Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ahmet Sever ile “İçimde Kalmasın, Tanıklığımdır” kitabı üzerine söyleşi

Söyleşinin tam metni.
Yayına hazırlayan: Tania Tasçıoğlu

İrfan Bozan: ‘’Kapalı Kapılar Ardındaki Siyasi Sırlar: İçimde Kalmasın, Tanıklığımdır.’’ Bu, önümüzdeki günlerde kitapçılarda rastlayacağamız bir kitap adı. Kitabın yazarı Ahmet Sever. Eski bir gazeteci. 12 yıl boyunca Abdullah Gül’ün Basın Danışmanlığını yürüttü. 2015 yılında da ‘’Abdullah Gül ile 12 Yıl’’ adlı bir kitap yazmıştı. Kitap 100 bine yakın satılmıştı. Tartışmalar yaratmıştı. Kitap özellikle Recep Tayyip Erdoğan’a yakın medya tarafından linçe tabi tutulmuştu. Kitabın yazarı da aynı şekilde.

Ahmet Sever yeni bir kitapla karşımızda. Kitabının adı ‘’İçimde Kalmasın, Tanıklığımdır.’’ Ahmet Sever şu anda Brüksel’den yayınımıza katılıyor. Ahmet Sever merhaba.

Ahmet Sever: Merhaba İrfan.

Bozan: Kitabınız hayırlı olsun.

Sever: Teşekkür ederim. Kitaba geçmeden önce, bu programın evveliyatında teknik hazırlıklarını yapıyordunuz. Aklıma ne geldi biliyor musun? Yaklaşık 20 yıl önceydi. Tam olarak 19 yıl önce. CNN Türk’ün kuruluş aşamasındaydık. O dönem teknik hazırlıklar yapılıyordu. Ruşen oradaydı, sen oradaydın. Sedat Pişirici oradaydı. Kemal Can oradaydı, Can Kozanoğlu oradaydı.Şimdi hepiniz oradasınız. Bu da böyle bir hatıra olarak kafamda canlanıverdi birden.

Bozan: En kısa sürede seni de aramızda görmek isteriz diyeyim ki benim ilk haber müdürümsün aynı zamanda da.

Sever: Estağfurullah.

Bozan: Bu, aslında Batıda sıkça örneğini gördüğümüz bir kitap. Önemli insanların, önemli devlet adamlarının yanında çalışanlar, yardımcıları, basın danışmanları bir süre sonra anılarını yazar ve kitaplaştırırlar. Ve bu kitaplar o ülkelerde çok ciddiye alınır, haber olur. Türkiye’de de benzer örnekler var. Örneğin daha çok Recep Tayyip Erdoğan’ın yanında bulunmuş insanların yazdıkları kitaplar; kısmen güzellemeler içeriyor. İçinde hiç haber değeri yok, ‘’ne güzel bir insandı’’ minvalinde. Ama seninkilerde bir bilgi var, haber var. 2015’deki kitabın ve ardından bu.

Merak ediyorum, bu son kitabı niçin yazma ihtiyacı duydunuz?

Sever: Dediğin gibi, Türkiye’de anı yazma geleneği pek yok. Önemli görevlerde bulunan, hasbelkader önemli olaylara tanıklık eden insanların anı yazma geleneği olmadığı için, gerçekte neyin olup bittiği kamuoyuna pek yansımıyor. Dolayısıyla bu ciddi bir boşluk. Hâlbuki bunun daha yaygın olması lazım. Fotoğrafın bütününü herkesin görebilmesi için, perde arkasında neler yaşandığını en azından daha sonradan bilinebilmesi için ve tarihçilere de bir not olarak bırakılabilmesi için bunların yazılıp çizilmesi gerekiyor. Ama maalesef, bizde, insanlar bütün gördüklerini, bildiklerini, sırları beraberinde alıp götürüyorlar. Bu önemli bir eksiklik. Dolayısıyla benim asıl çıkış noktam bu oldu.

Tabii bir de, bir eski gazeteci olarak, devleti dışarıdan takip etmiş bir gazeteci olarak şunu gördüm: Aslında, biz gazeteciler, içeride olup bitenlerin tamamını hiçbir zaman göremiyormuşuz. Bazı parçalarını görebiliyormuşuz Bütününü olduğu gibi bir blok halinde göremiyormuşuz, bunu fark ettim. Dolayısıyla gazetecilik tecrübesinin bana getirdiği bir avantajla da, bütün bu olup bitenleri, yaşananları kâğıda dökme ihtiyacını duydum. İlk kitabın çıkış gerekçesi buydu.

