Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Cumhuriyet 96 yaşında: Özgür, eşit ve kardeş miyiz?

Cumhuriyetin 96. yılında özgürlük, eşitlik ve kardeşlik hedeflerine neden bu kadar uzak olduğumuzu sorgulamak; buradan nasıl çıkabileceğimiz üzerine kafa yormak gerekiyor.

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler, iyi bayramlar. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun. Ne diyorlar? “Tatil değil bayram.” Gerçekten öyle ve bizim için de öyle. Bugün de çalışıyoruz. Ama zaten 29 Ekim’i bir tatil değil gerçekten bir bayram olarak görmek ve cumhuriyeti kutlamak gerekiyor. Hepimizin ayrı ayrı bir cumhuriyet öyküsü vardır ve genellikle de Türkiye’de cumhuriyet hep iyi anılır. Cumhuriyetin aleyhine konuşanlar olsa da, büyük bir çoğunluk cumhuriyetten iyi bahseder. Ama bu hiçbir zaman ülkede yaşanan her şeyi doğru bulduğumuzu, benimsediğimizi göstermez. Bana göre cumhuriyeti Fransız Devrimi’nin üç ilkesi çağrıştırır. Onlar özgürlük, eşitlik ve kardeşlik olarak sıralanıyor. Bunlara baktığımız zaman, Türkiye’nin cumhuriyet tarihine baktığımız zaman aslında ana konunun, bu üç ana konunun hep tartışmalı olduğunu görüyoruz. Ve bunlara ulaşıldığı müddetçe cumhuriyet idealine yaklaşılmış olduğunu, uzaklaşıldığı ölçüde de idealden uzaklaşılmış olduğunu görüyoruz. Açıkçası bugün itibariyle bu değerlerden çok uzakta olduğumuz kanısındayım. Ve işin acı tarafı da yakın bir zamana kadar bu değerlere bayağı bir yaklaştığımızı düşünüyordum. Çok da umutluydum ve heyecanlıydım. Bu benim kişisel görüşüm. Ama özellikle son beş altı yıldır Türkiye’de yaşananlar, bizlerin bu üç kavramdan da, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramından da geriye gittiğimizi gösteriyor. 

Şunu yapmak çok anlamlı değil: Genellikle İngilizce’de buna “What aboutism” diyorlar, yani şöyle: “Öyle diyor, şuna ne diyorsun?” şeklinde bir yaklaşım. Yani siz bugün bir şeyi eleştirdiğiniz zaman, size geçmişten birtakım örnekler verilip, eleştirinizi etkisizleştirmeye çalışıyorlar. Bu çok saçma bir şey. Biz bugün ve ileriye yönelik baktığımız zaman, geçmişteki olumsuz referanslar hiçbir zaman bugünkü olumsuzluğu kesinlikle meşrulaştırmaz, mazur göstermez. Dolayısıyla şu anda Türkiye’de bir özgürlük sorunu varsa –ki var–, bu geçmişte tek parti yönetiminde ya da daha sonraki dönemlerde ya da askerî darbe dönemlerinde ya da 28 Şubat’ta yaşanmış olumsuzluklarla haklı ya da meşru ya da mağdur gösterilemez. Bugün Türkiye hiç hak etmediği ölçüde özgürlükten uzak bir ülke. İnsanlar düşündüklerini söylemekten ürküyorlar, başlarına işler geliyor ve son dönemde olumlu anlamda çok ufak tefek birtakım kıpırtılar olmakla birlikte, Türkiye hukuk devletinden alabildiğine uzaklaşıyor. Böyle bir noktadayız. 

Ve geçmişte yaşanmış olan, şu ya da bu dönemde, şu ya da bu nedenle yaşanmış olan hukuksuzlukların hiçbirisi bugünkü adil düzen ihtiyacını –“adil düzen” derken Erbakan’ın kulaklarını çınlattık ama– adil olan bir hukuk devleti ihtiyacını ertelemeyi meşrulaştırmaz. Şu anda Türkiye’nin çok ciddi bir şekilde özgürlüğe ihtiyacı var. İnsanların özgür olmasına ihtiyacı var. Özellikle ifade özgürlüğünün kullanılmasına ihtiyacı var. Toplantı ve gösteri özgürlüğüne ihtiyacı var. Ve bu noktada Türkiye çok geri bir noktada. Ama dediğim gibi, yakın bir zamana kadar olumlu anlamda bayağı bir ilerleme katedilmişti. Türkiye özellikle Avrupa Birliği süreci içerisinde çok ciddi demokratik açılımlar yapmıştı, reformlar yapmıştı; özgürlük alanı, hak ve özgürlükler genişliyordu. Ama belli bir andan itibaren tekrardan geriye saymaya başladık. Ve bu anlamda belki de milat olarak Gezi verilebilir. Öncesinde de başlamış bir şey, ama en önemli miladı Gezi’dir. Ve orada dönemin başbakanı Erdoğan’ın Gezi’deki talepleri, toplumsal talepleri güvenlik güçleri eliyle bastırmayı tercih etmesiyle beraber, Türkiye bambaşka bir rotaya girdi. Tabii işin içerisinde Fethullahçılar, onların düzenlediği kumpaslar, darbe girişimleri vs. de oldu. Ama bunların hemen hemen hepsi Erdoğan’ın kendi tek adam rejimini oluşturmada birer bahane olarak da kullanıldı. Tabii ki onlarla mücadele etmek gerekiyordu, ama bunlarla mücadele adı altında hak ve özgürlükler olmadık şekillerde kısıtlandı, insanlar cezaevlerine atıldı, hâlâ cezaevinde yatan çok sayıda tırnak içinde “düşünce suçlusu” var. 

