Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: ABD’den bakıldığında 24 Haziran seçimleri, Menbiç’te son durum & yeni ABD büyükelçisi

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Transatlantik’le karşınızdayız, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar Washington’da. Evet Gönül, hemen seninle başlamak istiyorum: Menbiç’te yol haritası uygulamaya konmaya başlandı. “Türk askeri Menbiç kırsalında” diye haberler teyit edildi. Bunu Amerikan Başkanı Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a seçim öncesi bir tür hediyesi olarak görebilir miyiz?

 

Gönül Tol: Hayır Ruşen. Aslında geçen hafta bunu konuşmuştuk, öyle olduğunu düşünmüyorum. Birincisi, tabii Menbiç’le ilgili bu müzakereler uzun zamandır sürdürülüyordu. İkincisi de, aslında Türkiye bütünüyle bu müzakerelerden istediğini almış değil. Birincisi, bence Türkiye de aslında burada geri adım attı. Türkiye’nin Menbiç’te hep istediği şeylerden bir tanesi, YPG’nin çekilmesinin yanı sıra, içerisinde YPG’ye yakın Arap unsurları bulunduran ve şehrin askerî olarak korunmasını üstlenen Menbiç Askeri Konseyi’nin aslında bir anlamda lağvedilmesi idi. Fakat bu gerçekleşmiş değil. Menbiç Askeri Konseyi bugün yeniden Amerikalı yetkililerin teyit ettiği üzere hâlâ Menbiç’teler ve bir yere gidecek gibi de görünmüyorlar. Dolayısıyla Türkiye’nin Menbiç konusunda Amerika’ya verdiği bir tavizdi bu. İkincisi, işte burada ortak bir şeyden bahsediliyor; deniyor ki: “Türk-Amerikan güçleri devriye geziyor”. Türkiye dedi ki, “Bir sonraki adım Türkiye’nin desteklediği güçlerin Menbiç’in içerisine girmesidir”. Dün IŞİD-karşıtı koalisyon şunu söyledi: “Hayır, böyle bir şey söz konusu değil. Devriye geziliyor, fakat bunlar aslında Menbiç Askerî Konseyi ve Türkiye’nin desteklediği güçler arasındaki çatışmayı önlemek için böyle bir devriye gezme faaliyeti üstleniliyor. Bu uzun süredir konuştuğumuz bir şeydi. Fakat bu askerlerin, Türkiye’nin desteklediği askerlerin Menbiç’in içerisine girmesi söz konusu değil” dedi. Dolayısıyla bu varılan anlaşma, Menbiç anlaşması, birincisi ne kadar Türkiye’nin resmettiği gibi bir sonuç ortaya çıkaracak bilmiyoruz. Türkiye’ye göre bütünüyle YPG unsurları Menbiç’ten çıkarılacak, Türk askeri oraya girecek ve daha sonra Fırat’ın doğusunda bu işbirliği devam edecek. Amerikan tarafı da bunların hiçbiri konusunda bu kadar net değil. Ve hatta dediğim gibi, Menbiç’in içerisine girilmeyeceğinden bahsediliyor. Menbiç Askerî Konseyi’nin orada olacağından bahsediliyor ve Fırat’ın doğusundan hiç bahsetmiyor Amerikalılar. Yani Türk tarafı diyor ki: “Menbiç’ten sonra, işte, Kobani’ye gireceğiz, Rakka’ya gireceğiz, doğusuna gireceğiz” diyor. Amerika tarafı da “Hayır, böyle bir şey söz konusu değil” diyor. O nedenle ben bu varılan askerî anlaşmayı, Türkiye her ne kadar çok büyük bir diplomatik zafer olarak gösterse de, ben öyle görmüyorum. Bence Amerikan tarafı da öyle görmüyor. Bu anlamda da beklentilerde bir örtüşmezlik var. Amerikan tarafına göre, “İşte, tamam, söyledik size, YPG çıkacak dedik. Anlaşma, sorun çözülmüştür” gibi bakıyor. Türkiye ise “Hayır, biz gireceğiz daha Menbiç’e, üstelik doğuda da YPG unsurlarını oradan çıkaracağız” diyor. Amerika kesinlikle buna işaret edecek şeyler söylemiyor ve yapmıyor. O yüzden ben bunu Türkiye’ye verilmiş bir armağan olarak görmüyorum. Seçim öncesinde, daha da ötesi Türkiye’nin bazı noktalarda attığı geri adımlar olduğunu da düşünüyorum. İlerleyen günlerde sorun çıkacağını da düşünüyorum — uygulaması noktasında.

