Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (4) – Muhalefetin ittifak ve aday seçenekleri: Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can & Burak Bilgehan Özpek tartışıyor

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi akşamlar. Yine dört kişi bir araya geldik. Bu programda muhalefeti ve muhalefetin olası bir seçimde önündeki seçeneklerini konuşacağız. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can, hoş geldiniz. Program bayağı ilgi görüyor. Bu yayına bir isim bulmak gerekecek. Şimdilik “4 Köşe” olarak düşünüyorum. Eğer ilgi görürse böyle bir isim koyabiliriz. 

Kemal, şimdi benim en sevdiğim, senin de dalga geçtiğin konuyla, “Erken ya da baskın seçim” konusuyla başlayacağız. Biliyorsun, dün Cumhurbaşkanı, koronavirüs salgınından zarar gören esnaf ve işletmelere hibe destek paketini açıkladı. Daha önce, ödeme kolaylığı yapılan bazı kararlar alınmıştı. Şimdi ilk defa, esnaf ve işletmelere milyarlar tutan hibe paketi açıklandı. İnsanın aklına hemen “Erken seçim” bahsi geliyor. Şimdi, “Erken seçim olur mu olmaz mı?” konusunu tartışmayalım. Çünkü bu çok spekülatif bir şey. Ama bugün bu yayında, seçim olması durumunda muhalefetin nasıl şekilleneceğini, nasıl ortaya çıkacağını değerlendirelim. Bu hâliyle baktığımız zaman, seçim kanununun da değişmediğini varsayarsak, yarın bir seçim olsa ne olabilir? Bunu konuşalım. Çünkü değişik seçenekler var. Burada iki temel soru var: Birincisi, muhalefet nasıl bir ittifak yapısıyla/blokla seçime girer? İkincisi de, Başkanlık Seçimi’nde kim aday olur? Önce ittifak meselesiyle başlayalım. Şu anda bir Millet İttifakı var. Bu ittifakta önce Saadet Partisi de vardı. Ama yerel seçimde Saadet Partisi ayrı girdi. HDP ise dışarıdan destekledi. Şimdi iki yeni parti, Gelecek ve DEVA partileri de eklendi. HDP’nin durumu hâlâ belirsiz. Bir seçim olması durumunda muhalefet, AKP ve MHP dışında, önde gelen tüm partilerin bir arada olacağı bir ittifakla seçime girebilir mi? Girmeli mi? Ne dersin?

Kemal Can: Bu, 2018 seçimlerinin de temel meselesiydi. Doğru stratejinin ne olacağı çok tartışıldı. Ayrı ayrı seçime girmek mi? Çatı aday seçeneği mi? Hangisinin daha iyi sonuç vereceği 2018’de de çok tartışıldı. Ama siyasî aritmetik açısından 2018’dekinden daha farklı bir tablo ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla bütün bunlar, bitmemiş, yeniden açılan ve yeni verilerle kaçınılmaz olarak yeniden tartışılan başlıklar. 

Şimdi kamuoyu anketlerinden şöyle bir resim çıkıyor — ki muhalefet blokunda da genel eğilim bu yönde: Şu anda, muhalefeti iktidar karşısında teorik bir toplam olarak aldığında, epey dikkate değer bir fark oluşmaya başlamış durumda. İktidarın da bunu geriye çevirmesi pek kolay görünmüyor. Senin de söylediğin gibi, esnafa dağıtılan hibenin, erken seçimi mümkün kılacak bir toparlanma hâlinden ziyade, çok fena bir hâle gelebilecek bir dağılmayı engellemeye yarayabileceğini düşünebiliriz. Çünkü esnaf, sadece şu son üç haftalık kapatmada, o bahse konu hibe edilen paralar kadar para kaybetmiş durumda. Dolayısıyla, 3 milyar TL’ye “geri alınabilecek oy” diye bakmak, esnafın siyasî tercihlerini küçümsemek olur. Ben AKP’nin de böyle baktığını düşünmüyorum. Bu, işin bir tarafı. Çünkü iktidarın, ortalığa atılacak yeni yazarkasalar tablosunu kesmeye çalıştığını düşünüyorum. İşin aritmetiği böyle. Teorik olarak şu anda pek çok ankette fark var, hatta bazılarında 10 puan kadar fark görünüyor. Ama bu, teorik bir birlikteliğin toplam oyu. Yani kâğıt üzerinde “Ne verirsin?” diye toplanan şeylerde, yüzde 45’e 55 gibi bir tablo oluşuyor ve bunun iktidar lehine değişmesi zor. Ama hâlâ şöyle sorular var: Birincisi, muhalefet blokunun iktidarı değiştirerek, yani bugün Akşener’in ve Kılıçdaroğlu’nun söylediği gibi, erken seçim taleplerinde ifade edildiği gibi, “Bunlar gidici. Bunlar gidiyorlar.” —“Peki, kim geliyor?” sorusuna bir cevap üretme ihtiyacı var. 

