Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kürdistan referandumu ve İdlib operasyonu: Hediye Levent ile söyleşi

 

Yayına hazırlayan: Sahra Atila

 

Merhaba Medyascope’a hoş geldiniz, bugün Irak ve Suriye deki son gelişmeleri bölgeyi çok yakından tanıyan bir isim, gazeteci Hediye Levent ile konuşacağız. Hoşgeldiniz yayınımıza. Uzun zamandır siz sahadaydınız; Erbil’deydiniz yanılmıyorsam ve gözlemleriniz oldu — takip ediyorduk. İsterseniz öncelikle bugün yaşanan bir gelişmeyi sorayım size. Kerkük’ü soracağım. Sabah saatlerinde ajanslara Kerkük’e yönelik bir Irak saldırısı, harekâtı olduğu yönünde bir haber düştü; sonrasında yalanlandı. Nedir durum bize anlatabilir misiniz?

Aslında böyle bir harekât, böyle bir girişim söz konusu; ancak  dün akşam saatlerinden itibaren Irak ordusu değil Haşdi Şabi’nin oraya yönelik bir asker yığması söz konusu oldu. Kerkük’te bir çay, yani nehir gibi bir su yatağı var; onun diğer tarafına çekildi Peşmerge; aralarında yaklaşık 18-20 kilometrelik bir mesafe bırakacak şekilde. Buraya gelmeden birkaç saat önce Kerkük’ teki kaynaklarıma görüştüm: Şu an itibariyle iki tarafın da sakin olduğunu söylüyorlar; yani her ne kadar karşılıklı bir askerî yığılma söz konusu olsa da, şu anda en azından, şu saatler itibariyle –yarın sabah ne olur bilmiyoruz ancak– çatışma riskinin şu an için pek mümkün olmadığını belirtiyorlar. Zaten Kerkük’te aslında beklenen bir durum en nihayetinde. Çünkü, siz de biliyorsunuz, Kerkük Irak içinde statüsü tartışmalı bölgelerden. Aslında Irak Anayasası’na göre normalde Kerkük’te bir sürecin işlemesi gerekiyordu; yani Saddam döneminde oranın demografik yapısının değiştirilmesine yönelik birtakım göç hareketleri söz konusu olmuştu. Bazı Türkmen ve Kürt köyleri boşaltılmış, yerine Araplar getirilmişti ülkenin daha güneyinden, bazı bölgelerden. Yine her ne kadar tapularının büyük bir kısmı asıl sahiplerine, aslında Kerküklülere ait olsa da,  toprakların, evlerin, işyerlerinin bir kısmı yine daha sonra oraya getirilenlere verilmişti; böyle bir karmaşık durum söz konusuydu. Irak Anayasası’na göre normalde aşama aşama –yani önce oranın asli sahiplerinin belirlenmesi, geri dönmeleri, oraya başka yerden taşınan insanların belki başka şekilde yerleştirilmesi ya da geldikleri yere geri gönderilmeleri–, mülklerin esas sahiplerine devri –tabii bunların hepsinin tespiti gerekiyor her şeyden önce ve tespitle ilgili çalışmalar belli bir aşamaya geldi aslında– bütün bu süreçler tamamlandıktan sonra Kerkük’te bir referandum yapılması gerekiyordu; çünkü şu anda Irak’ta bir federal sistem söz konusu; yani Bağdat’a mı bağlı olacak yoksa Kürdistan Bölgesel Yönetime mi bağlı olacak şekilde bir sürecin işlemesi gerekiyordu. Ancak Kerkük, petrol yataklarının oldukça zengin olduğu bir yer; dolayısıyla Irak’ın Anayasası her ne kadar böyle bir sonucu öngörse de bunların “step by step” çok kolaylıkla ilerlemesi zaten beklenmiyordu. Hatta Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin referandumu hızlı bir şekilde 25 Eylül’de  gerçekleştirmesinin sebeplerinden birinin de Kerkük olduğu söyleniyor. Aslında orada normalde idarî olarak Bağdat’a bağlı olsa da, fiilen Kerkük Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin denetiminde; aynı zamanda yine Peşmerge’nin korumasında — ki Bağdat’a bağlı polisler de görev yapıyor aynı zamanda Kerkük’te. IŞİD sonrası dönemde –IŞİD ile savaş bitmek üzere zaten–, Kerkük’ün geleceğine dair daha fazla söz sahibi olmak için referandumun hızlı bir şekilde, IŞİD ile savaş sonlanmadan, son nokta konulmadan yapıldığına dair birtakım ifadeler var bölgesel yönetimden. Dolayısıyla tabii Kerkük’ün bağımsızlık referandumuna katılması da ciddi tartışmalara sebep olmuştu. Bağdat, “Statüsü henüz tartışmalı bir bölge; bunu referanduma dahil edemezsiniz” dedi. Bölgesel Yönetim ise “Hayır, statüsü tartışmalı olduğu için aslında dahil olması lazım. Orada Kürtler de yaşıyor, Türkmenler de yaşıyor, halka sormamız gerekiyor” şeklinde bir argüman geliştirmişti. Kerkük zaten bağımsızlık referandumunun yapılacağı deklare edildiği Haziran ayından bu yana Irak içinde gündemin üst sıralarındaki konularından biri. Bugün ya da dün gece başlayan gelişme de beklenen bir gelişme idi.