 

Evet, bir diğer husus, onu da Ömer’e soralım. F35’ler meselesi Ömer. Orada da bir şekilde seçimin öncesinde F35’lerin gündeme gelmesi, bir nevi Washington’ın, Trump’ın Erdoğan’a jesti olarak yorumlandı ama, orada çok ciddi bir Kongre engeli söz konusu galiba. Ne oluyor F35’lerde?

 

Ömer Taşpınar: Kongre’deki genel hava F35’ler konusunda negatif. Yani Türkiye’yle S400’lerde bir simetri, bir paralellik kurulmuş durumda. Ve Türkiye eğer Rusya’dan füze savunma sistemini gerçekten alıyorsa, bu füze savunma sistemi sonuçta Amerikan uçaklarına karşı geliştirilmiş bir füze savunma sistemi — S300’ler ve S400’ler. Amerikan Kongresi bu silahların Türkiye’ye verilmesine karşı çıkıyor. Zaten bildiğimiz gibi Amerikan Kongresi Türkiye’ye çok daha ciddi yaptırımlar uygulanmasını da istiyor. Ortada bir de Halkbank meselesi var. Dolayısıyla Kongre’yle hükümet arasında, Beyaz Saray arasında bir farklılık var. Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı mümkün olduğunca Kongre’yi dizginlemeye çalışıyor. Çünkü Türkiye’yle yine de devam ettirilmesi gereken Menbiç gibi anlaşmalar var. İncirlik önemli deniyor. Türkiye’nin göstereceği tepkilerden bahsediliyor. Bir de mümkün olduğu kadar seçim öncesi Erdoğan’a yarayacak veya aşırı derecede zarar verebilecek hamleleri yapmak istemiyorlar bence. O nedenle Gönül’e sorduğun soruyu ben de şöyle cevaplayayım: Bence Trump’ın doğru dürüst haberi bile yok olanlardan. Trump bu derecede “micro-manage” etmiyor, yani detaylara girmiyor. Ona muhtemelen bilgi veriyorlardır. O da durumu takip ediyordur. Genel refleksleri Erdoğan’ı kollayıcı bir refleks. Durumdan memnundur. Yani Türkiye’yle bir savaşa girmeyelim, Türkiye’yle gereksiz yere Kuzey Suriye’de çarpışma yaşamayalım, Kürtlerle durumu ve Türklerle durumu idare edelim havasında yanaşıyordur büyük resimde Trump. Burada iş daha çok Pentagon’a ve Dışişleri Bakanlığı’na düşüyor. Çünkü Kongre’deki hava Türkiye’ye karşı son derece sert. Benim duyduğum kadarıyla Hazine Bakanlığı’nda da sert, ciddi bir rakamdan bahsediliyor Halkbank konusunda. Fakat bu konuda frene basıldı ve seçim öncesi çok da Türkiye’de durumu etkileyecek, hem finansal hem siyasî durumu etkileyecek bir adım atılmaması konusunda Dışişleri Bakanlığı özellikle telkinde bulundu Hazine Bakanlığı’na.

 

Evet, Dışişleri Bakanlığı demişken, Gönül, nihayet Ankara’ya gelecek büyükelçi belli oldu anlaşıldığı kadarıyla: David Satterfield, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu İşlerinden Sorumlu Müsteşar Yardımcısı. Bu nasıl bir atama? Daha önceki büyükelçi atamalarına benzer bir atama gibi geldi bana sanki, ne dersin?

