Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Akif Beki ile söyleşi: “Farklı görüşe, aykırı sese hayat hakkı tanımama kabul edilemez”

Güne Bakış’ta bu akşam konuğumuz gazeteci Akif Beki. Hoşgeldiniz.
Hoşbulduk.

Hem de hayırlı olsun diyelim. Artık haftada beş gün Karar Gazetesi’nde yazıyorsunuz.
Teşekkür ederim. Ben de ilk kez geldim buraya. Gayet hoş bir ortam. Burada sonuçta gazeteciliği yaşatıyorsunuz. Rahatsızlık veren gazeteciliğin kalelerinden biri diyelim. Buradaki yayınlarınızı, çabanızı ben de izliyorum, sizi kutlarım. Yani yoktan birşey var ettiniz. Ruşen Çakır ve sizler hep birlikte… Az buz bir iş değil.

Teşekkür ederiz. Perşembe akşamı yine ana haberde konuğumuz Fehmi Koru’ydu. Ona, sizin ve Hakan Albayrak’ın yazılarını sorduk. O da şöyle bir cevap verdi: Hakan Albayrak ve Akif Beki’nin yazılarına sinen hava AK Parti içerisinde de var dedi. Buna katılır mısınız?
Sanırım vardır. Sonuçta sözünü ettiğimiz şey toplumun belli kesimlerinde bizim de gözlediğimiz, sadece AK Parti’nin içinde değil dışında da gözlediğimiz, gözlemlediğimiz bir durum. Ben kendi adıma o durumu kayda geçirmek, bir kere en başta o tespiti yapmak için yazıyorum o yazıları. Yoksa mesele sadece eleştiri yapmış olmak, entelektüel egzersiz yapmak falan değil. AK Parti başlangıç idealleriyle, kuruluş felsefesiyle çok da uyumlu olmayan, örtüşmeyen kimi politika ve söylemlere yöneldiğinde, ben AK Parti’nin başlangıç ideallerini, kuruluş felsefesini desteklemiş birisi olarak, doğru bulmuş, onaylamış, tasvip etmiş birisi olarak itirazımı dile getiriyorum. Ama bu sadece benimle sınırlı bir durum tabiiki değil. Fehmi Koru’nun söylemek istediği de o.
Sonuçta benim gördüğümü gören her halde çokça insan vardır. Yani herkesin görmediğini, duymadığını, farkında olmadığını tek başıma duyan, gözlemleyen, bir takım kozmik sırları ifşa eden, onları paylaşan durumda değilim ben. Bunlar artık sır değil zaten. Bizim sözünü ettiğimiz şeyle, en başında Fehmi Koru’nun atıfta bulunduğu şey neydi? Eleştirinin kriminalize edilmesi. Benim söylediğim Fehmi Koru’nun da atıfta bulunduğu şey buydu. Temel sorunlardan biri olarak görüyorum bunu. Siz eğer insanların kendilerine doğru gelmeyeni söylemesini engellerseniz, bunu suç haline getirisiniz, suçlaştırırsınız, şu ya da bu nedenle. İtiraza ihanet demeye başlarsanız o zaman doğruyu söyleyeni barındırmazsınız yanınızda, etrafınızda, yörenizde, gücünüz yetiyorsa ülkenizde… Yani böyle bir toplum tasavvur edilebilir mi? Böyle bir toplumla Türkiye gidebilir mi? Bu başarılması mümkün bir şey mi? Değil. Dolayısıyla eleştiriyi kriminalize eden, itirazı ihanetleştiren, itiraza ihanet muamelesi yapan, bizim ‘troll’ tabir ettiğimiz bir tasallut var. Bu tasallut doğru bir tasallut değil. yani iktidarın doğrularını destekleyenlerin kendilerince yanlışlarını eleştirme hakkı da olur, olmalıdır da. Benim yanlışını eleştirme hakkı tanınmadığım bir iktidarın doğrusunu desteklemek gibi bir davranışım beklenmemeli, söz konusu da olamaz o. Çünkü bir kere serbest tartışma ortamının bağlılığına yönelik bir karşı duruş var burada. Farklı görüşe, aykırı sese hayat hakkı tanımamak gibi bir durum var. Bu kabul edilebilir birşey değil.
