Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Saldıran kaybediyor

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 23 Haziran kampanyasını Binali Yıldırım’dan devraldı ve adını vermeden Ekrem İmamoğlu’na saldırıyor. Ancak geçmişte örneklerini gördüğümüz gibi saldırgan üslup güç değil güçsüzlük göstergesi olarak algılanıyor.

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. İstanbul seçimlerine 4 gün kaldı. Artık bütün kozlar sahaya sürülüyor. Aslında bunu iktidar yapıyor, çünkü zaten muhalefetin elinde çok fazla bir kozu yok. Ekrem İmamoğlu bu kampanyayı aldığı gibi devam ediyor. Tabii biraz iniş-çıkışları var, ama genellikle 31 Mart öncesinde yaptığının bir nevi devamı. Tabii arada çok büyük bir fark var. O da şu: 31 Mart öncesinde Ekrem İmamoğlu pek fazla tanınmayan bir isimdi ve halkın arasına karıştığı zaman çok büyük kalabalıkların arasına giremiyordu. Kendi kalabalığını kendisi yaratmaya çalışıyordu. Tek tek insanların elini sıkıyordu. Ama şimdi sahada İmamoğlu’nu izleyen muhabir arkadaşlarımızın aktardığına göre –ki videolarda da bunu görmek mümkün–, her gittiği yerde izdiham var. AKP’nin çok güçlü olduğu yerleri özellikle ziyaret ediyor ve her gittiği yerde çok büyük bir ilgiyle karşılanıyor. Yani 31 Mart öncesinin bilinmeyen, az buçuk merak edilen kişisinin yerine, şimdi sanki Türkiye’de uzun yıllardır kamuoyunun önünde siyaset yapan popüler bir isimmiş gibi oldu. Kısa bir süre içerisinde oldu bu. Bunun olmasının nedeni tabii ki kendisinin ve partisinin ve de destek veren İYİ Parti’nin, ittifakın içerisinde olmasa da destek veren HDP’nin katkıları muhakkak vardır. Ama İmamoğlu’nun bu kadar kısa süre içerisinde bu kadar hızlı yol almasında siyasî iktidarın, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve onu kayıtsız şartsız destekleyen medyanın payını hiç yabana atmamak lâzım. Onlar İmamoğlu’nun var olan potansiyelini hayata geçirmesini bayağı kolaylaştırdılar. Eskiden Erdoğan söylerdi bunu; 90’lı yıllarda daha İstanbul Belediye Başkanı olmadan önce ve olduktan sonraki ilk dönemlerde, “Medya bize vurdukça güçleniyoruz” derdi. Şimdi olay tamamen tersine döndü. Erdoğan’ın medyası vurdukça İmamoğlu güçleniyor. Ve Erdoğan’ın medyasının ötesinde Erdoğan kendisi bizzat saldırıyor. Ve hatta dünkü olayda olduğu gibi ertesi günün gazetelerinin manşetlerini bir gün önceden duyuruyor. Bu başlı başına bir skandal tabii. Ama Türkiye artık bunları skandal olarak tanımlamanın ötesine geçmiş durumda. Evet, şu anda görüyoruz, İsmail Küçükkaya’nın İstanbul Taksim’deki The Marmara Otel girişinin görüntüleri servis edildi. Ve buradan hareketle Küçükkaya’nın tartışmadan önce Ekrem İmamoğlu ile görüştüğü söylendi — ki anlaşılan doğru. Ama buradan hareketle iktidar bunu bir tür komplo olarak tarif etmeye çalıştı; yani öncesinde İsmail Küçükkaya, İmamoğlu ve ekibi ile bir