 

Tol: Evet Ruşen. Ortadoğu dosyasını çok yakından takip eden, Suriye’yi çok iyi bilen bir insan David Satterfield. Ve bu anlamda da aslında farklı isimler zikrediliyordu — Ankara’ya kim büyükelçi olacak tartışması çerçevesinde. Siyasî bir atama yapılabilir deniyordu. Çünkü Türkiye’yle ilişkiler, tarihinin en zor günlerini yaşıyor. Yani siyasî bir atamayla ilişkilerin bir parça yumuşatılması vs. bekleniyordu. Fakat bence bir anlamda David Satterfield’ın ataması şunu da gösteriyor: Aslında reel-politik kazandı. Çünkü Türkiye’yle sonuçta en problemli ilişki Suriye’de. Türkiye’nin Ortadoğu’da atacağı adımlar, Amerika’nın IŞİD’le mücadelesini sekteye uğratabilecek nitelikte adımlar. Dolayısıyla Türkiye’yi yeniden Ortadoğu’daki sorunları çözme perspektifinde görüyorlar. O anlamda da bence Ortadoğu’yu bilen, Suriye dosyasını çok iyi bilen bir insanın atanmış olmasını da yine –yani o idealist beklentilerin ötesinde– Türkiye’ye dair reel-politik yaklaşıma Washington’da yeniden dönüldüğünün göstergesi diye okuyorum.

 

Bu seçim meselesine girelim. Haftalardır konuşuyoruz ama, artık son hafta. Daha sonra seçim sonuçlarını konuşacağız. Gönül, yine seninle devam edelim. Şu âna kadar Amerikan yönetiminden Türkiye seçimlerine yönelik doğrudan ya da dolaylı, açık ya da örtülü herhangi bir mesaja tanık olduk mu?

 

Tol: Ben olmadım. Tabii buradaki gazeteci arkadaşlar kadar her basın brifingini yakından takip etmiyorum, fakat duymadım. Sadece, dediğim gibi, bizim kurumumuzun ve bizim kurum gibi düşünce kuruluşlarının yaptığı kapalı toplantılarda yöneltilen sorular, yapılan yorumlar var. Fakat onun dışında açık açık Türkiye’deki seçimlere dair bir yorum yapıldığını duymadım. Zaten yorum yapılması da bence çok sakıncalı. Çok hassas bir seçim dönemi yaşıyoruz, Türkiye-Amerika ilişkilerinde çok sert bir dönemden geçiliyor. Böyle bir dönemde her şey yanlış algılamaya, manipülasyona elverişli olduğu için ben çok da yorum yapacaklarını düşünmüyorum seçimlerde.

 

Ömer, aynı soruyu sana sormuş olayım, bir de ek sorayım. Orada geçen hafta da konuştuk, önceki hafta da konuştuk ama, genellikle yönetim çevrelerindeki beklentinin ne olduğunu düşünüyorsun? Yani seçimlerde nasıl bir şey –umuyorlar demeyeyim de– bekliyorlar?

 

