Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (3): Seçmenin ve muhalefetin hesap sorma, iktidarın hesap verme sorumluluğu

Medyascope’un aylık programı Siyasetname’nin üçüncü yayınında, programın sürekli konuğu, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, demokrasilerde seçmenin ve muhalefetin hesap sorma, iktidarın hesap verme sorumluluklarını değerlendirdi. Kalaycıoğlu, eğer hesap sorulamıyor ve hesap verilmiyorsa orada demokrasiden söz edilemeyeceğini söyledi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi günler. Aylık siyaset bilimi programımız Siyasetname’nin üçüncü bölümüyle karşınızdayız. Programın daimi konuğu Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu da bizimle beraber. Hocam hoş geldiniz.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk. 

Pişirici: Siyasetname’nin kasım ayındaki ilk programında ‘’Siyaset ne demek? Nasıl yapılır? Türkiye’de siyasete ilgi ne düzeyde?’’ sorularına cevap aramıştık. Aralık ayındaki ikinci programda, siyasette otoritenin nasıl oluştuğunu ve işlediğini anlatmıştınız bize. Bugün, siyasal rejimleri, monarşiyi, cumhuriyeti, aradaki farkları, demokratik ve otoriter, totaliter türlerini konuşacağız. Geçen ay da gündemden bir konu alıp konuşmuştuk. Bu ayki programda yine gündemdeki bir konuyla başlayalım. Elazığ depremi nedeniyle, iktidarın hesap vermesi, vermemesi tartışması yaşanıyor. Deprem nedeniyle, gerek vatandaşlar, gerek muhalefet partileri ‘’Deprem vergileri ne oldu’’ diye sordular. Siyasi iktidar, en tepesinden en aşağısına kadar bu hesap soranlara tepki verdi. Sosyal medyada hesap soranlar hakkında soruşturma açıldı. Bu iş vatan hainliğine kadar vardırıldı. En son, Cumhurbaşkanı ve Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Senegal gezisi dönüşünde, uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlarken, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun partisinin grup toplantısında, toplanan deprem vergilerin nereye gittiğini sorması üzerine, ‘’Harcanması gereken yere harcadık. Bundan sonra da bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok’’ diye tepki göstermişti. Bugün de bir tepki vermiş, ‘’Millet acı içindeyken böyle şey mi sorulur’’ demiş. Siyasi iktidar, bu hesap sorma meselesinde hükümet ve devlet kavramlarını flulaştıran bir şekilde, hem hükümet hem devletmiş gibi durdu, bir tür ‘’Devlete hesap sorulamaz” meselesine getirdi işi. Birinci sorum şu: Hükümet ve devlet aynı şey midir? İkinci sorum da muhalefet ya da biz seçmen vatandaşlar, hükümete de devlete de hesap sorabilir miyiz ya da soramaz mıyız? Neden?

Kalaycıoğlu: Demokrasiyseniz sorarsınız. İyi yönetişim esasına göre, yönetilmeyi veya yönetmeyi kabul etmişseniz, hesap verilir ve hesap sorulur. 2012 Yılında Birleşmiş Milletler (BM), “21. Yüzyılda Hükümet Etmeye Dair Esaslar” üzerine bir genel toplantı yaptı. Hem BM Genel Sekreteri bu toplantı sonucunda bir deklarasyonda bulundu. Hem de o toplantıya katılan devletler bunun esasları üzerinde hemfikir olduklarını beyan ettiler. Bunun ‘’iyi yönetişim’’ esasları, (İngilizce’de ‘’good governance’’) olduğunu kabul ettiler. İyi yönetişimin çeşitli göstergeleri var. Bunlardan bir tanesi ‘’hesap verebilirlik.’’ Hesap verebilirlik söz konusu değilse iyi yönetişim olabilme şansı yok. Dolayısıyla, 21. yüzyılda, bir devlet olma özelliğini taşıyorsanız ve BM’in bu konuda kabul ettiği standartlara uygun davranmak durumundaysanız, hesap verme durumunuz söz konusudur. Ama tabii burada hesabı kim, nasıl, neye göre soracaktır, bunlar ayrıca tartışma konusu. Bu şekilde ifade edilmesine rağmen burada temel tartışma, bir taraftan, iktisat veya maliye meselelerine dayanıyor. Çağdaş maliye uygulamasında, (İngilizce’de “earmarking” denilen) “belli bir kaynağın belli bir amaca tahsisi” diye bir uygulama yok. Parayı topluyorsunuz ve orada hükümet politikasının gerektiği şekliyle harcıyorsunuz. Eğer demokrasiyseniz, nereye harcayacağınız konusunda seçmenden onay alıyorsunuz ve onun hesabını tekrar seçmene veriyorsunuz. Dolayısıyla,(eski Maliye Bakanı) Mehmet Şimşek’in daha önce söylediği bir uygulama içinde değiliz; ‘’Maliye uygulamalarında bu tür uygulamalar yapılmıyor. Dolayısıyla fonlamak için gerekli yardım toplanmış ve belli bir şekilde harcanmış bulunuyor. Mutlaka o kaynağa harcanmış olması da gerekmiyor’’ dedi. Bu çok yanlış değil. Ama bu amaçla bir fonda topladıysanız, deprem olur olmaz depreme tahsis etmeye hazırlıklı olduğunuz izleniminin olması gerekiyor. Bunun kaynağı o gün toplanan para mıdır, o kaynak nasıl değerlendirilmiştir, ne yapılmıştır meselesi değil. Siz daha önce bu desteği almışsınız. Dolayısıyla deprem olur olmaz yeni destek arayışı içerisine öncelikle girme durumunuz olmayacaktır diye varsayılıyor. Bu, özellikle Kızılay tarafından yapıldığı için tepki çekti. Yani ‘’Bizden istendi, biz bunu verdik, daha sonra bu paralar başka amaçlara tahsis edildi’’. ‘’O amaçlar, deprem için gerekli olan amaçlar derecesinde yüce mi, erdemli mi’’ tartışmaları ister istemez gündeme geldi tabii, “Bu tür amaçlar için harcanması söz konusu mu, değil mi” diye tartışıldı. Bugünkü süreç içerisinde bunları gayet doğal olarak kabul etmemiz gerekiyor. 

