Kadri Gürsel, izlenen ekonomi politikaları ve iki haftadır yaşanan hayatın akışına pek uygun düşmediğini düşündüğü gelişmelerin, 2020’de Türkiye’yi bir erken seçimin beklediği yönündeki spekülasyonlara zemin oluşturduğunu söyledi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Medyascope’tan herkese merhaba. Bugün ‘’Yorum:Kadri Gürsel’de konumuz ‘’Erken seçim alâmetleri.’’ Hoş geldiniz Kadri Gürsel.
Merhaba Betül Başak.
Geçen hafta program yapamadık ve yine hararetli bir gündemimiz var. Alışık olmadığımız, beklemediğimiz bir sürü şey yaşandı; özellikle bu ‘’Veto’’ meselesi hiç beklemediğimiz bir şeydi. Geçen hafta yaşanan ‘’Saraydaki CHP’li’’ meselesi çok önemliydi. Kanal İstanbul konusunda bir şeyler oldu. NATO ile ilgili sıkıntılar söz konusu. Bugün de enflasyonlar ilgili açıklamalar var. Bütün bunları topladığımızda, bu kadar hararetli bir gündem bize ne anlatıyor?
Çok atipik bir gündem bu. Bu parçaları tek tek bir ana eksen içerisinde değerlendirdiğimiz zaman sanki bir seçim gündemiymiş gibi duruyor. Çünkü kısa vadeli ataklar ve özellikle Temmuz’dan bu yana izlene gelen politikalara da baktığımızda, gerek (Suriye’deki) harekâtın zamanlaması, izlenen ekonomi politikaları, ardından, bir hayli anormal, hayatın akışına pek uygun düşmeyen gelişmeler, 2020’de bizi bir erken seçimin beklediği yönündeki spekülasyonlara zemin oluşturabiliyor. ‘’Spekülasyon’’ sözcüğünün altını özellikle çiziyorum. Ama bugün yaşadığımız şeyler bir araya getirildiğinde, gerçekten de ‘’Erken seçim mi var?’’ diye sormamıza neden olan konular.
İktidarın şöyle bir ikilem içinde olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum: Ekonomik krize bir hal çaresi bulamamak ile iktidarda kalmak zorunluluğu şeklinde bir ikilem. İktidarda kalmak zorunluluğunu da ancak seçim yaparak yerine getirmek mümkün. Yani bir seçim yapmak zorunda. Bir taraftan, ekonomik krize bir hal çaresi bulmak zorunda ama bulamıyor. Diğer taraftan da, iktidarda kalmak zorunda. Ama bu ekonomiyle, bu gidişat, iktidarda kalmak için gideceği seçimi de kazanmasını zorlaştırıyor. Böyle bir gerilim var. Bu bir ikilem. Bu ikilemin iki ucu birbiriyle zıt noktada ilerliyor. Öyle görünüyor ki ekonomi daha da kötüye gidecek. Çünkü Türkiye ekonomisi büyümüyor. Küçülmüştü, bugün de büyümüyor. ‘’2020’den başlayarak yıllık yüzde 5 büyüme hedefliyoruz’’ deniyor ama hedef önemli değil, bu hedefe varmak için yaptıklarınız önemli. Para musluklarını açarak…
Vergiler gibi.
O da çok çelişkili. Madem o konudan girdik, Temmuz’dan beri izlene gelen şey, Merkez Bankası’nın gayet radikal, uzmanların dediği gibi, orta vadede riskleri büyütecek, kamu maliyesini zora sokacak atakları var. Politika faizini inanılmaz şekilde düşürdü. Temmuz ayında yüzde 24 olan politika faizi 10 puan indirilerek yüzde 14’e çekildi. Bu, şu demek: Merkez Bankası bankalara daha ucuza para veriyor. Özel ya da kamu bankaları kredileri ucuzlatıyor. Bu da talebe yansıyor tabii. Türkiye yine eski hikâyesine dönüyormuş gibi oluyor. Bu istikrarlı bir dönüş değil. ‘’Eski hikâye’’ dediğimiz: Borçlanarak tüketmek ve borçlanarak büyümek.
İlk baştaki dönemden bahsediyorsunuz.
Medyascope'un haftalık e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her çarşamba mail kutunuzda.
