Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Toplum ve Siyaset (24): Mesut Yeğen ile bölgesel bir sorun olarak Kürt sorunu

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/335102511″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu

 

Kırnalı: Merhaba, iyi günler. “Toplum ve Siyaset” programının bu haftaki konuğu, İstanbul Şehir Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mesut Yeğen. Sayın Mesut Yeğen’le “Bölgesel bir sorun olarak Kürt sorunu”nu ele alacağız. Hocam, hoşgeldiniz programımıza, sağolun.

Yeğen: Hoşbulduk.

Kırnalı: Dediğim gibi, yayının başlığını “Bölgesel bir sorun olarak Kürt sorunu” diye belirledik. Bu da demektir ki, Kürt meselesini sadece Türkiye özelinde değil, bölgesel bir düzlemde ele almaya çalışacağız. Daha ayrıntılı, ayrı ayrı küçük resimler soracağız size; ama isterseniz önce diğer sorularımıza bir temel arz etmesi için, şu an Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ı hesaba katarak, bölgenin genel bir resmini bize çizebilir misiniz? Kürtler ne durumda, ne yapıyorlar?

Yeğen: Evet, dediğiniz gibi bölgesel karakteri olan bir mevzu. Çünkü Kürtler dört farklı ülkede, hatta Ermenistan’daki Kürtleri de katacak olursak beş farklı ülkede meskûnlar ve bir diğeri ile temas eden topluluklar bunlar. Zaman içerisinde de meskûn oldukları ülkeler, hem kartlarını birbirine karşı kullanmış oldukları için, hem de Kürt meselesinde aralarında işbirliği geliştirmiş oldukları için, mesele başından beri bölgesel karakteri olan bir mesele oldu. Fakat 2003’ten beri, belki de 1991’den beri, Irak’a müdahale ile beraber, bu bölgesel karakter çok daha öne çıkmış durumda. Son 20-30 senedeki süreç içerisinde de, Kürt meselesi, farklı ülkelerdeki farklı gelişmelere bağlı olarak, Kürdistan’ın farklı kesimlerinde diğerlerine göre daha fazla öne çıktı.

Kürt meselesi 1991’de Irak’ta zirve yaptı ve dolayısıyla dünya gündemine yerleşti. Kürt meselesi, Türkiye’de esas olarak 90’lı yıllar boyunca öne çıkmış oldu. “Arap Baharı”ndan beridir de daha ziyade Irak ve Suriye üzerinden Kürt meselesini konuşuyoruz. Ama bu, Türkiye’de Kürt meselesi önemsizleşmiş durumda demek değil. Aksine, Çözüm Süreci zamanında Kürt meselesi kendisini hem dünya gündemine hem bölgesel gündeme dayatmışken, Çözüm Süreci’nin çökmesinin ardından yaşanan siyasî ve askerî meseleler, Kürt meselesini bugünlük biraz daha geri plana itmiş durumda.

Şimdiye kadar fark ettiğiniz üzere hiç İran’dan bahsetmedim. Çünkü İran’ın şöyle özel bir karakteristiği var: I. Dünya Savaşı öncesinde de zaten, Irak, Türkiye ve Suriye Kürtleri, Osmanlı’nın tebaası, vatandaşlarıydı. O itibarla da İran Kürtleri ile Türkiye ve Irak Kürtleri bir biçimde temas halindeydiler. Fakat onlar, uzun zaman Osmanlı ve İran arasındaki uzlaşmadan dolayı kendi serüvenlerini yaşadılar. I. Dünya Savaşı öncesi tarih, I. Dünya Savaşı’ndan sonra da İran Kürdistanı’nda ne yaşandığını belirledi. İran Kürtlerinin, Kürt meselesinin diğer parçalardaki tarihinden biraz daha bağımsız, biraz daha özerk bir tarihi olduğunu gösterdi. Ama bu demek değil ki temas ya da ilişki olmadı. 1960’lar boyunca Irak KDP’si (Kürdistan Demokrat Partisi) dönemin bazı rejimlerine karşı Irak’ta mücadele verirken, İran’daki Kürtlerle de temas içerisinde oldular.