Taşpınar: Şimdi bunu kapalı kapılar ardında konuştuğunda –özellikle bürokratlarla, siyasetçilerle değil de Amerikalı bürokratlarla, Dışişleri Bakanlığı olsun, Beyaz Saray olsun, Pentagon olsun–, özgür ve adil olması yönünde dileklerini belirtiyorlar. Yani onlarda da acaba, özellikle son referandum sonrası yaşanan bazı şüpheler nedeniyle, bir de bu tabii YSK’nın yaptığı değişiklikler nedeniyle, seçimlere gölge düşer mi korkusu hâkim. Bunu çok yüksek sesle dillendirmiyorlar. Çünkü bir bakıma bence Erdoğan’a anti-Amerikanizm yapması için çok da fazla bir zemin vermek istemiyorlar. Ama böyle bir soru sorulsa, muhtemelen, yani siz seçimlerin adil olacağından endişe duyuyor musunuz diye, Türkiye’nin geçmişte bütün seçimlerinde özgür ve adil olduğunu, bu geleneğin devam ettirilmesini istiyoruz derlerdi bence. Yani bu konuda bir şüphelerinin olduğunu gösteriyor bu. Genel anlamda Erdoğan’ın imajı, gerek bürokratların gözünde, gerek siyasetçilerin gözünde, gerek Kongre’nin gözünde, gerek Amerikan basınının gözünde ve piyasa çevrelerinin, finansal çevrelerin gözünde son derece kötü. Yani son bir yıldan beri, özellikle finansal çevrelerde Erdoğan’a karşı bir tepki var — faizleri kontrol etmeye çalıştığı için. Dolayısıyla bana göre en çok finansal çevreler mesela, istikrar ve güçlü bir hükümet beklerken; onlar bile artık biraz Erdoğan’dan yapıcı reformlar yapması, reformist adımlar atması konusunda ümitlerini kesiyor durumdalar. O nedenle, bir de 2019’da tekrar seçim olacağı konusunda bir şüphe var. Özellikle Erdoğan istediğini elde edemezse, 2019’daki yerel seçimlerle beraber Türkiye tekrar bir parlamento ve başkanlık seçimine gider mi endişesi de duyuyorum. Bir de son olarak şunu söyleyeyim: Bu büyükelçi ataması, aslında bir sembolü de beraberinde getiriyor. Türkiye Amerikan bürokrasisinde önemli bir sembol olarak Avrupa masasına bağlıdır. Yani Avrupa meseleleri, Batı’yla ilgili meseleler, Avrasya meselesi mesela, Rusya-Türkiye beraber ele alınır. Çünkü bu Avrupa bürosudur Dışişleri Bakanlığı’nda. Beyaz Saray’da böyledir, Avrupa Bürosu’dur Türkiye’ye bakan. Pentagon’da da NATO, EUCOM dediğimiz Avrupa bürosudur yine. Şimdi benim anladığım kadarıyla bu yeni gelecek büyükelçinin kariyeri bütünüyle Ortadoğu’da geçmiş. Ve Ortadoğu’dan Sorumlu Bakan Yardımcısı, müsteşar konumunda. Dolayısıyla bu bir bakıma artık Türkiye’yi iyice Ortadoğu ülkesi olarak gördüklerini de yansıtıyor. Yani Amerika’nın gözünde Türkiye’nin AB perspektifi, demokratikleşmesi, Batı’yla bütünleşmesi gibi konulardan çok, Gönül’ün söylediği gibi reel-politik olarak Suriye meselesi, Kürt meselesi, İsrail’le ilişkiler… Türkiye’ye baktıklarında bütün meseleler Ortadoğu’da. O nedenle Ortadoğu ağırlıklı bakıyorlar. Bu da bence Türkiye’deki demokrasiden birazcık da ümitlerini kestiklerini gösteriyor.

 

Tol: Ruşen, bir şey daha eklemek istiyorum Ömer’in söylediğine. Yani söyledikleri şu açıdan önemli: Gerçekten Amerikan bürokrasisine bakıldığında, Türkiye’ye Avrupa perspektifinden bakan, Türkiye’nin AB üyeliği sürecini önemseyen, yani transatlantik ilişkiler açısından da önemseyen taraf hep idealist taraf olarak görüldü. Çünkü reel-politiğin aksine, Türkiye demokratikleşmesiyle ilgilenen, iç siyasette olanlara yakından kulak kabartan, çünkü demokratik, istikrarlı bir Türkiye’yi Amerika’nın çıkarları için çok daha önemli bulan hep idealist kesim olarak görüldü. O yüzden de aslında Amerika’nın Türkiye siyaseti bir parça idealizm, ama yüksek dozda realizmle açıklandı hep. Hep bir kesim dedi ki: “Biz sadece Türkiye’yi Soğuk Savaş’ta Sovyetlere karşı bir ülke olarak görmeyelim. Irak’taki faaliyetlerimizde bize yardımcı olacak ülke olarak görmeyelim. Aynı zamanda iç siyasetine bakalım, Kürt meselesine, demokratikleşmesine bakalım. Çünkü bunlar olmazsa Türkiye bölgede bizim için sağlam bir müttefik olmaz” argümanı oldu. Fakat işte bu atama tam olarak da o idealizmden uzaklaşıldığını gösteriyor. Çünkü artık çok az insan Washington’da Türkiye’nin AB üyeliğinden bahsediyor. Ben bir ay evvel Avrupa Parlamentosu’ndan birkaç önemli ismi yine kapalı bir toplantıda misafir etmiştim. Orada Trump yönetiminden insanlar da vardı toplantıda. Ve o toplantıda bütünüyle hava şöyleydi: Artık Türkiye’nin AB perspektifi diye bir şey söz konusu değil. Çok net, Türkiye bu idealden ayrıldı. O yüzden biz işimize bakalım. Bizim derdimiz IŞİD’le mücadele. Türkiye bize bu konuda nasıl yardımcı olur, bundan bahsedelim. Ve bütünüyle Trump yönetiminden katılan insanların perspektifi tamamen bu pragmatik perspektifti. O nedenle yeni büyükelçi de, tekrarlamak gerekirse, yani Ortadoğu dosyasına bütünüyle hâkim bir insan olarak Washington’ın Türkiye’ye dair şu görüşünü netleştiriyor: Türkiye’de içeride olanlar önemli değil –demokratikleşmesi, AB süreci–, bizim için önemli olan tek şey, IŞİD’le mücadelemizde Türkiye bizim için ne yapabilir. O yüzden de Türkiye’yle ilişkilerin aslında çok dar bir perspektiften görülmeye başladığını söyleyebiliriz.

