Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

ABD seçimleri ve neo-popülizm: Murat Somer ile söyleşi

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/285856404″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba hoş geldiniz. Bugün yine bir özel yayınla karşınızdayız. ABD seçimleri ve neo-popülizm konuşacağız. Geçtiğimiz günlerde Donald Trump ve Hillary Clinton arasında, dünyanın neredeyse en çok izlediği tartışma programını izledik. Amerikan başkanlık seçimlerine de bildiğiniz gibi çok az kaldı. Trump’ın söylemleri tüm dünyada oldukça ilgi çekiyor. Bugün de Cumhuriyetçi Parti adayı Trump’ı ve Amerikan seçimlerini, doğal olarak da neo-popülizmi konuşacağız. Konuğumuz Koç Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Murat Somer. Milada Dönüş-Ulus Devlet’ten Devlet Ulus’a, Kürt Meselesinin Üç İkilemi kitabıyla da tanıyacağız kendisini ilerleyen zamanlarda. Hocam, hoş geldiniz.

Hoş bulduk, teşekkür ederim davet ettiğiniz için.

Biz teşekkür ederiz buraya kadar geldiğiniz için. İlk soruyla başlayalım. Neo-popülizm ne demek diyelim.

Bugünlerde siyasette, dünyada çok rastladığımız ve birçok insanın da demokrasinin geleceğiyle ilgili yoğun endişeler duymasına neden olan bir siyaset yapma biçimi diyebiliriz. Tabii popülizm siyasetin hep bir parçası olmuş, popülist liderler her zaman olmuş, dünyanın her yerinde olmuş. Peronist siyaset örneğin Latin Amerika’da olmuş, iki dünya savaşı arasında Avrupa’da popülist söylemler hep etkili olmuş. Neo-popülizmin bazı farklılıkları var bugün. O belki daha da önemli bir problem haline getiriyor neo-popülizmi. Popülizm bir siyaset –tartışma var tabii, bu bir ideoloji midir söylem midir diye–, her şeyden önce bir siyaset yapma biçimi olarak tanımlayabilirim ben bunu. Sistem içerisinde bir şekilde güçsüz hale gelmiş olduğunu düşünen insanlara, kendilerini sistemin daha sahibi hissedebilmeleri için, onların anlayabileceği bir proje sunuyor. Bu projenin de birkaç özelliği var. Bunlardan bir tanesi kurumlara, mevcut siyasal kurumlara karşı olmak. Bu kurumların –Parlamento olsun, Anayasa Mahkeme olsun, Merkez Bankası olsun, ekonomik kurumlar olsun – o insanların yaşadığı problemlerin bir kaynağı, bir nedeni olduğunu söylemek. İkincisi anti-elitizm. O ülkedeki siyasal ekonomik elitlerin aslında bu sorunların kaynağı olduğu, ya da o elitlere güvenilemeyeceğini insanlara söylemek. Belki