Dediğim gibi, İran Kürtleri bugün için dünya gündeminde ya da bölgesel gündemde çok yer almıyorlar. Ama bu demek değil ki bu işler böyle gidecek. Gelişmeler, İran Kürdistanı’nda da hareketlenmenin olduğunu gösteriyor. Irak KDP’sine daha yakın olan İran KDP’si de yakın zamanda mücadeleye dönmek niyetinde olduğunu bildirdi; hatta bir-iki çatışma da oldu. Ama İran’da Kürtlerin şöyle mahsus bir tarafı var: İran, tıpkı Türkiye’nin Osmanlı geleneğini biraz devam ettirdiği gibi, daha uzun bir geleneğin mirasçısı olarak, Kürtleri sistemle daha fazla entegre etmesini becerebilmiş bir yer.

Kocael: Bölgedeki ülkelere tek tek bakacağız, ama isterseniz bölgeye önemli bir etkisi olabilecek yakın zamanlı bir gelişmeyle başlayalım; aslında yakın zamanlı değil ama, Obama sonrasında Trump’ın ABD başkanlığına seçilmesi bölge için önemli bir değişiklik oldu. Siz de Haziran ayında yazdığınız bir yazıda belirtmişsiniz: Trump yönetimi, Obama yönetimiyle karşılaştırdığınızda, İran’la daha hasmâne bir politika yürütüyor ve Körfez ülkelerine daha fazla yakınlaştı. Bu, bölgedeki Kürtler açısından ne anlama geliyor?

Yeğen: Bu meseleye Kürtler ve Kürt meselesi üzerinden bakarsanız, Kürtler açısından son dönemde yaşanan en önemli gelişme. Obama ile birlikte de ABD’nin Kürt meselesi siyasetinde önemli bir değişiklik, kısmen Kürtleri gözeten, onlara kol kanat geren bir siyaset öne çıkmıştı. Ama bu, genellikle bölgedeki dengeleri çok sarsmamaya dikkat ederek gerçekleşen bir kol kanat germeydi. Böyle olmakla beraber, ABD’nin Suriye Krizi’ndeki siyaseti, Suriye’deki genel statükoyu da Kürtlerin tabi olduğu statükoyu da yerle bir etti ve orada bambaşka bir oluşum ortaya çıktı. Yani, hiç tahmin edemeyeceğimiz, 10 sene öncesinde hiç düşünemeyeceğimiz kantonlar ve şimdi de daha federatif bir yapı dediğimiz Rojava ya da Kuzey Suriye dediğimiz siyasî birim ortaya çıktı.

Obama’yla birlikte, Türkiye’deki beklentileri değerlendirerek söyleyeyim: Suriye siyasetinde bir değişim bekleniyordu. ABD’nin, Türkiye’nin kaygılarını daha fazla gözeten, o itibarla da Suriye Kürtlerinden, PYD’den uzaklaşmasının beklendiği bir hava vardı burada. Oysa bu olmadığı gibi, ABD, Obama’nın yapmadığı bir şeyi yapmaya karar verdi, o da İran’ı çevrelemek. Oysa Obama nükleer anlaşma üzerinden İran’ı bir şekilde dünya sistemine yeniden entegre etmenin peşinde bir siyaset izliyordu. Şimdi bu, durumu çok değiştirmiş durumda. Suriye’deki Kürtler, bölgeye geniş bir perspektiften baktığımızda, Türkiye’nin dahlini de düşündüğümüzde, dolaylı bir şekilde daha İran’ın yanında konumlanan bir hareketti. Oysa ABD’nin bu manevrasıyla birlikte, Kürtlerin de Suriye’deki kazanımlarının İran rejimi ve Suriye açısından artık tahammül edilemez bir boyuta gelmesiyle birlikte, Suriye Kürtleri ile ABD arasında bir yakınlaşma oldu. Bu şu anlama geliyor: ABD, 1991’den ve 2003’ten beri Irak Kürtlerine gösterdiği muhabbeti, önümüzdeki dönemde Suriye Kürtlerine karşı da gösterecek.

ABD’nin İran siyaseti, aynı zamanda Körfez’in İran siyasetini de çok doğrudan etkilediğinden, Suriye Kürtleri ve Irak Kürtleri muhabbetine, bir de Körfez muhabbeti eklenebilir. Bunun da işaretleri gelmeye başladı. Bu ne demek? İsrail’i de katarsak, Irak ve Suriye Kürtleri bundan sonra daha fazla uluslararası desteğe mazhar olacaklar gibi görünüyor.