 

Ömer, demin Erdoğan’a bakışı söyledin. Bir de şu şeyi sorayım: Muhalefet konusunda benim gördüğüm kadarıyla –medyayı takip ediyoruz tabii ama–, Amerikan medyasına yansıyan, Türkiye’deki muhalefete, seçim dönemindeki mesela bir Muharrem İnce’ye, Meral Akşener’e falan çok da fazla yer verilmiyor ya da çok da fazla öne çıkartılmıyor gibi görüyorum, yanılıyor muyum? Yani muhalefet sanki orayı çok fazla heyecanlandırmamış gibi.

 

Taşpınar: Bence yanılıyor olabilirsin. Çünkü buradaki gazetelerde Muharrem İnce konusunda özellikle Washington Post’ta uzun bir değerlendirme çıktı — onun konuşmaları, onun halka heyecan verdiğine dair. Muhalefetin nihayet daha popüler, karizmatik, heyecan veren bir lidere kavuştuğu ve bu liderle beraber birleşme alametleri gösteren bir muhalefet olduğu. Yani sağcıların, solcuların, hatta dindar bir partinin, dinî kimliği olan bir partinin bir araya gelmesi, Kürt meselesinde HDP’nin rolü… bunlar detaylı haber, analiz sınıflandırmasına sokabileceğimiz uzun yazılarda Washington Post’ta, Financial Times’ta, New York Times’ta çıkıyor. Dolayısıyla bir soru var, acaba Erdoğan kaybeder mi? Neden kaybedebilir? Çünkü bu sefer karşısında güçlü bir muhalefet var, birleşmiş bir muhalefet var, karizmatik bir muhalefet var. Bu sefer ekonomi çok kötü gidiyor sorusu analize hâkim. Yani ekonomik analiz üzerine bir de muhalefetin gücü biniyor. Bütün bunlara son olarak tabii yine biraz önce söylediğim, “Ama Erdoğan gerçekten kaybedebilir mi? Seçimler özgür ve adil olur mu?” sorusu da hep soruluyor. Yani bir şekilde, “Acaba gerçekten bu kadar kolay bir şekilde kaybedebilir mi? Kamuoyu yoklamaları doğru mu, değil mi?” gibi ihtiyat payları konuyor hep.

 

Gönül, aynı şeyi sana, medyanın dışında, özellikle düşünce kuruluşlarında araştırmacılarla bir araya gelen devletten isimlerle olan toplantılarda –kimileri kapalı kapılar ardında, kimileri açık– buralarda Erdoğan’ın konuşulduğunu biliyoruz, tahmin ediyoruz ama, muhalefet nasıl konuşuluyor? Sen daha önce şey demiştin: Meral Akşener’e bir ilgi vardı, o azaldı. Şimdi Muharrem İnce daha fazla. Burada gözleminde yeni bir şeyler var mı?

