Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

28 Şubat: Bitmeyen mağduriyet

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/310102159″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. 28 Şubat post-modern darbesinin üzerinden 20 yıl geçmiş. Dile kolay, neredeyse bir kuşak. Türkiye’de 28 Şubat hâlâ dillerde. Çok daha büyük etki yaratmış olan, sonuçlara yol açmış olan 12 Eylül, 12 Mart darbelerine kıyasla daha fazla konuşuluyor. Bunun bir nedeni tabii ki o dönemin mağdurlarının bugün büyük ölçüde siyasî iktidarı kontrol ediyor olmaları, uzun bir süredir kontrol ediyor olmaları ve 28 Şubat anlatısının sürekli gündemde tutulmasının, onların bugün yaptıklarını meşrulaştırıyor olması. Bu konuya tekrar gireceğiz. Ancak şunu önceden vurgulamak istiyorum: 28 Şubat döneminde gazetecilik yapan birisiydim, ama çok aktif bir şekilde yapamıyordum; çünkü belli bir yerde çalışmıyordum. Dışarıdan haber yapıyordum, yazı dizileri yapıyordum ve bunun bir kısmı da ABD’de geçti o tarihlerde. Ama çok yakından takip ettiğim bir dönemdir. Bugünkü 28 Şubat anlatılarının büyük ölçüde çarpıtılmış, deforme edilmiş olduğunu düşünüyorum. Her iki kanat tarafından da –gerek 28 Şubat’ı gerçekleştiren ve onlara destek verenler, gerekse de 28 Şubat’tan olumsuz olarak doğrudan etkilenenler tarafından– bu olay çok ciddi bir şekilde tahrif edilerek anlatılıyor. Bunu bir kere vurgulamak lazım.
Bir diğer husus, 20 sene önce yaşanmış bir olay ve bugün toplumda aktif olan nüfusun önemli bir kesimi o tarihlerde ya yoktu ya da çok küçük yaşlardaydı. Çok kulaktan dolma bilgilere sahipler. Dolayısıyla 28 Şubat hakkındaki her türlü yalan-yanlış bilgi çok kolay dolaşıma girebiliyor. Çok basit bir örnek vermek istiyorum. Gezi direnişi sırasında, o tarihte Vatan gazetesinde yazarken, Gezi’nin yanında yer almış, Gezi’yi destekleyen bir gazeteci olarak uğradığım saldırıların –ki benden çok daha fazla saldırıya uğrayanlar vardı– önemli bir kısmında, muhakkak Gezi olayına sahip çıkılmasına, oradaki Gezi Parkı’ndaki ağaçlara sahip çıkılmasına itiraz edemedikleri için, karşısına muhakkak bir şey konuluyordu. Hâlâ bu eğilim var. Herhangi bir konuda bir şey söylediğiniz zaman, “Peki ya şu konuda ne diyorsun? Şu konuda ne yaptın?” diyerek 28 Şubat öne çıkarıldı. Hatta o tarihte hatta çok esprisi de olmuştu. “28 Şubat’ta ne yaptın?” sorusuna cevaben birçok Gezi destekçisi o tarihte anaokulunda olduğunu vs. söylemişti.

Dindarların merkeze taşınması

Benim açımdan, ben o tarihte gazetecilik yapan birisi olarak –bilenler de bilir– 28 Şubat uygulamalarına elinden geldiği kadar karşı çıkmaya çalışan bir gazeteciydim. Şimdi dönüp 28 Şubat’ta neler yaşandığına baktığımızda iki tane önemli vehçesi var 28 Şubat’ın. Bir siyasî veçhesi var tabii ki. Refah-Yol Hükümeti’nin yarı yolda bıraktırılması, askerler tarafından devrilmesi ve ardından Refah Partisi’nin kapatılması, Necmettin Erbakan başta olmak üzere birçok siyasetçinin yasaklı ilan edilmesi bir yanda, diğer yanda da olayın toplumsal veçhesinde özellikle birtakım İslamî cemaatlere yönelik baskılar, kapatmalar ya da denetimler vs.. Şimdi bunlar tabii ki Türkiye’de bir döneme damgasını vurdu. Anti-demokratik hususlardı.