en endişe verici üçüncü bir özelliği de ötekileştirme. Yani sadece anti-elitizm değil, sorunların kaynağı şu veya bu grup. Bu, ülkeden ülkeye değişebiliyor. Hatta bazı durumlarda, Türkiye’deki üst akıl örneğinden yola çıkarsak çok esnek, zamana göre farklı hedeflere yönelebilecek bir ötekileştirme noktasına yol açabiliyor. Bu bir ülkede, bir dönemde Yahudiler oluyor, Museviler oluyor; başka bir etnik veya dini azınlık olabilir. Bölgesel bir grup olabilir, halk olabilir. Sorunun kaynağı elitler, mevcut kurumlar ve kötü niyetli şu veya bu grup demeyi içeriyor. Kurumlara karşı olmak da bir yandan da karizmatik lidere –popülizmde her zaman için bir karizmatik lider unsuru da var–, kurumlara güvenmiyorsanız peki bu sorunları çözmek için neye güvenebilirsiniz, işte orada karizmatik lider unsuru ön plana çıkıyor. Bir lidere güveniliyor –işte Donald Trump örneğinde de böyle bir şey var aslında–, Donald Trump’a güveniliyor; popülist siyasetin önemli özelliklerinden biri ise kendisi de bir elit olmasına rağmen sistemin dışından gelen karizmatik bir liderin genellikle bu rolü oynaması. Biliyorsunuz Recep Tayyip Erdoğan da Türkiye’de, en azından başlangıçta sistem dışından gelmişti. Sistemin ana akım saymadığı bir siyasal elitti. Hatta Refah Partisi örneği içinden bakarsak, Necmettin Erbakan da çok daha siyasal sistemde var olmuş bir aktörken ona karşı da bir meydan okuma yoluyla özellikle 2001 finansal krizinden sonra sistem dışından gelmişti. Donald Trump da Washington dışından, başkent siyasetinin dışından geldiğini iddia ediyor. Bütün bu popülist söylemlerde, siyaset biçiminde bu var. “Biz dışarıdan geliyoruz, bana güvenirseniz ben sistemi yeniden yapılandırarak bu sorunlarınızı çözebilirim, sizi yeniden kendinizi güçlü, – yeniden de demeyelim ama– sistemin sahibi hissetmenizi sağlayabilirim,” diyen siyaset biçimini içeriyor. Fakat neo-popülizmde, popülizmde hiçbir zaman bunu yaparken gerçek anlamda insanları sistemin sahibi haline getirmiyor. Çünkü sistemin sahibi olmak insanların, seçmenlerin, tabanın özgür iradesiyle söz sahibi olabilmesi, gerektiğinde bu popülist lidere de karşı çıkabilmesi, politikalarını kendilerini özgür iradeleriyle belirleyebilmeleri. Fakat popülist söylemde her zaman eşitliksiz bir ilişki var. “Lidere güvenirseniz o lider sizin adınıza doğru olanı yapacak ve sorunlarınızı çözecek,” iddiası söz konusu.