Kırnalı: Ama İran’la aralarındaki gerginlik artar.

Yeğen: Tabii. Büyük bir ihtimalle, Irak’ta ve Suriye’de tecrübe ettiği statüko bundan sonra böyle gitmeyecek, bunu bu şekilde anlayabiliriz.

Kocael: Peki, bu keskin güçler dengesi, yani ABD, İsrail ve Körfez ülkelerinin Irak’taki bağımsızlık referandumuna destek vermesi, tam tersine, Türkiye Almanya ve İran’ın destek vermemesi, hasmâne bir tutum belirlemesi, Suriye ve Irak Kürtlerini ortak bir gelecek için yakınlaştırabilir mi?

Yeğen: Sanıyorum yakınlaştırmaya başladı bile. Son bir-iki ayda, zayıf da olsa, bu minvalde işaretler ortaya çıktı. PKK, Irak Kürdistanı’ndaki bağımsızlık referandumuna yönelik eskiden çok sert sözlerle eleştiri yaparken, referandum tarihi belli olduğundan beridir, referanduma yönelik itirazlarını tümüyle ortadan kaldırmasa da epey yumuşatmış durumda. HDG cenahından da referandumun desteklendiğine yönelik açıklamalar geldi. Ama bundan daha önemlisi, PYD sözcüsü, Irak Kürtleriyle, KDP ile ilişkilerin bir başka faza geçmesi gerektiğini bildiren bir açıklama yaptı. Yani, işlerin doğal mecrası biraz bu yönde akıyor gibi. Irak ve Suriye Kürtlerini yakınlaştıran bir mecra yavaş yavaş oluşuyor gibi sanki. Ama bu tarih sonuçta; siyasî tarih bir sürü sürprize gebe, ne olacağını bilemeyiz. Buna karşı bölge ülkelerinin, Türkiye, İran ve ta uzaktan Almanya’nın birtakım önlemleri, kendilerince adımları olacaktır eminim. Onlar neyi ne kadar değiştirir bilemiyorum, ama sanki ana mecra bu şekilde oluşacak gibi görünüyor önümüzdeki birkaç yıl içerisinde.

Kocael: Irak Kürdistanı’nın bağımsızlık referandumu Eylül’de yapılacak. Onun etkilerine biraz daha yakından bakalım isterseniz. Bu referandumun bölgedeki Kürtlere ne tür bir etkisi olabilir? Bölgedeki diğer Kürt grupların bağımsızlık motivasyonunu desteklemesi açısından, sizce bir domino etkisi yaratabilir mi?

Yeğen: Domino etkisi dediğinizde, daha çok siyasal gelişmeler akla geliyor. Öyle bir etki yaratacağını zannetmiyorum. Zaten, Suriye’de bir federasyon veya onun biraz altında, bir tür özerklik çerçevesinde bir şeyler konuşuluyor. Rejim de, Rusya’nın zorlamasıyla kendisini gelecekte bu minvalde bir şeyin beklediğinin farkında. Dolayısıyla, Suriye’de mesela federatif bir çözüm gelirse, Irak Kürdistanı’ndaki bağımsızlık referandumunun etkisi olarak olmayacak büyük bir ihtimalle. O biraz kendi dinamikleri ile gelişmiş olacak. Onu da dışarıda tutarsak, İran Kürtlerinin ve Türkiye Kürtlerinin bağımsızlık referandumundan etkilenmesi kaçınılmaz. Ama bu, daha duygular düzeyinde bir etkilenme olur. Çünkü İran ve Türkiye, Irak ve Suriye ile karşılaştırılabilir yerler değil. İkisi de büyük imparatorluğun vârisleri bunlar. Çok güçlü devlet altyapıları var. Türkiye ve İran’daki elitlerin propagandasının aksine, dünyadaki büyük oyun oynayan aktörlerin hiçbiri, ne İran’ı ne Türkiye’yi, Irak ve Suriye benzeri yerler olarak görmek istemezler, o türden istikrarsızlıklara düşmesini istemezler. Zaten bu tür istikrarsızlıklara düşürebilecek araç da yok ellerinde. O nedenle, evet, buradaki ve İran’daki Kürtleri muhakkak bir Kürt meselesine veya bir Kürdistan idealine daha yakınlaştırır, ama bir domino etkisi yaratmaz diye düşünüyorum.