İkinci kitabın gerekçesi de, birinci kitaba gösterilen bu kadar saldırının, tepkinin cevapsız kalmaması gerektiğini düşünmem. Çünkü bazılar ciddi, bazıları gayriciddî, çok tepki oldu kitaba. Ben de bu kitapta, ciddi olanlara ciddi bir şekilde, gayriciddî olanlara da daha farklı bir dil kullanarak cevap vermeye çalıştım. Onları ciddiye almayıp ortada bırakmak da olmuyor. Sonuçta, o insanları da okuyanlar, dinleyenler var. Ve bundan etkilenen insanlar var. Meydanı tamamen boş bulduklarında da, akıllarına ne gelirse, ağızlarına ne gelirse onları yazıyorlar. Bu da, kamuoyunun, en azından bir bölümünün, yanlış bir algıya kapılmasına neden oluyor. Dolayısıyla, ben bu kitapta biraz da onlara cevap verebilmek amacıyla işin doğrusunu anlatmaya çalıştım.

İkinci kitapta, birinci kitabın devamı olarak, aslında iyi başlayan, doğru yolda, doğru hedefe doğru başlayan bir yolculuğun, zamanla, adım adım ne kadar çıkmaz sokaklara girdiğini, adım adım baştaki hedeflerinden ne kadar uzaklaştığını, somut verilere, somut örneklere dayanarak anlatmaya çalıştım bu kitapta. Tabii ilk dönemki Türkiye ile bu dönemki Türkiye’yi, yine somut verilere dayanarak ve somut örnekleri göstererek kıyaslama yoluna gittim. Yani, arada ortaya çıkan uçurumu gözler önüne sermeye çalıştım. Kitabın bir diğer öneli teması da bu, bana göre.

Bozan: Ben kitabı okudum. Kitabın içinde neler öğreniyoruz? Mesela, Abdullah Gül’ün, Erdoğan’a rağmen Cumhurbaşkanı olması -Erdoğan’ın hiç istemediği bir şey- 2007’de Gül bir basın toplantısı atağıyla gerçekleştiriyor. Erdoğan- Davutoğlu ilişkisi. Erdoğan-Arınç ilişkisi ki bu inişli çıkışlı bir ilişki. Abdullah Gül’ün yakınında olan Taner Yıldız, Mehmet Özhaseki, Beşir Atalay, Murat Mercan, Mustafa İsen, Şükrü Karatepe gibi isimlerin Gül ve Erdoğan’la ilişkileri üzerine çok ciddi bilgiler var.

2004 yılında Avrupa Birliği üyelik müzakereleri sırasında, zinanın TCK’ya girmesi ve girmemesi tartışmalarındaki o kırılma noktasına dair çok şey öğreniyoruz.

Öğrendiğimiz bir diğer nokta da: Ergenekon savcıları ve polis şefleri ile Recep Tayyip Erdoğan arasındaki ilişkiler. Bunlar kitapta öğreneceklerimiz. Ama bence, bu kitabın, ilk kitapla birlikte en çok öğrettiği şey -bu, son dönemlerdeki tartışmalarda da çok egemen bir tartışmaydı- Abdullah Gül’ün, muhalefetin Cumhurbaşkanı adayı olarak dillendirildiği dönemde ‘’İkisi arasında ne fark var? İkisi zaten birbirlerini tamamlıyordu. Erdoğan’dan farkı olmaz’’ tartışmalarıydı. Ama iki kitabı da okuduğumuzda gördüğümüz, Gül ve Erdoğan arasında 2007’de başlayan ve gittikçe derinleşen bir güvensizlik olduğu. Bunların da en net ve somutu sizin kitaplarınız oldu. Yanılıyor muyum?

Sever: Evet, öyle. Bu sürece dair pek kitap yazılmadı bu zaman içinde. Tabii koşullar ve ortam da böyle bir kitap yazmaya çok uygun değil. Malum, ifade özgürlüğü, yazıp çizme anlamında, şu anda Türkiye’de pek uygun bir ortam yok. Şu anda Türkiye’de ‘’ya alkışlayacaksınız, ya da çenenizi kapatacaksınız’’ anlayışı egemen. Dolayısıyla böyle bir iklimde gerçeklerin tüm açıklığıyla ortaya çıkması da o kadar kolay değil. Tabii ileride bunlar daha etraflıca yazılacak, çizilecek, ortaya dökülecek, bilinecek ama ben daha ilerisini de beklemeden, daha erkenden bunu yapmak istedim İrfan.

Bozan: Peki, Gül ve Erdoğan arasında siyaseten -ki siz Gül’ün yanında bulunmuşsunuz, kuşkusuz Erdoğan’ın bürokratlarıyla da temaslarınız oldu- siyasetçi olarak farklarını sıralayınız desem ne dersiniz?