Tabii. Neticede, bir büyüme varmış gibi dursa da aslında bir büyüme efekti yaratılıyor. Bu, istenen büyüme değil. Türkiye’nin, bir iktidara seçim kazandıran büyüme oranının minimum yüzde 4, yüzde 5 olduğunu biliyoruz. 2020’de yüzde 1 büyüme, baz etkisiyle biraz daha fazla büyüme olsa bile, reel sektörün krizde olduğunu ve bunun doğrudan işsizliğe yansıdığını, her 3 gençten birinin işsiz olduğunu biliyoruz. Bu sosyal bir problem. Ve bu sosyal problemin sandıkta mutlaka bir sonucu olacaktır.
Neticede iktidar seçim yapmak zorunda, 2023’e kadar bekleyemez. 2023’e kadar bekleyecek olan bir iktidar kaybetmeyi de kabullenmiş bir iktidardır. Bu şartlarda ‘’3,5 yıl sonra seçim’’demek, seçimle gitmeyi kabullenmiş bir iktidar demektir. Ama biz bu iktidarın seçimle gitmek gibi bir seçeneği olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla kazanabileceği bir seçimi yapmak zorunda. Kazanabileceği bir seçim yapmak için de -ki bu da çok zor- tek fırsat penceresi, 2020’nin ilk yarısında oluşan koşullar. Birazdan bunlardan bahsedeceğiz.
Ekonomiden başladık, ekonomiden devam edelim. Misal, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Kasım ayından beri enteresan bir aktivizm içinde; Malatya, Adıyaman, Samsun, Ordu, Trabzon ve Rize’ye gitti. Ekonomi paketini tanıtıyor. Finansman musluklarını açarak biraz ekonomiyi rahatlatmak, acil kaynak ihtiyacı içinde olan reel sektörü kısmen bu kaynakla buluşturmak. Tabii elde kaynak olmayınca pek yapılabilecek bir şey değil bu. Olduğu kadar. Bunun için seçtiği slogan şu: ‘’Türkiye için değişim başlıyor.’’
Adeta seçim dönemiymiş gibi.
Allah Allah! AK Parti 17 yıldır iktidarda zaten. Erdoğan iktidarı 17 yıldır sürüyor. Ve şimdi, ‘’Türkiye için değişim başlıyor’’ sloganıyla adeta seçim gezileri yapan ve gittiği yerlerde reel sektör temsilcileriyle görüştüğü söylenen, temasları böyle takdim edilen bir Hazine ve Maliye Bakanı var. Bu da çok ilginç. Çünkü ‘’Türkiye için değişim başlıyor’’ derken bir imaj desteği inşa ediyor. Gerçekte, sahadaki realite çok farklı, çok daha olumsuz.
Ben spesifik 2 olay üzerinden ne yorum yapacağınızı merak ediyorum aslında. Birincisi, AK Parti tarafından geçirilen ve 15 termik santrale filtre takılmasını erteleyen yasa, bugün Cumhurbaşkanı tarafından veto edildi.
Evet. Bugün de bir açıklaması var Cumhurbaşkanının.
İkincisi de, Cumhurbaşkanı Erdoğan, NATO müttefiklerinin YPG’yi terör örgütü olarak kabul etmemeleri durumunda, Baltık Savunma Planı’na karşı çıkmaya devam edileceğini söyledi. Bu 2 konuyu nasıl değerlendirirsiniz? İktidar bunları yaparak ne elde etmeye çalışıyor olabilir?
İkinci soruyu daha geniş bir çerçevede ele almak istiyorum. Amerika ve Batı ile genel bir kriz durumu var. Bu kriz durumunun ekseninde, iktidarın, milliyetçi oyları arkasına alarak destek tazeleme ihtiyacı içinde olması veya kendini o ihtiyaç içinde göstermesi gibi bir seçenek var ortada. Böyle bir durumla karşılaşabiliriz, bu ihtimal çok güçlü. Bu konuya geleceğiz.
Termik santrallere filtre takılmasını engelleyen yasasının Erdoğan tarafından veto edilmesi enteresan.
Sanırım o yasa içinde yer alan ‘’Dijital hizmet vergisi’’ de veto edilmiş oldu.