ABD başkanlık seçimlerinin ön elemelerini hatırlarsak, beklentilerin aksine gerçekleşen durumlar oldu. Mesela örnek üzerinden gidelim: Demokrat Parti’de Hillary Clinton‘ın açık ara seçilmesi beklenirken, neredeyse sosyalist söyleme sahip Bernie Sanders çok fazla yankı uyandırdı. Diğer tarafa bakıyoruz, Cumhuriyetçilerde babası, ağabeyi eski başkan olan Jeb Bush daha ilk başlarda zaten saf dışı kaldı. Oradan bir anda Donald Trump’ın çıktığını gördük, o da başka bir örnek olarak. En çok konuşulan isimlerden biri o süreçte yine Donald Trump’tı. Buradan bakarsak bu ana akımın, yani merkezi partilerin zayıflaması, neo-popülizmin bir zaferi anlamına mı geliyor?

Muhtemelen böyle bir olasılığın olduğu anlamına geliyor. İnsanların sistem dışı, şu ana kadar aşina oldukları çözümlerin dışında, ana akım siyasetin dışında söylemlere ve siyasete ihtiyaç duyduklarını gösteriyor. Amerika’da 1980’lerden beri gelişen bir olay. Son olarak 2008 finansal krizinden sonra, son derece refah sahibi olması gereken bu zengin ülkede toplumun önemli bir kesimi objektif olarak durumu mutlaka kötüye gitmemiş de olsa, kötüye gidebileceğini düşünen ve bir şekilde de ülkenin iyi yönetilmediğini düşünen büyük bir kesim var. Siyasetin diline de yabancılaşmış hisseden büyük bir kesim var. Bunlar ana akım siyasetin dışında söylemlere ve siyasete açlık, ihtiyaç duyuyorlar. Hem sağda hem solda, solda Bernie Sanders’a sağda da Trump’a gösterilen destek bunun bir işareti. “Ben sizin tanıdığınız siyasetin dışında bir siyasetçi olacağım, sistem dışında çözümler getireceğim,” diyen siyasetçilere destek veriliyor. Bernie Sanders aslında başka örneklerde, Syriza örneğinde olduğu gibi belki soldan bunun entelektüel ya da düşünsel temeli nispeten güçlü olan bir örneğini gösteriyor. Sistemi yeniden yapılandıracağım dediğinizde bu ya tamamen boş bir vaat olabilir, tamamıyla insanların duygularına hitap eden bir vaat olabilir. Ya da bunun içerisinde somut birtakım politikalar veya öneriler olabilir. Bernie Sanders örneğinde bunu görebiliyoruz, bir düşünsel altyapısı olduğunu, kişisel olarak da kendi arka planına baktığımızda bunun bir altyapısı olduğunu görüyoruz. Başka popülist örneklerde böyle bir altyapı yok. Dolayısıyla şunu sormak gerekiyor: Popülizm, neo-popülizm bir tehditse eğer – ki Amerika’da da büyük bir kesim, hakikaten akademi dünyasında da, siyaset dünyasında da, medyada da büyük bir kesim bunu çok büyük bir tehdit olarak görüyor– Amerikan demokrasisine ve kurumlarına karşı. Bununla mücadele etme yöntemi de bunu yok saymak değil; “neden Trump’a insanlar oy veriyor?” diye kızmak hiçbir şekilde çözüm değil tabii ki. O insanların neden böyle bir söyleme ihtiyaç duyduklarını anlayıp buna karşı alternatif ve daha iyi politikalar üretmek gerekiyor. Bernie Sanders’ın bunu bir ölçüye kadar yaptığını söyleyebiliriz. Ama birçok ülkede de muhalefet –muhalefet derken de bu popülist söylemi kullanmak istemeyen, popülizme alternatif olmak isteyen siyaset– çoğu kez yapamıyor bunu.