İkinci konu eşitlik. Eşitlik konusunda da Türkiye’nin çok geride olduğu muhakkak. Sınıfsal olarak tabii ki ortada çok berrak bir eşitsizlik var. Hep var zaten, kapitalist sistemde hep vardı. Giderek ara açılıyor. Yeni zenginler türedi. Devlet eliyle zenginleştirilen ya da zenginlikleri artırılanlar türedi. Bir dönem sosyal devlet alanında yardımlar, devlet ve belediyeler eliyle yardımlar aracılığıyla toplumun alt sınıflarına yönelik AKP iktidarının birtakım servis, hizmet dağıtımı vardı. Bunlarda da özellikle ekonomik krizle beraber son dönemde çok ciddi bir gerileme yaşanıyor. Ve bu anlamda sınıfsal eşitsizlik giderek daha fazla, yeniden daha fazla görünür hale geliyor. Onun ötesinde, eşitlik kavramı dendiğinde, devletin sunduğu imkânlara ulaşmak var — ki devletin sunduğu imkân derken devlet kendi kendine bu imkânlara sahip olmuyor, vatandaştan topluyor ve bir kısmını vatandaşlara hizmetler yoluyla geri veriyor. Yani devlet diye kendi sermayesini üreten, birikimli üreten bir yapı yok. Devlet sonuçta vatandaştan aldığı vergileri belli düzenlerle belli alanlara aktarıyor. Ve bu aktarmalarda son dönemde çok bâriz bir eşitsizlik olduğunu görüyoruz. Kayırmacılık, iltimas alabildiğine artmış durumda. Ve buna bağlı olarak da israf var. Bunları özellikle 31 Mart yerel seçimlerinin ardından bazı belediyelerin el değiştirmesiyle beraber çok daha bâriz bir şekilde görebildik. Bunlar sergilendi — araçlar vs.. Ya da belediyelerin yaptıkları, özellikle Güneydoğu’da kayyumların yaptıkları harcamalar israflar. Bütün bunlar bize gösterdi ki, Türkiye’de hep öteden beri var olan partizanlık, kayırmacılık son dönemde alabildiğine artmış durumda. Liyakat yerine sadakat öne çıkmış durumda. Fethullahçılıkla mücadele iddiasıyla devlete personel alımındaki mülakatlar çok daha belirleyici olmaya başladı. Ve burada da tabii ki büyük ölçüde iktidara yakın olanların kayırıldığını biliyoruz. Bu noktada Türkiye’de sayıca az olanların öteden beri maruz kaldıkları ayrımcılığın daha da arttığını, özellikle Alevilere ve Kürtlere yönelik ayrımcılığın daha da arttığını söyleyebiliriz. Tabii ki buna ek olarak kadına yönelik ayrımcılığı da bu son dönemde arttı — ki cumhuriyetin en önemli kazanımlarından birisidir kadın erkek eşitliği. Hiçbir zaman sağlanamadı, onu biliyoruz, ama böyle bir hedef vardı. Ve ciddi bir şekilde bu hedefin geri plana itildiğini, sadece sözel olarak kadının adının anıldığını, ama birçok yerde kadının devlet ya da devlete destek veren kişi ve kurumlar eliyle ikinci plana itilmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu anlamda da çok ciddi bir eşitsizlik sorununu, ya da var olan eşitsizliğin daha da derinleştiğini görüyoruz. 