İkincisi, o gelecek olanların ne yapacağına ilişkin bir şey var. Bu, “Ne yapacak?” meselesini, ilkesel, politik çizgi açısından söylemiyorum. Mevcut siyasî aritmetik açısından bile baktığımızda, şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: Muhalefet kazansa bile; tek partili, tek adaylı ya da çok adaylı bir formülle bütün potansiyelini sandığa taşısa bile; şu andaki aritmetik tabloyla bile; Anayasa’yı değiştirecek bir çoğunlukla Meclis’te etki yaratabilecek gücü sağlaması pek kolay görünmüyor. Çünkü en iyimser ihtimalle, toplamında yüzde 45 gibi bir oy alabilen –hadi biraz daha düşsün diyelim– ve birlikte seçime girebilecek Cumhur İttifakı, oldukça önemli bir sayısal çoğunluk yaratabilir. Yani çoğunluğu alamasa bile, Meclis’te önemli bir direnç ve güçlü bir muhalefet potansiyeli yaratabilir. Bunu da değiştirebilmesi lâzım. Bu yüzden de, mesela HDP’nin dışında olacağı tek bir blok ya da HDP’nin dolaylı bir biçimde destekleyebileceği tek bir blok veya üç blok hâlinde seçime girilmesi meselesi, Cumhurbaşkanlığı adaylığından çok, Meclis kombinasyonunu ilgilendiren bir şey. Bence orada da birkaç nedenden dolayı ciddi bir sorun var: HDP’nin bölgesel oyunun güçlü olduğu, dolayısıyla ittifak dışında bırakılsa bile o bölgede büyük bir milletvekili sayısı sağlayabileceği ve çok fazla kayba uğramayacağı iddiası var. Ama seçim konjonktüründe, HDP üzerinde oluşturulacak baskı, bölgedeki oylara, genel olarak muhalefetin sandıklara sahip çıkma becerisi ve büyük kentlerdeki HDP seçmeninin motivasyonu, bence hiç küçümsenmeyecek bir etki. Bunu hesaplamak zorundalar. Bununla ilgili birtakım formüller düşünülmeye başlandığında da, iktidar blokundan, bunu kullanmaya dönük ataklar geldiğini gördük. 

Çakır: Kemal, istersen HDP meselesini bir sonraki tura bırakalım. Çünkü bu başlı başına, ayrı bir mesele. 

Can: Tamam. Ama cümlemi toparlayayım: “En doğru sonucu alabilecek ittifaklar sistemi ne olabilir?” tartışmasında, bu iş kritik ve kilit bir rolde. Dolayısıyla bütün formülasyonlar da bunun üzerinde gidiyor. Akşener bunu reddetti ama, “Üçüncü bir blok yaratma” formülünün İYİ Parti çevrelerinde hâlâ düşünüldüğünü sanıyorum. Yani, CHP ve HDP’nin dışarıda kaldığı ve sağ partileri toplayan bir blok arayışı. Adaylık meselelerinde de benzer bir şey var. Optimum sonucu alacak adayla dönüşümü yaratacak aday bazen aynı insan olmayabilir. O konuda da bence belirsiz ve net olmayan bir tablo var. Bunların hepsi sonuca yansıyacak şeyler. 

Çakır: Adaylar konusunu ayrıca konuşacağız. HDP’ye ayrı bir başlık açacağız. Burak, Kemal’in en son söylediği ve başta da değindiğimiz, daha çok Gelecek Partisi’nin savunduğu, CHP ve HDP’nin dışlanması üzerine kurulu yeni bir ittifak modeli. Kemal’in de söylediği gibi Akşener bu modeli reddetti; ama İYİ Parti içerisinde hâlâ bunu düşünen birileri olabilir. Böyle bir arayış neden vardır? Böyle bir arayışın olup olamayacağı, artıları eksileri meselesi konusunda ne düşünüyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Son sorunla başlayayım. İYİ Parti’nin, CHP ile koordinasyonunu kaybetmek isteyeceğini düşünmüyorum. Birlikte gidecekler, çünkü bir diyalog mekanizması var. CHP de İYİ Parti de aslında köklü partiler. Eğer muhalif bir cephe kurulacaksa, HDP, DEVA veya Gelecek Partisi’ni diğerleriyle uyumlu hâle getirme işini de becerebilecek partiler. Dolayısıyla, müstakil bir sağ bloktan ziyade, DEVA, Gelecek Partisi ve Saadet Partisi’nin, ittifakın geri kalan kısmına adapte olması konusunda İYİ Parti bir rol oynamak isteyecek. Aynı şekilde HDP’nin de muhalif cephe içerisindeki rolünü kolaylaştıran aktör CHP olacak. Bir şekilde bunun farkında olduklarını düşünüyorum. Zaten Mithat Sancar’ın son konuşması ve Demirtaş’ın dün verdiği mülâkattan da, bunun mümkün olabileceğini düşünüyoruz. HDP kanadından da bu projeye bir alerji yok. Eğer taraflar bu rolleri iyi oynayabilirlerse, kurulmayacak büyük bir muhalif cephe ihtimali yok. Bu gayet kolay bir şekilde başarılabilir. 

