ve bu duruş içerisinde bir şeyler söylüyor ve siz orada gazeteci olarak Türkiye’nin bu atmosferinde, Türkiye’nin bu kadar meselesi varken bu kişinin üzerine gidiyorsunuz. Bu gazetecinin esas nasıl bir fonksiyonu olması gerektiği tartışmasını da karşımıza çıkartıyor. Tabii ki her türlü hatayı eleştirmesi haktır, gazetecinin görevidir; ancak Türkiye gibi ülkelerde, özellikle çok ciddi demokrasi sorununun olduğu, temel hak ve özgürlüklerin, hukuk devletinin çok ciddi bir şekilde krizde olduğu bir dönemde, gazeteci esas olarak kendi mesleğinin gereğini yerine getirmek istiyorsa, burada esas olarak egemen güçleri, iktidarı karşısına alması gerekir.
Şunu söylemek istemiyorum: Tamam, hele Hürriyet gibi bir gazetede yazan birisinden sürekli iktidar hakkında bir şeyler söylemesini falan bekliyor değilim; ancak şunu özellikle vurgulamak lazım: İktidara yakın kişilerin aleni kutuplaştırıcı söylemleri konusunda alabildiğine pinti olup; onun dışında iktidarın karşısında olan kişilerin her türlü yanlışına karşı eleştiride de alabildiğine cömert davranmak hakkaniyetli bir durum değil.
Bunun başka bir durumunu nereden biliyoruz? Kazara Kemal Kılıçdaroğlu diyelim ki televizyonlara çıktığı zaman, eski tabiriyle ana akım medyaya çıktıkları çıktıkları zaman, gazeteci arkadaşlarımız, meslektaşlarımız gazeteciliğin ne olduğunu birdenbire hatırlayıveriyorlar ve bayağı sıkıştırıyorlar, ediyorlar. Tamam çok güzel; ama aynı meslektaşlarımız, karşılarına iktidarın temsilcileri çıktığı zaman –burada söylenmesi gereken “dut yemiş bülbül”dür ama hadi biraz daha yumuşatalım– nedense daha sakin, daha kibar davranabiliyorlar. Bu, Türkiye’de çok ciddi bir sorunu bize gösteriyor. Özellikle şu anda Türkiye’de ve genel olarak her yerde gazetecinin esas olarak denetlemesi gereken husus, iktidar sahipleridir. İktidar sahipleri derken sadece siyasîyi kast etmiyorum; siyasinin dışında ekonomik, kültürel, her türlü iktidarı ellerinde tutan güç sahibi insanları ne derece sorgulayabiliyorsanız, ne derece onların yanlışları konusuna kamuoyunu aydınlatabiliyorsanız, o kadar iyi gazetecisinizdir. Ama onlara karşı şu ya da bu nedenle, belki de haklı, işini kaybetmemek gibi nedenlerle onlara karşı gösterilen anlayışı bir kenara koyup, dışında kalan kesimlere karşı acımasız olduğunuz zaman çok farklı bir durum ortaya çıkıyor.
Hürriyet gibi bir gazetede, Türkiye’nin şu ortamında böyle önemli bir yerde yazı yazan bir gazetecinin bu yazının ardından o kişinin gözaltına alınmasına şaşırması diye bir şey olamaz. Hele ardından bugün Ahmet Hakan’ın yaptığı gibi, “Polisler, savcılar siz aradan çekilin” diye yazmasının hiçbir anlamı yok. Hangi ülkede yaşıyoruz? Bu daha önce de değişik gerekçelerle gözaltına alınmış, zaten mimli, tescilli solcu, komünist neyse artık, devletin gözünde yıkıcı, bozguncu bir kişiden bahsediyoruz; önü alabildiğine tıkanan bir kişiden bahsediyoruz; ona rağmen kendince bir şeyler yapmaya çalışan bir kişiden bahsediyoruz. Siz yazıyorsunuz, çiziyorsunuz ve ondan sonra bu kişi gözaltına alınıyor — bereket serbest bırakıldı. Ondan sonra da “Ben bir şey yapmadım ki” diyorsunuz.