araya gelip Pazar günü yapılmış olan olayı önceden tasarladılar, sorular verildi demeye getiriyorlar. Küçükkaya bunun çok kısa bir görüşme olduğunu söylüyor. Ve soru vermenin falan söz konusu olmadığını söylüyor. Neyse bunlar işin detayı. Ama şunu söylemek lâzım: Seçime dört gün kala bu ülkeyi 17 yıldır tek başına yöneten, İstanbul’u da 25 yıldır kontrol eden Recep Tayyip Erdoğan’ın seçim kazanmak için başvurduğu kozlardan birisinin ve önde geleninin bu olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu gerçekten bir çaresizliğin dışavurumu. Bir önceki olay da neydi? Onu da biliyoruz. Ordu’daki VIP Salonu meselesi, o iki olay. Onun öncesinde bir Pontus meselesi vardı. Onun bir öncesinde ettiği bir lâftan hareketle terör örgütlerine “Gelin ülkeyi beraber yönetelim” çağrısı yaptığı gibi tamamen uydurma bir şey yapıldı. Ve sonuçta baktığımız zaman, bir tarafta genç, dinamik, bir şeyler söyleyen, 18 günlük süre içerisinde bir şeyler yapan, somut konuşan, herkese seslenmeye çalışan ve sakin bir şekilde bunu yapan bir aday var. Öte tarafta sürekli olarak sertlik üzerinden giden bir iktidar var. Sürekli diyorum, tabii burada kısa bir parantez oldu. O parantezde, belli bir aşamada olay Binali Yıldırım’a devredildi. Ve sakin bir kampanya, pozitif bir kampanya öncelendi. Ama öngördüğümüz gibi bundan da sonuç alamadığı düşüncesiyle Erdoğan bizzat tekrar o sert kampanyayı ele aldı.

Şimdi yayının başlığını “Saldıran kaybediyor” diye koydum. Bu genel bir saptama bana göre. Yani şu andaki 23 Haziran ile ilgili bir saptama değil. 23 Haziran’da da bence böyle olacak. Agresif olan, saldırgan olanın şansı pek olmayacak. Çünkü bunun geçmişte örnekleri var. Geçmişte de hep saldıranlar genellikle güçsüz oldular. Bir açığını bulduğunu düşündükleri karşı tarafa karşı sürekli böyle bir saldırgan bir tutum izleyenler kaybederken, saldırıya uğrayanlar daha da güçlendi. İşin ilginç tarafı saldırı konusu olan olayın doğruluğu yanlışlığı meselesinin bir yerden sonra anlamı kalmıyor. Geçmişi hatırlayın. Refah Partisi, Fazilet Partisi ve AKP döneminde, özellikle büyük medyanın bu hareketlere karşı olduğu dönemlerde yapılanı hatırlayın. Orada sürekli birtakım dosyalar çıktı, belgeler çıktı, videolar yayınlandı vs.. Bunlar belki uydurma da değildi. Belki de gerçekti. Ama bunları yapanlar hiçbirinden bir kâr elde edemediler. Tam tersine, bu olaylar karşı tarafın popülaritesini artırdı, gücünü artırdı. 