Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: ABD’den bakıldığında 24 Haziran seçimleri, G-7 Zirvesi & ABD-Kuzey Kore zirvesi

Yayına hazırlayanlar: Şükran Şençekiçer & Gamze Elvan

 

 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Transatlantik’le bu hafta yine karşınızdayız. Ve bu hafta nihayet Gönül Tol’a kavuştuk. İki hafta çeşitli gerekçelerle, önemli gerekçelerle katılamamıştı. Yanında Ömer Taşpınar da var, Washington’da. Evet Gönül, önce seninle başlayalım. İki haftadır seni özledik gerçekten. Senle başlayalım ve doğrudan 24 Haziran’la girelim istiyorum. Anladığım kadarıyla Washington’da think tank’ler falan bayağı bir Türkiye tartışıyorlar. Medya daha fazla ele alıyor. Giderek artacaktır. Bir de tabii sonrasında da çok yapılacaktır. Neler oluyor, neler konuşuluyor? Bazılarına senin de davet edildiğini biliyorum. Kimler neler soruyor, kimler neler anlatıyor? Biraz bize toparlasana orada olanları.

 

Gönül Tol: Merhaba Ruşen. Evet dediğin gibi buradaki düşünce kuruluşlarında çok yoğun seçim toplantıları yapılıyor. Benim kendi katıldığım her toplantıda –seçimle alâkalı olsun, olmasın–, mutlaka seçimler soruluyor. Bizim kurumumuz geçen hafta bir toplantı yaptı. O toplantıda burada çok tanınan, Türkiye’yi yakından izleyen Alan Makovsky –buradaki Center for American Progress denilen, Demokratlara yakınlığıyla bilinen düşünce kuruluşunda Türkiye üzerine çalışan uzman– konuştu. Levent Köker vardı panelde, Güney Yıldız vardı. Güney Yıldız uzun yıllar BBC’de çalıştı. Şu anda Avrupa’da bir düşünce kuruluşunda çalışıyor. Özellikle Kürtleri çok yakından takip ediyor. O toplantıya ilgi çok yoğundu. Genel olarak insanların, en azından dediğim gibi benim katıldığım toplantılarda ilk sordukları şey: Seçimler ne kadar adil olacak? Seçim güvenliğini sağlamak için muhalefet nasıl adımlar atıyor? İlk sorulan soru bu. Fakat benim fark ettiğim kadarıyla Muharrem İnce’nin de yarattığı bir beklenti var. Yani ilk kez Türkiye’yi çok yakından izleyen bu insanlar arasında aslında muhalefet gerçekten Erdoğan’ı bu kez sandıkta yenebilir beklentisi var.

 

Burada istersen araya gireyim. Bir kere sen –en son katıldığın yayındaydı herhalde–, Meral Akşener’e yönelik yoğun bir ilgi olduğunu söylemiştin daha önce. Ama bunun azaldığını vurgulamıştın. Şimdi anladığım kadarıyla Muharrem İnce’nin bayağı domine ettiği bir muhalefet cephesi var, oradan da bakıldığında. Öyle mi?

 

Tol: Evet, kesinlikle. Yani Meral Akşener daha Muharrem İnce’nin adaylığı söz konusu olmadan evvel –belki hatırlarsın–, buradaki gazeteler de Meral Akşener’e dair profil yazıları yazmışlardı. Ve Erdoğan’ı sallayacak kadın imajı vardı. Çok konuşuluyordu Meral Akşener burada. Hani Amerika’nın, Türkiye’yi izleyen, Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan yetkilileri arasından da Meral Akşener’e dair çok soru yöneltiliyordu bize. Fakat şimdi de Meral Akşener’in o rüzgârının bir anlamda azaldığını görüyoruz. Ve Muharrem İnce’ye dair beklenti çok. Bir diğer konuşulan da Selahattin Demirtaş’ın içeride olmasının HDP oylarını ne kadar artıracağı, nasıl etkileyeceği yönünde sorular soruluyor. Çünkü tabii şunun farkındalar: Eğer HDP barajı aşamaz ise AK Parti’nin Parlamento’daki çoğunluğu elde etmesinin kaçınılmaz olduğu görülüyor. O nedenle HDP’yle de çok ilgileniyorlar. Benim geçen hafta buradaki birkaç medya kuruluşuyla yaptığım söyleşi vardı. Orada da sıklıkla sorulan şey: HDP’nin performansı. Bu yapılan kamuoyu araştırmalarına ne kadar güvenilip güvenilmeyeceği, yüzde 10 sınırında olduğu, bu konuda özellikle Kürt seçmenin ne hissettiğine dair sorular çok sık yöneltiliyor. Yani genel olarak Muharrem İnce ve Selahattin Demirtaş üzerinden tartışmalar yapılıyor. Fakat ilginç bir şekilde dün katıldığım bir toplantıda bir Alman, bu Friedrich Ebert Foundation diye bir kurum var. Alman Sosyal Demokrat Parti’ye yakınlar. Onların toplantısında birkaç Amerikalı yetkiliyle konuştum. Onlar Temel Karamollaoğlu’nu sordular ilginç bir şekilde. Temel Karamollaoğlu çok fazla bilinen bir figür değil. Fakat bu iki tane dışişleri yetkilisi, Amerikan Dışişleri yetkilisinin bana söyledikleri, aslında Temel Karamollaoğlu’na gidecek her oyun önemli olduğunun altını çizdiler. Bu çok nüanslı bir görüş. O anlamda beni şaşırttı. Yani ilgi çok yoğun.