Bu “Sağ ittifak” projesi şöyle bir varsayımdan ortaya çıkıyor: “Eğer sağ partiler, sağ parti kimlikleriyle ön plana çıkarsa, MHP ve AKP’den daha fazla seçmen çekebilirler. Dolayısıyla toplamda böyle bir durum ortaya çıkar” gibi bir düşünce var. Ben buna katılmıyorum. Sebebinin de, sağ seçmen sosyolojisine dâir eksik bir değerlendirme olduğunu düşünüyorum. Çünkü sanılanın aksine, sağ seçmen, kimliğini olabildiğince vurgulamış bir sağ partiye oy vermektense, kendi kişisel erişiminin olduğu, tanıdığı insanların hükümet içerisinde bulunduğu, daha merkezde, daha ılımlı, fakat kazanan tarafa oy vermeye daha eğilimlidir. “Sağ seçmen, kimliği ortada, kaybetmiş ya da güçsüz bir sağ bloka mı oy verir? Yoksa kimliğini biraz geri plana atmış, kazanan bir merkez bloka mı oy verir?” diye soracak olursanız, bence sağ seçmen ikincisini tercih eder. Bu sağ partiler, “Eğer seçmeni kendimize çekebileceksek” diye düşünecektir. Kazanan, gölgesi ve gövdesi olabildiğince büyük bir koalisyonun parçası olmak çok daha evlâ diye düşünüyorum. O bakımdan bu “üçüncü blok” meselesini, hem pratik olarak gerçekleşebilecek bir proje olarak yorumluyorum, hem de o varsayıma katılmıyorum. Sağ kimliğini vurguladıkça, daha fazla sağ seçmen çekmesi mümkün olmayabilir. Tam tersine, eğer Gelecek, DEVA ve Saadet partileri sağ kimliklerini bir şekilde Millet İttifakı ya da Birleşik Muhalif Cephe içerisinde uyumlu hâle getirip eritebilirlerse, daha fazla oy çekebilirler. Çünkü kazanan tarafta olabilecekler. Kazanma sinyalini topluma göndermenin, kimlik sinyalini topluma göndermekten çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. 

Çakır: Özellikle Saadet Partisi’nde bir tereddüt vardı biliyorsun. Zaten yerel seçimde de kendi adaylarını çıkarttı. Ama sonrasında Oğuzhan Asiltürk’ün yaptığı çıkış var. Gelecek ve DEVA partilerinin de şöyle bir tereddütü var: Bu blok içinde olup olmamak ayrı, ama baştan böyle bir şeye angaje olurlarsa, AK Parti’den kopuşun büyük bir ihanet olarak pazarlanma ihtimali söz konusu. Şu andaki Millet İttifakı, yani İYİ Parti, CHP, bir şekilde HDP ve Saadet Partisi’nin de olabileceği yere, Gelecek ve DEVA partilerinin eklemlenmesinde zorluk yaşanır mı?

Özpek: Farazî olarak evet. Ama buradaki siyasî aktörlerin kendi siyasî kapasitelerini zorlayarak bu süreci atlatabileceklerini düşünüyorum. Bunu anlatabilirler. Ben şu iddia içerisindeyim: Topluma ya da siyasetçilere gösterilen, sağ seçmenin, sağ siyasetçinin çok idealist, tutkulu ve ahlâkî bir davranış kalıbı içerisinde olduğu. Gerçekte olan ise, Türkiye sağ seçmeninin olabildiğince pragmatik, hükümete erişimini olabildiğince yitirmemek için esnek davranabilmesi. Babacan için bir şey söyleyemiyorum, onun siyasî performansı hakkında kafamda soru işaretleri var. Ama Davutoğlu’nun, o pragmatik dönüşü muhafazakârlara anlatabileceği kanaatindeyim. 

Çakır: Ayşe, muhalefetten bahsediyoruz; ama muhalefet, Özal’ın dört eğilimi birleştirmesi gibi –hatta beş de diyebiliriz–, âdeta bir yamalı bohça hâli. Ama bunu kötü anlamda kullanmıyorum. CHP var, Gelecek Partisi var, DEVA Partisi, İYİ Parti, HDP, Saadet Partisi var. Türkiye’deki siyasî yelpazeye bakıldığında hepsinin bulunduğu bir oluşumdan bahsediyoruz. Geçen haftaki yayınımızda Erdoğan sonrası Türkiye’yi konuşmuştuk. Ama burada, seçime birlikte girme meselesi söz konusu olduğunda, sadece seçimlik bir ittifaktan mı bahsediyoruz sence?