Sonuçta AK Parti ne vadetmişti? Türkiye’ye daha çok demokrasi, daha çok özgürlük vaat etmişti bu ülkenin her bir vatandaşına. Bu vaatle iktidara gelmişti. Bugün yazdım mesela yoksullukla ilgili veriler dün TÜİK tarafından açıklandı. Bende bugün yazdım onu. Aslında yoruma ihtiyaç bırakmayacak bir tablo. Zenginin daha çok zenginleştiği, yoksulun daha çok yoksullaştığı bir Türkiye devralmıştı AK Parti. Çünkü gelir dağılımında adalet yoktu. Hatta Milli Görüş çizgisinin önceki partileri yani rahmetli Erbakan zamanından beri bu kadronun en temel sloganlarından biri neydi: ‘adil düzen’. Topluma adil bir düzen vaat ediyorlardı. Bunun da bir numaralı gündemi gelir dağılımda adaleti sağlamak. Yani refahtan, ülkenin zenginliğinden herkesin eşit faydalanabilmesini sağlama vaadiydi. AK Parti de üç Y ile mücadeleyi vaat etmişti. Yoksulluk, yasaklar ve yolsuzluk. Şimdi bunlardan yoksulluktaki duruma bakıyoruz, ilk altı yedi sene ekonomiyi büyüterek, milli gelirdeki artışla en alttaki tabakalara daha çok imkan kaydırarak, yani onları kayırarak, onlara pozitif ayrımcılık yaparak maaş artışı gibi konularda sosyo-ekonomik statüsü düşük kesimlere, dar gelirlilere daha fazla avantaj sağlayarak bir yükseliş sağladı AK Parti. Alt sınıflardan orta tabaka bir geçiş oldu. Orta tabaka bayağı bir büyüdü. Hatta IPSOS’un bir araştırmasını ben yazmıştım vaktiyle. 2010 senesinde toplumun %59’unu OECD satın alma gücü paritesine göre orta sınıf olarak tanımlıyordu IPSOS, o noktaya gelmişti iş. Şimdi TÜİK’in sözünü ettiğim son gelir araştırmasının sonuçları yayınlandı. Gelir dağılımı adaletinde makas daha da açılmış önceki yıla göre. Bu şu demek, zengin daha çok zenginleşmiş, yoksul daha çok yoksullaşmış. Gelir dağılımından eşit pay almamışlar. Bu eşitsizliği bültende açıkça tanımlıyor. Borçlanmada belli bir artış var. AK Parti’nin orta tabakaya kattığı kitlelerde bir geri gidiş var. Yokluk çekme, geçim sıkıntısına düşme vs. gibi bir takım bulgular var orada. En önemlisi dediğim gibi en üstteki %20’lik grupla, en alttaki %20’lik toplum kesimi arasındaki gelir dağılımı uçurumu kapanmaya doğru gitmiyor, açılmaya devam ediyor.
AK Pari iktidarda 15. yılını geride bırakmış bir parti ve topluma temel vaatlerinden birisi buydu. Şimdi burada bir tablo varsa gelir dağılımındaki bu çarpıklık, bu adaletsizlik neden düzelmiyor, neden daha da bozulmaya devam ediyor diye sorgulama hakkını ben kendimde bulabilmeliyim. Benim bunu sorgulamama imkan tanınmalı. Bu bir lütuf, bir ihsan da değil. Bu zaten başından beri mücadelesini verdiğimiz Türkiye’yi demokratikleştirmenin parçası. Eğer Türkiye’de demokrasi olacaksa bu benim doğuştan gelen en tabii hakkım. Sen eleştiriye, hele benzer eleştirileri yapan başkaları da varsa onların hepsine birbiriyle temas halinde, örgütlü olarak bir eylemde bulunma, hatta bir suç eyleminde bulunma istinadı yaparsan, böyle bir istinatta bulunursan o zaman eleştiriyi fiilen imkansızlaştırmış olursun. Eleştiriyi imkansız hale getirirsen bunlar sorgulanamaz hale gelir ve bunlar sorgulanmayınca sorun ortadan kalkmıyor yani.