94 yerel seçimlerinden itibaren yaşanan olaylar hep böyle oldu. Özellikle Refah Partisi, Fazilet Partisi, AKP çizgisine yönelik olarak sistemin sahibi olduğunu düşünen kesimler ve onların işbirlikçisi olan medyanın aklı sıra geliştirdiği saldırma faaliyetlerinin hepsi aslında eninde sonunda karşı tarafın işine yaradı. Ya da en yakın örneklerden birisi: 17/25 Aralık sürecinde CHP’nin, Kılıçdaroğlu’nun Meclis grubunda o tapeleri okumasıdır. Buralardan hareketle, bu okudukları tapelerle Erdoğan’ı ve AKP’yi zayıflatacaklarını sandılar. Ama hiç de böyle olmadı. Girilen seçimde yine bir hüsranla karşılaştılar. Bu, orada dile getirilen iddiaların doğruluğu yanlışlığı meselesinin ötesindeydi. Çünkü saldıran bir kişi olunca şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Niye saldırıyor? Çünkü söyleyecek fazla başka bir şeyi yok. Bir seçime giriyorsunuz ve seçimi kendi yapacaklarınız üzerine inşa etmiyorsunuz, vaatleriniz üzerine inşa etmiyorsunuz, projeleriniz üzerine inşa etmiyorsunuz, bir Türkiye vizyonu üzerine inşa etmiyorsunuz. Ne yapıyorsunuz? Rakibinizi suçluyorsunuz. Rakibinizi eleştirmenin ötesinde suçluyorsunuz, kriminalize ediyorsunuz, ona meşru bir siyasî rakip değil de bir suçlu gibi muamele ediyorsunuz. Ama sonra bir bakıyorsunuz ki kaybediyorsunuz. Ondan sonra da ne teorileri geliyor? İşte, “Bu seçmen, halkımız…” işte “ya kendi böyle şeylere inanmıyor, halkımız makarnaya kömüre oyunu satıyor” gibi gerçekle alâkası olmayan teoriler geliyor, geldi. Şimdi roller değişti. Dün sistem kendilerine nasıl yükleniyorsa bugün Erdoğan ve iktidar, AKP iktidarı rakiplerine aynı şekilde yükleniyor. Bu yüklenme de başlı başına aslında kaybetmekte olduklarının göstergesi bence. Normal şartlarda bu kadar deneyimli bir siyasî hareketin İstanbul seçimlerine –ki iptal ettirmeleri ayrı bir hataydı, başlı başına bir hataydı, neyse onu bir kenara koyalım– İstanbul seçimlerine İstanbul ile ilgili projeler ile girmesi, bir kucaklayıcı, kapsayıcı bir perspektifle girmesi beklenir. Bir şeyler anlatması beklenir — ki son dönemde Binali Yıldırım birazcık yapar gibi oldu, yapmaya çalıştı, ama çok geçti. Çünkü 31 Mart öncesi yaşananlar, o beka temelli kampanya ortadaydı. Bir de diğer taraftan, her ne kadar söylediği mitingleri yapmasa bile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gölgesi hep peşini takip ediyordu. Ve nitekim Erdoğan geldi, olaya el koyuyor şu anda, toplu açılışlar yapıyor. Dün yaptı, bugün yapıyor, yapacak. Son güne kadar herhalde bu tür faaliyetler yapacak. Halkı selamlamalar var, halka konuşmalar var programında. İstanbul’u 31 Mart öncesindeki kadar olmasa bile tekrar bizzat eline almış durumda. Ama bunu yaparken İstanbullulara çok fazla bir şey söylemiyor. İstanbullulara rakibi kötülüyor –ki adını da anmıyor Ekrem İmamoğlu’nun, mesela “Binali Bey’in rakibi” diyor ya da “Cehapenin adayı” diyor ve saldırıyor. Saldırdığı hususlar da demin de söylediğim gibi: İsmail Küçükkaya ile otelde önceden buluştu, Ordu’da valiye hakaret etti, vs.. Bunun ötesinde pek bir şey yok. Bunlar doğru olsa bile, haklı olsa bile, İstanbul seçimleriyle bunların doğrudan alâkası yok. Bir de tabii işin tehdit kısmı var. Seçilse bile o makama oturamayacağını söylediği kısımlar var. Onlar ayrı bir tartışma konusu.