Kırnalı: Bölgedeki Kürtlere dair şöyle bir şey var: Kürtlerin nüfus olarak en yoğun olduğu bölge Türkiye. Siyaseten en güçlü olduğu yer de şu an için Irak gözüküyor. Ama bir taraftan da, Kürtler deyince Batı’da akla en çok gelen şey, IŞİD’e karşı savaşan Suriye Kürtleri. Hem siyaseten güçlü olma bağlamında, hem de tanınırlık bâbında bir tür asimetri yok mu burada sizce? Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu asimetriyi?

Yeğen: Doğru. Ama nüfus büyüklüğü her zaman siyaseten büyüklük anlamına gelmiyor. Irak ve Suriye’de işlerin bu raddeye gelmesinin sebebi, daha ziyade, büyük aktörlerin bu iki alana müdahale etmiş olması. ABD, 1991 ve 2003’te Irak’a müdahale etmemiş olsaydı ve Suriye’ye herkesin adeta sırtlanlar gibi üşüşmesi olmasaydı, ne Irak Kürdistanı’nda, ne de Suriye Kürdistanı’nda bugün yaşadığımız durumu yaşardık. Türkiye Kürt Hareketi de büyük bir ihtimalle entelektüel, siyasî önderliğini devam ettirirdi. Dolayısıyla, bu asimetrinin büyük kaynağı, bu iki ülkenin bölgesel müdahalelere maruz kalmış olmaları. Ya da, o müdahaleleri kendilerinden uzak tutabilecek siyasî yeteneği gösterememiş olmaları.

Şunu hatırlatayım size: 1975’te Irak ve İran anlaştığında, 1961’den beri süregelen ayaklanma –neredeyse bütün Kürdistan’ın peşmergeler tarafından kontrolüyle sonuçlanmıştı– bir-iki hafta içinde yerle bir oldu. 1975’ten 1991’e kadar da Kürt Hareketi Irak’ta çok ama çok zayıf kaldı. Bugün gördüğümüz şeyler ancak ABD’nin müdahalesi ile ortaya çıkmaya başladı. Dolayısıyla, evet, bir asimetri var; ama asimetrinin kaynağı da bu uluslararası gelişmeler.

Kırnalı: Az önce Irak Kürdistanı’nın bağımsızlık referandumunu konuştuk. Ona bağlı olarak şunu sormak istiyorum: Kürtlerin, bir nevi kültürel merkezi hep diaspora oldu. Kültürel merkez tabirini kullanabiliyorsak, Fransa-Paris ve İsveç-Stockholm, önemli kültürel merkezler oldu. Yakın gelecekte, bu kültürel merkezin Erbil’e, Irak’a kayması mümkün mü sizce?

Yeğen: Kültürel merkez derken neyi kastettiğinizi açık etmeniz gerekiyor. Entelektüel merkez derseniz biraz anlayabilirim. Ama kültürel merkez değil. Sonuçta, Kürt kültürü denen şey, Kürtçeyle daha irtibatlı bir şey olarak düşünülüyorsa, onun merkezi daha çok Irak Kürdistanı ve İran Kürdistanı oldu. Ama entelektüel merkezi kastediyorsanız, Kürtçeyi Irak Kürtleri kadar yoğun kullanmadılarsa da genellikle Türkiye Kürtlerinden geldi.