 

Tol: Mesela şu son birkaç gündür Kürtlere ilgi daha çok, Kürtlere dair ilgi çok yoğun. Kürtlerin ve HDP’nin performansı çok yoğun. Mesela burada, yurtdışında yaşayan Türklerin oy oranına dair ben ilginç birkaç soru aldım. Çünkü şöyle bir anlayış var: İşte, geçen seçimlerde gerçekten yurtdışından gelen oylar HDP’nin oylarını etkiledi. Bu yıl katılımın daha düşük olduğu söyleniyor. Geçen referandumda, zannediyorum yüzde 48’e yakındı. Bu yılki seçimlerde –artık sandıklar kapandı pazar günü, bizler de oyumuzu pazar günü kullandık– düştüğü söyleniyor. Bunun HDP’ye etkisi ne olacak gibi sorularla karşılaşıyoruz. Yani bence şu son haftaya girildiğinde şurada düğümlendi mesele: HDP barajı aşacak mı, aşamayacak mı? Bu tabii onlar açısından da kilit bir mesele. Çünkü barajı aştığı takdirde AK Parti’nin Parlamento’daki çoğunluğunu koruması çok daha güç olacak. O yüzden bir anlamda Parlamento’ya odaklanılmış durumda. Bu da bana şunu gösteriyor: Aslında cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, hani belki ikinci tura gelecek, kalacak beklentisi var. Ama ikinci turda Erdoğan’ın kazanacağına dair bir beklenti hâkim, farklı sebeplerle. Bazı kesimler seçimde yapılacak hileyi öne sürüyor; başkaları diyor ki muhalefet ilk turda gösterdiği performansı gösteremeyecek, ikinci turda çatlaklar olabilir vs. beklentisiyle Erdoğan’ın ikinci turda başkanlığı alacağı görüşü hâkim. Bu nedenle Parlamento’da acaba bir muhalefet kazanabilir mi sorusu gündeme geliyor. O çerçevede de Kürtlerin ve HDP’nin nasıl bir performans göstereceği, yüzde 10 barajını aşıp aşamayacağına dair sorular ön plana çıkmış durumda.

 

Ömer, kapatırken şeyi sormak istiyorum, sen ne düşünüyorsun, bu konuda bir şeyler söylemek ister misin? Çünkü hassas bir konu olduğunu biliyorum. Tahmin gibi değil de, nasıl bir şey bekliyorsun pazar günü diye sorsam?

 

Taşpınar: Evet. Ben HDP’nin Parlamento seçimlerinde barajı aşacağını tahmin ediyorum. Yani yüzde 10’un üzerine rahat çıkacaktır diye ümit ediyorum ve tahmin ediyorum bunu. Güneydoğudan oylarda bazı aksamalar olsa bile batıdaki Kürt oylarının ve batıdaki stratejik oy kullanacak CHP’li seçmenlerin veya üniversiteli gençlerin HDP’ye yardımcı olacağını düşünüyorum. Bu da ciddi bir moral bozukluğu yaratacak AK Parti nezdinde. Yani birinci turda Tayyip Erdoğan’ın yüzde 51 almasını da çok mümkün görmüyorum. Yani baktığım kadarıyla, görebildiğim kadarıyla şu anda eğer yüzde 48 civarında kalırsa, yüzde 48’in altına düşerse hele, bir de Parlamento’yu kaybederse AK Parti, önümüzde bir iki hafta olacak. Türkiye tarihinde ilk kez iki turlu yapılıyor başkanlık seçimi. Ve o iki hafta içinde çok şey olabilir. Çok şey değişebilir. Biraz endişeliyim. Eğer birinci turda alamazsa Recep Tayyip Erdoğan başkanlığı ve Parlamento’yu kaybederse, olabileceklerden açıkçası biraz endişeliyim. Yani o iki hafta içinde Kürt seçmeni, Muharrem İnce’ye gidecek seçmeni, Akşener’in arkasındaki seçmeni etkileyecek bir şeyler olabilir mi korkusu hâkim bende. Dolayısıyla içimde temkinli bir iyimserlik var. Yani en azından Parlamento’nun bu sefer AK Parti’nin eline geçmeyeceği konusunda bir iyimserliğim var. Birinci turda kazanamayacağını düşünüyorum. İkinci turda da zorlanır, ama büyük ihtimalle de kazanır gibi geliyor bana Recep Tayyip Erdoğan.