Uğrunda her şey göze alınacak bir yol değil

Burada şöyle bir husus var, onu unutmamak lazım: Türkiye’de zaten muhalif olan, aykırı ses çıkartan insanlara karşı hukuk, polis vs. son derece acımasız; ânında kartal gibi pençelerini konduruyor, ama bunların büyük bir kısmı da hemen tepkiyle karşılanıyor. “Niye aldınız? Bir tweet’le olur mu?” vs. falan, hedef gösteriliyor birileri tarafından; ama böyle merkezde bilinen bir gazetenin, iktidar yanlısı olmama iddiasındaki bir yazarının yaptığı yayın o uygulamayı meşrulaştırıyor. Yani sanmıyorum ki Türkiye’de bu konulara ilgili kişiler, o yazının ardından, o gözaltının olmasına şaşırmışlardır. O yazı olmasaydı da gözaltı olabilirdi; ama yazının varlığını burada hiç küçümsememek lazım.
Buradan kalkarak yani siz birisine “Bu adama haddini bildirin” diye yazı yazıyorsunuz, o adama devlet haddini bildirmeye kalkıyor, ondan sonra “Ben böyle bir şey yapmadım, ben bir fikir tartışması yapıyordum, tabii Barış Atay’ın ifade özgürlüğü sonsuzdur, buna saygı duymak gerekir” gibi şeyler yazıp buradan kendinizi mağdur gibi göstermek; hele “Alayınız gelsin, dönersem namerdim yolundan” lafı… Bu bir yol değil ki dönülsün; yani burada yapılan demokrasi mücadelesi falan değil, bu başka bir şey. Bu bir polemik, kısa yoldan dikkat çekici bir çıkış, hakikaten bunu başarmış durumda; ama uğrunda her şey göze alınacak bir yol değil bu; yani zaten başında bin bir dert olan, zar zor Türkiye’de kendi inandığı birtakım şeyleri söylemeye kalkan bir oyuncuya, elinizdeki medya iktidarıyla böyle hoyratça ve “bu adam” diyerek, attığı tweet’e “dangalak tweet” diyerek ve aşağılayarak saldırmanın uhrevi bir yönü falan yok, kutsal bir yönü yok, burada bir yanlış var.

Gazeteci başkalarının başına bir şey gelmesine neden olma ihtimalini hesaba almalı

Bu yanlıştan dönülmesini ben açıkçası beklemiyorum; ama bunun da altının çizilmesi gerekir. Burada biz gazeteciysek, hepimiz için geçerli; hâlâ bu ülkede gazeteci olmaya çalışıyorsak, gazetecilik yapmaya çalışıyorsak, her lafımızı, her yazımızı, her sözümüzü, kiminle konuştuğumuz, kiminle ne yaptığımızı vs. çok ince bir şekilde ölçmek zorundayız. Başımıza bir şey gelmesi ayrı bir husus; ama esas olarak başkalarının başına bir şey gelmesine neden olma ihtimali bence en önemli husus. Bu konuda “Ben ne yaptım ki?” diye geçiştirilecek şeyler değil bu iş; ama birçok insanın bu konuda Barış Atay’la çok net bir şekilde dayanışma içerisine girdiğini gördük; ama onu bir şekilde dolaylı da olsa hedef gösterenlerin yanında pek kimsenin olduğunu söyleyemeyiz — en fazla, ülkeyi yönetenlerin bir kesimi yapacaktır.
Evet, polemik değil dedim, ama polemik gibi oldu, kusura bakmayın; ama bunu söylemek boynumun borcuydu. Şunu tekrar vurgulamak istiyorum: Bu böyle hem nalına hem mıhına bir durum değil; başta söylediğim hususu tekrar söylüyorum: Gerçekten Türkiye’nin şu kadar kritik bir döneminde, rövanşist duygularla hesap sorma vs. gibi sert çıkışlarla; zaten seçime girmesine az bir süre kalmış Türkiye’de böyle çıkışlar yapmanın bence hiçbir anlamı yok. Türkiye’nin daha hızlı bir şekilde özgürleşmesi, demokratikleşmesine katkıda bulunacak şeyler olduğunu düşünmüyorum bunların; ama bu yanlışın cevabı en fazla sözeldir, en fazla o kişilerle –eğer ciddiye alıyorsanız– konuşmakladır; ama kalkıp o kişileri başkalarına havale etmek –ister polisi olsun ister savcısı, isterse siyasî parti lideri, hiç fark etmez–, haddini bildirme gibi hadsizlikleri gazetecilerin yapmaması gerektiğini düşünüyorum.

Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.