 

Ömer, Gönül’ü biraz dinlendirelim. Gönül’ün bıraktığı yerden –o daha çok muhalefete değindi– tabii en çok ilgi orada, ama yine de siyasî iktidar ve Tayyip Erdoğan var ve onun Cumhur İttifakı var. O konuda nasıl değerlendirmeler yapılıyor? Yoksa bunu zaten biliyoruz deyip üzerinde çok fazla durulmuyor mu?

 

Ömer Taşpınar: Gönül’ün de anlattığı konular, Türkiye’yi çok yakından takip eden gazeteciler Türkiye’yle ilgili yazılar yazdıklarında muhalefete bakıyorlar. Fakat gazetelerin dış politika sayfalarına baktığında, bunlar Türkiye’yle ilgili bir şeyden bahsediyorlarsa, biraz ekonomik krizden bahsediyorlar. Ve Erdoğan’ın işinin zorlaştığını hep satır aralarında söylüyorlar. Yani Türkiye uzmanları, Türkiye’ye odaklanmış haberlere muhalefete girerken, asıl büyük haber Amerikan medyasında, Amerikan analizlerinde, Erdoğan’ın ekonomik durum nedeniyle son derece zorlandığı, 16 yıl görevde kaldıktan sonra bugün artık senin de söylediğin gibi yorulduğu, yeni söyleyecek bir şeyi olmadığı ve Türkiye’de artık insanların yeni bir ses arayışına girdikleri. Ekonominin altını çiziyorum, çünkü Arjantin’de de ekonomik dengeler iyi gitmiyor. “Türkiye tekrar IMF’e muhtaç kalır mı?” diye haberler okuyorum ekonomi sayfalarında. Bir de tabii Amerika için sonuçta Türkiye’nin içinde ne olup bittiğinden daha önemli olan, Türkiye’nin Kürt politikası ve Türkiye’nin Kürt politikası deyince de çok fazla iç politika değil, Irak’ta ve Suriye’de ne yapar sorusu. Dolayısıyla, “Kandil’e bir operasyon olur mu olmaz mı?”, ama daha da önemlisi, Çavuşoğlu’nun geçen hafta gelişi sonrasında düzelmeye başlayan Suriye’yle ilişkiler. Yani Menbiç konusunda mesela Savunma Bakanı Mattis’in yaptığı bir açıklama var. O da işte bu gelinen noktadan memnun olduğunu söylüyor. “Türkiye’yle savaşın eşiğine gelindi” gibi sansasyonel haberlerden sonra, bugün “Türkiye’yle ilişkiler rahatladı” yönünde haberler var. Ama hemen arkasından da Türkiye’nin S400’leri alıyor olması, Türkiye’nin sonuçta hâlâ Rusya yörüngesinde olması nedeniyle Kongre’den gelebilecek yaptırımlar meselesi var. F35’ler meselesi var. Halkbank meselesi var. Yani aslında haftalardır aynı şeyleri konuşuyoruz. Yeni olan şey, Türkiye’deki ekonomik krizin derinleşmesi, Erdoğan’ın kaybetme ihtimali ve yüzeyde Menbiç’te bir anlaşma sonucunda Türk-Amerikan ilişkilerinde göreceli bir iyileşme diyebiliriz.