Devam etmesini bekleyeceğiz.

Devam etmesini bekleyeceğiz.  Şöyle bekleyeceğiz aslında: Şu aşamada Kerkük’te bir savaş halinin çok söz konusu olmayacağı belirtiliyor. Çünkü orası dediğimiz gibi petrol bölgesi, boru hatları var, boru hatlarının güvenliği önemli; orada bir karmaşa ciddi sıkıntılar yaratabilir; tabii aynı zamanda Kerkük’te insanlar da çok yorgun. Bir gerginlik var; ancak sokak sokak çatışma olur mu henüz o şartları görmedim açıkçası; bir hafta, yaklaşık on gün önce yine Kerkük’teydim; ancak gergin olduğu söyleyebiliriz. Şu anda savaş riski var mı? Savaş ihtimali için gerekli şartlar henüz oluşmuş değil. Ancak yer yer çatışma haberleri duyarsak bu şaşırtıcı olmaz tabii; devreye Bağdat Hükümeti de girmiş durumda, İran da girmiş durumda, Amerika Birleşik Devletleri de aynı zamanda ve Türkiye de… Çünkü bütün bu ülkelerin Kerkük’ten çıkarı söz konusu; diğer taraftan hem Bölgesel Yönetim hem de Bağdat Hükümeti’nin Kerkük’ten ciddi kazanımları var. Dolayısıyla iki taraf da mümkün olduğunca çatışma riski olmadan, eli güçlü çıkmaya çalışacak gibi görünüyor şu anki şartlar itibariyle; yarın ne getirir bilemeyiz.

Bölgesel aktörlerin etkilerine birazdan tekrar değineceğim, fakat önce Erbil’e uzanmak istiyorum. Türkiye’nin, İran’ın, Bağdat yönetiminin söylemleri aslında Erbil’de yankı buluyor. Nasıl yankı buluyor? Toplum nasıl karşılıyor? Yönetim nasıl karşılıyor? Bunu sormak istiyorum aslında size.

Elbette halkta yankı buluyor. Yankı bulmasının ötesinde; mesela 25 Eylül’den önce, yani referandumdan önceki süreçte, daha doğrusu takvimi Haziran ayından başlatabiliriz. Haziran ayında böyle bir bağımsızlık referandumunun yapılacağı deklare edildikten hemen sonra Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi içinde iki ana kanat oluştu. Birinci kanat özellikle KDP, yani Barzani ve mevcut yönetimin olduğu grup, referandumun hemen yapılması gerektiğini savunuyorlardı; çünkü IŞİD’e karşı savaş bitmek üzereydi ve üzerinden zaman geçip soğuduktan sonra uluslararası müttefiklerle ve lokal yani yerel aktörlerle şu anki kadar elleri güçlü bir şekilde masaya oturamayacaklarını düşünüyorlardı. İkinci kesim ise referandumun ertelenmesi gerektiğini savunuyordu. Onların ana argümanları da Bağdat Hükümeti, Türkiye ve İran’ı da gözeterek  Bağımsızlık Referandumu’na gidilmesi gerektiği idi. Sadece yapılan açıklamalar değil, aslında orada atılan adımlar da Türkiye, İran ve özellikle Bağdat Hükümeti’nin tepkileri, reaksiyonları göz önüne alınarak karar veriliyor ya da şekillendirilmeye çalışılıyor diyebiliriz.  Şimdi referandum yapılacağı aslında Haziran ayında ilan edilmiş olmasına rağmen, Türkiye’nin ve İran’ın tepkilerinin sertleştiği dönem referandumdan yaklaşık bir hafta, on gün öncesine tekabül ediyor. Ondan önce bir sessizlik söz konusuydu; belki bu ülkeler de  referandumun erteleneceğini düşüyorlardı; bilemeyiz neden bu kadar süre sessiz kaldıkları konusunda. Şu anda orada Türkiye ve İran’ın tepkileri yakından takip ediliyor; çünkü Kürdistan Bölgesel Yönetimi her ne kadar petrolle birlikte elinde ciddi bir koz bulundursa da  yerel üretimin olmadığı bir bölge. Her şey ithal, her şey İran’dan yada Türkiye’den gidiyor; dolayısıyla sınır kapısının kapatılması her iki ülkenin, hem İran’ın hem Türkiye’nin sınır kapılarının kapatılmaları savaş ilanından çok daha ağır sonuçlar yaratacak bir yaptırım olarak değerlendiriliyordu. Ancak son dönemde, yani referandumdan sonra –ki birkaç gün ciddi tedirginlik vardı içeride, hatta bazı yerlerden halkın stoklama yaptığına dair bilgiler, haberler geliyordu–, ancak referandumun üstünden zaman geçti, uluslararası uçuşların durdurulması dışında –ki Bağdat üzerinden isteyen zaten Kürdistan Bölgesel Yönetimine ulaşabilir, aynı zamanda Türkiye ve İran üzerinden de ulaşabilirler– uluslararası uçuşlara kapatılmasının dışında herhangi bir yaptırım gelmedi; iyice gevşedi dolayısıyla.