 

Gönül, sen bu konuda bir şey söylemek ister misin?

 

Tol: Ben de benzer düşünüyorum. Tabii hep şunu söylemek lazım: Biz burada, Washington’da yaşıyoruz. Türkiye’de değiliz, Türkiye’de havayı koklayamıyoruz. Sadece orada iletişim kurduğumuz insanlarla anlamaya çalışıyoruz Türkiye’deki havayı. O yüzden bizim vereceğimiz yanıt şey olamayacaktır. Hani Türkiye’de her gün bunu koklayan insanlarla, konuşan insanların verdiği yanıt kadar olmayacaktır. Fakat benim de okuduklarımdan, takip edebildiklerimden anladığım kadarıyla parlamentoda HDP’nin çok sınırda olduğunu düşünüyorum bu arada. Rahat barajı geçeceğini düşünmüyorum. Çünkü malum, bölgede bir sürü sandık… 150 bin kişinin her zaman oy kullandıkları sandıkta oy kullanmayacaklarını biliyoruz Kürt bölgesinde. Bunlar çok büyük sıkıntılar yaratacak. Sandık güvenliği çok daha problemli olacak Kürt bölgelerinde. Orada çok zorlanacak HDP. Ama işte batıdaki seçmen Ömer’in dediği gibi önemli, stratejik seçmen önemli. Buna rağmen çok çok sınırda gibi geliyor bana HDP’nin oyu. Dolayısıyla ona bağlı olarak her şey değişecek. Yani Ömer kadar şeyde de ümitli değilim, Parlamento’da da rahat kaybeder, muhalefet alır, o noktada değilim. Ama onu daha muhtemel görüyorum. Parlamento’daki çoğunluğu muhalefetin kazanmasını daha muhtemel görüyorum. Başkanlık seçimleri de evet, ikinci tura kalabilir; ama nihayetinde bu o kadar önemli bir seçim ki, bir şekilde sanki Erdoğan kazanacak gibi geliyor. Bütün devletin her tür imkânı onun elinde. Bugüne kadar seçim yasasında vs.’de yapılan değişiklikler malum. Dolayısıyla cumhurbaşkanlığı seçiminde sanki muhalefetin çok da fazla şansı olmayacak gibi geliyor. Ama dediğim gibi, bunlar sadece tahmin. Yanılma ihtimalimiz de yüksek.

 

Taşpınar: Bitirmeden bir şey ekleyebilir miyim Ruşen?

 

Tabii, buyur.

 

Taşpınar: Bekir Ağırdır’ın sizin Medyascope’ta söylediği, “En iyi kamuoyu yoklaması bir önceki referandumdur” sözü önemli. Bir önceki referandumda hayır, yekpare bir hayırdı. Yani Muharrem İnce’nin ikinci tura kalırsa kazanabilmesi için Akşener’den gelen, Demirtaş’tan gelen, Karamollaoğlu’ndan gelen bütün oyları yekpare bir şekilde İnce’nin arkasında toplanması gerek dolayısıyla ikinci turda propaganda yaparken Muharrem İnce’nin yanında Meral Akşener’in, Temel Karamollaoğlu’nun hatta HDP’nin de dışarıdan güçlü bir şekilde bulunması gerekiyor. Bu da bana zor geliyor. Hiçbir fire vermeden bir yüzde 50’lik blok oluşması Muharrem İnce’nin arkasında, zor geliyor.

 

Evet, son anda seste bir sorun oldu ama Ömer’in ne dediğini anladık. Burada İYİ Parti’nin, Saadet Partisi’nin ve HDP’nin Muharrem İnce’nin arkasında hep birlikte, yekpare bir şekilde durmasının zorluklarından bahsetti ikinci tura kalması hâlinde. Evet, Transatlantik’i burada sonlandırıyoruz. Ömer ve Gönül’e çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

 

 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.