Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Reis” ve raconu

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/338861887″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayanlar: Şükran Şençekiçer & Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan cumartesi günü İstanbul’da partisinin genişletilmiş divanında yaptığı konuşmada bir racondan bahsetti. Bazı köşe yazarlarının kendisi adına konuşmaya kalktıklarını, böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, bir racon kesilecekse onu kendisinin keseceğin, ayar verilecekse de onun kendisinin vereceğini söyledi. Ve Türkiye’deki medya atmosferinde bu belli ölçülerde tartışılıyor. Çok da fazla tartışılamıyor, çünkü Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylediklerini özgür bir şekilde, hak edildiği şekilde tartışılabilme imkânının pek olmadığını biliyoruz. Tabii şimdilik yansıdığı kadarıyla farklı farklı yorumlar var, ama genellikle yorumlar şu: Birtakım kişilerin; sağı solu tehdit eden, onlara ayar vermeye çalışan kişilerin; özellikle sosyal medyadan ve medyadan kişilerin bir rahatsızlık yarattığı ve bundan da Erdoğan’ın rahatsız olduğu, bu açıklamanın ardından bu kişilerin artık böyle davranmayacağı yolunda değerlendirmeler yapılıyor. Ben buna çok fazla katılmıyorum. Kendimce Erdoğan’ın son konuşmasını çözümlemeye çalışmak istiyorum.