Bu uçuşların durdurulmasının bir etkisi oldu mu?

Doğrudan çok fazla değil. Aslında son dönemde, referandum yapıldıktan sonra nasıl etkilendi tek tek diye sorarsak; ticaret etkilenmedi, en son birkaç gün önce ben karayoluyla geldim; uçuşlar olmadığı için Erbil’den Mardin’e, Mardin’den İstanbul’a şeklinde Habur’dan geçip geldim. Onlarca yakıt tankeri, onlarca TIR, onlarca kamyon –ki gece üçte geçtim ben oradan, gündüz trafiğini bilemiyorum artık–, hâlâ ticaret karşılıklı gidip geliyor. Etkilenen birkaç şey var; birincisi uluslararası uçuşların durdurulması ile birlikte –mesela 1 milyondan fazla, 1,5 milyon civarı mülteci ve iç göçmen var Kürdistan Bölgesel Yönetimi içinde– onlara gelen kargolar, karşılıklı taşıma, yaralıların gönderilmesi gibi süreçler ondan etkilenmiş durumda. İkincisi sponsorluk işlemleri, yani Türkiye’nin tepkisinden ya da İran’ın tepkisinden çekinip de orada televizyon programlarına, yerel birtakım aktivitelere ya da çalışmalara ya da organizasyonlara sponsor olan işadamları şu an işlerini askıya almış durumda. Aslında bu sponsorluğun bütçesi de birkaç milyar doları buluyor içeride; dolayısıyla aslında aşağıya doğru epey bir etkiliyor. Tabii bir diğeri, o bölgenin kendi ekonomik problemleri de söz konusu. Yeni değil bu; Bağdat Hükümeti Bölgesel Yönetim ile aralarındaki gerginlikten dolayı bütçeyi kesmişti; dolayısıyla zaten uzun zamandır maaşlar yarım ödeniyor, altı ayda bir ödeniyor, projelerin çoğu askıya alınmış durumda. Bununla birleştiği zaman şu an itibariyle çok sarsıcı etkisi yok; uçuşların durdurulması, artı, yaptırım ve yaptırımlara dair söylemler ancak uzun vadeli olursa, yani altı aya bir yıla yayılırsa bu sürecin illaki ciddi sarsıntıları olabilir gibi görünüyor.

Peki, yazınızda değinmişsiniz siz, enteresan bir nokta: İran’ın sert açıklamalarının yanında İranlı iş adamlarının faal olduğunu gözlemlediniz sanırım.