Donald Trump’ın büyük bir travma yarattığını gözlemliyorum ben, en azından okuduklarımdan. Birçok ana akım gazete taraf belirtiyor Amerika’da bugün; Trump’a destek vermediklerini, Clinton’ın seçilmesi gerektiğini. Sanatçılar çıkıp bununla ilgili reklam kliplerinde oynuyorlar. Daha geçen gün USA Today gibi bir gazete bile tercihini açıkladı. Amerika’nın elitlerinde Trump’ın söylemleri büyük bir travma mı yarattı?

Büyük bir travma yarattı, evet. Destekleyenler de var. Çünkü sonuçta sanatçılar da, gazeteciler de toplumun bir parçası. Onlardan da, onların arasında da durumdan memnun olmayan, farklı siyaset biçimleri arayan insanlar var. Ama büyük bir kesim hakikaten endişe içerisinde. Çünkü biraz önce bahsettiğim özellikler arasında ötekileştirme eğilimi de çok tehlikeli. Bazı inşalar bunu gerçeklik sonrası siyaset, gerçek kavramı ötesi siyaset olarak adlandırıyorlar. Çünkü demokrasinin işleyebilmesi için elbette siyasal rakipler birbirlerini eleştirecekler. Bazen tabiri caizse azıcık bel altı da oynayabilirler, karşı tarafı zor durumda bırakmak için. Ama bir asgari müştereğin de kalması gerekiyor. somut olgular üzerinde de toplumun anlaşabilmesi gerekiyor. Eğer bir taraf “burada bir sade kahve var, ben bunu içiyorum,” öteki taraf ise “hayır orada sade kahve yok, biz hiçbir şey görmüyoruz,” derlerse o zaman demokrasinin işlemesini sağlayan asgari müşterek ortadan kalkıyor. Amerikan siyasetinde bu bir ölçeğe kadar olmuş olan bir şey de. Gerçekler üzerinde her zaman tartışma olabilir, fakat bir gerçeğin olacağı ve tartışarak buna varılabileceği inancı çok önemli demokrasi için. Amerikan demokrasisinde bir ölçeğe kadar korunabilmiş olan bir şey. Evet çok farklı olabiliriz, farklı görüşlerimiz olabilir ama bir gerçeklik vardır ve o gerçeklik üzerinde de tartışarak belki buluşabiliriz. En azından bu inancın olması demokrasinin işlemesini sağlıyor. Ama son kampanyada Trump’la Clinton arasındaki kampanyada bunun erozyona uğradığını insanlar hissediyorlar. Bu da tabii birbirlerine güvenmemelerine, kutuplaşmaya yol açıyor. Şimdi bu söylediklerim, bizim izleyicilerimizin de büyük çoğunluğu Türkiyeli olduğuna göre çok tanıdık gelecektir. Bizim de çok yaşadığımız, çok büyük bir problem bu. Elbette farklılıklar olacaktır ama bir asgari müştereğin de ortada bulunabilmesi gerekiyor. Bunun için de siyasal aktörlerin asgari düzeyde bir iyi niyeti de koruması gerekiyor. Tabii ki her siyasal aktör kazanmayı ister, kazanmak için de karşı tarafı zor durumda bırakacak argümanlar, gerekçeler ileri sürmeniz gerekir. Ama bir noktada da “ben şu sınırın ötesine geçmeyeceğim, bunu da yapmayacağım, bunu da yaparsam siyasal sistem çöker veya bu toplumun bir arada yaşama iradesi ortada kalmaz; o zaman ben de kaybederim siz de kaybedersiniz,” der. Fakat neo-popülist siyasette hep şöyle bir iddia var. Bu yıkımdan belki de çok korkmuyor, çünkü “ben sistemi yeniden inşa edeceğim, devleti yeniden inşa edeceğim,” dediğiniz zaman, bu her zaman belli oranda bir yıkımı da içerir, değil mi? Yeniden inşa etmek için, böyle bir iddiadaysanız yıkmanız gerekir. Böyle bir iddiada bulunduğunuz için de aslında çok yıkıcı bir söylem kullanırsınız. Bu da tabii çok tehlikeli bir şey, çünkü o zaman sizin altınızdaki zemin de kayabilir. Eğer bir şeyi inşa etmek istiyorsanız o zaman rakiplerinize de el uzatıp “gelin bunu beraberce yeniden inşa edelim,” demek mümkün. Yapıcı anlamda, yaratıcı anlamda bir yeniden inşa süreci olabilir bu. Belki muhalefetin de bir ölçeğe kadar bunu yapması gerekiyor. Farklı bir yeniden inşa etme modelini insanların anlayabileceği bir dille, ikna edici ve cesur bir şekilde sunabilmesi gerekiyor; ama bu yapılmadığı sürece, sadece yıkıcı anlamda popülist siyaset yapan aktörlere kaldığı takdirde, hem toplumsal hayat için hem de tabii siyaset için çok tehlikeli.