Ama aynı zamanda, seçmenin anlaması gereken bir husus -“earmarking’’ yani belli bir amaca tahsis edilmiş fon anlamında- fon toplayıp bir kenara koyma ve dokunmama diye bir uygulama yok. Ama topladığınız fonları kamu politikalarının gerektirdiği şekilde ve sadece o amaçla, herhangi bir şekilde israf etmeden yahut yolsuzluğa kaynak oluşturmadan kullanmanız söz konusu. Onun hesabının sorulması ve seçmen tarafından sorulması, hem iyi yönetişim gereği -21. yüzyıl hükümet etme tarzı açısından- hem de aynı zamanda ‘’Demokrasiyiz biz’’ diyorsanız, demokrasinin en önemli kıstaslarından bir tanesi.  Eğer hesap verme söz konusu değilse, o zaman demokrasi değilsiniz. ‘’Ben demokrasi değilim’’ demek de ‘’Hesap vermem’’ demek de aynı şeydir. 

Hesap verme işin bir kısmı. Bir de hesabı sorma kısmı var. Hesabı soracak olan seçmendir. Eğer seçmen bu konulara duyarlılık göstermiyorsa, özellikle AK Parti’ye oy vermekte olan seçmen buna duyarlılık göstermiyorsa hesap sorulmaz. O zaman, buradaki fonların doğru yere kullanılıp kullanılmadığı, hakça kullanılıp kullanılmadığı, erdemli hedeflere tahsis edilip edilmediği, kamu politikaları için istenen desteğin karşılığı olarak harcanıp harcanmadığını bilemezsiniz. Seçmen buna aldırmıyorsa o zaman demokrasi olarak çalışma şansınız yok. Daha doğrusu temsili demokrasi olarak çalışma şansınız yok. Hatta demokrasi öncesi herhangi bir temsili hükümet olarak çalışma esasınız yok, tesis edilmemiş demektir. Çünkü yine anımsatacağım, 18. yüzyılda İngiliz Kralı’na karşı ayaklanmış olan Amerika’daki sömürge halkı, temsili hükümet talep etmiştir. ‘’Temsile dayanmayan vergilendirme zulümdür’’ demiştir. Dolayısıyla eğer vergi veriyorsanız, belirli temsilciler aracılığıyla bu verginin nereye harcandığını denetlemek ve onlardan hesap sormak, temsili hükümetin başladığı noktadır. Bu bugünün standardı değildir, 18. yüzyıl standardıdır. 18. yüzyıldan beri biz bu standardı temsili hükümetin ve tabii temsili demokratik hükümetin bir unsuru olarak kabul ediyoruz ve ona göre değerlendiriyoruz.

Hesap sormayan seçmen meselesine gelirsek. Demokrasi, seçmenin hiçbir şey yapmadığı bir rejim değildir. Hesap sormak durumundadır. Hesap sormak demek, ayaklanmak, bağırmak, çağırmak, kavga çıkarmak anlamını taşımıyor. Dilekçe verebilirsiniz, elektronik mesaj yazabilirsiniz, sosyal medya mesajı yazabilirsiniz, üyesi olduğunuz siyasal partinin kapısını çalıp ‘’Bu konuda ne yapılmıştır?’’ diye sorabilirsiniz. Özellikle AK Partililer’in kendileri. ‘’Ne oldu bizim paralar? Nasıl harcandı? Niye şu anda yeterince fon kalmadı da Kızılay birdenbire fon arayışı içine girdi?’’ diye sorabilirsiniz. Dolayısıyla Kızılay’ın iktisadi faaliyetleri gündeme geliyor.  Bu da hesap sorma sürecinde gayet doğal bir unsurdur. 

Bu aradaki bağlantıyı sağlayacak olan, yani hükümetin kamu maliyesini de uygulamasıyla, seçmenin bunun hesabını sorması arasındaki bağlaç, medya-basın tarafından sağlanıyor. Medya-basın bunu ortaya koyabildiği ölçüde sizin, benim seçmen olarak bundan haberimiz var. Yoksa bunu bilemezsiniz. Bu ise çeşitli kaynaklara göre yapılan tahsislerdir ve onların takibini medya yapacaktır. Burada yapacakları temel girişim, muhabirler aracılığıyla bilgi alarak, bilgi sorarak, Sayıştay raporu, denetim raporları gibi yayınlanan raporları gündeme getirmek suretiyle, teftiş süreçleri varsa ve bunları izliyorlarsa, medyanın-basının bunu ön plana getirmesi ve duyurması sürecinde, seçmenin bilgilenmesi söz konusudur. Ondan sonra da -Osmanlı’dan kalan ünlü deyimle “barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar”- özgür fikir tartışması, özellikle mali konularda bilgi sahibi olan, maliye eğitimi almış olan, iktisatçı olan yahut çeşitli mali süreçler içerisinde bulunan muhasebeciler vs. bunların bu hesaplamaları yorumlamasının nasıl olduğunu görebileceğiniz özgür tartışma alanları bulabilmek suretiyle burada seçmenin bilgilendirilmesi ve seçmenin buna onay vermesi yahut onayını geri çekmesi söz konusudur.  Tabii o da seçim sırasında gündeme gelecektir.