Orada şöyle bir durum da söz konusu; Türkiye’de aslında belki de doğruları değerlendirirken insanların gözlerinden kaçırdığı bir nokta var. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki üst düzey yöneticilerin büyük bir kısmı Peşmerge kökenli, asker kökenli yani. İkincisi bunların çok büyük bir kısmı, yani üst yönetimin büyük bir kısmı işadamı, resmî yöneticisi, bakan, milletvekili, ama orada karar alabilecek mekanizma içerisinde ya da etkili olabilecek durumdalar. Bunların çok büyük bir kısmı da İran’da kampta büyüdüler, ya da Saddam karşıtı silahlı mücadele yürütüldüğü dönemde İran’dan destek aldılar, o kamplarda eğitim gördüler. Dolayısıyla İranlıları çok iyi tanıyorlar, İran mantığını da çok iyi tanıyorlar. Yani tırnak içerisinde söylersek: “Fars mantığı”nı. Aynı zamanda İranlılar da o bölgedekileri çok iyi biliyor, mantaliteyi çok iyi biliyor. Türkiye ile İran arasındaki –özellikle Irak özelinde–, nüfuz savaşını göz önüne alacak olursak, aslında İran ve Türkiye birbirini kollamak durumunda. Çünkü tabii biraz ironiyle karıştırıp söyledikleri birtakım ifadeler var Erbil’de ve Süleymaniye’de konuştuğum insanların. Şunu söylüyorlar: Türkiye Habur sınır kapısını kapatırsa İran yarın iki sınır kapısı daha açar. Gerçekten İranlı iş adamları daha referandumun ertesi günü, ikinci günü Erbil’deydi; çok nüfuz sahibi olmamalarına rağmen, çünkü Erbil’de ticari çevreleri ve siyasi olarak çevreyi Türkiye domine ediyor. Süleymaniye’de ise İran daha yakın duruyor; yani ticari olarak da siyasi olarak da. Türkiye’nin Erbil’e yönelik herhangi bir yaptırımı İran’a nüfuz alanı da açtırabilir ya da nüfuz alanını genişletebilir. Aynı zamanda doğalgaz hattıyla ilgili ya da boru hattıyla ilgili yine uzun süredir bir girişimleri var: Kerkük-Yumurtalık Hattı’nın bir benzerinin İran’a da bağlanması gibi, bir hatla oraya çekilmesi gibi ya da eklemlenmesi gibi daha doğrusu. Bu tarz projelerin İranlılar tarafından yeniden gündeme getirildiğine dair çok şey duydum Erbil ve Süleymaniye’de.

Peki, bir yandan Bağdat Yönetimi ile Irak Kürdistan yönetiminin görüşmeleri devam ediyor. Burada bir gelişme var mı? Uzlaşabilecekler mi? Bazı modeller üzerinde konuşulduğunu duyuyoruz.

Bağdat Hükümeti ile Erbil arasında referandumdan önce başlamıştı süreçler. Aslında o dönemde Kürdistan Bölgesel Yönetimi mümkün olduğunca az temas kuruyordu hem Bağdat’la hem o dönem ABD’nin Irak özel temsilcisi ile –ki hatırlarsınız belki, haberlerde, temsilciyi bekletti Mesud Barzani başka bir yere gitti–; aynı zamanda Kasım Süleymani o bölgede aktifti, şu aralar yine olduğuna dair duyumlar geliyor. Bağdat Hükümeti’yle Irak Kürdistan Yönetimi arasında görüşmeler devam ediyor şu anda. En son KYB lideri ve Irak eski cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin cenaze törenine Irak Cumhurbaşkanı Fuad Masum katılmıştı. Yine İçişleri Bakanı katıldı, daha sonra Cumhurbaşkanı yardımcısı dahil olmak üzere bazı isimler de Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne giderek Bağdat’a gönderilen heyetlerle temaslar kurdular. En son dört maddelik bir –iyi niyet uzlaşması diyelim, çünkü ona anlaşma diyemeyiz henüz– bir liste çıktı ortaya. Üç aşağı beş yukarı, “Biz karşılıklı savaş istemiyoruz, ama bu süreçten de iki taraf da zarar görmeden, maksimum verimle, kazanımla çıksın” şeklinde bir çizgide yürümeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Çünkü aynı zamanda şunu da göz önünde bulundurmak lazım: Önümüzdeki yılın 2018 yılının baharında Bağdat’ta da bir seçim olacak ve Bölgesel Yönetim’in bu hamlesi, yani bağımsızlık referandumuna gitmesi Irak’taki siyaseti de ve iç siyasî yapıyı da ciddi anlamda sarstı; dolayısıyla Bağdat’taki iç siyasî sistemi ve onun müttefiklerini, mesela Amerika gibi müttefiklerini de etkileyen, ilişkilerin yeniden düzenlenmesi sürecini zorladı. Bağdat Hükümeti’nin durumu oldukça sıkıntılı. Bir taraftan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde bir devletleşme sürecinin olduğunun kendileri de farkında. Bunu birtakım açıklamalardan da görüyoruz. Ama aynı zamanda bu hamlenin Irak içinde bir domino etkisi yaratacağının da farkındalar. Diğer taraftan hemen bahar ayındaki parlamento seçiminden önce böyle bir hamlenin gelmiş olmuş olması siyasetçileri başlı başına –El-Abadi başta olmak üzere– sıkıntıya soktu. Bağdat Hükümeti oldukça sıkıntılı durumda; ancak görüşmeler, temaslar devam ediyor. Özetleyecek olursak, mümkün olduğunca çatışma riskinden kaçınmaya çalıştıklarını söyleyebiliriz; ama karşılıklı gövde gösterileri olacaktır.