Aslında biraz cevapladınız soracağımız soruyu ama, dışlayıcılık meselesini biraz daha açmak istiyoruz. Biz de yayından önce çalışırken üzerinde durmuştuk. Ötekileştirme ve dışlayıcılık. Trump’ın söylemlerinde en önemli dayanak noktası yabancı düşmanlığı ve İslamofobiydi. Avrupa’ya baktığımızda da bir mülteci karşıtlığı ve aslında mülteci karşıtlığının halkta, tabanda bir karşılık bulduğunu görüyoruz. Neo-popülizmin en önemli dayanak noktası bu dışlayıcılık ve ötekileştirme midir? Ya da halkta karşılık bulduğu en önemli özelliği bu mudur?

En önemli özelliklerinden biri. Aslında demokrasinin çözmekte zorlandığı, ileri demokrasilerde de gelişmekte olan demokrasilerde de çözmekte zorlanılan birtakım problemler var. Sosyal problemler var, ekonomik problemler var. Bir yandan da insanların duydukları kültürel birtakım kaygılar söz konusu. Bu kaygıların bir bölümü sanal, bir bölümü medya tarafından hatta sosyal medya tarafından yaratılıyor. Örneğin mülteci sayısının son derece kısıtlı olduğu Macaristan’da insanlar bundan büyük bir endişe duyuyorlar. Herhalde herkes kabul edebilir ki bir nebze sanal bir korku bu. Ama bu korkuları yok saymak da yanlış bir şey. Bunların meşru nedenleri de olabilir hatta. İnsanların homojen toplumda hayat tarzlarına dair birtakım kaygılar duymaları da anlaşılması gereken bir şey. Popülist siyaset belki daha önemli olabilecek olan –tabii kişinin tercihine göre değişir bu- önemli ve karmaşık çözümler gerektiren sorunlar yerine tartışmanın odak noktasını bu kültürel korkulara kaydırıyor. Avrupa’da mülteci meselesi olabiliyor. Amerika’da ırkçılık meselesi ön plana çıkıyor, Müslümanlar meselesi ortaya çıkıyor. Halbuki araştırmalar gösteriyor ki Avrupa’ya göre Amerika’da Müslümanlar hayli iyi entegre olmuş, durumu daha iyi olan bir grup. Ama buna rağmen Amerika’da da birçok insanın hayat tarzına dair endişeleri var. Müslümanların düşünce biçimi, dini bir şekilde bizden çok farklı. Bir yansımayla kendi yaşadıkları problemlerin de Müslümanlar nedeniyle katmerleşebileceği, pekişebileceğine dair korkular var. Bu korkunun üzerine giderek siyaset yapıldığı zaman oldukça etkileyici olabiliyor. Çünkü korku önemli bir duygu. Duygu üzerinden siyaset yapmak da popülist siyaset biçiminin özelliklerinden bir tanesi. Ve popülist siyasete karşı çıkmak isteyen siyasetin de zayıf boyutlarından bir tanesi. Duygusal siyaseti, aslında Hillary Clinton’la Trump’ın tartışmasını da, bu açıdan izleyebiliriz. Trump dikkat ederseniz her zaman çok daha basit argümanlar ileri sürüyor ve duygular üzerinden gidiyor. Hillary Clinton daha rasyonel, akılcı alternatifler getirmeye çalışıyor. Halbuki bu akılcı politikalar da duygulara hitap ederek savunulabilir. Bunu biz kendi ülkemizde de görüyoruz değil mi? Bir yandan devlet, millet, vatan, duygular üzerinden yapılan siyaset var. Bunlar önemli kavramlar, insanlara hiçbir şekilde bunları umursamayın demek mümkün değil. Ama aynı kavramlar üzerinden, aynı duygular üzerinden gidilmeli; insanlar bu duyguları duyuyorsa potansiyel olarak kötü bir şey de değildir. İnsanlar hiç umursamasın mı bu kavramları? Ama bu duyguları o zaman popülist siyaset istemeyen siyasal aktörler de daha yapıcı olarak görecektir, daha yapıcı şekilde bu duyguları ifade edebilirler. Sonuç itibariyle bu insanlara alternatif sunabilmek gerekiyor. Birtakım korkular, duygular varsa, “tamam bu duygular var, ama bunun daha iyi bir yolu var. Daha iyi olabiliriz, daha iyisini ümit edebiliriz.” Bu mesajı insanlara verebilmek gerekiyor.

Siz aslında panzehirini de böylelikle açıklamış oldunuz neo-popülizmin. Şuna değinmek istiyoruz aslında, bugünün tabii ki en çok konuşulan konusu Kolombiya’daki referandumdu. Aslında biraz da beklenmedik şekilde, seçmenin yanılmıyorsam sadece % 37 gibi bir kesimi sandığa gitti. Enteresan olanı, çatışmanın asıl sürdüğü bölgelerde barışa “Evet” oyu çıkarken, çatışmanın göreceli olarak daha az uğradığı bölgelerde “Hayır” oyunun daha çok çıktığını gözlemliyoruz. Bir yandan da Brexit örneği aklımıza geliyor. Brexit’in kaderini belirleyen aslında yaş ortalaması çok daha yüksek insanlar oldu, ki Brexit aslında hem adanın hem de Avrupa’nın kaderini etkileyecek kadar uzun vadeli bir referandumdu. Bunların hepsini bir araya topladığımızda neo-popülizm referandumları nasıl kullanıyor? Neo-popülizmle referandum arasında nasıl bir ilişki var?