Ayşe Çavdar: Hayır. Zaten seçimlik bir ittifaktan bahsedersek, seçim de tehlikeye girer. O yüzden seçimlik ittifakın fazlasından bahsetmemiz lâzım. Herhalde şu anda seçmenin dert ettiği en son şey, siyasî partilerden hangisinin kazanacağıdır. Çünkü siyasî partilerin geleceğinden çok, kendi geleceğini düşünen bir seçmenden bahsediyoruz. Bu konuda da son derece hakkı var seçmenin. Dolayısıyla, bu siyasî partilerin yalnızca seçim kazanmaya değil, aynı zamanda toplumla, seçmenle nasıl bir ilişki kuracaklarını göstermeleri lâzım. Bunu da ancak birbirleri arasındaki ilişkiyi çeşitli düzeneklere bağlayarak yapabilirler. Zaten biz o düzenekleri, o mekanizmaları gördüğümüz zaman, “Bizimle de kurallı ve adı konulmuş ilişkiler kurabilirler” diyeceğiz. Bence şu anda en eksik olan şey bu. 

Bu siyasî partilerin bütün bu eğilimleri temsil ettiği konusunda haklısın. Sonradan çıkmış eğilimleri de katabiliriz bunun içine. Ama bu aynı zamanda bir risk. Çünkü bu daha önce birkaç kez denenmiş bir şey. Sadece Özal’da yoktu o dört eğilim. AKP’nin başlangıcında da biz bu eğilimlerin kısmen, çeşitli temsilciler aracılığıyla o siyasî yelpazeye konduğunu gördük. Bir kez daha, yani ANAP’ın “Dört eğilimi yan yana getireceğim” hikâyesinden 20 yıl sonra bir kriz yaşadık: 2001, 2002 ve sonrası AKP. AKP de benzer bir formülasyonla çıktı toplumun karşısına. Şimdi yine 20 yıl sonra aynı döngüdeyiz. Mevcut muhalefet partilerinin bize önerdikleri de bundan başka bir şey değil. Evet, genç insanlar çoğunlukta, ama toplumsal hafızayı ve siyasî hafızayı o kadar bertaraf etmemek lâzım. “Önceki dört eğilimli, beş eğilimli, on eğilimli ittifaklardan bunu nasıl farklılaştıracağız?” diye düşünmek lâzım. Çünkü dediğim gibi, seçmen, “Bu partiler nasıl yapıyor?” diye değil, “Bu partiler birlikte ne yapacaklar ve ben o yapacakları şeyin içerisinde nasıl yer alırım?” diye bakıyor. 

Ben bu programı yapacağımızı öğrenince iki araştırmaya baktım. Bir tanesi, Toplumsal Etki Araştırmaları Merkezi’nin 2020 için yaptığı bir seçmen hareketliliği araştırması var. İkincisi de Yöneylem Araştırma’nın Ocak 2021’de çıkmış bir araştırması var. Her ikisinde de, kararsız seçmenin son derece hareketli olduğunu görüyoruz. Ben kararsız seçmene baktım. Toplumsal Etki Araştırmaları Merkezi’ne göre toplam seçmenin yüzde 30’u hareketli seçmen. Onlar “kararsız seçmen” demiyor, “hareketli seçmen” olarak tarif ediyorlar — ki çok akıllıca bence. Bütün bu kararsızlar içinde en büyük kısmı da “Ben ortaya yakınım” diyenler oluşturuyor. Bu ne demek? Seçmen, “Ben bu siyasî partilere güvenebilir miyim?” diye bakıyor. Biz de, muhalefetteki partiler de, “Siyasî partiler arasında nasıl ittifaklar olabilir?” diye konuşuyoruz. Ama henüz “Bu ittifak kendini topluma ve seçmene nasıl anlatacak? Bu ittifakın gelecekte nasıl işleyeceğine dâir ne tür garantiler verecek?” hikâyesine gelemedik. Dikkatinizi çekerim; “Bozulmayacağı”na demiyorum. Bozulacaksa bile, bozulacağına dâir ne tür garantiler verecek? Eğer bir geçiş dönemi öngörülüyorsa, yani parlamenter sisteme geçilecekse, bu nasıl yapılacak? Madem erken seçim gündemde, onlar da istiyorlar –çünkü geçen hafta, erken seçim için hepsi birbirleri arasında top sektirdiler– böyle bir durumda çoktan bunları bize söylemiş olmaları gerekirdi. Hatta ben dün Gazete Duvar’da yayımlanan yazımda toplumsal muhalefetten; yani yıllardır şu devletle, insan hakları temelinde, adalet temelinde mücadele etmiş gruplardan oluşan hakem heyetleri oluşturmalılar diye önerdim.  Uçuk kaçık geliyor, ama bence toplumun güvenini almak açısından başka da çare yok. Bu konulardaki projelerini, ilkelerini, müzakerelerini, bu hakem heyetlerinin dikkatine açmalılar ki toplum da, “Ben bunlardan ne alacağım, bunlarla nasıl bir alışveriş içerisinde olacağım?” sorusuna bir cevap versin. Daha da önemlisi, bu bilmem kaç eğilimin yan yana gelmesi hikâyesi, Milliyetçi Cephe hükümetlerinden beri sürekli denenen ve yanılınan, sonunda mutlaka bir krizle, hem demokrasi hem devletin kurumlarını çökerten bir deneyim. Bunun dışında bir deneyim de, yıllardır bu deneyimin dayattığı tecrübelere karşı toplumu savunan kesimlerin, aktörlerin desteğiyle kurulabilir. Onları bir ikna etsinler biz de anlayalım ve “Evet, bunlar yeni bir şey deniyorlar” diyelim. Tamam, bunlar eski aktörler. Çünkü bu aktörlerin böyle bir sorunu da var. Yani biz bu partilere, Gelecek ve DEVA partilerine yeniymiş gibi muamele ediyoruz, ama aslında bunların hepsi eski aktörler. Bunların eskiliklerini kontrol altına alacak yeni bir mekanizma icat etmek lâzım. Dolayısıyla dünkü yazıda onu önermiştim. 