Konuşulan bir model var mı uzlaşabilecekleri?

Bununla ilgili konfederalizm modeli dile getiriliyor Erbil’de; gerçi Bağdat onu yalanladı. Biz böyle bir model teklif etmedik dedi. Erbil’de en son hükümet sözcüsü Sefin Dizai’ye sormuştum, “Konfederalizm modeli gündeminizde mi?” diye. “Evet” de demedi, “Hayır” da demedi; ancak aldığımız duyumlar kulis bilgisi olarak söylüyorum: Amerikalıların da bu konuda arabuluculuk ettiği ve Bağdat’la Erbil arasında konfederalizm modelinin konuşulduğu yönünde bilgilerimiz var — dediğimiz gibi, henüz teyit edilmedi. Tabii bu konfederalizm modeli Erbil açısından şu çerçevede görünüyor şimdilik: “Bağımsızlığı hemen ilan etmeyeceğiz” demişlerdi defaatle, Erbil’den yapılan açıklamalarda. “İki ila beş yıla yayabiliriz, çünkü kurumsal olarak altyapıyı kurmamız lazım, yapmamız gerek birçok şey var.” Bu süreçte de Bağdat’taki parlamento seçimlerine kadar en azından iç tansiyonu düşürecek, Türkiye ve İran’ı biraz sakinleştirecek bir model öne sürülmüş gibi duruyor. Uygulamaya dönük olmasından çok, biraz tansiyonu düşürmeye yönelik. Konfederalizm dahil olmak üzere hangi model uygulanır? Bağımsızlık uygulanır mı uygulanmaz mı? İlan edilir mi edilmez mi? Bütün bunlar için Mart ayını beklemek daha iyi olur. Bağdat’taki seçimlerden sonra.

Bağdat Hükümeti’nin içsel sıkıntıları var. Bildiğim kadarıyla Barzani yönetiminde de içeride sıkıntıları var. Barzani’nin referandum öncesinden gelen bazı lokal sıkıntıları vardı ve bu devam ediyor. Bu konuda bilgi verebilir misiniz?

İç siyasî taraflar arasında ciddi bir çatlak vardı zaten. Goran Hareketi başını çekiyor; en son referandum öncesi süreçte, ancak bu iç siyasette yeni bir çatlak değil, yani Mesud Barzani uzunca bir süredir devlet başkanı. Aynı zamanda parlamenter sistem mi olsun yoksa başkanlık sistemimi olsun şeklinde, zaten içeride siyasî taraflar arasında çekişme söz konusu. Bir taraf parlamenter sistemi isterken, diğer taraf başkanlık sisteminde ısrarlı; bunlar dahil olmak üzere iki tarafın da, yani KDP ve KYB artı Goran kanadının dış ittifakları, müttefik ilişkileri de birbirinden farklı. Mesela KDP biraz daha Türkiye ile yakınken, KYP ve Goran İran sınırına daha yakın olmalarının etkisiyle biraz daha İran’a yakın duruyorlar. Haliyle hem Bağdat ile ilişkilerini, hem kendi aralarındaki ilişkileri etkiliyor. İç siyasî sıkıntılar 25 Eylül’e, neredeyse oylamaya on iki saatten az kala bir zamana kadar devam etti; hatta son gece Goran Hareketi, “Artık tamam, seçmenlerimiz nereye istiyorsa oraya gitsin, oyunu versin” noktasına gelmişti. Şu an itibaritle Celal Talabani’nin de ölümü üstüne geldi; siyasî tartışmalar biraz buzluğa kaldırılmış gibi görünüyor. Geçtiğimiz hafta hem Süleymaniye’ye gitmiştim hem Erbil’e gitmiştim. “Daha şu aralar biz bunu konuşmayalım; burada daha farklı bir nokta söz konusu; burada bağımsızlık süreci var. İtiraz eden sanki bağımsızlığa itiraz ediyormuş gibi bir noktaya düşebilir, olumsuz noktaya düşebilir” gibi tedirginlikler de söz konusu; ama bunda şunun da etkisi var: Her ne kadar iç siyasî gerginlikler olsa da, bağımsızlık süreci en muhalif olanının bile duygusal olarak bağlandığı bir ideal ve bu sürece adım adım yaklaşılırken bazı çekişmeleri ve gerginlikleri nispeten daha az gündeme getirmeyi de seçmiş olabilirler şu anda; ama dediğimiz gibi Celal Talabani daha yeni vefat etti, onun vefatının iç siyasî duruma yansıması ne olur bilmiyoruz. Sanırım birkaç hafta daha beklememiz gerekiyor bunun netleşmesi için.