‘’Bağlantıyı kurmak basının da görevidir’’ dediniz. Cumhurbaşkanının uçağındaki gazeteci cumhurbaşkanına şu soruyu soruyor: ‘’Ülkemizde yaşanan son yıllardaki depremlerden sonra iki tavır ortaya çıkıyor, devletin tavrı, muhalefetin tavrı.’’ Dikkatinizi çekerim, devletin tavrı, muhalefetin tavrı. ‘’Devletin tavrı son 17 yılda birçok depremde milletle dayanışma içinde.’’ “Devletin tavrı” diye yine altını çiziyor. Son 17 yılda iktidarda olan AK Parti. ‘’Muhalefet ise deprem üzerinden siyaset yapıyor. Millet İttifakı’nın bileşenleri de medyasıyla, STK’larıyla başka bir algı oluşturuyor. Son olarak Kemal Kılıçdaroğlu ‘Deprem vergileri nereye harcandı’ dedi. Bu tavrı sormak isterim. İkinci olarak, devletin 1999 öncesi tavrıyla, bugünkü tavrını değerlendirebilir misiniz?’’ Bunu şu bağlamda bunu okudum, ‘’Hükümet ile devlet aynı şey midir” diye sordum ya, bunu anlatın. Oradan da siyasal rejimlere geçmek için iyi bir zemin oluşacak.

Muhalefet devletin parçasıdır. Yani devletin dışında muhalefet diye bir şey olmaz. İktidar da devletin parçasıdır. Dolayısıyla iktidar-muhalefet diye sormuş olsaydı, doğru bir soru sormuş olurdu. Burada bir kavram karmaşası var. Veya soran kişinin bu konularda fazla bir mürekkep yalamışlığı olmaması, dolayısıyla kavramları karıştırması söz konusu. Devletin karşısında muhalefet diye bir şey yoktur. 

Devletin tanımı, farklı felsefi akımlara, düşünce sistemlerine ve bakış açılarına göre farklılık içerir. Siyaset bilimi ve sosyolojik yaklaşım, devleti organik bir bütün olarak tanımlar. Dolayısıyla devleti beli bir toprak parçası üzerinde egemenliği kullanan halk ve onun bu egemenliğini kullanmasını sağlayan aygıttan -ki o aygıt hükümettir- oluşan bir bütün olarak görür. Dolayısıyla, hükümet devletin bir unsurudur, muhalefet de devletin bir unsurudur. Demokrasilerde muhalefet, ileride hükümetin yerine geçecek olan bir siyasi kuvveti tanımlar. Dolayısıyla muhalefetle iktidar, bir paranın iki yanı gibi veya bir yüzeyin iki yanı gibidir. Bunların birbirinden ayrılması, sadece birinin, bir dönem kamu politikalarını yürütmekte onay almış olması, meşru bir pozisyonda bulunması, öbürünün de bu pozisyonu eleştirerek kendisinin önereceği kamu politikalarının esas itibarıyla diğerlerinden farklı olması erdemi üzerine oturmuştur. Demokrasilerde muhalefet ayrıştırıcı unsurdur. Yani demokrasiyi demokrasi yapan muhalefetin mevcudiyetidir. Çünkü demokrasiden uzaklaştıkça muhalefetin alanı daralır, etkinliği azalır ve sonunda muhalefet kalmaz. Demokrasinin hiç olmadığı yerde muhalefet yoktur. Dolayısıyla muhalefet daha çok demokratik rejim niteliği taşır. Buradaki söylem bu açıdan talihsiz bir söylem, böyle bir şey söz konusu değil.  Olabilmesi de mümkün değil. Bu bir tanımdır. 

Başka tanımları da var tabii. Aynı literatürün bir başka açıdan, o çerçevenin bir unsuru olarak Max Weber’in tanımında devlet, “sadece bir meşru şiddet kullanma tekeli elinde bulunduran aygıt” olarak devleti tanımlanıyor. Dikkatinizi çekerim, ‘’şiddet kullanma tekeli’’ değil, meşru. Buradaki vurgu ‘’meşru” kelimesinedir. Meşru olma özelliğini yitirdiği andan itibaren, herhangi bir şiddet kullanma aracı haline dönüşür. O da erdemli bir şey değildir. Dolayısıyla ciddi ölçüde, hükümete karşı direniş doğurur. O yolun gittiği yer çatışmadır. Hatta silahlı çatışmadır. Dolayısıyla, meşru şiddet tekeli, bir tek devletin elinde bulunan bir aygıt niteliği arz eder. O daha çok, hükümet ağırlıklı ve meşruiyet ağırlıklı ve şiddeti kullanma potansiyeli açısından yapılan bir tanımdır. 

Ama öbür uçta Marxçı yaklaşım, devleti yine bir aygıt olarak tanımlar. O da, gücü elinde bulunduran sınıfın elindeki aygıt olarak sınıfsal bir temelde tanımlar. Dolayısıyla onun haklarını savunan, onun hukukunu egemen kılan ve yine hükümet etme tarafı ağır basan bir tanım. 

Ama baştaki organik tanıma dönecek olursanız, toprak parçası, üzerinde yaşayan, vatandaşlık bağıyla devlete bağlı olan halk, bunların hepsi devletin unsurudur.  Dolayısıyla siz ve ben aynı zamanda devletiz. Aynı zamanda o halkın birer unsuru olarak devletin bir unsuruyuz. Devletin, en azından bir egemenlik unsuru var, onun hükümran olduğu bölge, bir toprak parçası ve orada yönetim hakkı var. Dolayısıyla onun üzerinde egemenliği var. Onun üzerinde yaşayan insanlar üzerinde egemenliği var ve bu, onlar aracılığıyla kullanılacak bir egemenlik. Bunun nasıl kullanılacağını ise uygulanan rejim türü belirliyor. Aynı zamanda bir üçüncü unsur, yani devletin dört unsuru olarak “toprak, halk, hükümet, egemenlik”, bu dördü birleştiği zaman, o tanıma göre devleti tanımlamış oluyorsunuz. Hepsi bu tanımda içkindir, içerilmektedir veya eski tabiriyle mündemiçtir. Dolayısıyla bir tanesini yok varsayamazsınız.