Ve burada tabii şöyle bir soruyu sormak gerekiyor: Burada esas olarak yapılan, yapılmak istenen neydi? Şöyle kabaca özetleyebiliriz: Türkiye belli bir süreden itibaren çokpartili hayata geçmekle beraber, 70’li yıllarda özellikle Milli Selâmet Partisi’yle beraber, 80’li yıllarda da Refah Partisi’yle beraber, Türkiye’de dindarların sistemin merkezine taşınma çabası ve sistemin merkezinde iktidardan pay alma çabasının en yükseklere çıktığı anlardı 97 yılı. Bunun bir gerisine gittiğiniz zaman 94 yerel seçimleri ve İstanbul, Ankara başta olmak üzere bazı belediyeleri Refah Partisi’nin kazanması, bunun yarattığı şok; ardından 95 seçimlerinde ANAP ve Doğruyol Partisi’nin birbirine eşit oylar alması ve Refah Partisi’nin onların üstünde oy alması, birinci parti çıkmasının yarattığı ikinci şok.
Bütün bu olay Türkiye’de dindarların sistemin kendi organları aracılığıyla sistemin merkezine taşınması; yani eskiden olduğu gibi merkez sağ partiler aracılığıyla değil doğrudan kendi başlarına sistemin merkezine gelme çabalarının, maceralarının engellenmesi. Kim tarafından engelleniyor? Tabii ki sistemin geleneksel sahipleri tarafından ve onlara destek veren kişiler tarafından. Buradaki temel argüman tabii ki laiklikti, laikliğin tehdit altında olmasıydı. Temel aktör de orduydu. Ama tek başına ordu değildi. Birtakım “sivil” kuruluşlar da ordunun yanında yer aldılar. Sivili tabii ki tırnak içine almak lazım. Merkez medya da büyük ölçüde burada orduyla beraber pozisyon aldı ve bu merkeze taşınmayı engellemek için çok ciddi anti-demokratik uygulamalara gittiler. Bunu en azından ertelediler, bir müddet geciktirdiler. Ama Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurulmasıyla beraber, kurulur kurulmaz girdiği ilk seçimde tek başına iktidar olmasıyla beraber, aslında bu dalganın öyle müdahalelerde, post-modern ya da modern –adı ne olursa olsun– askerî müdahalelerle, demokrasiye müdahalelerle engellenemeyeceği net bir şekilde ortaya çıktı.
28 Şubat’ı yapanlar bunun bin yıl süreceğini söylüyorlardı. Beş yıldan fazla sürmedi, belki altı yıl sürmüştür. Ama daha sonra etkisi kademeli olarak, adım adım, AKP’nin iktidara gelmesiyle beraber azaltıldı. 2007’de bir kere daha bir şey denendi “e-muhtıra”yla. Ama onun ardından hemen erken seçime gidilmesi ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi, AKP’nin yeniden tek başına iktidar olmasıyla beraber bu da savuşturuldu. Ardından gelen Ergenekon Davası’yla beraber de AKP iktidarı ve Recep Tayyip Erdoğan bu olayın önünü büyük ölçüde kapatmış oldu. İmkânsız bir şeyi denediler ve rejimin eski sahipleri, sistemin eski sahipleri son şanslarını kullandılar. Birazcık zaman kazandılar, ama kazandıkları bu birazcık zaman, karşılarında kendilerine düşman olarak gördükleri, merkeze gelmelerini engellemek istedikleri kesimlerin daha güçlü ve daha hızlı bir şekilde gelmesine yol açtı. Böyle de bir çelişkili durum var.