Sever: İşin iki boyutu var: Bir tanesi, 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde önce ‘’Kardeşim Abdullah Gül’’ diye ilan edip, daha sonra askerin baskısı sonucu geri adım atıp, eşinin başı açık olan bir aday arayışına yönelmesi ve Gül’ün arkasındaki desteğini çekmesi.

Daha sonra 2012 yılında, Abdullah Gül daha görevdeyken, bir daha seçilemeyeceğine dair bir yasak konulması. Böyle bir yasak kondu biliyorsunuz. Bu, tamamen Abdullah Gül’e özel, kişisel bir yasaktı. Tabii sonuçta Anayasa Mahkemesi’nden döndü, bozuldu bu yasak. Ama Recep Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki Abdullah Gül algısını göstermesi bakımından, bu ikinci somut örnek.

Üçüncüsü de, Abdullah Gül’ün görev süresinin bitiminden 1 gün önce Genel Kongreyi yapıp, Abdullah Gül’ü otomatik olarak devre dışı bırakmak. Abdullah Gül’ün görev süresi 28 Ağustos’ta doluyordu. Genel Kongre 27 Ağustos’a alındı ve Abdullah Gül bu şekilde devre dışı bırakılmış oldu.

Tabii bu ayrışmalar şöyle değerlendirilebilir. Sonuçta kişisel olarak da değerlendirilebilir ama bu onun çok ötesinde bir anlam ifade ediyor. Çok ötesinde gelişmeleri işaret ediyor. O da şu: Bu bir bakış açısı. Ülkenin hangi istikamette yürümesi gerektiğine dair bir bakış açısı. Abdullah Gül baştan itibaren, Türkiye’nin kurtuluşunun Avrupa Birliği’nde olduğunu görüyordu. Avrupa Birliği standartlarının Türkiye’de egemen olmasının, Türkiye açısından en doğru yol olduğuna inanıyordu. Dolayısıyla tüm enerjisini buraya odaklamıştı. Türkiye’de bürokrasiyi bu hedefe kilitlemişti. O yüzden de zaten çok büyük mesafeler alındı. Avrupa Birliği ile müzakereler başladı ki daha önce hayal bile edilemezdi bu. Türkiye’de bir heyecan, umut uyandırmaya başladı. İslam’la, demokrasinin, laikliğin, çoğulculuğun bir arada yaşanabileceğini gösteren bir model, bir esin kaynağı olduğunu dünyaya göstermeye başladı. O dönemde bütün dünya basını alkışlıyordu.

Bir de, ‘’soft power’’ denen yumuşak bir güce sahipti Türkiye o dönemde. Sorunu olan, Türkiye’nin kapısını çalıyordu. Hatırlayın; Afganistan, Pakistan yılda 2 kere Türkiye’ye gelip aralarındaki sorunların çözümünde Türkiye’nin arabuluculuğunu istiyordu. Türkiye’nin hakemliğinde toplanıyordu. Şimdi hayal gibi görünüyor ama Netanyahu ile Suriye Devlet Başkanı Esad arasında arabuluculuk yapan bir ülkeydi Türkiye. Şimon Perez’le Filistin Devlet Başkanı Abbas’ı Türkiye’ye birlikte davet edip, Meclis’te birlikte konuşturan bir Türkiye vardı o dönemler. Bosna Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Cumhurbaşkanı düzeyinde belli aralıklarla Türkiye’ye gelip, aralarındaki sorunları yine Türkiye’nin arabuluculuğuyla çözmeye çalışıyorlardı. Böyle bir Türkiye vardı o dönem.

Bugün artık öyle bir Türkiye’ye geçtik ki, bırakın sorunu olanların kapısını çaldığı bir ülke olmayı, Türkiye, artık kendisi arabuluculara ihtiyaç duyan bir ülke haline geldi. Dolayısıyla burada bakış açısında temel ayrışmalar olmaya başladı: Bunun çok örnekleri de var zaten, kitapta yazdım. Basın özgürlüğüne bakış, ifade özgürlüğüne bakış, ‘’Gezi’’ olaylarına bakış, Avrupa Birliği hedeflerine bakış. Ayrışma aslında çok derinden başladı ve adım adım bugünkü noktaya kadar geldi. Biraz uzattım galiba İrfan.