Bu bize şunu gösteriyor: Artık Erdoğan’ın İstanbul gibi siyasî kariyerinin başladığı, yıllarını verdiği gözbebeği şehir hakkında söyleyeceği, İstanbul seçmenine yönelik söyleyebileceği bir şey kalmamış. Tüketmiş. Ve tükettiği için de karşısındaki rakibe saldırıyor. Ve saldırı argümanları da dediğim gibi oldukça zayıf. Karşısındaki rakip kim? Yakın bir zamana kadar çoğu insanın tanımadığı, İstanbul’un kenardaki bir belediyesinin belediye başkanı, genç bir isim. Yani Tayyip Erdoğan’ın kariyeriyle Ekrem İmamoğlu’nun kariyerini kıyaslamak mümkün bile değil. Ama şunu da görüyoruz ki bu yaptıklarıyla Erdoğan Ekrem İmamoğlu’nun çok parlak bir siyasî kariyere başlatmasına ya da kariyerini iyice parlatmasına zemin hazırladı, önünü açtı. Sonuna kadar önünü açmış durumda. Normal şartlarda bir cumhurbaşkanının İstanbul belediye başkan adayını muhatap almaması beklenir. Hele Tayyip Erdoğan gibi hem cumhurbaşkanı, hem parti başkanı, hem 17 yıldır ülkeyi yöneten isim vs., bütün bu sıfatlarıyla Ekrem İmamoğlu gibi bir rakibi muhatap almaması gerekir — ki bir müddet bunu denedi. Ama bir saatten sonra dayanamadı. İşte bu saldırı geçmişte Erdoğan’a ve Erdoğan’ın arkadaşlarına sistemin ve sistemin işbirlikçilerinin yaptığı saldırıların neredeyse birebir kopyası. Çünkü artık sistem Erdoğan, devlet Erdoğan ve medya da yine aynı şekilde sistemin medyası. Ama bir şeyler değişiyor. Statüko çatırdıyor, dağılıyor. Bir çözülme var. Ve bu çözülme birtakım saldırılarla, güç gösterileriyle, meydan okumalarla durdurulabilecek bir şey değil. Hatta tam tersine; bu saldırgan üslûp tam tersine çözülmeyi, kaybı daha da büyütür. Dünkü yayında özellikle bunu vurgulamaya çalıştım. Saldırganlık birisinin gücünü değil güçsüzlüğünü gösteriyor. Kazanma ihtimalinin yüksekliğini değil tam tersine düşüklüğünü gösteriyor. Ve Türkiye’de seçmen güçlü ve kazananı tercih ediyor genel olarak. Zayıfın, kaybedenin yanında olmayı pek istemiyor. Onunla beraber kaybetmeye pek razı olmuyor. Dolayısıyla Erdoğan çok iyi bilmesi gereken bir alanda çok büyük bir yanlış yapıyor. Bu yanlışı bir süredir yapıyordu. Şimdi artık bu yanlışın zirvelerinde dolaşıyor. Zaten en büyük yanlış YSK’ya bu seçimi iptal ettirmesiydi. Birçoklarının beklediği gibi Erdoğan bu seçimi döndürebilecek hiçbir şey yapamadı, yapamıyor.

Burada bitirmeden önce şunu bir dipnot olarak düşeyim: İsmail Küçükkaya’nın Binali Yıldırım’la telefonla konuşup Ekrem İmamoğlu ile yayından önce yüz yüze görüşmesinin çok anlamsız, çok büyük bir hata olduğu kanısındayım. Onun gibi yıllardır medyanın içerisinde olan, hep üst düzeyde seyretmiş birisinin böyle bir hata yapması açıkçası çok garip, yadırgatıcı. Ama o tartışmayı izleyen herkes de biliyor ki o tartışmada hiçbir şey olmadı. Hiç kimse kimseye karşı bir üstünlük kurmadı; bir de tartışmanın formatı ile falan zaten bu çok mümkün değildi. Tartışmanın formatı ve moderatörün kendisi zaten bir anlamda bu tartışmanın çok da verimli olmayacağını bize gösteriyordu. Dolayısıyla önceden soruları verdi, önceden oturdular konuştular gibi şeyler, hiçbir aslı astarı olabilecek şeyler değil. Ama yine de eğer birisi ile telefonla konuşuyorsanız, diğeriyle de telefonla konuşmanız, birisi ile yüz yüze görüşüyorsanız diğeriyle de yüz yüze görüşüyor olmanız, ama mümkünse hiçbirisini yapmamanız gerekir. Her iki adayın da basın danışmanları vardır; en fazla, işin teknik detaylarını onlarla konuşursunuz, ondan ibarettir. Burada profesyonel olarak yapılmış bir hata var. Ama bu hatanın üzerinden Türkiye’de kaybedilen bir seçimi kazanacağını düşünecek olması, kazanabileceğini düşünecek olması ya da böyle bir gazetecilik hatası üzerinden, teknik bir hata üzerinden seçim kampanyası yapmaya ve bir saldırı organize etmeye çalışmak gerçekten Erdoğan’ın çaresiz durumunu bize gösteriyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.