Erdoğan medyayla savaşarak büyüdü

Öncelikle şunu vurgulamak lazım: Erdoğan Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olduğu andan itibaren medyanın hep karşısına aldığı birisi oldu. Egemen medyanın, ana akım medyanın görmezden geldiği ya da gördüğü zaman da sadece saldırmak için gördüğü birisi oldu. Bu özellikle 1994 yerel seçimlerinin öncesinde oldu ve sonrasında kazanmasından sonra da bu oldu. Ve Erdoğan ilginç bir şekilde medyayla savaşa savaşa siyasette merdivenleri tırmandı. Ve gelebileceği en son noktaya kadar geldi. Uzun bir süredir Türkiye’yi tek başına yönetiyor. Burada şunu hiç unutmamak lazım: Medyayla savaşma boyutu, medyanın kendisine saldırması ve onun da ona misliyle cevap vermesi boyutunu Erdoğan’ın biyografisinde hiç göz ardı etmemek lazım, ön sıralara koymak lazım. Ancak bir süredir şöyle bir şey var: Türkiye’de medya büyük ölçüde, ezici bir ölçüde Erdoğan tarafından kontrol ediliyor. Köşelerde ya da televizyon yorumlarında Erdoğan’ı rahatsız edebilecek yorumlar yapılmıyor, çıkışlar yapılmıyor. Yakın bir zamana kadar bu oldu aslında, 17-25 Aralık’a kadarki zamanda oldu, daha sonra da kısmen oldu. Ve Erdoğan’a karşı çıkış yapanların büyük bir kısmı işlerini kaybettiler. Bazıları özgürlüklerini de kaybetti. Bazıları da yurtdışına çıkmak durumunda kaldı. Şu anda medya atmosferine baktığımız zaman Erdoğan’ın ihtiyacı olan, kendisine medyadan saldırı yapabilecek kimse hemen hemen yok. Dolayısıyla bir anlamda kendisini destekleyen gazetecilerle de artık uğraşmaya başladığını söyleyebiliriz. Bu medya argümanını kullanmak anlamında köşe yazarları, kendisine akıl vermeye, kendisine yol göstermeye çalışan köşe yazarları, haddini bilmeyen gazeteciler anlamında kala kala kendisine destek veren isimler kaldı. Ve sıra bir anlamda da onlara geldi.
Ama bunun çok ciddi sonuçlara yol açacağını açıkçası sanmıyorum. Çünkü bu kişiler hakkında, bu tür çıkışlar yapan kişiler hakkında değişik zamanlarda değişik şikâyetler dile getirildi. Kendisi de birçok kez bu kadar vurgulu olmasa da bunu dile getirdi. Kendisi adına konuşabilecek tek kişinin sözcüsü İbrahim Kalın olduğunu birkaç kez söyledi. Ama yine de gördük ki bazı isimler medyada ve sosyal medyada siyasî iktidara, özellikle de Cumhurbaşkanı’na güvenerek, sırtlarını oraya dayadıkları iddiasıyla Türkiye’de birtakım mühendislik faaliyetlerine giriştiler. Birilerine hesap sordular, birilerini tasfiye ettiler vs. ve sonuç da aldılar. Dolayısıyla bu sefer de çok fazla bir şeyin değişeceğini sanmıyorum. Ancak Erdoğan’ın bu son çıkışı bize net bir şekilde şunu gösteriyor ki, medyada ve sosyal medyada bu tür kişiler, trollükle gazetecilik arasında yer alan bu kişiler parti tabanında ve parti yönetiminde de bayağı bir rahatsızlığa yol açıyor. Bir rahatsızlık var ve bu rahatsızlık hakkında bir şey söyleme ihtiyacı hissediyor. Yani buradaki rahatsız olan bu kişilerin hedef gösterdikleri diğer kişiler değil. Yani Tayyip Erdoğan bu kişiler tarafından hedef gösterilen insanların şikâyetlerini ciddiye alıp, kaale alıp racon konusuna giriyor değil. Ama kendi tabanından, kendi partisi içerisinden gelen “Yahu bunlar kim oluyor da bizim adımıza, sizin adınıza konuşuyor? Bu bizi rahatsız ediyor, iyi bir imaj vermiyor” şeklindeki açıklamaları, serzenişleri üzerine yapıldığını söyleyebiliriz.
Bunun daha öncesinde, çok açık ve net bir şekilde Bülent Arınç ve ona benzer Hüseyin Çelik gibi isimler, Abdullah Gül de kimi zaman, kendilerine yönelik saldırılardan, medya ve sosyal medyadaki saldırılardan şikâyet ettiler. Ama bu şikâyetlerin hiçbiri Erdoğan tarafından ciddiye alınmadı, gereği yapılmadı. Yani bir Bülent Arınç’ın ya da Abdullah Gül’ün çıkışlarının ardından Erdoğan’ın onlara hak verecek şekilde bir çıkış yaptığını görmedik. Bu son olayda da böyle bir şey olduğunu düşünmüyorum. Ama bu kişilerin verdiği rahatsızlık parti içerisinde yaygınlaşıyor olsa gerek ki Erdoğan bu konuda bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetti. Burada tabii söz konusu olan kişilerin önemli bir kesimi, neredeyse hepsi Milli Görüş kökenli değil. Yani bunlar sonradan dâhil olmuş, sonradan adı bilinen kişiler. Yani AKP hareketi içerisinde öteden beri yer alan kişilerin tanıdığı, bildiği, önem verdiği kişilerden bahsetmiyoruz. Yakın dönemde ortaya çıkmış ve Milli Görüş ya da AKP geleneğiyle ilişkileri çok da net olmayan kişiler olması bunların, rahatsızlığı daha da fazla artırıyor diye düşünüyorum.