Çakır: Anketlere hepimiz bakıyoruz. Anketlerde genellikle partiler ölçülüyor, ittifaklar diye sorulmuyor. Kemal, sana sorayım bu konuyu. Normal şartlarda, “CHP’yi mi oy versem?” diye düşünen ya da “İYİ Parti’ye mi oy versem?” diye tereddütte olan bir seçmen, ittifak şekillenmesini görünce, tercihini daha kararlı bir şekilde mi yapar? Sence ittifak insanı çeker mi iter mi? Çünkü ittifaka baktığın zaman, sadece kendini yakın hissettiğin partiyi görmüyorsun, yanındakileri de görüyorsun. Ya da muhalefetteki partilerin tek tek oylarının toplamı diyelim ki yüzde 51 ediyor. Hepsinin birlikte bir ittifak oluşturması durumunda, bu yüzde 51 daha mı yükselir, yoksa daha azalma riski var mıdır?

Can: Bu, biraz önce Burak’ın söylediği şeyle ilişkili. Seçmenin temel refleksi onların arasındaki farklara yoğunlaşırsa, daha azına razı olmak zorunda kalırsın. Çünkü çeşitli alerjiler devreye girer. Ama kazanabileceğine odaklanırsa –ki Burak’ın söylediği nokta oydu–,  onun üstüne bir de kazanıp yapabileceğine ikna olduğunda –yani sadece kazanması da yetmez–, bu, daha yükselten bir etki yaratır. Burada, zemini ve seçmenin karar dinamiklerini neyin belirleyeceği önemli. Ben kısmen katılıyorum. Artık, kimlik siyasetinin etkisi konusunda, aslında iktidarın yaptığı hatadan dolayı ağır hasar almaya başladığını görüyoruz. Onun çok büyük bir güvence olduğunu düşünerek, uzunca bir süredir bütün stratejisini ona yüklemiş durumda. Dolayısıyla, onun bir koruyuculuk yaratacağına inanıyor. Bunun tersi de muhalefette mevcut. Yani asıl olarak kimlik meselesinin seçmeni belirlediğine dâir, buna çok önem atfeden bakışlar var. Ama Türkiye’de son 20 yılda AKP döneminde yaşadığımız ilk üç seçimde, 2002, 2007 ve 2001 seçimlerinde AKP’nin temel meselesi, kendi kazandırabileceklerini o kimlik alanına anlatmaktı. Evet, çok kuvvetli bir kimlik çoğunluğuna konuşmanın avantajını kullanıyordu. Ama onlardan yüksek verim almasını sağlayan asıl motivasyon, onlara getirebilecekleriyle ilgili bir hikâye anlatabilmesiydi. 