Avrupa’daki diaspora, 60’lardan sonra genellikle Kürtlerin tanınırlığı, bilinirliği için önemli şeyler yaptı. 80’den sonra da, darbeden kaçanlar bu alanda önemli şeyler yaptılar. Ama dediğim gibi, kültürel merkez, entelektüel merkez ayrımını yaparak konuşmak gerekir. Fakat şu dediğiniz doğru: Erbil ve Süleymaniye, önümüzdeki on yıl kadar, belki siyaseten de, ama daha çok entelektüel ve kültürel olarak Kürtler için bir merkez olacak. Büyük bir ihtimalle Suriye Kürtleri için de olacak. Önünde sonunda orada özgür bir yapı var. Çekip çevrilen bir ekonomi, bir siyaset, medya düzeni vs. var. O itibarla, olması kaçınılmaz. Ama yine de, sübjektif görünebilir, değerlendirmemi söyleyeyim: Türkiye gibi, Irak ve Suriye ile kıyaslanamayacak entelektüel, ekonomik, siyasî gelişkinlikte bir yerin parçası olmaları, Türkiye Kürtlerini bütün bu söylediğim şeye rağmen, entelektüel, kültürel merkez olma konusunda daha avantajlı kılıyor. Şöyle bir küçük örnek aktarayım: Avukatlar, iş adamları, doktorlar, öğretim üyeleri, üniversite mensupları, kategoriler üzerinden bir karşılaştırma yaparsanız, Türkiye Kürtleri, Kürtçeyle rabıtaları onlar kadar kuvvetli olmasa dahi, Irak ve Suriye’deki Kürtlere nazaran epey avantajlı görünüyorlar. Ama bu da bir tartışma konusu. Mesela, Türkçe çevrilen bir film, bir Kürt yönetmen tarafından çevrilmişse, Türkçe yazılan bir kitap bir Kürt yazar tarafından yazılmışsa, bunu Kürt kültürünün bir parçası olarak mı saymak gerekir? Bu bir tartışma tabii ki. Ben saymak gerektiğini düşünenlerdenim. O itibarla da, Kürtçe konuşup yazmasalar da, ya da Irak’taki Kürtler kadar Kürtçeyi yoğun kullanmasalar da, Türkiye Kürtlerinin genel olarak Kürtlerin entelektüel ve kültürel hayatlarında daha etkili olmaya devam edeceğini düşünüyorum.

Kocael: Türkiye’deki Kürtlere gelmişken oradan devam edelim. Sizin geçtiğimiz yıl İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabınıza gelmek istiyorum. Kitabınızın adı, “Kürtler ne istiyor?” Kitabı, Uğraş Ulaş Tol ve Mehmet Ali Çalışkan’la birlikte yazdınız. Bir saha çalışmasına dayanan bir kitap bu. Baktığımızda, Irak Kürtlerinin bağımsızlık yolunda ilerlemelerine aksine, Türkiye’de tam tersine, Kürt Hareketi, bağımsızlık değerlerinden vazgeçtiklerini, böyle bir değerleri olmadığını söylemişlerdi. Daha yakın zamana kadar, özerklikten bahsediliyordu. Ama şimdi, işlerin değişmesiyle bu talep çok fazla seslendirilemez hale geldi. Siz kitapta ne tür bulgulara ulaştınız? Kürtler derken kimi kastettiniz? Kürtler ne istiyor sorusuna –tabii Kürtler homojen değil– kitapta bulduğunuz cevabı kısaca anlatabilir misiniz?

Yeğen: Araştırmayı 12-13 ilde yaptık. Esas olarak Kürt illerinde yapılmış bir araştırma. Dolayısıyla, Türkiye’nin batısında veya güneyinde yaşayanları içermeyen bir araştırmaydı. O minvalde baktığımızda, “Kürtler ne istiyor?” sorusuna –iyi bir soru değildir bu, kitapta da izah etmeye çalışıyorum zaten– şöyle enteresan bir cevap bulduğumuzu zannediyorum: Sizin de az önce söylediğiniz gibi, Türkiye’de HDP ve PKK cenahı, demokratik özerklik peşinde uzun zamandır. Kitapta da gösterdiğimiz üzere, Türkiye Kürtlerinin neredeyse % 60’a yakın kısmı da HDP’yi desteklediğine göre, şu anlama geliyor olsa gerek: Türkiye Kürtleri de bu demokratik özerklik programına daha yakın duruyordur. Oysa kitap bize şunu gösterdi: Kürt Hareketi, federasyon, ayrı bir devlet seçeneklerini neredeyse hiç benimsemiyor olmasına rağmen, bu seçenekler sıradan Kürt yurttaşların görüş açısının dışında değil. Bu ne demek? Federasyon, ayrı bir devlet seçeneği Kürtler açısından reel bir seçenek olarak değil, ama bir arzu, bir ideal olarak duruyor. Bu sonuca sadece biz ulaşmadık. Sonuçları açıklanmamakla birlikte, yapılan başka saha çalışmalarının da benzer sonuçlara ulaştığını biliyorum. Dolayısıyla orada tuhaf bir asimetri var. Yani, yasal hareket, bağımsızlık, federasyon seçeneklerinden uzak dururken, kitleler, reel bir seçenek olmasa da bir ideal olarak bu seçeneğe o kadar uzak değiller. Bu ne anlama geliyor? Reel siyaset itibariyle bir karşılığı var mıdır bunun? Çok olduğunu zannetmiyorum. Çünkü “İnsanlar kaderini nerede nasıl örgütlemek istiyor?” türünden sorulara baktığımızda, son 4-5 senede bir şey değişti mi bilemem, ama Türkiye Kürtleri arasında ayrı bir devlette yaşamak gibi fikirlerin çok kuvvetli olmadığını da görüyoruz.