Sizce durdurulamaz halde mi bu durum? Yoksa geri dönüş olabilir mi? Sizin de desteklediğinizi söylediğiniz o demokratik vaatleri olan AKP’ye geri dönüş olabilir mi? Yoksa durdurulamaz bir süreç mi?
Çok keskin bir soru. Henüz çok geç mi? Belki öyle olmasını arzu etmediğim için, özellikle vurguluyorum bunu. Belki de öyle olmasını arzu etmediğim için geri dönülemez bir noktada demeye dilim varmıyor, onu demek istemiyorum, dilim varmıyor ve gönlüm de bunu arzu etmiyor. Ama ben kendi adıma AK Parti’nin desteklediğim politika ve söylemlerini Türkiye’yi demokratikleştirecek diye destekledim. Daha rahat ülkenin meselelerini, çok ağır sorunları olan, kronik sorunları olan bir ülke burası, bunları tartışabileceğiz diye destekledim. Sağlıklı bir tartışma ortamına kavuşacağız diye destekledim. Eski Türkiye’nin kimi refleksleri AK Parti’de nüksedince ciddi rahatsızlık duyuyorum. Yani eskiden eleştiren, sorgulayan olduğunda bir şekilde o ülkenin bu ülkenin uşağı, dış güçlerin, yabancı odakların falan içerideki uzantısı denirdi. AK Parti iç düşman kavramını kırmızı kitap dediğimiz kitapçıktan, bununla da övünen bir partiydi. benim de desteklediğim AK Parti oydu. Şimdi yeniden dört tarafımız dış düşman, içimiz de iç düşmala doldu. İç düşman kabul edilebilir bir şey değil yani. Bunu mesela muhalefeti düşmanlaştırmak, eleştiriyi düşmanca bir tavır olarak, bir saldırı olarak algılamak falan bunlar iyi işaretler değil. Eski Türkiye’nin böyle sorunları vardı. AK Parti bizi bundan kurtaracak, Türkiye’yi buradan kurtaracaktı. AK Parti’nin vaadi de oydu. İçe kapanmayı savunan bir ulusalcılık anlayışı vardı AK Parti’nin devraldığı Türkiye’de, eski Türkiye dediği Türkiye’de. Türkiye’yi Dünya’ya kapatan, içe kapatmaya çalışan, bunu da tam bağımsızcılık olarak etiketleyen bir anlayış vardı. Buna ulusalcılık diyorduk. Bu ulusalcılık AK Parti’ye de temelinden karşıydı. Şimdi bu ulusalcı dil ve söylem en ufak eleştiriyi yapanın karşısına dikiliyor. Bende en çok hayret uyandıran şey bu. Bu beni umutsuzluğa sevkediyor doğrusunu isterseniz. Yani AK Parti’nin bünyesinde eski Türkiye’nin ulusalcılığı, hastalıklı, marazi bir ulusalcılık o. Yoksa vatanperverlik değil, milliyetperverlik anlamında değil. Türkiye’yi içe kapatmak, içe kapanmasını savunmak Türkiye’yi çok sevmek değil. Türkiye’yi Dünya’dan koparmak Türkiye’ye iyilik değil, bu millete iyilik değil, bu milliyetperverlik, bu vatanparverlik değil. Marazi bir ulusalcılık bu. Bu ulusalcılığın AK Parti’nin bünyesinde, siyasasetinde hortladığını görünce, sorunuz için söylüyorum bunu umutsuzluğa kapılıyorum. Yani acaba bu bünyeye yayıldı mı, ne kadarı yayıldı onu tabii bir tabip gibi keskin teşhisler koyamıyor insan. Sosyolojik siyasi olgular öyle değil. Aam umarım ve dilerim bu sürmez, uzun da sürmez.