 

Tol: Ruşen, bir de şunu paylaşabilir miyim?

 

Gönül, tam orada, pardon, ben Menbiç’le ilgili sorumu sorayım. Belki de aynı şeyden bahsediyor olacağız. Çünkü biliyorsunuz o toplantılardan birinde Henri Barkey şu minvalde bir şey söylemiş, Menbiç anlaşmasından hareketle, “Washington Erdoğan’a seçim öncesi bir hediye verdi, elini rahatlattı” diye. Bu zorlama bir yorum mu?

 

Tol: Yani ondan çok emin değilim Ruşen. Çünkü şöyle şeyler de söyleniyor. Ben tam Ömer bitirdiğinde şunu söylemek istemiştim: Yine bizim kurumumuz bünyesinde yapılan bir kapalı Suriye toplantısı bünyesinde Amerikan Savunma Bakanlığı’ndan birkaç insan vardı. Onların söyledikleri ilginçti. Yani aslında buradaki algı da, Menbiç konusunda Türkiye’nin de biraz geri adım attığı. Çünkü Türkiye hep ne diyordu? Menbiç Askeri Konseyi denen yapının dağıtılmasını istiyordu. Bu yapının içerisinde, YPG’ye yakın unsurlar vardı. Ve bu yapı dağıtılsın diyordu hep. Fakat bu varılan anlaşmayla bu yapıya ne olacağı belli değil. Amerikan yetkililerini dinlediğimizde hâlâ Menbiç Askeri Konseyi’nin varlığı zikrediliyor. Bundan da şunu anlıyoruz: Aslında Türkiye de geri adım attı. Ve aslında Amerikalılar’da da bu dediğin gibi, belki genellememek lazım ama, benim bu toplantı çerçevesine konuştuğum insanların düşüncesi: Türkiye de geri adım attı ve bir anlamda ortada buluştuk. Türkiye’deki, “Amerika bunu bütünüyle hediye etti, Amerika geri adım attı” algısının doğru olmadığını anlatıyor bu bana. Ve şu da var, ilginç bir şey: Aslında Türkiye’nin de Rusya’yla Suriye içerisinde yaptığı anlaşmanın sınırlarını fark ettiği, Amerika da Türkiye’yi Rusya’ya kaptırmak istemediği için… yani ortak bir Rusya parametresi var burada. Rusya faktörü var. Kürtler için de aynısı geçerli. Kürtler de, YPG de Rusya’ya çok fazla güvenmiyor. Ve Rusya’nın oluşturduğu bu güvensizlik nedeniyle, bu üç tarafın… yani YPG de sonuçta Menbiç’ten çekilmeyi kabul etti. Bu da YPG açısından verilmiş bir taviz. Hem Amerika’nın hem YPG’nin hem Türkiye’nin daha orta bir noktada buluştuğunu görüyoruz. Yani bu anlaşma çerçevesinde buluştuğunu görüyoruz. Ve bundaki temel faktörlerden bir tanesi, işbirliğinin altında yatan faktörlerden bir tanesi, Rusya faktörü bence. O nedenle Barkey’nin “Bu tamamen Türkiye’ye verilmiş bir hediyedir” düşüncesine çok katılmıyorum. Çünkü Türkiye’nin de attığı bir geri adım var. Ve Türkiye de bence Amerika’yla daha geniş bir işbirliği yapmak istiyor Suriye içerisinde.

 

Gönül, geçen hafta bizim Ömer’le konuştuğumuz Kandil operasyonu meselesini –sen yoktun– sana da sormak istiyorum; ama deminki soruyu Ömer’e de bir sorayım. Ondan sonra senle Kandil üzerinden devam edelim. Yani deminki sorum şuydu: Hakikaten Washington Türkiye’ye, Erdoğan’a, Türkiye’yi yöneten siyasî iktidara seçim öncesi bir iyilik mi yaptı?