Eğer 28 Şubat olmasaydı Refah Partisi’nin tek başına iktidarı olabilir miydi? Ya da Refah Partisi’nin devamı olabilecek herhangi bir hareket tek başına iktidar olabilir miydi? Bu çok tartışmalı bir konudur. Tabii çok spekülatif bir konu. Ama Refah Partisi’ni kapatıp ardından kurulan Fazilet Partisi’ni de yine 28 Şubat’ın perspektifinde kapatmaları çok ciddi bir şekilde AKP’nin yeni bir dille, yeni bir perspektifle doğmasına ve hızla ülkede iktidara gelmesine, yıllarca iktidarda kalmasına yol açtı. Şu anda arkadaşlarım 28 Şubat’tan görüntüler gösteriyorlar ve bunların bazıları, o tarihte yapılan şeylerin bazıları, şu anda Türkiye’de uzun zamandır normal şeyler. Bazılarının da bir şekilde tezgâhlanmış olduğu yolunda çok güçlü işaretler var. Sürmekte olan 28 Şubat Davası’nın bunları aydınlatacağını açıkçası pek sanmıyorum. Ama zaten 28 Şubat olayı, özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin toplumdan ne kadar kopuk olduğunu ve siyasî mühendislik konusunda aslında ne kadar zaman-dışı kalmış olduğunu bize çok net bir şekilde göstermişti.

28 Şubat’ın toplumsal veçhesi

28 Şubat’ın toplumsal ayağına baktığımız zaman, en önemli husus hiç kuşkusuz başörtüsü meselesidir, başörtüsü yasağıdır ve öğrencilerin, özellikle kadın öğrencilerin bu konuda yürüttükleri, daha doğrusu yürütmeye çalıştıkları mücadeledir. O konuda çok net bir şekilde şunu söyleyebilirim: O dönemle ilgili Direniş ve İtaat diye bir kitap da yazdım. O dönemde başörtülü kadınlar büyük ölçüde yalnız bırakıldı erkekler tarafından, İslamî cemaatler tarafından ve İslamcı iddialı siyasetçiler tarafından. Bu nedenle de çok çaresiz bir direnişe dönüştü bu. Adım adım etkisini kaybetti. O dönemde mesela şöyle şeyler hatırlıyorum: İlk başörtüsü direnişi başladığı zaman siyasetçiler toplu halde kampüslere, üniversitelerin önüne gider, hatıra fotoğrafı çektirirlerdi. Ama daha sonra 28 Şubat’ın şiddetini göstermesiyle beraber, kimse gidemez oldu. Mesela Marmara Üniversitesi’nin Göztepe Kampüsü’nde bir süre süren direnişi, oturma eylemini hatırlıyorum. Gazeteci olarak oraya gittiğimizde siyasî ilgi hemen hemen yok denecek kadar azdı. Daha sonra, en son sıra gelen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki başörtüsü direnişine gittiğimde de hiç kimse yoktu. Dışarıdan destek veren insanların sayısı hemen hemen yok denecek kadar azdı. Ama bugünden yapılan başörtüsü değerlendirmelerinin çoğunda çok ciddi bir kitlesel direniş olduğu yolunda bir hava yaratılmak isteniyor. Bu olmadı.
Kitlesel direniş konusunda değişik İslamî grupların oluşturduğu bir platform vardı. O platform bir direniş, sivil direniş, sivil itaatsizlik örgütlemeye çalıştı 28 Şubat’ın ilk dönemlerinde. Özellikle 8 yıllık kesintisiz eğitim kararıyla beraber İmam-Hatip liselerinin orta kısımlarının kapatılmasını esas olarak hedefleyen… ve daha sonra bunun devamı da geldi. Meslek liselerine katsayı uygulaması, yani esas olarak İmam-Hatip lisesi mezunlarının her türlü üniversiteye girmesini engellemeyi hedefleyen uygulamalara yönelik yapılan, Sultanahmet’teki bir gösterinin ardından bunun süremediğini gördük. O tarihte bunu yürüten, şimdi hayatta olmayan, vefat etmiş olan Ahmet Şişman’la bir sohbetimizi hatırlıyorum. Gazeteci olarak kendisine sorduğumda çok büyük bir kitlesel sivil direnişi örgütlemekte olduklarını söylemişti. Ama bir mitingin ardından bunun devamı gelmedi. 28 Şubat aynı zamanda devletin sahipliği iddiasındaki kişilerin baskısı, zulmü olduğu kadar, zulme uğrayanların da kaderlerine bir ölçüde razı olmalarının öyküsüdür. Ama bugünden bakıldığında 28 Şubat’ta çok ciddi, çok da gerçeği yansıtmayan –kadınları bir tarafa koyacak olursak– kahramanlık öyküleri çıkartılmak isteniyor. Maalesef bu doğru değil.