Siz Erdoğan’ın başbakan olduğu dönemde basın danışmanlığını yapmış bir isimsiniz. O dönem için eleştirilere tahammülü yoktu diyebilir miyiz? Yoksa siz örneğin o dönem de eleştirdiğiniz şeyleri rahatlıkla dile getirebiliyor muydunuz?
Birlikte çalışırken mi?

Evet.
Bütün görüşlerimi, itirazlarımı, aykırı önerilerimi yapabiliyordum tabiiki. Zaten o işin anlamı oydu. Başdanışmanlık ve sözcülük görevi teklif edildi bana onu kabul ettim. İlk başta da herkesin karar sahibi kendisi olduğu için, inanların tabii güçlü karaktere bakıp, yani orada patron masanın başında oturan, asıl son karar verici kendisi olduğu için, diğer masanın etrafında oturanların buna bakıp onun görüşleri doğrultusunda domine edilmeleri çok olası. Grup düşüncesi mağduriyeti deniyor ona. Bir yerde bir grup varsa orada grup lideri kimse onun düşüncesi domine ediyor bütün grubu. Dolayısıyla körlük meydana gelebiliyor orada. O körlük de sorunlara yol açıyor. Grup düşüncesi mağduriyetine karşı benim hep itiraz eder konumda olmamı bizzat talep ederdi, etmişti. Dolayısıyla o günkü Türkiye ortamında kimi iktidarla ilgili haksız suçlamalar, siyasi kampanyalar vs. -sert bir zamandı- yürütüldüğü için, medyada yazılıp çizilenlere zaman zaman sert tepkiler de vardiği olurdu. Ama bugünle o günü kıyaslamak için o günün şartlarını alıp sonra bugünle bakmak lazım. Bugün ne önünde yüksek yargı engeli bulunan, ne askeri vesayet engeli bulunan, ne dirençli bir ana akım medya bulunan bir iktidardan söz ediyoruz.
Dolayısıyla bugün AK Parti’nin sisteme, topluma nüfuzu ve hakimiyeti o günküyle kıyaslanamayacak bir noktada. O gün hayat memat kavgası vardı, ölüm kalım kavgası gibi yani siyaseten ölüm kalım kavgası gibi. AK Parti’nin siyasi varlığına kasteden şeyler oluyordu. Kapatma davası, gazete kupürlerinden oluşuyordu hatırlarsınız. Dolayısıyla medyayla o gün de kavgası vardı AK Parti’nin. Ama o günkü kavganın mahiyeti ve zemini ile bugünkü kavganın mahiyeti ve zemini bambaşka. Çünkü dediğim gibi yani o gün hayatta kalmaya çalışan, ölüm kalım savaşı veren bir iktidardı AK Parti. Vesayete karşı veriyordu bunu. O vesayetin elini güçlendiren kimi kampanyalar da medya üzerinden yürütülebiliyordu. Gazete küpürleri AK Parti’nin kapatılmasına, çoğunluğun oyuyla iktidara gelmiş, sandıktan çıkmış bir partinin kapatılma davasına delil teşkil edebiliyordu, onlar kupür olarak dosyaya konuyordu. Bugün de kimi meslektaşlarımızın müebbetle suçlandığı davalarda, bugün de dava vardı, delil olarak sadece gazete küpürlerinin gazete yazılarının olduğunu görüyoruz. Şimdi bu durumla, o gün de AK Parti’nin kapatılma davasında da temel deliller, ana deliller gazete küpürleriydi. Şimdi ikisi arasında bir benzerlik, bir paralellik kurulabilir mi? Bugünkü durumla o günkü durum iktidar refleksleri ve medya refleksleri açısından aynı olabilir mi? Değil. Dolayısıyla medyadaki basın özgürlüğü ve medya iktidar ilişkileri açısından o günkü sorunlarla bugünkü sorunların çok farklılaştığını düşünüyorum. birincisi bu.