Olabilir. Çünkü bu bir torba yasa. Ama biz öncelikle, haber olan termik santral yasasının veto edilmesini konuşalım. Neydi bu yasa? Termik santrallere baca filtresi takılması için, işletmecilere 31 Aralık 2019 yılı sonuna kadar süre tanınmıştı. Yasa, 2,5 yıl kadar, yani 2022’nin Haziran’ına kadar uzatıyordu süreyi. ‘’Gelen tepkiler üzerine veto edildi’’ deniyor. Açıkçası, ben çok büyük bir tepki olduğu kanaatinde değilim. Yani, Kaz Dağları’nda altın madenlerine karşı yapılan direnişte olduğu gibi bir tepki oluştuğu, bir mobilizasyon ortaya çıktığı kanaatinde değilim. Burada şöyle ilginç bir şey var: 2014’ten bu yana, Erdoğan, Cumhurbaşkanı olmasından bu yana ilk defa bir yasayı veto ediyor. Yasayı veto eden kişi aynı zamanda iktidar partisinin genel başkanı. Bir eliyle bir yasa tasarısını parlamentoya sunuyor, diğer eliyle de o yasa tasarısını alıp onaylıyor. Sistem böyle işliyor. Her şeye hâkim. Ve herkes kendisine hesap verdiği için bu iş böyle yürüyor. Şimdi, bir eliyle sunduğu yasayı, öteki eliyle veto etti. Partilileri de, veto ettiği için teşekkür ediyorlar. Peki, bu teşekkür eden partililer, bu sürenin 2,5 yıl daha uzatılmasına ‘’Evet’’ dememişler miydi? ‘’Evet’’ demişlerdi. E şimdi niye teşekkür ediyorsunuz?
Bu, fevkalade enteresan bir durum. Aslında burada, -tabiri caizse- içerilmiş bir mesaj da var: ‘’Erdoğan iyi, çevresi kötü’’ mesajı. ‘’Erdoğan’ın parti grubu böyle bir yasayı Meclis’ten geçirdi. Ama Erdoğan ‘’iyi’’ olduğu için bu yasayı veto etti.’’ ‘’Bir de, AK Parti başka, Erdoğan başka.’’ Çünkü bir ikilem kondu ortaya; ‘’Sermayenin çıkarları- halkın çıkarları.’’ O zaman bu yasa sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir yasaydı ki öyle. Şimdi halkın çıkarları mı hâkim oldu? Hayır. Şimdi (gördüğümüz) iktidarın çıkarları için oynanan muvazaalı yani danışıklılık içeren bir oyun, siyasal jargondaki ifadesiyle muvazaalı bir hamledir.
Danışıklı dövüş yani.
Senaryo ya da danışıklı dövüştür. Başka da bir şey olmasının imkânı yoktur. Burada bir açık var. Muhafazakâr ve milliyetçi seçmenin gözünde de Erdoğan ve partisi giderek ayrışıyor. Erdoğan, bu ayrışma üzerinde kendisine olumlu bir puan toplamak için siyasi bir tasarım yapmış. Bu tür tasarımlar son günlerde çok sıklaştı. Neredeyse her hafta bir tasarımla karşılaşıyoruz. Bence bu tasarımlar böyle devam edecek. Ortada açıklanmayan bir siyasi takvim var. Eldeki bulgular, gözlemlediğimiz bulgular, bunların hiçbirinin rastlantı olmadığını gösteriyor. Eğer bunlar rastlantıysa, gerçekten ortada birbirinden fantastik olaylar üreten bir siyasi yapı var. Bu fantastik olaylar kendiliğinden ürüyorsa, Allah sonumuzu hayır eylesin. Ama öyle değil. Erdoğan’a duyulan sempatiyi artıracak bir arayış var çünkü bu azalıyor. Azaldığı da, yapılan kamuoyu araştırmalarında görülüyor. O halde Erdoğan nereden ayrışacak? Erdoğan zaten kendisini siyaseten çok geniş kesimlerden ayrıştırmış durumda. Erdoğan’ın ayrışabileceği sadece partisi kaldı. Çok açık, kendisini partisinden ayrıştırıyor. Termik santral yasasının veto hikâyesinin başka türlü okunması mümkün değil. Bunu öngörememiş olmak, ‘’Tepkiyi öngöremedik’’ demek… E zaten çok büyük bir tepki olmadı. O santrallerin olduğu bölgeler zaten bu zehirli havayı soluyor. Bence bu bir şikeli hamle diyelim. ‘’Muvazaa’’ dedik, ‘’Danışıklı’’ dedik. Bu siyaseten bir şike. Ben başka türlü olmasını mümkün görmüyorum.
Az önce sözü açılmışken, Saraya çıkan CHP’li’den de bahsedelim. E noldu peki? Bu sabun köpüğü gibi bir şey. Şimdi bahsetsek mi bahsetmesek mi diye soruyorum kendime. Bu, geçen haftanın konusuydu, bu hafta birdenbire unutuldu gitti.