Devlet tanımlarından biri ‘’Meşru şiddet tekeline sahip olan aygıttır’’ diyoruz. Oradaki meşruluk nereden kaynaklanıyor, nasıl elde ediliyor?

Geçen programa geri dönecek olursak, meşruiyetin tanımı ya gelenekten çıkıyor; yani ilk başlarda insan toplulukları henüz çok küçükken ki paleantologlara göre, insanlık çok uzun süre bir büyük aile büyüklüğünde topluluklar halinde ve birbirlerinden uzak bölgelerde pek de iletişim içinde olmadan yaşamış gibi gözüküyorlar. Mesela buradaki bir tanıma göre, ortalama 29 kişiden filan bahsediyoruz. 1,4 milyara yakın nüfusuyla bugünkü Çin’i düşünecek olursanız veya ona yakın 1,3 milyarlık Hindistan veya 350 milyonluk Amerika Birleşik Devletleri, aynı şey değilmiş gibi gözüküyor. Ama orada da bir yöneten-yönetilen ilişkisi, bir liderlik olgusu var. ‘’Bu nasıl temin ediliyor’’ diye baktıklarında, görebildikleri hiçbir fiziksel şiddet uygulama yeteneği bunu tanımlamıyor. Çünkü bir kişi, diğer 28’e pazu gücüyle veya fiziksel kuvvetle, sadece kaba kuvvetle egemen olamaz. Öbürleri toplanırlar, bir şekilde onu elimine ederler. Dolayısıyla buradaki güç, başka bir kökenden geliyor. Örneğin, açık mavi gözlü bir adam size lanet ediyor. İki gün sonra düşüp bacağınızı kırıyorsunuz ve o günkü dünyada, bacağınız kırıldığı vakit yaşama tutunma imkânınız kalmıyor, ölüyorsunuz. Mesela çok sonraları Ramses’i buldular; 18 yaşında, bacağındaki kemik kırılmış, tedavi edememişler, bacaktaki kemik kırılmasından dolayı ölmüş. Bugün için hemen hemen rastlanmayan bir olay. Bunun ne kadar vahim olabileceğini gören insanlar, bunun, birtakım göze gözükmeyen, fiziksel olmayan, metafizik, fizik ötesi güçleri olduğunu, birtakım fizik kuralları ötesinde mevcut olan bir kaynaktan güç alarak fiziksel dünyayı yeniden düzenleyebilecek potansiyele, yeteneğe sahip olduğunu varsaymaya başlamışlar. O zaman itaat etmeye başlamışlar. Bu aynı zamanda, zaman itibarıyla ilahi bir kökene ve ilk din benzeri düşüncelere, ideolojilere vücut vermiştir. Zaman itibarıyla, din adamları yönetimin bir unsuru olarak bu tür güçlere sahip olan, onları yorumlayabilen ve kullanabilen, kaynağı elinde bulunduran zümre olarak iktidarın bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla bu köken ilâhi bir köken. Bu, zamanla kralların ilâhi bir kökenden beslenen meşruiyet hakkı olduğunu, -İngilizcede “divine right of kings” deniyor buna- ve o yüzden meşru olarak yönetme hakkına sahip olduğunu, ‘’Onun yönetmesi hakçadır, doğrudur, doğaldır, adildir, yerindedir’’ diye genel olarak algılanmasına neden olmuştur. Bu, zaman itibarıyla yerleştiğinde, insanlar bir müddet sonra bunun kökeninin nereden geldiğini artık unutmuş ama bu alışkanlık veya yerleşik bir gelenek haline gelmiştir. 

Biliyorsunuz, Osmanlı’da bu kavramın karşılığı, örfi yönetimdir, örfe dair yönetim. Halil İnalcık, Osmanlı hakkında yazmış olduğu kitaplarda bunu çok iyi vurgulamıştır. Bunu, bizim geçmişimizi daha fazla merak edenler oraya bakabilirler veya töre esasına dayanmıştır. Töre veya örfi kanunlar aynı kökenden gelmektedir. Geleneklere göre, kimsenin ne zaman ilk defa neden üretildiğini hatırlamadığı bir geçmişten beri, belli uygulamaların yapılmasının yerinde, hakça, adil, doğal olarak algılandığı bir ortamda, geleneksel meşruiyet oluşmuştur. 

Bunun yanı sıra, zaman zaman, bazılarının, başka insanların sahip olmadığı düşünülen, olağandışı veya olağanüstü yeteneklere sahip olduğunu ve onların yönetmesinin yerinde, hakça, doğal, adil olduğunu düşünen topluluklar ortaya çıkmıştır. Weber bunun için “karizmatik otorite” diye bir ifade kullanmıştır. Temel itibarıyla karizmatik otorite, kişisel bir otoritedir. Bu otorite, o kişiye bağlı bir otoritedir. ‘’O kişinin böyle yetkileri, güçleri veya birtakım potansiyelleri olmayabilir ama inanılması yeterlidir’’ diyor Weber. ‘Bu kişi, peygamber de olabilir, haydut da olabilir ama insanlar onun olağanüstü yetkileri olduğuna inanıyorlarsa, itaat ederler’’ diyor. Meşruiyet, en düşük maliyetle, en etkili şekilde itaat sorununu çözen bir unsurdur.  O tanımdaki meşruiyet, temel itibarıyla şunu vurguluyor: ‘’Siz alınmış olan bir kararın, yerinde, hakça, adil olduğunu düşünürseniz, o kararı sanki kendiniz almışçasına içselleştirirsiniz’’ diyor. Yani ortada bir lider olmasaydı, siz bu kararı kendiniz almak durumunda olsaydınız, siz de aynı kararı alırdınız. Meşru olarak algılanabilmesi için, bunun bu kadar doğal gelmesi lazım. 