Ayrımcılık dedik; dolayısıyla kardeşlik bahsine geçmek lâzım. Türkiye kutuplaşmış bir ülke ve ülkeyi yönetenler bu kutuplaşmayı seviyorlar. Çünkü artık tüm ülkeye yönelik olarak birtakım parlak perspektifler sunma imkânı çok fazla kalmadığı için, yani başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere ülkeyi yönetenlerin çok ciddi ideolojik ve politik bir kriz yaşıyor olması nedeniyle, çok ciddi bir tıkanıklık var. Ve bu tıkanıklığı aşmak için de toplumdaki değişik kırılganlıkların üzerine üzerine oynuyor ve bu anlamda da çoğunluk olanların yanında sayıca az olanları dışlamaya yönelik birtakım politikalara destek veriliyor. Bunu görüyoruz. Türkiye’de çok ciddi bir kutuplaşma var. Kutuplaşmanın değişik boyutları var. Aleviliğin hâlâ Türkiye’de –ki zamanında bir dönem açılım yapılma iddiası ile bir şeyler yapılır gibi olmuştu, çok erken vazgeçildi, bunu biliyoruz–, Kürtler aynı şekilde, açılımlar yapılmak istendi, birtakım adımlar da atıldı; ama daha sonra bunlar bir şekilde iptal edildi. Ve bunları iyice artırabiliriz. Toplumda sayıca az olan kesimler –ki demokrasinin temeli, cumhuriyetin de temeli aslında çoğunluk tarafından az olanların haklarına saygı gösterilmesidir– bu konuda çok ciddi sorunlar yaşandığını biliyoruz ve çok ciddi bir kutuplaşma yaşandığını biliyoruz. Bu son dönemde Suriye’ye yapılan harekâtta da bunu gördük. Daha önce de yaşanan birçok olayda bunu gördük. Kobani olaylarında da bunu görmüştük. Türkiye’nin bir kesiminin alkışladığı birtakım olaylara bir diğer kesim, ülkenin bir başka kesimi üzülüyorsa, bir ülkeyi ülke yapan kederde, sevinçte, kederde ya da tasada birlik konseptinden, kavramından hayli uzaklaşmış durumda olan bir ülkeyiz. Dolayısıyla şu anda, 96. yılında cumhuriyetin temel ilkelerinden uzaklaşmış bir ülkeyiz maalesef. Ama Türkiye’nin bunları aşabileceğini, aşmaktan başka çaresi olmadığını, cumhuriyet değerlerini demokrasiyle bezeyerek bütün bu sorunları bir şekilde aşacağını umuyor ve tahmin ediyorum. Bunu niye yapıyorum? Bu tamamen tabii ki Batılıların dediği gibi wishful thinking, yani iyi niyet beyanı değil. Bunun da ötesinde kendi öykülerimizde bunu görüyoruz. 

Her birimizin farklı farklı öyküleri var. Ben kendi şahsıma nereden gelip nerelere gelebildiğimi gördüm. Bunda tabii ki ailemin, çevremin, kendimin, arkadaşlarımın payları var. Ama aynı zamanda cumhuriyeti inşa eden iradenin de çok ciddi bir payı var. Bir anlamda bu ülke hangi kesimden gelirse gelsin, hangi geçmişten gelirse gelsin, hangi dinden, dinî inanıştan ya da inançsızlıktan gelirse gelsin, insanların önünü bir şekilde açan bir temele sahip. Bu bir ölçüde tıkanmak isteniyor. Değişik dönemlerde bunun, bu mobilitenin, bu hareketliliğin önü tıkanmak isteniyor ülkeyi yönetenler tarafından. Ama bunun temeli bence çok güçlü bir şekilde atılmış. Ve bu zemin her şeye rağmen, yaşadığı bütün sarsıntılara rağmen kendini toparlayacaktır ve ayakta kalmayı başaracaktır diye düşünüyorum. Şu anda Türkiye’nin en kötü dönemlerinden birisini yaşadığımız kanısındayım. Çok daha iyi olabilecekken Türkiye gereksiz bir şekilde enerjisini çok gereksiz yerlere harcadı, harcamaya devam ediyor. Çok gereksiz kutuplaşmalar yaşıyor. Çözebileceği birçok sorunu çözemediği gibi daha da büyütüyor. Ama bunlar pekâlâ çözülebilir sorunlar. Ve Türkiye bunları bir şekilde çözecektir kanısındayım. Bu anlamda baktığımız zaman, özellikle altını ısrarla bir kez daha çizeceğim — ki bazı izleyiciler yine bana kızacaklar, kızsınlar, kızsınlar diye yapıyorum: Türkiye Kürt sorununu çözmeden hiçbir şey yapamaz. Ben Kürt değilim. Ama Kürt olmadığım için Kürt sorununun çözülmesini, bir an önce çözülmesini, kalıcı bir şekilde çözülmesini arzuluyorum. Çünkü Kürt olmayan insanların da mutlu yaşayabilmesi için Kürtlerin mutlu olması gerekiyor. Evet, tekrar cumhuriyeti, Cumhuriyet Bayramı’nı kutluyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.