Bozan: Hayır, çok güzel şeyler söylüyorsun. Şunu merak ediyorum aslında: Kitaplarından ve Abdullah Gül’ü yakından takip edenler için şöyle bir imaj çıkıyor ortaya: Demokrasi, özgürlük, yüzünü Batıya dönmüş, Türkiye’yi bu yönde dönüştürmeye çalışan bir devlet adamı, bir siyaset adamı. Ama Abdullah Gül’ün adaylığı söz konusu olduğunda, Türkiye’de tam da bu değerleri savunan kesimler, Abdullah Gül’e onay vermedi, itiraz sesleri yükseldi.

Sever: Herkes değil, belli bir kesim tabii. Doğru.

Bozan: Buradaki sorunu sormak istiyorum. Abdullah Gül mü kendisini anlatamadı yoksa o kesimlerin algıları mı kapalıydı? Ne dersin?

Sever: Abdullah Gül kesinlikle siyasi hırsı olan biri değil. Koltuk meraklısı biri değil. Öyle olsaydı, zaten görevi bırakmadan önce, daha elinde bir sürü imkân varken bunu kullanırdı. Mesela: ‘’Sayın Erdoğan Cumhurbaşkanı olmak istiyorsa, o zaman ben de aşağıya, partinin başına geçiyorum’’ diyebilirdi. O koşullarda, görev süresinin bitiminden aylar önce bunu söylediği takdirde, kimse buna ‘’hayır’’ diyemezdi. Kaldı ki, o dönem yapılan anketlerde ‘’Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa, yerine kim geçmeli?’’ sorusuna, parti tabanında %76 oranında Abdullah Gül ismi öne çıkıyordu. Yani oradan da ciddi bir talep vardı. Kaldı ki, yanına gelip ısrarla aşağıya dönmesi için baskı yapan çok sayıda partili milletvekili vardı. Ama öyle bir hırsı yoktu. ‘’Ben yapacağımı yaptım. Bu ülkede bir faninin gelebileceği her yere geldim. Bakan oldum, Başbakan oldum, Cumhurbaşkanı oldum. Bir de kendim için ‘ne kadar koltuk meraklısı’ dedirtmem.’’ Bu, en çok söylediği sözlerden bir tanesi. Hırslı olmadığı için kendini anlatma ihtiyacında bulunmadı. Cumhurbaşkanlığı yapmış birisi olarak, kendini onlara anlatma ihtiyacı içine girmedi. Bir hırsı olsaydı, niyeti olsaydı, mutlaka çok farklı strateji izlenebilirdi elbette.

Bozan: Aslında son adaylık sürecine yeşil ışık yakması, ‘’Acaba geçmişte bunları yapsa mıydım?’’ sorusunu kafasında canlandırmış mıdır? Ne dersin?

Sever: Tabii ki Türkiye’nin gittiği istikameti görüp kaygılandığı için, raydan çıkmaya başlayan bir Türkiye’yi tekrar rayına oturtma konusunda ‘’bana bir şey düşüyorsa ve bir ortak talep varsa, ben bunu yaparım’’ şeklinde ortaya koymuş anladığım kadarıyla. Ben kendisiyle 1 yıldır hiç görüşmedim, uzaktan izlediğim kadarıyla… Burada bütünüyle bir mutabakat sağlanamadığı için de hemen çekilme kararı aldı.

Bozan: 12 yıl beraber çalıştığınız Abdullah Gül, bundan sonra siyaset defterini tamamen kapatmış mıdır sizce? Bunu bilgiye dayalı değil, tahminlerinize yönelik soruyorum.

Sever: Bilemiyorum. Şartlar ne getirir, yarının koşulları nasıl gelişir, nasıl değişir, bunu görmeden bir şey söylemek gerçekten çok zor. Türkiye, hem olumlu, hem olumsuz anlamda o kadar hareketli, dinamik bir ülke ki, yarın hakkında bir öngörüde bulunmak gerçekten zor İrfan.

Bozan: Peki. Ahmet Sever çok teşekkürler. Brüksel’den yayınımıza katıldınız.

Sever: Rica ederim İrfan. Herkese çok selam. İyi yayınlar daha sonrası için de.

Bozan: Teşekkür ederiz. Size Brüksel’de kolaylıklar.

Sever: Teşekkür ederim. Sağ olun.

Bozan: Medyascope.tv özel yayınında Ahmet Sever’in ‘’İçimde Kalmasın, Tanıklığımdır’’ kitabını yazarı Ahmet Sever’le konuştuk. Kitap, tahmin ediyorum bir iki gün içerisinde kitapçılarda yer alacak. Özellikle Abdullah Gül- Recep Tayyip Erdoğan arasındaki ilişkinin yıllar içerisinde nasıl değişip dönüştüğünü merak edenler için iyi bir kaynak. Bir sonraki yayında görüşmek üzere, hoşça kalın.

 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.