İkincisi bu kadar AK Parti toplum üzerinde, medya üzerinde ve sistem üzerinde hakimiyet kurmuşken, vesayet vs. ortada kalmamışken ve ciddi bir siyasi muhalefet ile karşılamadığı bir ortamda eleştiriyi hiç tolere etmemesi, edememsi bana anlaşılır gelmiyor. Yani bu ortamda eleştiriyi hiç tolere etmemesi iktidarın anlaşılır iş değil. O günler AK Parti’nin kendi iç tartışmaları, o parti kısmı, yani benim tanık olduğum kısmını söyleyeyim hükümet ayağında da hükümet platformlarında da her meselenin açıkça konuşulabildiği dönemlerdi. Bütün o dışarıdan kuşatılmışlığa rağmen. Dışarıdan bir koldan yargı, bir koldan asker, bir koldan siyasi parti refleksleri veren medya, bir koldan diğer siyasi muhalefet. Böyle bir baskı ve kuşatılmışlık altındayken bile AK Parti kendi meselelerini ve memleket meselelerini kendi içinde görece özgür bir tartışma ortamında konuşabiliyordu. Eleştiri ve özeleştiri mümkündü ve her türlü aykırı öneri de getirilebiliyordu, söylenebiliyordu. Bunun dinlendiğini, kulak verildiğini söyleyebilirim size o zaman. Ama zaman zaman arkadaşlara da söylüyorum bana bu kadar zamanda buraya geleceğimiz sorulsaydı milyon senaryo yazsaydım bir tanesi bile bugünü öngöremezdi. Onu söyleyeyim size. Yani birçok açıdan. Sadece iktidar medya ilişkileri açısından değil. Birçok açıdan milyon senaryo yazsaydım işlerin bu noktaya geleceğini öngöremezdim. Dediğim gibi yani önemli olan üç Y yi örnek verdim.. Herkes düşüncesini özgürce ifade etsin, 28 Şubat dönemindeki mağduriyetler yaşanmasın, DGM’lerin önündeki kuyruklar, düşünceye özgürlük kuyrukları, kendini ihbar etme kuyrukları yeniden oluşmasın. DGM değil şimdi başka ağır ceza mahkemelerinin önünde olmasın diye bir fikir mücadelesi verirken, AK Parti gibi bir parti kuruldu. Bu mücadeleyle örtüştü AK Parti. O günkü Türkiye’nin talep ve beklentilerini siyasete taşıdı, temsil etti. O sayede iktidara geldi. Bugün gelinen noktada 3 Y ile mücadelede neredeyiz? Şapkasını önüne koyup bunu düşünürse zaten geriye bir sorun kalmayacağını, eğer bu sağlıklı bir şekilde değerlendirilirse aşılamayacak bir sorun da olmadığını düşüyorum. Yolsuzluk, yasaklar ve yoksullukla mücadele AK Parti’nin temel vaatleri bunlardı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu an uçağında yer alan medya profilini, sizin zamanlardaki medya profiliyle karşılaştırdığınızda ne görüyorsunuz?