 

Taşpınar: Şimdi Ruşen, bu soruyu cevaplamak için birazcık Trump yönetiminin nasıl çalıştığını anlamak lazım. Trump yönetimi el yordamıyla iş yapıyor. Amerika’nın mesela şu anda Ankara’da bir büyükelçisi yok. Bana göre böyle Ulusal Güvenlik Danışmanı’nın okuduğu ve Türkiye’deki seçimlere nasıl etkisi olur diye düşünerek adım attıkları bir durum yok. Bu insanların sonuçta, “İyi kötü Türkiye ile bir kriz var, bu krizin üstesinden nasıl geliriz? Bunun zamanlaması Erdoğan’a nasıl yarar? Erdoğan’ı güçlendirir mi? Erdoğan’ı zayıflatır mı?” gibi “fine tuning” diyeceğimiz konulara girdiklerini hiç zannetmiyorum. Yani Türkiye o derecede radarda değil — küçük konularda, özellikle Türkiye’nin iç politikası konusunda. Ayrıca daha büyük meseleler var Türkiye’yle konuşulması gereken. Dolayısıyla mesela Kongre’de sorsan, Kongre F35 kararlarını açıklasa, belki onun bir etkisi konuşulabilir. Kongre’de insan hakları meselesi daha ciddiye alınıyor, Erdoğan’a karşı düşmanlık daha fazla. Belki F35 yaptırımı seçimlerden önce hemen gelse veya Halkbank yaptırımı hemen gelse bu Erdoğan’a bir hediye olurdu. Niye hediye olurdu? Anti-Amerikanizmi güçlendirirdi, “Bakın!” derdi. Ama bana göre öyle bir algı var ki, Erdoğan’la şu anda bir anlaşma yapıldığında, Erdoğan bu sefer anti-Amerikanizm değil, “Bakın nasıl diz çöktürdük Amerika’ya” da diyebilir. Yani Erdoğan istediği şekliyle kullanabilir. Türkiye üzerinden Amerika’nın yaptıklarını okumak bence o yüzden çok mantıklı değil. Son olarak şunu söyleyeyim, ondan ikimiz de bahsetmedik. Asıl meselelerden biri de Erdoğan’ın başkanlığı kazanıp Parlamento’yu kaybetme ihtimalinin güçlenmesi. Parlamento’yu kaybederse Erdoğan ülkeyi yönetebilir mi? Yani Türkiye’de daha önce böyle bir şey olmadı. Fransa’daki gibi bir kohabitasyon yaşanmadı. Böyle bir durumda Erdoğan tekrar seçimlere giderse, başkanlık seçimlerini de beraber yapmak zorunda anayasaya göre. Yani sadece Parlamento’yu yapacağım diyemeyecek. Başkanlık seçimleriyle Parlamento seçimleri beraber yapılacak. Ekonomi iyi gitmezken bunu göze alır mı? Yoksa bir yıl bekleyip yerel seçimlerle 2019’da Parlamento seçimleriyle bu sefer yine başkanlık seçimlerini birleştirir mi? Bu tür konular da yine konuşuluyor. Parlamento’nun nasıl bir parlamento olacağı ve Tayyip Erdoğan’a karşı hayır deyip diyemeyeceği, veto edip edemeyeceği veya Tayyip Erdoğan’ın KHK’larla ülkeyi yönetip yönetemeyeceği konusunda da anayasa uzmanları arasında bile bazı farklılıklar var.

 

Gönül, demin söylediğim hususu bir konuşalım senle. Bugün Abdülkadir Selvi bir yazı yazdı — duymuşsunuzdur, okumuşsunuzdur belki. O da “Kandil Operasyonu beklenen heyecanı yaratmadı” dedi. Beklenen heyecan tabii ki ne? Ortada operasyon olup olmadığı da tam belli değil, birtakım hazırlıklar olduğu söyleniyor ama, bunun seçime endeksli bir şey olduğu herkesin ilk aklına gelen husus. Böyle bir operasyon ihtimali –karadan tabii ki, daha önce havadan defalarca bombalanmış bir yerden bahsediyoruz– sence var mı? Olursa buna ABD’nin tavrı ne olur?