Buradan isterseniz İdlib’e uzanalım; sizi yakalamışken Suriye’yi de konuşmak isterim. İdlib’de operasyon başladı; oradaki durumu anlatabilir misiniz bize? Örgütlerin karmaşık bir yapısı var; sizden dinlemek isterim, çünkü bölgeyi çok iyi biliyorsunuz.

İdlib’deki durum oldukça karışık; kısaca şöyle özetleyecek olursak: İdlib daha yeni Türkiye’nin gündemine düştü, aslında İdlib uzunca bir süredir sahayı takip edenler için hepimizin gözümüzü diktiğimiz yerdi. Çünkü Suriye içinde son iki-üç yıldır, Halep’ten çok öncesinden beri, nerede Suriye Ordusu ve silahlı gruplar arası anlaşma yapıldıysa o bölgedeki cihadcı gruplar, yani Nusra Cephesi ve uzantıları –kendi talepleri doğrultusunda tabii– hepsi İdlib’e nakledildi. En son Halep’ten çıkan cihadcılar nakledilmişti İdlib’e. Dolayısıyla orası zaten uzunca bir süresidir Nusra Cephesi artı Ahrar-üş Şam kontrolünde idare edilen yerdi. Tabii Suriye içindeki anlaşmalarla birlikte, tahliye edilenlerle birlikte İdlib’de korkunç bir cihadcı yığılması oluştu. Suriye’deki savaşta hem Rusya’nın, hem Suriye ordusunun, hem müttefiklerin, hatta ABD’nin ve YPG’nin de odak noktası IŞİD idi yakın zaman kadar. IŞİD ile savaş artık son noktaya doğru gidiyor; büyük ihtimale 2017’nin sonuna doğru pek bir şey kalmayacak ve birinci öncelik olan IŞİD bertaraf edilince, İdlib sorunu gün yüzüne çıkmış oldu. Şimdi sırada İdlib var; Suriye’de kurtarılması gereken, temizlenmesi gereken tek yön olarak duruyor. Ancak aynı zamanda İdlib’deki gruplar yakın zamana kadar çeşitli ülkelerin, çeşitli grupların ya da Suriye’deki vekâlet savaşını sahada sürdürenlerin desteklediği grupların olduğu bir yer İdlib. Bu vekâlet savaşına taraf olan ülkelerin de bakış açıları değişmesi gerekiyordu. Ajandalarının ve Suriye ile ilgili ajandalarının değişmesi gerekiyordu. İdlib Operasyonu bu yüzden uzamış oldu; bugün nihayet İdlib Operasyonu geldi. En son altı-yedi ay önce Suriye’deydim. Şam’da İdlib Operasyonu’na çok ilginç bir şekilde Türkiye’nin sorunu gözüyle bakılıyordu. Orada böyle daha güneyden, Suriye tarafından –diğer taraf zaten Kürt bölgesine açılıyor, diğer tarafı da zaten Hatay, Yayladağ şeklinde– güneyden özellikle bir Suriye içine doğru bir baraj oluşturup,  aşağıya doğru bir güvenlik çemberi oluşturup, geri kalan tarafını Türkiye, Rusya, Amerika ve Suriye ordusu ya da Şam arasındaki anlaşmadan sonrasına bıraktılar. Şimdi geldik bugüne: İdlib Operasyonu başladı görünüyor. Bundan sonra ne olur? Astana Süreci’nde bir anlaşma sağlandı, en azından bildiğimiz kadarıyla, Türkiye Rusya arasında ve bu anlaşmaya göre de Türkiye’nin belli bir yeri temizlemesi gerekiyor ve birlikte hareket ettiği ÖSO çatısı altındaki gruplarla orayı bir temizleyip sonra idaresi ile ilgili, güvenliği ile ilgili bir girişim başlatmış oldu Türkiye. Rusya başka bir bölgeyi alıyor, ancak aynı zamanda Türkiye’nin son dönemde yaptığı açıklamalardan yine Türkiye’nin hassasiyetlerinden yola çıkarak bakarsak Türkiye’nin sadece amacı İdlib’deki cihadcı yapılanmayı ülkeye tehdit olacak boyuta gelemeden bertaraf etmek değil; aynı zamanda Afrin üzerinden Suriye’nin kuzeyindeki Rojava bölgesindeki kantonların birleşmesi, daha doğrusu tırnak içinde ifadeyle belirtildiği gibi “Kürt Kemeri”nin oluşmasına engel olmak şeklinde bir ajandası olduğunu görüyoruz son yapılan açıklamalardan yola çıkarak. Şu an itibariyle operasyonlar başladı; İdlib içindeki cihadcı grupların rahatsız olduklarına dair homurdanmalar ve birtakım açıklamalar da gelmeye başladı ve bu saatten sonra mesela İdlib içerisindeki cihadcılar nereye gidecek? Tahliye edilecekler mi, edilmeyecekler mi? Kim çatışacak? Çatışma süreçleri nereye kadar varır?” Orası temizlendi diyelim aşama aşama, kademe kademe Türkiye’nin de Rusya’nın da ana taslağında anlaştığı süreç gerçekleştirilir; ama Türkiye sonra orada bir uzantı bırakabilir mi, bırakamaz mı? Rusya yarın vazgeçer mi, geçmez mi? Amerika nasıl bir adım atar? Türkiye’nin mesela Afrin’e yönelik herhangi bir girişimine hem Rusya hem Amerika nasıl tepki gösterir? Bütün bunları zaman gösterecek; çünkü İdlib’den sonra artık Suriye içerisindeki savaşın bitmesi bekleniyor; başka bir şey kalmıyor geriye çünkü. Buna paralel olarak şimdilerde başlamış durumda, Suriye’de yeni bir iç siyasî sürecin başlaması gerekiyor. O iç siyasî süreç başka birtakım müzakere süreçlerini gerektiriyor ve o müzakere süreçleri tekrar tekrar ittifaklar, müttefikler, mutabık kalınan noktalar üzerinde tekrar tekrar oylamayı gerektiren yeni bir sürecin başlangıcı da olabilir.