Zamanla dördüncü bir kaynak ortaya çıkıyor, o da halkların kendi kendilerini yönetmesi. Yani halk egemenliği veya ulusal egemenlik ilkesinin kabul edilmesinden itibaren, oluşturulan çeşitli yasal uygulamalar ve onların usa vurularak, yani akli olarak yorumlanması sonucunda yapılan kamu politikaları ve onların uygulamaları. Weber, bunun oluşturduğu temele de ‘’yasal ussal otorite’’ adını veriyor. ‘’Oradaki meşruiyet, yerindelik, adalet, alınmış olan kararların hukuka, yasalara uygun olması ve o yasaların, ussal olarak veya akli olarak yorumlanmasına dayanması nedeniyle meşrudur’’ diyor. Bu özelliklere sahip değilse, tartışılır, itaati zorlaştırır, insanlar uyum göstermez ve o zaman yönetim fevkalade zorlaşır. Dolayısıyla yönetimin etkili olabilmesi için, en düşük maliyetle, en etkili çalışabilmesi için meşru olması gerekiyor.

Meşru şiddet tekeline sahip olan devlet aygıtı, bu şiddeti, güvenlik gücü eliyle kullanıyor.

Hükümet ve hükümet ajanları eliyle kullanıyor diyelim.

Askerle, polisle, şimdi bekçiyle. Bekçilere yetki veren yasa teklifi de geçti, yasa da çıktı.

Ama unutmayın, onun arkasında bakan var, bakanlıklar var, müsteşar var. Eskiden müsteşarlar vardı bizde. Şu anda kaldırıldı ama böyle bir teşkilat var.

Şunu anlamaya çalışıyorum: Haberlerde görüyoruz, devletin şiddet tekelini kullanan bu en alt birimler, zaman zaman, çokça HDP’li, kısmen CHP’li milletvekillerinin karşısına çıkıp “Ben devletim, seni buraya sokmam” diyor. Güvenlik gücü, milletin vekiline “Ben devletim, seni sokmam” diyor. O zaman benim kafam karışıyor. Devlet kim? Hükümet kim? Millet kim? Vekil ne? Ben kimim?

Devlet, egemenliği kullanan nihai aygıt. Egemenlik dediğiniz şey, herhangi bir konuda, dünyada en son kararı alabilecek merciidir. O mercii devlettir. Bir konuda kim bu yetkiye sahipse, kimler meşru olarak bu yetkiye sahipse, o devleti temsil eder ve devlet adına hareket eder. Çünkü organik tanımda dört unsuru saydık. Onlardan bir tanesi ‘’egemenlik”tir dedik. Dolayısıyla, egemenlik kullanma hakkı, temel itibarıyla devletin nerede olduğunu ifade eder. Bu özellik, hükümetle paylaşılmakla birlikte, sadece hükümete indirgeyemezsiniz. Çünkü o egemenliği kullanma koşulları, sahip olduğunuz rejime göre belirlenmiştir. Bugünkü dünyada bu tanımlamaları, anayasada, anayasadan kaynağını alan yasalarda, ceza yasalarında, medeni yasada, seçim yasası gibi siyasi yasalarda bulabilmeniz söz konusudur. Bu esaslara uygun olarak yapılmadığı takdirde, meşruiyetini yitirmektedir. Onun üzerinden de, hem hukuki hem siyasi sonuç doğurmaktadır. Dolayısıyla, seçmen siyaseten ‘’Ben bunu kabul etmiyorum, çok fazladır’’ diye reddedebilir; Oyuyla reddedebilir yahut verdiği dilekçeyle reddedebilir, yaptığı tartışmayla reddedebilir. Seçmenler, -esas itibarıyla çoğulcu bir şekilde kullanmamız lazım, çünkü burada çok sayıda farklı cinsten, ırktan, sınıftan, meslekten insanlar var-  teker teker karar veriyorlar, verdikleri kararlar birleştiğinde ortaya bir sonuç çıkıyor. Birçok insan, ‘’Ben bu kararı kabul etmiyorum’’ dediği andan itibaren, sizin bunu o şekilde uygulama ve yorumlama imkânınız yok. Dolayısıyla, bugünkü yapıda, devlet adına kimin hareket edebileceğini, temeldeki rejim tayin ediyor. Bugünkü rejim anayasal bir rejim, anayasa tayin ediyor. Anayasadan çıkmış ve anayasadan yetkisini almakta olan veya kökeni anayasa olan diğer yasalar tayin ediyor. Tabii burada ceza yasası da tayin ediyor. Orada ne yapıp ne yapamayacağı, nereye kadar yapamayacağı, nereden sonra yapamayacağı tanımlanmış durumda. Bunun fiili uygulamasını ise yargı, özellikle yargıçlar belirliyor. Onların koyacağı standarda göre buradaki hükümet ajanlarıyla, seçmen arasındaki veya silahsız yurttaş arasındaki ilişki tanımlanacak demektir ve o ilişkinin sınırının nerede başlayıp, nerede biteceğini belirleyen, bir, yargı ve yargıçlar, iki, demokrasi ise bir de seçmen var. Seçmen de bunu bir şekilde oyuyla, söylemiyle, tartışmasıyla, dilekçesiyle belirleyecek niteliktedir. 