Siz de popülist olsaydınız herhalde referandumu çok severdiniz. Çünkü popülizm basit çözümler ileri sürüyor ve ötekileştirme uyguluyor. Ak ve kara; bir grup var, kötü niyetli ve sorunun kaynağı onlar, çözüm de bunun tersi. Referandum da her ne kadar demokrasinin parçası olsa da, zaman zaman başvurulması gereken bir araç olmakla beraber çok da temkinli kullanılması gereken bir araç. Çünkü referandumda çok kısıtlı bir seçenek sunuluyor insanlara. Şöyle bir tehlikesi var –aslında seçimler için de benzer şeyler söylenebilir– size özgür iradenizin ülkenin geleceğinde söz sahibi olduğu algısını veriyor. Fakat bu aslında gerçek değil, ya da bir ölçeğe kadar gerçek. Çünkü referandumda karşımıza her zaman çok kısıtlı seçenekler sunuluyor. Özgür irade ne demektir? “Biz ülkenin geleceğinin nasıl olabileceği konusunda kendi tercihlerimizle, irademizle bir yol çizebileceğiz, izlenecek yol konusunda bizim etkimiz olabilecek,” bu anlama geliyor. Seçimlerde de nasıl kısıtlı sayıda bir parti ortaya çıkıyorsa, cumhurbaşkanlığı ya da başkanlık seçimlerinde belli sayıda insan arasında bir seçim yapabiliyoruz. Referandum en kötüsü, çünkü ya “Evet” ya “Hayır” diyebiliyoruz. Belki siz daha farklı bir şey isteyecektiniz. Örneğin İskoçya referandumunda da benzer bir şey olmuştu. İnsanların çoğu aslında ayrılmakla Britanya’nın parçası olmak arasında bir çözümü tercih ediyorlardı; İskoçlara daha fazla özerklik verecek olan ama tam ayrılmayı da içermeyen bir seçeneği. Ama referandum onlara sadece iki seçenek verdi. Popülistler açısından bu çok iyi. Çünkü bir sorunu ikiye indirgeyip “sen niye o taraftasın, ya bizdensin ya onlardan,” seçimini insanlara empoze edebiliyor. Fakat bu Kolombiya konusuna gelince, bence popülizmin de ötesinde, bizim Türkiye’deki Kürt meselesi yüzünden çıkarmamız gereken çok önemli dersler var. Tabii ki bir ölçüde popülist muhalefetin, popülist siyasetin bir başarısı olarak görülebilir. Fakat öte yandan tabii burada iki tane nokta var, bunu bizim de çok iyi düşünmemiz gerekiyor. Bir: Neden popülist olmayan siyasal aktörler çözümün lideri olamadılar, neden insanları ikna edemediler? Çok büyük sayıda insanın sandığa gitmemesi de zaten bu referandum konusunda tatmin olmadıklarını gösteriyor. Yeterince iyi seçenekler olmadığını görmüşler ki sandığa gitmeye gerek görmemişler. En az bizim kadar, bizden çok daha fazla kanlı, iki yüz binden fazla insanın hayatını kaybettiği çok önemli bir meseleden etnik, bölgesel, etnopolitik bir çatışmadan, bir problemden bahsediyoruz. İnsanlara neden böyle bir alternatif sunulmadı? İkincisi: Kolombiya’daki çoğunluğun bu çözüm sürecine iyi hazırlanmadığını gösteriyor bu sonuç. Bu, Kürt meselesinde de aslında bizim önümüzdeki büyük problem. Biraz önce sağolun bahsettiniz, kitabımda da öne sürdüğüm en önemli tezlerden bir tanesi de bu zaten. Kürt meselesinin çözümünün önündeki bence en büyük engel, kendini Türk olarak tanımlayan Türkiye’deki çoğunluğun çözüm konusunda, –şiddet çok önemli bir problem, elbette buna tepki duyacağız– ama onu bir tarafa bırakalım çünkü şiddet bir sonuçtur da aslında, siyasal bir problemden bahsediyoruz. Bu siyasal problemin nasıl çözüleceği konusunda Türklerin, Türk çoğunluğun somut bir projeleri, somut önerisi aslında yok. Türkler sadece korku duyuyorlar aslında. Ülkenin dağılmasından korku duyuyorlar, terörden korku duyuyorlar. Elbette bunun çözülmesini isterler. Fakat somut çözüm önerileri yok. Böyle bir sorunun çözülmesi için Kolombiya örneğinde de olduğu gibi yapılması gereken şeyler var. Fakat bu yapılması gereken şeylere insanların destek verebilmesi için onların önce hazırlanması gerekiyor. Psikolojik olarak hazırlanması gerekiyor. Bu Türkiye’de hem hükümetin hem muhalefetin de mutlaka düşünmesi gereken bir şey.