Kasımpaşalı imajı

Bir başka husus, şunu özellikle vurgulamak lazım: Erdoğan Kasımpaşalılığına, Karadenizliliğine sürekli vurgu yapmış; onu destekleyenler ve eleştirenlerin de sürekli bu yönlerini vurguladığı bir siyasetçi, bir siyasî lider. Dolayısıyla “racon” gibi, “ayar vermek” gibi kavramları özel olarak kullanan birisi. Ve bu anlamda da cumartesi günkü olay da –ki biz de bunu böyle yaptık– bu kavramlar üzerinden tartışılıyor ve siyasette bu tür sokak üslubunu taşıyan çok fazla siyasetçi yok, varsa bile Erdoğan kadar etkilisi yok. Erdoğan bir anlamda bu çıkışla aslında o yönünü de tekrar gündeme getirmek ve hatırlatmak istedi. Ki bence, “bu nokta çok önemli, şu nokta çok önemli” derken, Erdoğan konuşmalarında genellikle bunu yapar –ben de ondan kopya çekmiş olayım– şu nokta çok önemli: Erdoğan’ın artık parti tabanına, parti yönetimine ve Türkiye’ye yönelik olarak ideolojik-politik olarak söyleyebileceği çok fazla bir şey yok. Büyük ölçüde popülizm üzerinden yürüyen ve kendisi üzerinden yürüyen bir hareket; bunu öteden beri burada dile getirmeye çalışıyorum. AKP hareketi artık dava hareketi değil, bir tür parti de değil, bir tür şirketleşmiş durumda ve tek bir kişi var, kolektif yönetim yok, bu tek kişinin etrafında popülizm ve pragmatizm üzerinden yürüyen bir hareket ve dolayısıyla bu “halk adamı, içimizden biri” imajına Tayyip Erdoğan’ın her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğunu düşünüyorum ve bu anlamda bu tür üslûplara özel olarak başvurduğu kanısındayım çünkü o yaptığı konuşmada, açıkçası baktığımız zaman, siyasî ve ideolojik olarak söylediği derinlikli, tartışma yaratan, üzerinde kafa yormamızı gerektiren tek bir cümle, bölüm yok. Almanya’yla malum yine atışmalar var, terör konusunda benzer şeyler var, ama onun dışında ağırlıkla konuşma şuna –ki bir süredir Erdoğan hep bunu yapıyor– parti içerisinde bir metal yorgunluktan bahsediyor ve bu metal yorgunluğu aşmaktan bahsediyor, belediyelerden bahsediyor, yolsuzluk konusundan bahsediyor, Hz. Ömer adaletinden bahsediyor.

Metal yorgunluğun ötesinde

Yani bütün bunlar bize AKP içerisinde çok ciddi bir krizin yaşandığını ve bu krize müdahale etmenin aslında çok da fazla mümkün olmadığını gösteriyor. Bir metal yorgunluk var; ama bu, metal yorgunluğun ötesinde, ideolojik anlamda ve politik anlamda bir tıkanmışlık var AKP’de ve Erdoğan’ın şu anda yapabildiği, bu konulara köklü ideolojik ve politik çözümler bulabilmek yerine, bu tür popülist-pragmatist çıkışlarla krizi geciktirmek, krizin bir şeyleri değiştirmesini geciktirmek, zaman kazanmak; ama hep vurguladığım bir hususu tekrar etmek istiyorum: Zaman kazanmak için, krizi çözmek yerine krizi ötelemek, ertelediğiniz zaman kriz daha da derinleşiyor ve çözülmesi daha da imkânsız hale geliyor. O konuşmasının bir yerinde, Erdoğan insanların kendisinden bahsederken Reis diye bahsettiğini söylüyor –ki bu onun da benimsediği bir kavram, bunu biliyoruz– ve bu işte benim öteden beri dile getirmeye çalıştığım Reisçiliğin krizi aslında. Bir kriz var, ama krizin kendisinden ve o zamana kadar yürüyen ilişkilerin, yöntemlerin, stratejilerin tıkanmış olmasından kaynaklandığı gerçeğiyle yüzleşmek yerine, birtakım başka hususlarla küçük konularla uğraşıyor, bir metal yorgunluğu kavramıyla olayı çözülebilecekmiş gibi tarif ediyor ve birtakım insanların kendilerine çekidüzen vermesiyle bu işlerin aşılabileceği intibaı yaratmak istiyor.