Size bu noktada Muallim’in geçtiğimiz haftalardaki açıklamasını sorayım. Sanıyorum ilk defa Suriye’deki Kürt bölgesine yeşil ışık yaktı, konuşulabileceğini söyledi.

Aslında ilk açıklama değil. Şöyle bir durum söz konusu hatırlarsak: 2011’in başına dönersek, Suriye’de ayaklanma başladığında Suriye’deki Kürtler –birkaç yerde on kişi, yirmi kişi, otuz kişi Kürt gruplar genç kesim özellikle–, “Azadi” pankartlarıyla yürümüşlerdi. O Türkiye’deki basına “Kürtler ayaklandı” şeklinde yansıdı. Aslında Kürtler ayaklanmadılar Suriye içinde; sadece beklediler. Çünkü Özgür Suriye Ordusu’na yönelik birtakım şüpheleri, endişeleri vardı. Uzun vadede ne kadar dik durabilirler, Kürtlerin beklentilere karşılık verecekleri bir ajanda, bir gündem uzun vadede ortaya koyabilirler mi? şeklinde bir bekleme sürecine geçmişlerdi. Hatta bazı yerlerden Suriye ordusu çekildi ve o bölgelerde, YPG daha tam oluşmamıştı, Kürt silahlı gruplar kendi bölgelerini  korumaya başlamışlardı. Aslında her ne kadar çok kanlı geçmişleri olsa da, sıkıntılı bir geçmişleri olsa da, bu ayaklanma döneminde zorunlu bir yumuşama söz konusu oldu taraflar arasında. Kazan-kazan durumu gibi bu süreçte ülkenin kuzeyinde kanton yönetimi, kanton anlayışının Şam’da da bir karşılığı ortaya çıktı. İyi kötü o dönemde orayı güvende tuttular; Suriye ordusu birden fazla noktaya zaten dağılmış durumdaydı; bir de ülkenin kuzeyine kuvvet kaydırmasının önüne geçmiş oldular. IŞİD’den korumuş oldular bazı bölgeleri; şu anki algıdan bahsediyorum. Suriye Anayasası normalde vilayet sistemine göre bir anayasa. Ama Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, 1973’ten sonra anayasa askıya alınıyor ve olağanüstü hale geçiliyor ve güç de merkezde toplanmaya başlanıyor, yani Şam’da. Genelden gücü çekmeye başlıyorlar olağanüstü hal sebebi ile. Yaklaşık iki-üç yıl öncesinde şöyle bir şey konuşulmaya başlandı Şam’da, dediler ki: Sizin böyle bir sisteminiz var, bunun ülkeye çok ciddi katkısı var; bizim de zaten gücün merkezde toplandığı sistemden biraz daha yerele gücünün aktarıldığı bir sisteme geçmemiz gerekiyor. Bunun için biz eski anayasayı bir gözden geçirelim; karşılıklı yerelle, vilayet sistemine dönelim. Yerele daha fazla gücün aktarıldığı bir sistem oluşsun. Böyle bir tartışma başladı o dönemden. Şimdi bugüne gelecek olursak eğer, şu anda halen Suriye’de Kürt-Arap ittifakı da söz konusu aslında. Sadece Kürtler derken anlamı çok daraltıyoruz. Ülkenin kuzeyindeki oluşumların Şam’da bir karşılılığı var; eninde sonunda masaya oturacaklar, çünkü Şam da bunu kabul etmiş durumda. Zaman zaman model önerileri gündeme geliyor. Henüz Kürtler de biz şu modeli istiyoruz şeklinde net bir ifade kullanmadı ve oradan edindiğimiz aldığımız duyumlara göre aslında Kürt tarafı zaten bağımsızlık düşünmüyor; zaten demografik olarak, coğrafi olarak çok mümkün değil şu aşamada. Masa etrafına oturdukları zaman karşılıklı olarak hangi modelin uygulanacağı, nasıl bir modelin uygulanacağı şeklinde bir sürece gelecekler.