Burada Fethullah Gülen Cemaati’ne –şimdiki tabirle FETÖ deniyor– ayrı bir parantez açmak lazım. Gülen o dönemde ilk başta 28 Şubatçılarla işbirliği yapmak istedi. Ama 28 Şubatçılar onu da başlarından savdılar ve zaten o günden beri de Türkiye’ye dönemiyor. Gördük ki 28 Şubatçıların öyle, cemaatler arasında ayrım yapma vs. gibi bir derdi yok.

Günümüzün mağduriyetleri

Bugüne gelecek olursak, başta söylediğim gibi 28 Şubat mağduriyetlere yol açtı. Ama Türkiye’de en çok mağduriyete yol açan, en büyük yaralar açan müdahale olmadığı çok nettir. 12 Eylül gibi bir olayı yaşadı Türkiye. Ben de 12 Eylül döneminin bir buçuk yılını hapiste geçirmiş birisi olarak çok iyi biliyorum. Kıyaslanması mümkün olmayan bir şey. Ama daha ötesi, bugün Türkiye’de bir süredir yaşananların 28 Şubat’ı kat kat aştığını söylemek kesinlikle mümkün. 28 Şubat’ta ordudan sürekli olarak atılan birtakım insanlar vardı. Ama son dönemde 15 Temmuz sonrası atılan ordu mensupları, akademisyenler, öğretmenler vs., bunlar 28 Şubat’ta hayal bile edilemezdi. Buradaki sorun şu — hangisi haklı hangisi haksız meselesini tartışmak değil: 28 Şubat’ın düşman algısıyla bugün 15 Temmuz sonrasında geliştirilen iç düşman algısı üç aşağı beş yukarı birbirine benziyor. Ama Türkiye’de şu anda çok ciddi mağduriyetler var ve işin ilginç tarafı, bazı 28 Şubat mağdurlarının bugün de yine mağdur olduklarını görüyoruz. Tek tek isim vermeye gerek yok. Bir kişi olsa bile başlı başına yeterli olabilecek bir şey; ama çok sayıda kişinin, 28 Şubat’ta mağdur olmuş birtakım kadınların, birtakım üniversitelerde yerlerini kaybetmiş ya da baskı görmüş olan birtakım kişilerin şu anda da işlerini kaybettiklerini görüyoruz. Burada kastım FETÖ değil, onun dışındaki birtakım kişiler. Bunu özellikle vurgulamakta çok yarar var.
Burada şunun özellikle altını çizmemiz lazım: İnsanların yaşadığı hiçbir zulüm, kendilerinin başkalarına yaşattığı, uyguladığı baskıları örtmek için bahane olmamalı, olamaz. Ama 28 Şubat’ın maalesef böyle bir özelliği var. 28 Şubat bugün değişik vesilelerle kullanılıyor. Mesela 28 Şubat medyası üzerine bugün sosyal medyaya baktığımız zaman, 28 Şubat medyasından alıntılar falan konuyor. Hepsi utanç vesikası olan manşetler sergileniyor. Ama Türkiye’de belli bir süreden beri gazetelerin büyük bir kısmı 28 Şubat’taki egemenlerin dilini kullanan gazetelere benzer şekilde dışlayıcı, hedef gösterici manşetlerle çıkıyor uzun bir süredir. Burada kimlerin hedef gösterildiğinin, hedef gösterenin kim olduğunun bir yerden sonra anlamı yok. Üç aşağı beş yukarı aynı perspektife sahip. Burada da dün olduğu gibi bugün de Türkiye’nin böyle bir fasit daire içerisinde kaldığını görüyoruz. Türkiye’de dün olduğu gibi devletin asil sahipleri olduğunu düşünen kişiler başkalarına burada iktidarı paylaşmamak için her şeyi kendilerine hak olarak görüyorlardı. Onlara her uygulamayı reva görüyorlardı. Bir başka versiyonunu bugün görüyoruz.