 

Tol: Böyle bir ihtimal var. Neden var? Çünkü yani içeride bunu sen de hep yayınlarında söylüyorsun Ruşen, Erdoğan’ın artık 16 yılın ardından söyleyecek çok bir sözü yok. Yani iç siyasette güvenilir bir şekilde vaat edebileceği bir şey yok. Zaten görüyoruz, bu heyecan eksikliği görülüyor. Artık yeni bir şey söyleyemiyor. Yeni bir söylem üretemiyor. İnsanları heyecanlandıramıyor. Uzunca bir zamandır da bu ittifak sayesinde bütünüyle agresif bir dış politika üzerinden prim yapmaya çalışıyor. Bence Afrin Operasyonu da böyleydi. Ben hep bunu söyledim. Afrin Operasyonu Türkiye’nin çok meşru güvenlik kaygılarından ziyade, bence daha ön planda olan iç siyasetti. Şimdi dolayısıyla içeride bu kadar rüzgârın eksik olduğu, heyecanın eksik olduğu, yeni bir söylem üretilemeyen bir seçim ortamında Kandil’e bir operasyon yapmayı düşünebilir hükümet. İşte hep şey söyleniyor, 99’da nasıl Abdullah Öcalan’ın yakalanması Ecevit’e yaradıysa, Erdoğan da aynı rüzgârı oluşturma çabasında olabilir deniyor. Dolayısıyla bu mümkün. Buna Amerika ne der? Kandil açıklamalarından sonra IŞİD’e karşı koalisyonun komutanı bir tweet atmıştı ve “Biz Türkiye’nin arkasındayız, Türkiye’yi destekliyoruz” demişti “hatta Bağdat da Türkiye’yi destekliyor” dedi, sonra o tweet’i geri çekmek zorunda kaldı; tabii “Bağdat da destekliyor” demesi Irak’taki seçim ortamında ters tepti ve “Biz Bağdat’ın işlerine karışmıyoruz, sadece Amerika Türkiye’nin yanındadır” mesajı verdi. Amerika pekâlâ bunu destekleyebilir, çünkü dediğim gibi farklı kutuplar var Amerikan yönetiminde. Bir tarafta, “Türkiye zaten kaybedilmişti, biz YPG’yle çalışmaya devam edelim, artık çıkarlarımız ayrışıyor” diyenler var; başka bir tarafta, “Hayır, biz her şekilde Türkiye’yi angaje etmeye devam edelim” diyenler var, bu “Angaje edelim Türkiye’yi” diyen grupta en iyi angaje etme şekli yani “YPG’yle madem çalışıyoruz, bari PKK’ya karşı Türkiye’nin yanında duralım ki, bozulan ilişkileri bir parça onarabilelim” düşüncesi var. Dolayısıyla Irak’ta Kandil’e karşı, PKK’ya karşı yapılacak bir operasyonu Amerika’nın desteklemesi, istihbarat vermesi vs. bunlar son derece beklenebilecek şeyler.

 

Ömer, büyük bir soru sormak istiyorum, önemli bir soru: Orada ve genel olarak Batı diyelim ama özel olarak ABD’deki etkili güçlerin, tabii ki öncelikle yönetimin, daha sonra Demokrat Parti yönetiminin uzaktan da olsa bir parçası aslında, establishment yani müesses nizamın, medyanın vs. think tank’ların tercihi, Türkiye’de gerçekten muhalefetin şu ya da bu şekilde kazanması mı? Yani bu Batı’nın –özel olarak tabii ABD’deki güç odakları diyelim–, Erdoğan’ın gitmesi yolunda bir mutabakat içinde olduğunu söyleyebilir miyiz?

 