Velid Muallim’in açıklaması bu anlamda yeni bir açıklama değil; daha önce de benzer açıklamalar oldu; hatta Beşar Esad’ın da benzer açıklamaları olmuştu. Ancak içerik ne olur? O da biraz önce belirttiğimiz gibi masa etrafında oturdukları zaman ortaya çıkacak; o da zaten zannedersem İdlib savaşı bittikten sonra belirginleşir gibi görünüyor.

Peki İdlib’e geri dönecek olursak, bildiğim kadarıyla iki milyon civarında bir nüfus var. Sivil nüfus mudur bu?

Nüfus konusunda açıkçası çok net bir rakam yok şu âna kadar, belirtelim öncelikle. Diğer taraftan sivil nüfus mudur?  Sivil nüfustan ne kastettiğimize bağlı; ancak kadın ve çocuklardan bahsediyorsak eğer, evet, önemli bir ölçüde kadın ve çocuk nüfusu var orada; çünkü oradaki cihadcılar ya da çeşitli silahlı grupların mensupları tahliye edilirken oraya birlikte gittiler. Kamplarda İdlib içine doğanlar var, orada büyüyenler var; o yüzden kadın ve çocuk sayısı oldukça fazla.

Peki bu örgütlerin operasyon hazırlığı nasıl? Uzun sürmesini beklediğiniz bir operasyon ile mi karşı karşıyayız? Bir hazırlık var mı? Örgütler kendi aralarında da yaz aylarında çatışıyorlardı. Örgütlerin bu İdlib Operasyonu’na bakışları kendi aralarında ayrışıyor mu?

Aslında bununla ilgili Nusra Cephesi’nin içinden çatlak sesler geliyor; ama aynı zamanda El Kaide’nin Suriye konumu Nusra Cephesi, yeni bir örgüt değil. Dolayısıyla gidişatı okuyabilecek; politikayı, süreci okuyabilecek bir politik geçmişleri var. Şu anda zaten sıkışmış durumdalar; giderek daha da sıkışacaklar. Tehdit yönünü deneyebilirler: Türkiye’deki, Rusya’daki diğer ülkelerdeki, bu İdlib Süreci’ne dair olan ülkelerdeki uzantılarını harekete geçirme yoluyla da olabilir ya da karşılıklı anlaşmalar söz konusu olabilir — tahliye edilmelerinin sağlanması gibi. Mesela daha uç birtakım senaryolar dile getirenler var; ancak şahsen çok olasılık vermiyorum ben; daha sonra Suriye’de yeni oluşacak iç siyasî sürece bir kısmın eklemlenmesi, Ahrar-ül Şam gibi. Ancak şu aşamada bunlara çok olasılık vermek pek mümkün değil. En azından bir süre çatışmalı sürecin olması beklenebilir; sonrası için bilemiyoruz, bu biraz da, çok sıkışırlarsa, tahliye edilecekleri bir yer bulurlarsa, çatışmalar çok daha kısa sürebilir; ama nereye tahliye edilecekler bilmiyoruz tabii.

Değerli görüşlerinizi aktardınız; çok teşekkür ederim katıldığınız için. Değerli Medyascope izleyicileri, bugün Irak ve Suriye’deki gelişmeleri gazeteci Hediye Levent ile konuştuk; katıldığınız için teşekkür ederim.

 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.