Geçmişte yaptığım görev dolayısıyla bunu yapmayı uygun görmem. Aradan dokuz yıl geçti gerçi. Ben sonradan 3.5 yıl bu görevi yaptım, ayrıldım, müsaade istedim, mesleğe döndüm ve dokuz yıl geçti üzerinden. Ama yine de uygun görmem onu. O dönemdeki arkadaşlar ya da bu dönemdeki arkadaşlara da haksızlık yapmamak için… Çeşitlilik olarak sadece dikkat çekeyim, bugün de hemen tüm gruplardan katılım var. Benim zamanımda, hatırladığım kadarıyla Cumhuriyet gazetesinden de, biri daha fazla biri daha az davet edilmiş olabilir, ama davet olurdu. Yurtiçi gezilere Cumhuriyet gazetesinden de davet olurdu. Bugün eleştirel tutumu olduğu için ya da kimi eleştirileri olduğu için, doğruları desteklemekle beraber yeri geldiğinde eleştirdiği için uçağa davet almayan birçok meslektaşımızın da davet aldığı olurdu. Önemli olan şu; saklanamayacak bir gerçek var, ortada bir nitelik sorunu var. Genel olarak bir nitelik sorunu var. Ona irtifa kaybı, seviye kaybı diyoruz. Daha ötesine geçmek istemem. Ama ben de bundan şiddetle mustaribim. Yanlış da anlaşılmasın, kendi adıma söyleyeyim. Ben masanın iki tarafında da o davetlere, o seyahatlere bir ömre yetecek kadar hatta daha fazlasıyla çağrılmış ve icabet etmiş birisiyim. Oralarda bulunmuş birisiyim. Dolayısıyla bundan sonra ömrüm boyunca bir daha görmesem de olur. Mesele o değil. Ben olunca iyi ben olmayınca kötü değil. Ayrıca orada olmanın gereklerini benden iyi kimse bilemez herhalde. Olmadıysam herhalde bu beceriksizliğimden, nasıl olunacağını bilmediğimden, onun gereklerini bilip yerine getirmediğimden değildir. Zaten o davet olmuyorsa birtakım meselelerde farklı düşündüğünüz için olmuyordur. Ondan sonra başlıyor iş o noktaya geliyor. Bu iyi bir yöntem değil. Bu yapana da fayda getirmez. Körlük en büyük tehlike değil mi? Size örnek anlattım az önce. 13’üncü Gün filmi vardı, Kevin Costner’ın başrolünde oynadığı…

Fehmi Koru’nun geçenlerde yazısında bahsettiği…
Fehmi abi yazdı onu. Orada eksik bir şey vardı. Orada filmin merkezindeki karakter, Costner’ın oynadığı, herkesin aynı şeyi söylediği ve Domuzlar Körfezi’ne giden süreçte nükleer savaşı başlatmaya herkesin meyil ettiği bir Beyaz Saray’da itiraz eden, aman yanlış yapmayalım diyen, işin seyrini değiştirmeye çalışan adamdı o. O rol, grup düşüncesi mağduriyetini önleyen rol. ABD’de kimi üniversitelerde grup düşüncesi mağduriyetini anlatırken verilen örnek. İktidarlarda asıl mesele körlüğü, körleşmeyi önlemektir. Bu, açık, sağlıklı bir tartışma, canlı, serbest, hür tartışma ortamıyla mümkündür. Siz eğer insanların düşündüklerini gerçek niyetlerini açıklamalarına izin vermezseniz oraya iki yüzlülük riyakarlık girer. Ve büyük bir körleşme başlar. Basiret bağlanması başlar. O zaman çok basit, burnunuzun dibindeki sorunları bile göremeyecek hale gelebilirsiniz. Asıl tehlike budur. Her eleştiri düşmanca saldırı değildir, her eleştiri eleştirilenin kötülüğünü istediği için yapılıyor değildir. Eleştirilenin hayrı, iyiliği için söyleniyor olabilir. Kaldı ki mesele, bir iktidarın iyiliğinden başka bir şeydir. Eğer bir iktidardan söz ediyorsak, mesele memleketin iyiliği. Bu ülkenin geleceği bütün iktidarların ve bütün partilerin istikballerinden, geleceklerinden, ikballerinden daha değerlidir. Hiçbir şeye feda edilemez. Bu ülkenin iyiliği için yapılıyor bir kere bu. İktidarın devamından daha mı az değerli ülkenin geleceği, ülkenin daha iyi koşullara taşınması? AK Parti eskiden muhalefeti eleştirirken ”Türkiye kazanacaksa ben kaybetmeye razıyım” derdi. Muhalefete de ”Türkiye’ye kaybettirme uğruna onu göze alarak iktidara kaybettirmeyi göze alıyorlar” diyerek eleştiri getirirdi. Önemli olan Türkiye’ye kazandırmak. Türkiye kazanacaksa kimin kaybettiğinin bir önemi yok.

Kürdistan referandumu konusunda Ankara’nın tavrını nasıl buluyorsunuz?