Taşpınar: Kısa cevap evet. Güzel sordun soruyu, çünkü Trump’ı katmadın işin içine. Trump’ı katsaydın, Trump’ın kimi istediği ortada, Trump otoriter liderlerle çok iyi anlaşıyor ve Erdoğan’la da iş yapabileceğine inanıyor; fakat Trump’ın bir altına indiğimizde, Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, İçişleri Bakanı Pompeo ve Demokratları da işin içine katarsan, Kongre’yi de katarsan, basını da katarsan, Amerika’daki intelijensiya, akademik dünya, think tank’leri katarsan, tabii ki Türkiye’nin artık daha demokratik olması, hak ettiği yere… en azından daha iyi yönetilmesini istiyorlar, Erdoğan’ın imajı çok kötü, Erdoğan’ın imajı gerçekten neredeyse Putinleşmiş, Chavezleşmiş bir imaj ve Türkiye’nin imajı da hak etmediği derecede otoriter bir ülke imajı haline geldi. O yüzden şaşırıyorlar bu seçimleri nasıl kaybedebilir diye. Öyle bir hava vardı ki Amerika’da ve bence Avrupa’da da, bu Le Point dergisinin kapağının yansıttığı gibi: Erdoğan bir diktatör. Şunu unutuyorlar, Erdoğan bir Afrika diktatörü veya Ortadoğu diktatörü değil; Erdoğan sonuçta iyi-kötü, son zamanlarda bazı hileler olmasına rağmen, seçim kazanan ve Türkiye’de gerçekten popüler bir lider. Yani Putin için aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Putin Rusya’da belli derecelerde popüler bir lider; ama Putin, muhalefetteki insanları öldürüyor, basın Türkiye’deki kadar bile yok ve seçimleri %70-80’le kazanıyor, daha da ciddi hilelerle kazanıyor. Dolayısıyla bu paralellik yapılıyor Erdoğan’la Putin arasında. Erdoğan o derecede otoriter olmasına rağmen o seviyede değil ve bana göre Türkiye’nin bu seçimlerinden muhalefetin galibiyetiyle çıkması, Türkiye’nin demokrasi olduğu, Türkiye konusunda yapılan olumsuz, kötümser, negatif analizlerin de yanlış olduğu yönündeki izlenimi güçlendirecektir. Bu nedenle bana göre gerçekten insanlar şaşırmış durumda Erdoğan’ın kaybetmemesine ve Erdoğan’ın kaybetmesini istiyorlar. Deminki soruna geri dönebilir miyim Ruşen, vaktimiz var mı?

 

Tabii!

 

Taşpınar: Şimdi, Gönül anlattı Kandil’le ilgili sorunu. Şimdi, YPG’nin ne diyeceği çok önemli, YPG eğer böyle bir Kandil operasyonuna, “Evet, onlar PKK biz YPG’yiz” deyip Amerika’yla çalışmaya devam eder mi? Yani bana göre ciddi sorgulama Amerika’nın içinde, ne yapılacağı konusunda, YPG’nin tavrına da bağlı. Bir de nasıl operasyondan bahsediyoruz? Geçen hafta konuştuk, Ankara’da bir Fusion Center var, o Fusion Center Türkiye’ye anlık istihbarat veriyor, Kandil’le ilgili anlık istihbarat veriyor. Yani Türkiye orada hava kuvvetleriyle Kandil’e –veya beş ayrı yere– operasyon yapabiliyorsa, aldığı bilgiler zaten Amerika’dan gelen bilgiler sayesinde, Amerika dolayısıyla “de facto” buna destek veriyor; ama bir kara operasyonu dediğimizde, Türkiye’nin oraya 50-60 bin asker sokması –bir de dağlık bir bölge–, öyle bir operasyon yapması durumunda iki şeyi sorgulamak gerekiyor: Bir tanesi YPG’nin ne diyeceği, ikincisi AKP gerçekten buradan kârlı çıkar mı? Yani böyle bir operasyon, insanların gözünde Afrin’den farklı olarak tam seçim arifesinde, hatta belki birinci turu kaybettikten sonra yapılırsa bir çaresizliğin operasyonu gibi de görülebilir. Yani bu o kadar şeffaf bir şekilde oy için yapılmış olur ki, bir de şehitler gelmeye başlarsa, AKP’nin yaptığı hesap bozulabilir.

 

Tol: Ruşen, ben bir şey söyleyebilir miyim? Ömer’in söylediği bir sürü şeye katılıyorum da o yüzden araya girmek istedim. YPG’nin ne dediği önemli diyor, ama YPG burada aslında çaresiz bir durumda; yani rejim daha birkaç hafta evvel YPG’nin elindeki her yeri geri almaktan bahsediyordu. Yani YPG burada çok çok güçlü bir aktör değil; işte, hepimiz gördük, yani Afrin’de dedik ki: “YPG mümkün değil izin vermez Afrin’in içine girmesine, kanının son damlasına kadar savaşır”. Ama olmadı bu. Şimdi o yüzden YPG’yi Kandil konusunda ben belirleyici bir unsur olarak görmüyorum. İkincisi, Kandil operasyonu, Abdülkadir Selvi sanıyorum söylemişti, “Bu herhangi bir operasyon olmayacak, Türkiye orada üsler kuracak” dedi. … İran’la çalıştığını söylüyor Türkiye, İran’ın destek verdiğini söylüyor; fakat çok daha farklı ince dinamiklere de bağlı. Yani Bağdat’ta nasıl bir koalisyon oluşacak? O koalisyon buna ne diyecek? Çok problemli bir şey ve o yeni oluşacak koalisyon buna ne diyecek? Bunlar çok önemli aktörler. Bir de şu: “AKP oyunu artırmak için böyle bir hamle yapabilir, ama geri tepebilir”. Ondan da çok emin değilim; çünkü o kadar kuvvetli milliyetçi damar var ki — yani MHP diye bir parti var, tek derdi Kürt meselesi olan bir parti var ve milliyetçilik çok kuvvetli bir şey. Dolayısıyla insanlar, bozulan ekonomiyi, demokratikleşmede girilen dehlizi vs.’yi her şeyi bir tarafa bırakıp böyle bir operasyonun ardından Erdoğan’ın arkasında kilitlenebilir. Yani gerçekten böyle bir operasyon olursa destek artabilir Erdoğan’a.