Hiçbir şey de olmadı.
Olmadı. Çünkü bu bir sabun köpüğü gibi bir operasyondu ve bence isteneni vermedi. Evet, bu bir operasyondu. Kumpas sınıfına giriyordu. Bu Saraya çıkan CHP’li konusunda şunu merak ediyorum: Ortaya çıkan ve rol alan aktörler içinde -herkes onları biliyor ve tanıyor, çok konuşuldu- Sözcü gazetesi başyazarı Rahmi Turan, gazeteci olduğu söylenen Talat Atilla diye biri var. Pasif rolde Uğur Dündar var.
‘’Bu haber bana da geldi, ben yapmadım’’ dedi.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun televizyonda açıklamaları var. İktidar medyası ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları ile AKP tarafı var. Bu konuda üzerinde durmak çok lüzumsuz belki ama esas şuna bakmak gerektiğini düşünüyorum: Bu, CHP içinden mi kaynaklanıyordu bunu merak ediyorum. Çünkü ‘’Böyle bir ‘haber’ var’’ diyerek Uğur Dündar’a gitmişler, o yapmamış. Ama daha sonra CNN Türk’e konuşurken, ‘’Bu kumpas CHP Genel Merkezi kaynaklıdır ’’ diyor. Nereden biliyorsun? Biliyorsan açıkla. Ve ‘’Katiyen Cumhurbaşkanlığı makamıyla alakalı değildir’’ dedi. O zaman Uğur Dündar bildiklerini açıklamak zorunda. Açıklasın. Türkiye’nin en güvenilir kişisi olarak uzun zamandır anketlerde birinci sırada çıkardı. Belki de bu yüzden kendisine gidildi.
Eğer gerçekten CHP Genel Merkezi kaynaklı ise bu olay, niye olduğunu anlamaya çalışıyorum. Zamanlamaya dikkat etmek gerekir. Geçen hafta bu hadise patlak verdiğinde mahalle delegeleri seçilmişti CHP’de. Sanıyorum bu haftadan itibaren mahalle delegeleri de ilçe başkanlarını ve ilçe delegelerini seçiyor olmalılar. Çünkü parti kurultaya gidiyor. Düşünün, CHP Kurultaya giderken, Genel Merkez, kendi partisini karıştıracak. Partisinin içine bir saatli bomba ya da kimyasal bir ajan atacak ve ortalık birden karışacak. Aslında bu kurultay takvimi düzgün işliyordu. Kurultay için delege seçim sürerken –ki daha sonra ilçe delegeleri seçilecek, il başkanı seçilecek, kurultay delegeleri seçilecek- CHP Genel Merkezi niye böyle bir kumpasa tenezzül etsin? Gerçi o zaman Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, İsmail Küçükkaya’nın programında ‘’Şaşırmadım, doğrudur’’ dedi. Ben bunu da insiyaki biçimde ifade edilmiş sözler olarak düşünüyorum. CHP Genel Başkanı’nın, kendi partisini karıştırmak maksadıyla hareket edebileceğini zannetmiyorum. Bu olay ortaya çıktığında, Muharrem İnce ortaya çıkıp, kendisinin kastedildiği varsayımıyla ‘’Açıklayın’’ dedi. Ama CHP Genel merkezi, aday olsa da, geçmişte elde ettiği delege desteğine sahip olma şansı artık bulunmayan Muharrem İnce’den neden korksun? Neden, Uğur Dündar’ın iddia ettiği gibi, Muharrem İnce’yi -aday olarak çıkacaksa- Saraydan icazet almış biri gibi göstermeye yeltensin? 24 Haziran akşamı ne yaptığını açıklayamayan bir Muharrem İnce var karşımızda. Hâlâ da açıklayabilmiş değil. Sadece, alkol aldığı yönündeki iddiaların iftira olduğunu söylüyor. Ya da kaçırıldığı yönünde saçma sapan şeyler de söyleniyor. Ama ne olduğunu söylemiyor Burada ne olduğunu anlatmayan çok sayıda insan var. Ben, CHP Genel Merkezi’nin içinden bir kumpasın olabileceğine pek ihtimal vermiyorum. Talat Atilla ‘’Kaynağım CHP’li diyor ama açıklamıyor. Açıklamak zorunda. Buyursun, açıklasın.
Süremiz azalıyor.