Bugün de insanlar devletin gerçek sahiplerinin kendileri olduğu iddiasıyla, bunun dışında kalan kişileri şeytanîleştirici, kriminalize edici perspektiflere sahipler. Bir diğer ilginç husus da tabii şu: Türkiye’de devirler değişiyor, baskı uygulayanlar değişiyor, ama birtakım insanlar değişmiyor, her zaman kalıyorlar. 28 Şubat döneminde ilk aklınıza gazeteci olarak diyelim mesela, benim mesleğimde ilk akla gelecek on kişiyi sayın dense sayılabilecek isimlerin bazılarının bugün yine çok etkili bir şekilde gazetecilik yaptıklarını görüyoruz. En son olay biliyorsunuz Hürriyet gazetesinde yaşananlar. Bir manşetle beraber Hürriyet gazetesinde çok şeyler değişti ve muhtemelen Doğan Grubu’nda da değişecek. Burada da Hürriyet gazetesinde Genel Yayın Yönetmeni olarak ismi geçen isimlerden –iki isim geçiyor, birisi olacak gibi– ikisi de 28 Şubat’ta çok aktif bir şekilde o dönemin egemenleriyle birlikte aynı dili kullanan ve medyada onların sesi olan kişilerdi. Yani burada egemenler değişiyor, ama onlarla beraber hareket eden insanların da aynı olduğunu –hep böyle değil tabii, ama kimi durumlarda– görüyoruz.
Bu da aslında Türkiye’de yirmi yılda çok da fazla bir şeyin değişmediğini gösteriyor bize. Ülkeyi yönetenler değişiyor, ülkeyi yönetenlerin beraber hareket ettikleri isimler kısmen değişiyor, kısmen değişmiyor, ama yöntemler aynı oluyor. Yerler değişiyor en fazla, kimin kime baskı uyguladığı değişiyor. Sonuçta dönüp dolaşıp aynı şeyi yaşıyoruz. Türkiye çoğulcu bir ülke olmaya bir türlü yaklaşamıyor.
Dün dindarların sistemin merkezine gelmesini engellemeye çalışanları bugün sistemin merkezine gelmiş olan dindarlar ve onların temsilcileri artık sistemin çeperlerine bile yanaştırmamaya çalışıyorlar. Yani Türkiye’de bu merkezi beraber paylaşmak, iktidarı birlikte yapmak ve bu ülkeyi hep beraber çoğulcu bir ülke kurma yolunda gayret dün de yoktu. Bu hakkın sadece kendilerinde olduğunu düşünenler vardı ve bunu bir şekilde silahlarından alıyorlardı diyelim ki, ya da cumhuriyetin ilk kuruluşundaki askeriyenin öncü rolünden alıyorlardı. Bugün ise bir sandık fetişizmiyle beraber, milli iradenin öne çıkarılmasıyla beraber, çoğunlukçuluk çoğulculuğun önüne çıkartılıyor. Ve burada herkesin bir şekilde bu ülkenin iktidarlarından, fırsatlarından yararlanmasının önüne geçilmek isteniyor. Sonuçta dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. Türkiye bu anlamda demokrasi, hukuk, temel hak ve özgürlükler konusunda çok fazla yol katetmemiş oluyor. 28 Şubat bitmiş olabilir, bitti. 28 Şubat’ın etkisi kalmadı, çoktan beridir yok. Çok direndi 28 Şubatçılar, ama büyük ölçüde tasfiye oldular. Ama 28 Şubat’ın yarattığı mağduriyetlerin dillendirilmesi sürüyor. Çünkü bugün Türkiye hâlâ gerçek anlamda demokratik bir ülke değil, olamıyor. Çoğulcu bir ülke olamıyor. Bu olamayışın bir meşru zemini yaratılmak isteniyor. Bu yaratılırken milli iradenin yanına bir de geçmişte yaşanan ve bir türlü bitmeyeceğe benzeyen mağduriyetler konuyor. Evet 28 Şubat’ın yirminci yılındaki tanıklıklarım ve görüşlerim böyle. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.