Kırnalı: Peki ben şuna geçmek istiyorum. Siz bu mesele içerisinde devlet söylemini de çalışmış birisiniz. 2009’da yazdığınız “Müstakbel Türk’ten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler” kitabınızdan bazı kısımları aldım. Enteresan olan noktası, sizin yaptığınız dönemsel bir ayrım var: Cumhuriyet’in Kürt meselesine dair algısı ve siyasî değişkenliğini üç döneme ayırıyorsunuz. Bunlardan ilki, 1918-1924 arası “inkârdan önce” kısmı. Sonrasında, Cumhuriyetle birlikte “inkâr dönemi”. Daha sonra 1990’larla birlikte “ikrar dönemi” diye adlandırdığınız dönem. Meselenin sadece PKK’nın askerî faaliyetlerinden ibaret bir güvenlik meselesi olmasından ziyade, şehirlere yayılmış ve kitleleri mobilize eden toplumsal bir mesele olduğu kanısının yaygınlaşması.

Bu dönemin akabinde, yakın zamana doğru geldiğimizde, AKP iktidarında “barış süreci” olarak adlandırılan bir dönem yaşadık. O dönemde, en azından devletin söylemine baktığımızda büyük bir ilerleme diyebileceğimiz bir dönemdi. Ama 2015 Haziran ve Kasım seçimlerinden sonra masa darmaduman edildi, rüzgâr tersine döndü ve her şey değişti.

Şu an içinde bulunduğumuz durumu, böyle bir dönemsel kategorinin içerisine soksanız nasıl tanımlardınız?

Yeğen: Nasıl gideceğini, nasıl tamamlanacağını beklemek gerek. “Bir dönem kapanıp yeni bir dönem mi açıldı?” Açıkçası buna cevap verecek durumda değilim şu anda. Bu “ikrar dönemi” bitti ve yeniden “ikrar dönemi”ne mi döndük, ya da başka bir döneme mi girdik? Bunlar önemli sorular. Ama şu anda cevap verebilecek durumda değilim. Çünkü henüz gelişmelerin çok içindeyiz ve nasıl evrileceğini de bilmiyoruz. Ama Kürt siyaseti uzun zamandır bu türden analizler yapıyor. Yani, yeniden “inkâr” siyasetine döndü Türkiye. Bunun işaretleri mebzul miktarda. Özellikle kayyımların Kürt şehirlerinde yapıp ettiklerine baktığımızda, bu sonucu rahatlıkla çıkartmak mümkün. Bu minvalde, bu son yakın dönemi değerlendiren bir yazı da yazmaya çalışıyorum. Kasım ayında bitirmem gerekiyor. Dolayısıyla üzerinde düşündüğüm bir mesele bu. Şimdiye kadar incelediğim malzemeden çıkardığım şey: Devlet, bu Çözüm Süreci’nin çöküşünden beri, Kürt meselesini bir ayrılıkçılık meselesi olarak topluyor artık. Ve kendince, o kodlamaya uygun reaksiyonlar veriyor. Dolayısıyla, bu “ayrılıkçılık” formu zayıflatılmadıkça, o ihtimal ortadan kaldırılmadıkça ya da kaldırılıncaya kadar, bu iki-üç senedir yaşadığımız siyaset, yani “inkâr” söylemine dönüş izlemini veren siyaset devam edecek gibi görünüyor. Bu minvalde devletin yapıp ettiklerine baktığımızda, bir açıdan 2003’lerde de gördüğümüz bir siyasetin ya da bir algının türevini bugünlerde yaşadığımızı söyleyebiliriz. O da şuydu: “Evet, siz ulus ya da ulusal bir topluluk olabilirsiniz, ama bu sizin sorununuz. Sizin haklarınızı tanımak zorunda değilim.” Bugünlerde de devlet Kürtlere bunu söylüyor: “Evet, gördüm, anladım, benim bütün karşı çıkmalarıma rağmen HDP’yi destekliyorsunuz, desteklemeye de devam edebilirsiniz. Ama karşılığında alacağınız da budur.” Yani neredeyse sürekli bir Olağanüstü Hal durumu ve Kürtçe’ye bile tahammül edilemeyen bir siyasî ortam.