Şimdi bir noktaya gelindiğini ama bir kafa karışıklığı yaşandığını düşünüyorum. Hala da çok emin değilim tam tablonun netleştirildiğini düşünmüyorum. Barzani yakın zamana kadar Irak’ta bizim de tarafı olduğumuz kimi çatışmalarda en yakın müttefikimizdi. Irak’ta İran’la nüfuz mücadelemiz var, değil mi? Bağdat hükümetiyle sorunlarımız var, İran’ın kuklası diyoruz. Bizim Başika’daki kampı boşaltmamız için neler yaptılar, daha dün bile Irak Başbakanı İbadi’nin açıklaması vardı. O hengamede, Barzani’nin referandumuyla uğraşırken bile bize de bir yandan “Çıkın gidin diyor” ve Barzani’ye karşı bizimle güçbirliğine gittiği halde, bizimle birlikte hareket etme ihtiyacı olduğu halde. Bağdat hükümetiyle sorunlar yaşadığımız, çekiştiğimiz, İran’la nüfuz çekişmesi yaşadığımız Irak’ta bizim adamımız, en yakın müttefikimiz Barzani’ydi. Ankara’ya geldiğinde göndere bayrağı çekildi, A tipi protokolle karşılandı. Diyarbakır İstasyon Meydanı’nda birkaç yıl önce Şivan Perwer’i getirdiği mitingi hatırlayın. Tatlıses’le düet yaptı orada Şivan Perwer, Barzani de Sayın Erdoğan’la halkı selamladı. O Barzani ile bugün geldiğimiz noktaya, kurduğumuz dile bakın. İktidarı destekleyen bazı kalemlerin, gazetelerin yayınlarına bakıyorum, akılla izahı olmayan irrasyonel bir noktaya savrulma görüyorum. O da şu, Irak’ın kuzeyinde ikinci bir İsrail kurulmasından, bunun Siyonist bir proje olduğundan, Barzani’nin PKK ile IŞİD’den bir farkı olmadığından falan söz ediliyor. Hatta Barzani, PKK ve IŞİD’le işbirliği içinde Türkiye’ye karşı bir operasyon çekiyor diye anlatılıyor. Ona karşı da bir an önce Esad’la barışalım diye mesela Yeni Şafak’ın yayın yönetmeni yazı yazıyor böyle. ”Bir an önce Esad’la el sıkışalım ve bu emperyalist saldırıya karşı Esad’la işbirliği yapalım, ortak cephe kuralım, birlikte direnelim” falan diye yazılar yazılıyor. Akıl sır erdirilir bir iş değil. Ben Barzani’nin referandum sürecinin doğru okunduğunu düşünmüyorum. Barzani Ankara’ya geldiğinde A tipi protokolle karşılanıp, bayrağı göndere çekildiğinde çocukluk hayalinin bağımsız Kürdistan olduğu bilinmiyor muydu? Babasının Kürdistan girişimi denemesi olduğunu, bağımsız devlet denemesi olduğunu, Barzani’nin de bunun için fırsat kolladığını bilmiyor muyduk? Ben kendimi bildim bileli böyle bu. PKK’yla mücadelede en yakın müttefikimiz o. Barzani Irak’ta zayıflar veya kaybederse ne olacak? Alternatif maliyeti ne bunun bize? İran güçlenecek, meydan tamamen İran’a kalacak, Irak tamamen İran’ın nüfuzuna kayacak, Barzani kaybederse PKK güçlenecek. Orada PKK’nın en büyük engeli Barzani. Barzani devrilirse, zayıflarsa PKK’ya gün doğar, tüm boşluk ona kalır. Biz PKK terörü ile mücadelede en önemli müttefiklerimizden birini referandum konusunda böyle okuyarak nasıl doğru değerlendirmiş oluyoruz, emin değilim. Referanduma itirazlarımız olabilir, bunu önceden görmedik mi? Bunu daha önce çalışabilirdik. Barzani’nin referandumu ertelemek veya iptal etmek için garanti arayışı var. O görülüyor. Dışişleri Bakanımız