Referandumda İstanbul’dan gelen alarm

Ancak o konuşmanın bir yerinde, bence en önemli kısmı, İstanbul’la ilgili söyledikleriydi. İstanbul’da son referandumda “Hayır”ların “Evet”ten fazla çıkmış olmasının çok kritik olduğunu ve bunun aslında AKP’nin ve Erdoğan’ın krizinin en net göstergesi olduğunu o andan itibaren dile getirdik. Erdoğan da bunu çok net bir şekilde –benim söylediğim şekilde değil tabii ki– ama bunu çok net bir şekilde kabul etmiş durumda. O konuşmanın bölümlerini eğer kaçırdıysanız, okumanızı özellikle tavsiye ederim; çünkü İstanbul, bu hareket için, Erdoğan için İstanbul’u almak, Türkiye’yi almak ve İstanbul’u almak dünyayı almaktı, bu daha ilk Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olduğundan beri dile getirdiği ve hiç de yanlış olmayan bir çıkarımdı ve genellikle hep bunu başardılar; ama bunun en net başarısızlığı son referandumda gözüktü. Bu çok önemli alarm, Erdoğan için ve AKP için. Erdoğan da bunun farkında, ama bunun çözümü için söyleyebileceği çok fazla bir şey yok. Örneğin, İstanbul’la ilgili yapılan şikâyetlere baktığımız zaman, bu şikâyetler mesela çarpık kentleşme, dev binalar, AVM’ler vs.. Bütün bunların hepsi AKP’nin ve öncesinde Refah Partisi ve Fazilet Partisi’nin, belediye olarak İstanbul’u –ki 94’ten beri kesintisiz olarak bu hareket yönetiyor, 2002 sonundan beri de bu parti yönetiyor Türkiye’yi ve İstanbul’u–, yapılan şikâyetlerin, İstanbul’la ilgili söylenen hususların hepsinin gerçek muhatapları da kendileri. Belediyelerle ilgili, sadece İstanbul değil, Türkiye çapında belediyelerle ilgili, AKP yönetim mekanizmalarıyla ilgili, bunların mülkiye amirlerle ilişkileriyle ilgili çok ciddi şikâyetlerin üst üste geldiğini ve biriktiğini görüyoruz.
Erdoğan bir metal yorgunluğu tespitiyle bütün bu sorunları aşabileceği düşüncesinde, ya da kamuoyuna böyle bir görüntü vermeye çalışıyor; ama bunların, popülist dille “tek başına” ya da onun tabiriyle söyleyecek olursak, “racon kesme”yle çözülebilecek sorunlar olduğunu hiç düşünmüyorum. Bence kendisi de düşünmüyor; ancak bunları kamuoyuyla bu açıklıkta konuşmasını bir siyasetçiden beklemek tabii ki isabetli olmayacaktır; ama cumartesi günkü konuşması aslında benim Reisçiliğin krizi diye tabir etmeye çalıştığım olayın bir şekilde dışavurumuydu. Buradan çok büyük değişiklikler beklemek bence mümkün değil. Zaten diyelim ki orada hedef alınan kişiler yazmayı bıraksalar vs. Türkiye’de çok fazla da bir şey değişmeyecek, bunlar çok ayrıntı hususlar. Yani onun bunu hedef göstermesi, bunun şurada şöyle trollük yapması falan, Türkiye’de artık AKP’nin ve Erdoğan’ın krizi artık bu tür detayları çoktan aşmış durumda, burada bu sorunu çözmek için çok daha geniş vizyona, orta ve uzun vadeli bir vizyona ve yenilikçi vizyona ihtiyacı var. Bunun temelinde, merkezinde demokrasi ve çoğulculuk olmak zorunda; ancak Erdoğan’ın bir süreden beri tercih ettiği kesinlikle bu değil. Dolayısıyla bu gidilen yoldan vazgeçilmediği müddetçe yapılacak olan çıkışların hepsi günü kurtarmak anlamına gelecektir.
Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.