2015’ten itibaren, kendisinin gitmesi durumunda uğrayabilecekleri zararı onların önüne koyarak bir strateji yönetmeye başladı. Bu stratejiyle, iki seçimde, 2015 Kasım seçimi ve 2018 seçiminde ucu ucuna sonuç alabildi; kimlik barajını kullanabildi. Ama bu kimlik barajında asıl olarak o “yerli ve milli” hassasiyetler mi önemliydi, yoksa onun karşısında yapabilir bir seçenek olmamasının avantajı mı daha belirleyiciydi? Bence bu tartışmalı. Yani orada aldığı başarıyı, sadece kutuplaştırma ve kimlik siyasetinin başarısı diye okumak çok doğru olmayabilir. Dolayısıyla bu meselenin bugün yine önümüzde olduğunu düşünüyorum. Sanılanın aksine, hatta bazen muhalefetin elini kolunu bağlayan, “Aman! Kutuplaştırma tuzakları!”, “Aman! Kimlik siyaseti!” diye önünü kesen şeylerin çok da etkili olduğu kanaatinde değilim. Zaten yaşadığımız bu aritmetik değişimin asıl nedeni, bunun kendi kendine işlemez hâle gelmesi. Tabii muhalefet partileri, “Biz bu oyunlara gelmedik. Onun için iktidarın elinden bu aracı aldık” diyebilirler. Kılıçdaroğlu’nun videosunda, kendisinin Yenikapı mitingine gitmesinin, dokunulmazlığın kaldırılmasına “Evet” demesinin, iktidarın elinden bir şeyler aldığını düşünmesini izliyoruz. Bunların haklı bulunabilecek tarafları da olabilir. Ama bence, bu aritmetiği, bu dengeyi bozan şey, muhalefetin ne yaptığı değil. İktidarın, kendisini korumaya yeteceğine inandığı şeyden başka bir şey yapamaz hâle gelmesi. Dolayısıyla, önümüzdeki seçim, bu kimlik siyasetinin belirleyeceğine inananlarla, işe temel tercihler, beklentiler ve sorunlar açısından bakanlar arasında… –Burak’ın pragmatik dediği, ki ben “insiyâkî” demeyi tercih ediyorum, çünkü insanlar bir varoluş meselesiyle karşı karşıya olduğunu hissetti, bunda pandeminin de önemli bir etkisi oldu–  önümüzdeki seçim, bu ikisinin belirleyiciliği arasındaki farktan oluşacak.  Dolayısıyla, kurulacak bütün ittifak aklının da, asıl olarak hangi meseleyi konuştuğuna göre olması gerektiğini düşünüyorum. Eğer kimlikler ittifakı, senin dediğin gibi “Dört eğilimi buluşturuyoruz. Muhafazakârlardan daha muhafazakârız. Milliyetçilerden daha milliyetçiyiz. Onların liyâkatsızlıklarının cevabıyız” diye bir kimlikler koalisyonu olarak kendini ortaya koyarsa, tamam, eğer seçmen “Aman! Ne olursa olsun, bunlar gitsin!” noktasına geldiyse –gerçi bundan çok emin değilim– yine sonuç alır, fark etmez. Ama aldığı sonuç o dört eğilimden değildir aslında. Fakat kimlikler dışında başka bir temel meseleyi, hedefi tarif ettiklerinde –bu, restorasyon olabilir, kurumsal yapıyı işleyebilir ve mâkul bir siyasî döngüyü yeniden başlatma tezi olabilir, çok temel bir onarım programı olabilir, ya da sadece bir başlangıç noktası olabilir– fazladan bir sonuç alabilmeleri mümkün. Şu anda, taktikleri de mümkün kılan, ama taktiklerin alacağı sonuçları da tartışmalı yapan şey şu: 1) Kazanmak anlamında sonuç alabilirler mi? 2) Kazandıklarında yapabilirler mi? Bu soruların cevapları çok önemli. Bu soruların cevaplarını kimliklerin buluşması üzerinden mi vereceksin? Kimliklere saygı, birilerine dokunabilme, onlara da konuşabilme üzerinden mi vereceksin? Yoksa çok açık, ikna edici, yapılabilir bir çerçeve çizerek mi gerçekleştireceksin? Bu çok önemli bir ayrım bence. 

Çakır: Kemal’in söylediklerinden hareketle, iktidar ortaklarının bu aşırı HDP vurgusunun, aslında tamamen bir çaresizlikten kaynaklandığını ve kendilerini daha da kötü hâle getirdiğini düşünüyorum. Mesela geçen gün, bir televizyon kanalında, hiçbir temsilî kimliği olmayan birtakım CHP ile ilişkili kişilerin HDP üzerine söylediklerini, AK Parti trolleri, “HDP’ye bakanlık verecekler” diye köpürtüyor. Ya da, Abdulkadir Selvi’nin, güya Selahattin Demirtaş’ın ağzından, “Şu bakanlıkları vermezler, ama bu bakanlıkları alırız” türünden yazısı… ki öyle bir cümlesi de yok Demirtaş’ın. “Bunlar HDP’ye bakanlık verecek” algısı üzerinden ittifakı bozmaya çalışıyorlar. 

Can: Bu arada, HDP’ye bakanlığı AKP vermişti biliyorsun.

Çakır: Evet, evet, zamanında. Ama biliyorsun onu veren de ayrıldı şimdi. Her neyse. Aslında şöyle bir şey var: HDP’den çok hazzetmese de, birçok sağ seçmen için,  HDP’nin de içinde yer alabileceği bir restorasyon daha tercih edilebilir gibi geliyor bana. Bu HDP meselesi, gerçekten iktidarın avantajı ve muhalefetin dezavantajı mı? Bir de, HDP şu anda siyasî olarak tercihini hangi kanattan yaparsa o kanat kazanacak; bunu biliyoruz. Öyle bir kilitlenme hâli var. Diyelim ki iki taraf da yüzde 40 civarında oy alıyor. HDP’nin yüzde 10’un üzerinde bir oyu var. Desteğini nereye verirse… –ki son yerel seçimde, CHP’nin belediyeleri kazanmasını sağladı–; yani iktidara destek vermesine gerek yok. İstanbul’da, Adana’da, Mersin’de kendisi aday çıkartsaydı, CHP kazanamayacaktı. Bu konuda sen ne düşünürsün Burak?