Ve medyanın.

Ve medyanın aynı zamanda. Örneğin düşünülmesi gereken şeylerden bir tanesi de –Kolombiya’da yoktu bu– “Hayır” oyu veren insanlara kızabiliriz belki, tabii destekleyen de olabilir. Fakat o insanların da birçoğu mesela adalet duygusuyla “Hayır” oyu verdiler. Orada karmaşık bir siyasal sorun, fakat işin içine şiddet girmiş. Buradaki FARC’ın liderlerinin de bir ceza almaksızın siyasete girmeleri söz konusu. İnsanlar da buna tabii itiraz ediyorlar, “insanlar kaçırıldı, öldü, terör oldu.” Öte yandan, zaten barış düşmanla yapılır. Bunun sonucunda elbette böyle bir şey gerekiyor. Burada hakikat ve uzlaşma komisyonları türü bir yöntemin olması gerekiyordu. Karmaşık bir siyasal sorunda iki taraf var. Bir siyasal anlaşmazlık nedeniyle bir kalkışma olmuş. Bu uzamış, işin içine kan girmiş, şiddet girmiş. Burada barış yapılacağı zaman elbette ki insanların adalet duygularına da mükemmel bir çözüm yok; öte yandan da tabii insanlar işkenceden geçirilmiş, devlet bir sürü suç işlemiş. Her iki taraftan da insanlar tabii ki barıştan tam olarak mutlu olmayacaklar. Barış, müzakere süreci mutlu olmayacakları birtakım unsurlar içerecek. İnsanların bu adalet duygularını, adalet ihtiyaçlarını bir şekilde karşılayabilecek bir yüzleşme süreci gerekiyor bu barış müzakerelerinde. Eğer böyle bir süreci siz barış projesinin parçası yapmazsanız, insanların bir bölümü de tabii “Hayır” diyecektir. Kolombiya’da ben tabii ki bu referandumun geçmesini isterdim. Çünkü bu kadar çok insanın öldüğü kanlı bir çatışma. Bence hiçbir çözüm, hiçbir alternatif barıştan daha iyi değildir, benim düşüncem böyle. Peki “Neden başarılı olmadı? Nasıl popülizme karşı daha iyi bir siyaset yapılır?” dendiğinde, insanların oturup şunu düşünmeleri gerekiyor: İnsanların anlayabileceği bir dille, hangi somut projelerle biz halkı, toplumu daha iyi politikalara hazırlayabiliriz? Bunu düşünmek gerekiyor.

Teşekkür ederiz. Var mı sorumuz?

Bir sorumuz daha var. Panzehir konusunu da biraz açalım mı? Ondan önce bir soruyla birlikte. Liderlerin neo-popülist yaklaşımları, IŞİD ve benzeri radikal örgütleri besliyor mu sizce hocam?

Evet. Her ne kadar ona karşı olduklarını söyleseler bile aslında besliyor. Çünkü o radikal örgütler de aslında benzer bir basitleştirme yapıyorlar siyasette. “Çözüm sadece ve sadece şu dine ya da şu dinî ideolojiye destek olursanız, bize destek olursanız gelir. Bize güvenin, ileride her şey çok iyi olacak,” diyorlar. Bu aslında popülizme benziyor değil mi? Çok benzerlik taşıyor. “Bana güvenin, bize güvenin, çözüm şurada. Ama ben bunun nasıl işleyeceğini, nasıl başarılı olacağını açıklamayacağım. Açıklamama gerek yok. Çözüm sadece bana, bize güvenmenizde.” Tabii bu söylem güçlendiği zaman, buna karşı çıktığınızı iddia etseniz bile bu düşünce biçimini desteklemiş oluyorsunuz. Dolayısıyla bu tür akımların güçlenmesini de kolaylaştırmış oluyorsunuz.

Geldiğiniz için çok teşekkür ederiz. ABD seçimleri ve dünyada yükselen neo-popülizmi, Koç Üniversitesi öğretim üyesi Doçent Murat Somer ile konuştuk. Geldiği için teşekkür ediyoruz. Siz izleyicilerimize de bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.

İlgili içerikler