New York’ta garantörlük meselesini telaffuz etmiş. Onu baştan geliştirebilirdik, o konuda Barzani’ye güvenceler geliştirebilirdik. Dün başımızın üstünde taşıdığımız Barzani’yi bir anda yerin dibine batırarak ne kadar doğru yapıyoruz? Bir günde PKK ile eşitledik, IŞİD’le de eşitledik. Biz IŞİD’e karşı silahlandırdığımız peşmergelerin Türkiye’yi işgal etmesinden söz ediyor şimdi bahsettiğim arkadaş gazetesinde. Peşmerge ne zaman o güce ulaştı arkadaş? Ondan da mı korkacaktık biz? Böyle bir korku salınır mı topluma? Peki, biz bu peşmergeyi IŞİD’e karşı silahlandırmadık mı, Kobani’de YPG’yi dengelesin diye, YPG’ye alternatif olsun diye konvoyu sınırımızdan geçirip Kobani’ye göndermedik mi? O zaman aklımız neredeydi? O zaman PKK ile aynı şey olarak görmüyorduk da ne değişti? Niye şimdi aynı şey olarak görüyoruz? PKK bu referanduma itiraz etmiyor mu? Hiç mi okumuyoruz? Daha Demirtaş’ın yeni şeyi geldi. O en yumuşağı. HDP’nin tepkisi en yumuşak tepki. Bizden çok PKK’nın itirazı var bu referanduma. Amerikalılar bastırıyor referandum iptal edilsin diye bizden önce başladılar ve bizden daha sert bastırıyorlar. Bizim arkadaşların yazıp çizmelerine bakılırsa sadece İsrail değilmiş ABD bu işin arkasındaymış. ABD de PKK ve Barzani ile birlikte terör devleti kurduracakmış, o yüzden biz Esad’la birlikte emperyalizme direneceğiz. Milletin aklıyla oynuyoruz. Dostumuzu düşmanımızı o kadar hızlı değiştiriyoruz ki bir gün dostumuz olan öbür gün düşmanımız oluyor. Dostunu düşmanını ayırt edemez bir noktaya sürüklemeyelim milleti, yazık bu topluma.

Perşembe günü Trump ve Erdoğan görüşmesi yapılacak. Bu görüşmeden ne bekliyorsunuz?
Sayın Cumhurbaşkanı da önceden söyledi. Tabii ki bu bölgesel meseleler konuşulacak. Görüşmenin hacmi de önemli, ne kadar zaman ayırılacağı, eğer bir saatlik, iki saatlik bir görüşme olacaksa o zaman hem referandum, Irak, Suriye vesaire bunlar konuşuldu demektir. Hem de Zafer Çağlayan, Reza Zarrab davasının konuşulduğunu düşünebiliriz. Sayın Cumhurbaşkanı’nın korumalarıyla ilgili açılan davadan rahatsızlığı var. Ama bunlara Trump’ın pek yapabileceği bir şey olmasa gerek. Zaten Astana’dayken yaptıkları telefon konuşmasında “Benim yetki alanımın dışında” şeklinde bir ifade kullandığını Sayın Cumhurbaşkanı söyledi. Dolayısıyla korumalar ile ilgili davada yapabileceği bir şey olduğu kanaatinde değilim. Zarrab davasına da ne kadar ne yapabilir bilmiyorum. Bir takas durumu ama o da mahkumiyet alacak Zarrab, başkan af yetkisini kullanacak, Sayın Cumhurbaşkanı da son KHK’lardan biriyle MİT yasası değişirken kendisine mahkum takası yetkisi verildi. Öyle belki İzmir’deki FETÖ’cü casus papazla, tırnak içinde yani yargılanıyor, FETÖ’cü bir casus mu, papaz çünkü ABD’li papaz, onu bilmiyoruz, o yargılama sonucunda ortaya çıkacak. Ama iddianamede bu suçlamalar yöneltildi. Onunla belki bunlar senaryo ama konuşuluyor. Bu görüşmeden çıkacak şeyler gibi gelmiyor bana.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.

İlgili içerikler