Özpek: Partilerin tabanları artık çok mutsuz Ruşen Abi.

Çakır: Aman, bana “Ruşen Abi” deme. Onun tekeli başka yerde. 

Özpek: Sedat Peker’in videolarından sonra böyle artık. Şimdi, parti elitlerinin hükmedebilecekleri alan çok sınırlı. Mesela biz hep “Selahattin Demirtaş Ekrem İmamoğlu’nu işaret ettiği için İstanbul’daki HDP seçmeni gidip oy verdi” diye düşünüyoruz; ama aslında Selahattin Demirtaş akıllı bir politikacı olarak dalganın üzerine çıktı. İnsanlar zaten gidip oy vereceklerdi. Çünkü herkes bir hayat yaşıyor. Kürt de olsa, Türk de olsa, yaşadığı pratik hayatla kendisi yüzleşiyor. Demirtaş bununla çatışmayı seçmedi. Dolayısıyla, HDP elitinin, tek hareketiyle yüzde 10-11’lik oy kitlesini hareket ettirebileceğini düşünmüyorum. Fakat şöyle bir şey var: HDP seçmeni partinin o kadar bir parçası ki, partinin meşruluğunu sorguladığınız zaman, partiyi meşru olmayan bir siyasî aktör olarak tanımladığınız zaman, seçmen de yekpâre bir şekilde tepki veriyor. 

AK Parti’nin bize sunduğu şöyle bir düşünce sistematiği var: Bir partiyi, bir aktörü ya da bir olguyu ya topyekûn gayrimeşru ilan ediyoruz, ya topyekûn meşru ilan ediyoruz. Yani ya kahraman ilan ediyoruz ya hain. Böyle bir dikotomi var. Muhalefet partileri için HDP’yi eleştirmek gayet normal. HDP de diğer bütün siyasî partiler gibi eleştirilebilir bir parti. HDP kutsal bir parti değil. Yanlışları, hataları, politika başarısızlıkları olan bir parti. Hatta bu, eleştirilmesi gereken bir durum. Fakat orada durulması gereken nokta, HDP’nin meşru bir siyasî parti olduğunu kabul etmek ve onu sistem içerisine dâhil etmek. Bunun anlamı şu: Yeteri derecede kontak kurmak, yeteri derecede ilişki kurmak ve hesap yaparken bir şekilde HDP’yi de dâhil etmek anlamına geliyor. Örneğin, uluslararası sistemin dışında kalan aktörler kimlerdir? Mesela Afganistan’da Taliban. Onlar da çok çabalamışlardır sisteme girmek için. Sisteme girdiği anda, artık bir aktördür, diğer aktörlerin davranışlarını şekillendirir. HDP’nin de, böyle kutsanmasına, eleştiriden muaf olmasına gerek yok. HDP’nin meşrû bir siyasî parti olarak kabul edilmesi bence zaten çok önemli bir aşama. Muhalefet partileri HDP ile birlikte ittifak kuracaklarsa, bunu gözden geçirmeleri lâzım. Kemal Can çok doğru söyledi. Buna karşılık, hükümetin reaksiyonu, da zaten muhalif koalisyondaki renkleri, ideolojileri olabildiğince canlı tutmak üzerine. Yani, HDP’nin olabildiğince canlı bir ideolojik kültüre ve dile sahip olmasını istiyor ki, İYİ Parti’den bir tepki gelsin ve orada bir çatışma meydana gelsin. Tabii İYİ Parti’nin de milliyetçi karakterini olabildiğince sergilemesini istiyor. CHP içerisinde de, olabildiğince Kemalist karakterin sergilenmesi; DEVA ve Gelecek partilerinde arzu ettiği, olabildiğince post-Kemalist karakterin sergilenmesi. Böylece ortaya çıkabilecek çatışmalar, muhalif birliği bir şekilde sabote edebilir. O yüzden, Özal’ın projesinden farklı olarak, şu anda muhalefetin önünde şöyle bir strateji var: Her rengin, her ideolojinin, her görüşün, kendisini olduğu gibi sergilediği bir renk cümbüşünden ziyade, bunların biraz geri plana atıldığı ve herkesin ortaklaşabileceği bir kurtarma planının devreye alındığı bir proje var. Bu kurtarma planı da, muhalif partileri mümkün mertebe birbirinden ayrıştırmayan, onları bir merkezde toplayan bir plan. Mesela ortak ve eşit vatandaşlık, kanun önünde eşitlik meselesi — ki bunu geçen hafta da konuştuk. Yolsuzluk, şeffaflık, liyâkat, bürokratik kurumların özerkliği meseleleri. Bunlar, hangi partiden olursanız olun, sizin bir şekilde aynı merkez etrafında toplanabileceğiniz konular. Türkiye’deki en büyük problemi Tayyip Erdoğan’ın kişisel rejimi olarak kabul ettiğiniz zaman, karşısına, o kurumsal devlet üzerine inşa ettiğiniz, renksiz, tatsız tutsuz görüşü ve stratejiyi koyabiliyorsunuz. Bu da insanları bir anlamda toparlayabiliyor. O yüzden, HDP’nin, CHP’nin, İYİ Parti’nin, Saadet Partisi’nin, Gelecek ve DEVA partilerinin ideolojilerinin çok önemsizleştiği, bunların var olduğu fakat bunların kimlikleriyle, kişilikleriyle onu vurgulayarak var olmadığı bir muhalefet durumu ortaya çıkabilir. Bu HDP’ye yaklaşımı ve HDP’nin de diğer aktörlere yaklaşımını kapsayacak kaçınılmaz olarak. 