 

Son olarak Kore meselesine gelmek istiyorum. Ömer, sen daha yakından takip ediyorsun ama, bu zirveden önce başka bir zirve yaşadı Trump, acayip bir zirveydi, Kanada’daki G7 zirvesi. Orada bayağı ciddi arıza çıktı; yani dünyanın en eski dostları bir araya geldiğinde Trump arıza çıkarttı, ama en eski düşmanıyla yan yana geldiğinde de tam tersine sorunsuz bir fotoğraf verdi.

 

Taşpınar: Gerçekten de güzel özetledin ve herkes de Amerikan basınında, özellikle “establishment” basın da bunu sordu: “Bu nasıl mantıktır, niye böyle yapıyor?” diye. Daha gitmeden zirveye, Beyaz Saray’da, Trump şöyle bir açıklamada bulundu ki bu herkesi şaşırttı: “G7’de neden Rusya yok?” dedi. “Eskiden Rusya vardı ve burada konuşacağımız bir sürü mesele içinde Rusya da olmalı” dedi. Rusya’nın neden olmadığı, G7, G8’ken neden G7’ye düştüğü malum; Ukrayna’yı işgal etti ve G7 grubu bir tepki verdi. Zaten böyle bir havayla gitti ve herkes şaşırdı. Onun üzerine orada serbest ticaret konusunda çok ciddi tartışmalar yaşandı ve umulmadık bir şekilde en büyük tartışmayı da Kanada Başkanı’yla yaşadı; üstelik Kanada da Amerika’yı aslında neredeyse kollamaya çalışan, Amerika’yla stratejik ilişkiler içinde bir ülke ve lider; fakat Trump’ın getirdiği bu ekonomik kotalar ve korumacılık politikaları gerçekten Kanada ve Avrupa’yla ilişkileri sarsıyor. Yani Çin’le sarsması bir bakıma anlaşılabilir, Çin’e karşı misilleme yapılıyor olabilir; ama bunları AB’ye karşı ve Kanada’ya karşı yapınca… zaten G7 içindeki mesele buradan çıktı. Ve normalde böyle büyük zirvelerde ciddi sonuçlar çıkmazken ve zirve bildirisi, herkesin diplomatik olarak üstünde anlaştığı bir zirve bildirisi yayınlanacakken, Trump bu zirve bildirisine karşı çıktı ve bütün cumartesi gününü bu zirve bildirisi üzerinde pazarlık yapmakla geçirdiler. Sonuçta son derece basit bir bildiri çıktı, dediler ki: “Serbest ticaret önemlidir bu alanda adımlar atmak istiyoruz. Şu anki sorunların üstesinden geleceğimize inanıyoruz”. Bunun üzerine Trump zaten zirve daha bitmeden Kore’ye gitmek için uçağa bindi. Fakat Justin Trudeau, bir basın toplantısında, “Amerika’nın bizi ikinci sınıf ülke gibi görmesine izin vermeyeceğiz. Biz Kanadalılar kibar insanlarız ama damarımıza basılırsa da dik durmayı biliriz” mealinde bir açıklama yaptı. Bunun üzerine Trump, uçaktan telefon ederek, “Ben bildirgeden imzamı çekiyorum” dedi ve ilk kez bir G7 bildirgesinde –ki çok basit bir bildirge– Amerika’nın imzası olmadı. Bu kriz ortamında başladı Kore zirvesi ve pazar günü Amerikan televizyonlarında “Trump’ın danışmanlarına ne oluyor?” dediklerinde, danışmanlardan bir tanesi, “Liderimiz Trump çok önemli bir zirveye giderken Kanada Başbakanı’nın yaptığı böyle bir alçaltıcı basın toplantısı sonrasında kendisinin zayıflatılmasına izin veremezdik. Güçlü bir tepki vermemiz gerekiyor, çünkü Kuzey Kore ancak güçten anlar” diyerek G7’yle Kuzey Kore zirvesini birleştirdiler ve sanki Trump Kuzey Kore zirvesine daha güçlü gidebilmek için G7’ye sırtını dönmüş gibi gözüktü. Bu şartlarda başladı zirve ve zirve konusunda zaten herkesin çok ciddi soru işaretleri vardı. “Ne çıkacak bundan? Niye gidiliyor? Ortada ciddi bir pazarlık yoktu henüz” diye. Yani sanki Trump’ın Nobel Barış Ödülü’nü almak için bir an evvel yaptığı bir şeydi. Nitekim de zirvede beklenen detayda hiçbir şey çıkmadı, niyet bildirisinden oluşan son derece dar kapsamlı bir açıklama yapıldı, “Konuşmalara devam edeceğiz” denildi. Prensip olarak Kuzey Kore uzun dönemde nükleer gücünü bırakmaya razı olduğunu söyledi; fakat uzun dönemde bunu yapacağını bildirdi. Amerika da uzun dönemde yaptırımları azaltacağını bildirdi; ama bana göre Amerika’nın verdiği taviz, Güney Kore’nin haberi olmadan Güney Kore’yle yaptığı askerî tatbikatları durduracağını söyledi. Bu tatbikatlar Güney Kore için çok önemli ve Güney Kore’nin Savunma Bakanlığı’nın, Başkan’ın haberi olmadan ona danışmadan bu tavizi vermiş olması Trump’ın, bir bakıma şu anda kendi partisi tarafından bile eleştiriliyor. Kuzey Kore Başkanı’na, bir diktatöre, insan haklarından hiç bahsetmemesi, ona böyle bir podyum sağlaması, Amerika ve Kuzey Kore eşit ülkelermiş gibi bir platformda olması da eleştiriliyor. Ayrıca bu zirveyi en çok eleştiren ise, Amerika’nın Uzak Doğu’daki stratejik ortağı Japonya. Japonya, “Ne elde ettik? Niye bunu yapıyoruz?” diyor ve Kuzey Kore meselesi Japonya-Amerika ilişkilerinde bir sorun yaratıyor, diyebiliriz.