Ama tabii bu, rejim tipine göre çok farklı şekillerde uygulanabilir. Demin bahsetmiş olduğumuz gibi, köken itibarıyla, örneğin mutlak monarşi gibi geleneksel bir rejim türüne gidecek olursanız, mutlak monarşide anayasa yok. Yasalar kralın çıkarttığı ölçüde var. Mutlak monarşi iki tür olarak karşımıza çıkıyor. Bir tanesi, merkeziyetçi; bütün yapılar merkezde toplanmış durumda. Merkezde de bir tek kralın ayağının altında her şey toplanmış durumda. Sonuç itibarıyla egemen olan, kral haline geliyor. XIV. Louis’in “Devlet benim” diye ünlü lafı var. Orada XIV. Louis, hükümet ajanlarının, verdiğiniz örnekteki hükümet ajanlarına oranla daha doğru bir ifadede bulunuyormuş gibi gözüküyor. Orada, hükümet ve devlet arasında pek de bir fark kalkmamış gibi gözüküyor. O zaman, bu egemen şahıs istediği gibi karar veriyor. Hükümet ajanları, onun istediği ölçüde bu yetkiyi kullanabilirler, istemediği ölçüde kullanmazlar. Başka bir sınırlama da, kendisi üzerinde bu yetkiyi uygulayan insanların, buna direnmesiyle ortaya çıkabilir. O da fiili bir durumdur. Zaten mutlak monarşilerin birçoğunda, bu direnme sonucunda, halkın ayaklanmasıyla, 1789 Fransız İhtilali gibi ihtilaller olmuştur ve o sayede hükümet, aynı zamanda devlet sistemi değişmiştir. Başka bir yapıya doğru dönüşme söz konusu olmuştur. 

Siyasal rejim meselesine doğru girdik galiba.

Evet.

Devam edelim.

Ama bu aynı zamanda, âdem-i merkeziyet esasına göre de belirlenebilir. O da ülkedeki güç dağılımının belirlediği bir unsurdur. Eğer ortada bir âdem-i merkeziyet esasına göre örgütlenmiş bir mutlak monarşi söz konusuysa, yine bir kral mevcuttur. Ama kral, büyük ölçüde yapacağı birçok etkinlik için, özellikle kamu politikalarının oluşturulması ve uygulanması için veya çok önemli barış, savaş için vs. kendisi tek başına karar verebilecek derecede yetkili olsa bile, gücü, fiilen iktidarı buna müsaade etmemektedir. Çünkü savaşmak için lordlarına, aristokratlara, bir kısmı kendisine akrabalık bağlarıyla bağlı olan, bir kısmı kahramanlıklar dolayısıyla kendilerine toprak verilmiş olan kişilerin, aynı zamanda hukuken sahip oldukları yetkiye ve sahip oldukları vergi ödeme gücüne dayalı olarak bir yönetim söz konusudur. Onların kabul ettiği ölçüde savaşabilirsiniz. Kabul etmedikleri takdirde savaş yapabilme şansınız yok. Dolayısıyla bu yapılar, bir uzlaşma çerçevesinde, kralla, lordları arasındaki bir anlayış veya bir koalisyonlar hükümeti şeklinde, çok uzun zaman itibarıyla yönetilmişlerdir. Aynı zamanda, bunlar daha sonra birtakım meclis, yasama organı, yasa yapma işlevleri gören yapılar biçimine dönüşmeyi de kolaylıkla temin edebilmişlerdir. Birinci türe ‘’patrimonyal, ikinciye ‘’feodal’’ diyoruz daha çok. Bu yine Weber’in terminolojisi. Bunların çalışma esasları, bunların siyasal otoriteyle, birey arasındaki ilişkileri, aynı zamanda, siyasal otoriteyle hükümet yapıları, hükümet ajanları arasındaki ilişki, ast-üst ilişkileri, oradaki kamu bürokrasisinin ya da daha öncesindeki memur sınıfının statüsü, hakları, yapabilecekleri, yapamayacakları, buradaki egemen olan anlayışa ve o anlayışın üretmiş olduğu meşruiyet fikrine dayalı olarak, uygulamada tanımlanmış durumdadır. Bunların birçoğunun hukuki temelleri, uygulamadan ibaret.  Temel itibarıyla töre hukuku. Aynı şey kısmen feodal hukukta da var ama oradaki toprak düzeni vs. dolayısıyla, bir hukuki temelinin de geliştirilmesi, zaman itibarıyla gerekmiştir.

Herhalde özellikle miras nedeniyle.

Hem miras, hem ‘’Kim yeniden lord olacak’’ meselesi. Büyük erkek evlada toprağın bırakılması ki İngiltere’de uygulanıyor, toprağın bölünmesini engelliyor, ailenin gücünü koruyor. Aynı zamanda, buradaki temel unsurlardan bir tanesi, devlet dâhil olmak üzere her örgütlenmede  en kritik sorun, kimin lider olacağı sorunudur. Dolayısıyla buradaki yapıda, özellikle mutlak monarşide, kral görevinden ayrıldığı zaman -ki bu ölümle olabilir veya feragat edebilir yahut lordlar tarafından ayrılmaya zorlanabilir- yerine kimin geçeceğinin ilke olarak saptanmasıdır. İşte bunun için geleneklere, Osmanlı’daki örfe, töreye döneceksiniz. Ya içinden geldiği ailenin, o ailenin kan bağını esas alınarak, kalıtsal bir şekilde bir kuşaktan diğerine geçeceği ya da bir liderden diğerine geçeceğini hesaplayabilirsiniz. Çünkü gelenek bu şekilde oturtulmuştur. Onun yanıtı yine o gelenek yapısı içerisinden çıkmaktadır ve oradaki örfi, töreye bağlı olan unsurlar, sırada kimin liderlik yarışında olduğunu tayin edecek ve ona göre bir seçim söz konusu olacaktır. Ama bu işler her zaman o kadar nezih ve temiz olmuyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş döneminde, kardeşler arasında çok uzun süren kavgalar, hatta savaşlar, çeşitli Âyanın orduları ile katıldığı süreçler, onun yarattığı sonuçlar ortaya çıkmıştır.  Dolayısıyla bu süreç, mutlak monarşide pek kolay halledilebilen bir süreç değildir. Ama temel itibarıyla, yerleşik kurallar düzgün işleyebiliyorsa, bu şekilde bir sonuç veya tercih söz konusu olabilmektedir. 