Dolayısıyla, Suriye’deki gelişmelerin, Türkiye’nin devlet algısını çok kökten etkilediğini görmek gerekiyor. Türkiye’deki entelijensiya ve devlet eliti bir süredir “Suriye’den sonra sıra bizde galiba” ruh halinde. Bunun doğru bir değerlendirme olduğuna katılmıyorum. Ama algı bu yönde. Orada da, kendilerince bu tehlikeyi, bu ihtimali bertaraf edinceye kadar bu sertlik siyaseti devam edecek gibi görünüyor.

Kırnalı: Peki, son olarak şunu soracağım, farazi bir soru, kusura bakmayın. Evet, siyaseten çok değişken bir yerde yaşıyoruz. Üç hafta sonrasını dahi öngöremeyiz; ama kısa vadede, masanın tekrar kurulması gibi bir şey gündemde mi sizin kanaatinizce?

Yeğen: Eski formuyla masa kurulacak mı onu bilmiyoruz. “Çözüm sürecine geri dönülebilir mi? Kürt siyasetinin temsilcileri ile devlet arasında yeniden bir irtibat kurulabilir mi?” Bu şekilde formüle edersek, orada da çok ümitli değilim. Bence Suriye’ye bağlı her şey. Rojava meselesinin akıbeti, Türkiye Kürtlerinin ne yaşayacağı da, yani çözüm sürecine dönüp dönmeyeceğimiz sorusunun cevabı da dahil olmak üzere, orada belirlenecek. Benim öngörüm, ABD’nin arabuluculuğuna gidecek bu işler. Büyük bir ihtimalle, PKK’yı bugünkünden daha mutedil, munis, sistem-içi bir aktöre dönüştürüp, Türkiye’nin düşündüğü gibi bir tehlike olmaktan çıkarabilecek aktör ABD gibi görünüyor. Bunun üzerinden Türkiye’ye, yeniden belki bir çözüm sürecini düşünme telkininde bulunabilir. Ama bunun olabilmesi için, önce Suriye’deki gelişmelerin seyrinin netleşmesi ve Türkiye’nin hazmedebileceği bir biçime bürünmesi gerekiyor. Orada da yolumuz çok uzun sürebilir. Çünkü Türkiye, ABD’nin Suriye siyaseti ile kendi siyasetini ayrıştırdıktan sonra, ya da bu ikisi doğal olarak ayrıştıktan sonra, Suriye sahasında, esas olarak Rusya’yla, örtülü bir şekilde İran’la aynı vizyonu paylaşarak bir hareket alanı bulduğunu düşünüyor. O hareket alanı olduğu sürece, Türkiye bir çözüm sürecine dönecek gibi görünmüyor. O hareket alanı daralır ve demin de söylediğim üzere, PKK, PYD birlikte, ABD tarafından dönüştürülüp hazmedilebilir bir forma sokulursa, belki o zaman tekrar çözüm sürecine dönebiliriz.

Kırnalı: Çok teşekkürler hocam. Ağzınıza sağlık.

Kocael: Çok teşekkür ederiz. Bugün İstanbul Şehir Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mesut Yeğen ile konuştuk. Bizi izlediğiniz için teşekkür ederiz. İyi akşamlar.

Kırnalı. İyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.