 

Tol: Bir şey söylemek istiyorum Ruşen.

 

Evet.

 

Tol: Evet, bu bildirge… Kuzey Kore’yle üzerinde anlaşmaya varılan bir metin paylaşıldı basınla. Burada Kuzey Kore’yle üç noktada bir ortak anlayışa varıldığı söyleniyor, bildirgede de öyle. Birincisi, Amerika’yla ilişkiler yakınlaşacak, ikincisi adada barış sağlanacak, üçüncü olarak nükleer faaliyetlerin kısıtlanması vs. gibi adımlar var. Şimdi söylenilen şey şu: Aslında bu zirveden Kuzey Kore istediğini alarak çıktı ve baktığınızda eğer bildirgede de öncelikleri bu sırayla, yani Amerika’yla ilişkilerin gelişmesi birinci sırada, adada barış ve nükleer faaliyetler son sırada. Şimdi sorulan şey şu: Amerika’nın elindeki sopalardan bir tanesi ilişkilerin geliştirilmesi, yaptırımların kaldırılması, fakat neyin karşılığında? Yani elindeki sopayı kullanacak mı? Yoksa Kuzey Kore’nin istediği gibi, “Tamam, önce biz ilişkileri geliştirelim, adada barışı sağlayalım, sonra nükleer meseleyi düşünürüz”, ona mı gelecek? Dolayısıyla Amerika bu zirveden aslında dezavantajlı olarak çıkmış gibi bir algı var.

 

Evet, burada noktayı koyalım. Transatlantik’i burada noktalayalım. Gönül Tol’a ve Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler, izleyicilerimize de çok teşekkür ediyoruz. Bu arada arkadaşlar sizlere iyi bayramlar diliyorum.

 

Tol-Taşpınar: Teşekkürler Ruşen.

 

Bayram sonrasında tekrar görüşeceğiz. Evet Transatlantik bugün, bu hafta böyleydi. Tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

 

 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.