Tabii mutlak monarşinin, zamanla lordların güçlenmesi ve bir miktar değişimle birlikte, özellikle Sanayi Devrimi ile birlikte, ortaya bir burjuva sınıfının çıkması ve onun dünya çapında küresel ticaret ve küresel denetim, özellikle sömürge yönetimleri -mesela, Hollandalılar’ın, Endonezya’da, Filipinler’de ve hatta Çin’in bir kısmı ve Japonya’da kurduğu çeşitli sömürgeler, Amerika kıtasına kurmaya çalışıp çok başarılı olamadığı sömürgeler, onu takip eden Britanya’nın, -o zamanki adıyla Büyük Britanya’nın- dünyada üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk kurması- bunun yaratmış olduğu muazzam bir iktisadi güç, servet ve onun siyasetteki etkisi var. O yeni bir alan açmış durumdadır. Lordları ve kralı, direndiklerinde zor kullanarak ekarte ettikleri, yerine kendi güçlerini kullanabilecekleri meclis içinde, parlamento içinde, yasama organı içerisinde bir avam kamarası oluşturabildikleri… Adı “avam” ama buradaki kişiler avamdan çıkmış olsalar da avama ne kadar temsilci olma durumundalar, o ayrı mesele. Temel itibarıyla bu büyük iktisadi gücün eline geçmesi suretiyle, kralın ve lordların yetkilerini seramonyal hale dönüştürmek, yani sadece isim olarak bırakmak, içini boşaltmak ve bu yetkileri Avam Kamarası’na, yasama organındaki halkın temsiline dayanan kısma almak, oradan çıkan hükümeti, ona karşı sorumlu tutmak ve hükümetin, Avam Kamarası tarafından denetlendiği bir sistemle devam etmek suretiyle, monarşinin niteliğini, mutlak olmaktan yasalara, anayasaya ve özellikle yasama organlarının alacağı kararlara tabi kılan, onu da, halka hesap verebilen ve halkın onayı ve desteğiyle varlığını sürdürebilen bir içeriğe dönüştürmüşlerdir. O da, mutlak monarşiyi, meşruti monarşi haline dönüştürmüştür Onun içerisinden, temsili demokratik bir yapının çıkabilme imkânı doğmuştur ve özellikle böyle bir evrimle, Hollanda’da, Büyük Britanya’da, Danimarka’da, Norveç’te, İsveç’te, İspanya’da olduğu gibi kraliyet kalmakla birlikte, bu sistem büyük ölçüde oturmuş ve bugünkü demokratik yapıya dönüşmüştür. 

Ama buna bir tepki olarak çıkan, özellikle yeterince temsil temin etmediğini, özellikle sömürgelerde temsil etmediğini vurgulayan Amerikan Bağımsızlık Savaşı, ortaya bir alternatif çıkarmıştır. Burada ise temel olarak yönetim, herhangi bir şekilde, herhangi bir geleneksel hanedana dayanmamaktadır. Bu tamamen ekarte edilmiş, yerine halka dayalı, ulusal egemenlik yahut halk egemenliği ilkesi getirilmiş ve dolayısıyla halkın yönetimi söz konusu olmuştur. “Respublica” tabiri kullanılmaktadır. Bunun ilk başlangıcı antik Hitit’e, yani milattan önceki döneme, özellikle Roma İmparatorluğu’na dayanıyor. Onu zaten örnek olarak almışlardır ve ilk örneğini, Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşu sırasında oluşturmuşlardır. Zorlu bir deneyimdir. Başarılı olup olmayacağı da belli değildir. Nitekim bugünlerde Amerika’da Trump’ın azil süreci dolayısıyla çok konuşuluyor. ABD’nin kuruluşu sırasında, 55 delegenin yapmış olduğu toplantının bitiminde, dışarıya ilk çıkanlardan biri ya da ilki, Benjamin Franklin. Gazeteciler Benjamin Franklin’e “Ne karar verdiniz” diye soruyor. “Cumhuriyet yönetimi, eğer buna sahip olmayı becerebilirseniz” diyor. Çünkü o zamanki temel problem, bütün dünyada çok güçlü bir monarşi geleneği var. 18. yüzyıla geldiğinizde, Roma cumhuriyet uygulamaları unutulmuş vaziyette. Kitlesel olarak böyle bir beklenti de yok. Ama böyle bir yapı kurmuşlar. Bu yapı, bir şekilde halkın da oylarıyla ve o yapıyı kullanan unsurları kendi içinden fethederek dönüştürebilecek siyasiler eliyle, bir tür monarşi yönetimine dönebilir veya dönebilir mi diye uzun boylu tartışmışlardır. Onun için, Amerikan başkanının yetkileri fevkalade kısıtlıdır. Amerikan siyaset bilimi yazınını okursanız, zayıf bir yönetim olarak tanımlanmıştır. Çok tuhaftır, Türkiye’de çok güçlü olarak algılandı. Özellikle Turgut Özal ‘’Biz Amerikan başkanı gibi güçlü olalım’’ argümanını başlattı. Amerikan başkanı güçlü değildir. Bazıları saygındır. Saygınlığın vermiş olduğu bir güce sahiptir ve onlar adeta bir çar yetkisine fiilen sahip olmuşlardır. Ama anayasal yapıda, başkan çok sınırlı bir alanda yetkilere sahiptir. Ona karşılık bu yetkileri, titizlikle, hatta ondan biraz kıskanarak kullanan, hem bir yüce mahkeme, yüksek yargı vardır, hem de aynı zamanda yasama vardır. Bir de, bütün bu sistemin şeffaflığını garanti altına alan ifade özgürlüğü vardır. Anayasa ilk çıktığında bu madde yoktur ama daha sonra ilk değişen maddedir. Birinci değişiklik maddesi: ‘’İfade özgürdür.’’ Hiçbir şekilde sınırlandıramıyorlar. Bugünkü başkan da sınırlandırmak istiyor. Ama mahkemeler ve kendi Cumhuriyetçi Partisi bile buna karşı direnmekte. Dolayısıyla beceremiyor. Bu sayede, başkanın gücünü sınırlandıran ve o sınırlar içerisinde kalmasını sağlayan, dolayısıyla oyla iktidara gelmiş bir monark, bir kral haline dönmesini engelleyen bir yapı kurmaya çalışmışlardır. Yaklaşık 240 yıldır ayakta. Şimdi, cumhuriyet olarak devam edecekler mi, yoksa bir tür “1. Trump Krallığı” haline dönecek mi, göreceğiz. Onun tartışmasını bugün çok canlı ve şiddetli olarak yaşıyorlar. Çünkü özellikle muhalefetteki parti, iktidardaki Cumhuriyetçiler’in karşısında. Demokrat Partililer, başkanın anayasada verilmiş olan sınırları aştığına inanıyor ve dolayısıyla azledilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Eğer azledilmezse emsal oluşturacaktır; çünkü bundan sonra gelecek olan, her iki partiden de seçilmiş olan başkanlar, aynı şekilde davranmaya devam edeceklerdir. Bu da Amerikan sistemini, cumhuriyetçi bir yapı içerisinde varlığını sürdürebilecek bir nitelikten uzaklaştıracaktır. Çünkü temel varsayımı, iktidar suistimale eğilimlidir. Bunu James Madison ‘’Federalist Papers’’ diye bilinen bir risalede yazmıştır. 46 ila 52. makalelerin Madison’un olduğu kabul edilmektedir. Orada bu şekilde ifade etmemekle birlikte, ondan bir süre sonra, bir İngiliz iktisatçısı Lord Acton tarafından bugün kullandığımız siyaset biliminin muhtemelen birinci sıradaki yasası haline getirilmiştir: İktidar suistimale eğilimlidir. Bu suistimal ancak ve ancak güçlü kurumlar ve güçlü kurallar eliyle engellenebilir. Dolayısıyla kişinin vicdanı, ahlakı, itikadı, hiçbir şekilde rol oynamaz. Eğer siz insansanız, size iktidar verirsek, siz bunu suistimal edersiniz. Bu suistimal ancak ve ancak onu dengeleyen ve denetleyen çok güçlü kurumlar eliyle sınırlandırılabilir veya başarılı olursa engellenebilir. Aksi takdirde, iktidar suistimal edilir. Onun için iktidarın yozlaşma eğilimi vardır. 