Evet 7-8 dakikamız kaldı. Şu konuyu toparlayayım, daha sonra Batı ile kriz konusuna geleceğiz. Ben bu hadisenin amacının şu olduğunu düşünüyorum. Aralık ayında kurulacak olan Babacan ve Davutoğlu’nun partileri AK Parti’yi karıştıracak iken, amaç CHP’yi de karıştırmak. Her yerin karışık olduğu bir ortamda AK Parti’nin karışıklığı fazla göze batmaz. Zaten CHP de karışık.
Bu da mı erken seçim alâmetlerinden?
Tabii, bu da öyle. Yani, ‘’Bakın şunların haline. Türkiye’yi bu CHP mi yönetecek?’’ dedirtmek. Seçmene güvensizlik telkin etmek. Bir de, delege seçimlerinin yapılmakta olduğu anda CHP’nin içini karıştırmak gibi bir amaç var. Çünkü CHP liderliği, geçen seçimde, Millet İttifakı ve aday tercihleriyle çok önemli bir oyun kurucu rol üstlendi. Bence işin içinde bu da var. Bu zamanlama önemli çünkü. Fakat sabun köpüğü gibi, başarısız bir operasyon oldu bence. (CHP) Daha dikkatli olsaydı, bunların da hiçbiri olmayacaktı.
Gelelim Türkiye’nin ABD ve Batı ile olan ilişkilerine. Türkiye maalesef fırtınalı bir döneme doğru gidiyor. Önümüzdeki hafta Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’ne, Türkiye’ye karşı yeni yaptırımlar içeren bir yasa tasarısının geleceği konuşuluyor. CAATSA yani Rusya’dan hatırı sayılır miktarda silah alan ülkelerin yaptırımla cezalandırılmasını öngören yasa uyarınca bir yaptırım var. Bir de Halkbank yaptırımının gelebileceği söyleniyor. Yaptırımların da hızla, üçte iki çoğunlukla geçip, Başkan’ın da elini konunu bağlayarak, bir ihtimalle Noel’den önce yasalaşması söz konusu. Böyle bir şey olursa, Amerika ile kriz sathında, Türkiye’yi bir erken seçime götürmek için, iktidarın, arkasındaki halk desteğini güçlendirmek için…
ABD karşıtı politikalar izleyen milliyetçileri toplamak için.
Evet, milliyetçi bir seferberlik haliyle ki bu da desteği artıracaktır. İktidarın buna tepkisinin nasıl olacağını da gözlemlemek gerekiyor. Bu S-400 radarlarının test edilmesinin zamanlaması da ilginçti açıkçası. Bence Erdoğan ve ekibi, ABD’deki zirveden ve daha sonrasındaki açıklamalardan, Türkiye’ye karşı yaptırımların gelmekte olduğu izlenimiyle döndüler. Bu bir rekreasyon zirvesiydi ama Trump tarafından nasıl çağrıldığını biliyoruz; ateşkesi kabul etmesinin bir hediyesi olarak çağrıldı ve hiçbir mesele halledilmedi. Ama bunun (yaptırımların) gelmekte olduğu anlaşıldı. Buna karşı da, bundan nasıl bir siyasi enerji üretilebileceği üzerinde bazı hesaplar yapılıyor olabilir. Böyle bir kriz ortamında dikkatleri dışa yöneltmek, Türkiye’de milliyetçi, sağ muhafazakâr seçmeni Erdoğan’ın etrafına kenetlemek ve ekonomiden kaynaklanan sorunları, dışarıdan gelen tehdit baskısı altında, daha az algılanır hale getirip Türkiye’yi bir seçime götürmek de bir taktik olarak, önümüzdeki günler, haftalar ve aylarda gündeme gelebilir.
O zaman, erken seçim için şu an doğru bir zamanlama diyebilir miyiz?
İktidar açısından erken seçim için en doğru zamanlama, 2020’nin ilk yarısıdır. Ondan sonraki tarihlerdeki erken seçimler, geçen zamana orantılı olarak, iktidarın aleyhinde sonuç verecektir. Bu seçimler 2023’e kalırsa, iktidar seçimi kaybedecektir. Babacan ve Davutoğlu partilerinin de hazırlıksız yakalanması gibi bir telaşın, bir gayenin mevcudiyetini unutmayalım.
Çok teşekkürler Kadri Gürsel. Bugünkü ‘’Yorum:Kadri Gürsel’’ programımızın sonuna geldik. Haftaya görüşmek üzere.