Tabii bu, o zamanki siyasetçiler tarafından bulunmuş bir ilke veya umde değildir. Daha önce Montesquieu 18. yüzyılın başında ‘’Kanunların Ruhu (Esprit de Loi)’’ adlı kitabında bunu açık açık savunuyor: ‘’İktidar temel itibarıyla suistimale eğilimlidir ve yozlaşır. Bu yozlaşmayı engellemeniz için iktidarı parçalara ayırmak ve bu parçaların birbirini denetlemesini sağlamak suretiyle bunu becerebilirsiniz’’ diyor. Onun için, parçalı olan, yani kuvvetler ayrılığı esasına göre, yasama, yürütme, yargı, belki buna medya, sivil toplum kuruluşunu da ekleyebilirsiniz, bu şekilde dağıtılmış olan ve hepsi birbirini gözetleyen, bakan ve kendi alanına girdiği zaman bunu bir şekilde engelleyen, sınırlandıran, tepki veren bir niteliğe dönüştüğü zaman, ancak bu sınırlama söz konusu olabilir. Madison’a “Ama biz krala sahip değiliz ki, niye bu suistimal olsun, sonuç itibarıyla halkın oyuyla seçiliyorlar” diyorlar. Madison o risalelerde “Halkın oyu, tek başına suistimali engellemek için yeterli değildir. Özellikle yanlış kurgulayacağınız ilişkiler ve burada meydana getirebileceğiniz bozukluklar halkın oyuyla düzeltilemez. Bizatihi bu sistemin kendisinin düzgün ve adil olması lazımdır. O çerçevede halkın oyunun işlevi olacaktır, yoksa başka türlü işlevi olmaz” diyor. Lord Acton daha sonra bunu “Adil olmayan bir şey, halkın oyuyla adil hale gelmez” diye bir yasa şekline dönüştürmüştür. Bu yasayı o kadar fazla kullanmıyoruz. Ama ‘’Mutlak iktidar, mutlak olarak yozlaşır’’ ilkesi siyaset biliminin temel ilkesi olarak bugün de kullanılmaya devam ediliyor. Ama bu çerçevede baktığınız zaman, Cumhuriyet uygulaması, monarşiden sonra ortaya çıkmıştır. Özelikle burada bir anlayış devrimi söz konusudur. Yani egemenlik, bir kişinin gelenekler dolayısıyla bir hanedan içerisinden aldığı destekle sahip olduğu bir ayrıcalık değildir. Egemenlik halkındır. Halk kendi kendini yönetme yeteneğine sahiptir ve halk bunu kendi uygun göreceği kurumlar aracılığıyla yapar. Şimdi bu uygun göreceği kurumlar, demokrasi midir, başka bir şey midir? Yani kendi kendine yönetim midir? Yoksa o yönetimi başka bir merciiye bir şekilde ödünç verme veya bırakma şeklinde mi olacaktır, o ayrı bir meseledir. 

Onu da önümüzdeki ay, dördüncü Siyasetname’de konuşup değerlendirelim.

Tabii konuşabiliriz.

Hocam, çok teşekkür ederim.

Rica ederim.

Gündemdeki konu zamanımızdan bir miktar çaldı ama o da önemliydi. Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi üyesi, siyaset bilimi profesörü Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname’nin üçüncü programının da sonuna geldik. Hocama çok teşekkür ediyorum. Şubat ayında dördüncü programda görüşmek üzere. Umarım bu program izleyiciler için zihin açıcı olmuştur. İyi günler efendim.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.