Çakır: Evet, bu söylediğin çok önemli Burak. Ayşe, sana sorayım. HDP, bu ittifak olayında bir sorun olarak duruyor. İktidar bunu büyük bir sorun hâline getirmeye çalışıyor, muhalefet de bunun birtakım zorluklarını görüyor. Burak’ın dediği gibi, ideolojilerin var olup ama etkili olmadığı bir birliktelik formülünde, iki önemli aktör çıkıyor ortaya. Birisi Kılıçdaroğlu, diğeri Akşener. Muhalefet ittifakta HDP meselesini aşacaksa, esas olarak bu iki aktör ve tabii ki HDP’nin yapıcı rol oynamasıyla aşabilecek. Şu âna kadarki performanslarına, yaptıkları açıklamalara bakarak, Kılıçdaroğlu ve Akşener arasında bayağı iyi bir diyalog ve birlikte çalışma meselesi oluşmuş görünüyor. Sen, bu sorunu önlerinde engel olmaktan çıkarabileceklerini düşünüyor musun?

Çavdar: Ben, parti liderlerinin hiç ayrım gözetmeksizin bunu aşabileceklerini düşünüyorum. Fakat bunu birbirleri arasında aşıp seçmene iletmek için aralarında çok büyük bir engel var — o da parti teşkilatları. Parti teşkilatlarını aşıp aşamayacaklarından emin değilim. Üç yeni siyasî partinin kırılganlıkları, kimlikleri ya da siyasetleri üzerinden değil; bu noktada karşımıza geliyor. Bunlar yeni oluşmuş teşkilatlar. Herkesin kafası çok karışık. Aslında bu partiler de tam olarak ne yaptıklarını, ne düşündüklerini, hangi soruna, hangi kimliğe ne türden bir tarif getirdiklerini söyleyebilmiş değiller. O yüzden, şimdiye kadar aralarındaki zaten muhtemel ve olacağından herkesin emin olduğu ittifakı görünür kılmaktan kaçındılar. Çünkü hep, “Biz bir kendimizi, kimliğimizi bulalım. Markamız, kişiliğimiz yerine bir otursun. Ondan sonra otonom partiler olarak birbirimizle konuşalım” diyorlardı. Fakat AKP’nin, hem siyasetin alanını daralttığı, hem de AKP-MHP ittifakının siyasetin üzerine kocaman bir kara bulut gibi çöktüğü bir ortamda, bence bu o kadar da mümkün olmadı. Çünkü özellikle DEVA ve Gelecek Partisi’nin tâlip olduğu dindar ve muhafazakâr seçmende, AKP’den bir korku var. Hal böyle olunca, bence engel liderler değil. Liderler ne yaptıklarını daha biliyorlar ve birbirlerine ve belki kısmen seçmenin taleplerine karşı daha açıklar. Fakat teşkilatlar pek öyle değiller. Çünkü onların derdi, birbirlerinden farklılaşmak. 

Çakır: Peki, tabanlar nasıl?

Çavdar: Tabanı da söyleyeceğim.

Çakır: Çünkü ben bu stüdyoda Meral Akşener’le yaptığım yayında https://medyascope.tv/2020/12/12/iyi-parti-genel-baskani-meral-aksener-rusen-cakirin-sorularini-yanitladi/ Cumhur İttifakı’na katılıp katılmayacağını sorduğumda, “Ben gitsem bile tabanım benimle gelmez” demişti. Sen teşkilatları potansiyel bir sorun öğesi olarak koyuyorsun; ama önemli olan, oyu verecek olan seçmen. Seçmen lidere mi daha yakın, teşkilata mı daha yakın?

Çavdar: Bence ikisine de değil. Seçmen şu anda öyle bir seçmen değil. Türkiye olağanüstü bir dönemden geçiyor. Ben bu olağanüstülüğü, siyasî partilerin de liderlerin de yeterince kavradıklarını düşünmüyorum. Herkes bir kayıp. Bu kayıp oluşun bir nedeni de var. O galiba Gramsci’nin lâfıydı: Kimlikleri hapishaneye dönüştürdü. Bu kimliklerin hapishane olması durumu, önce, süregelen, artık alıştığımız bir yaşam koşulu hâline gelen, sonra da, salgınla, herkesin kendi hücresinde ne kadar yalnız olduğunu gösterdi. Herkesin tanışmaya ihtiyacı var. Liderler biraz bunun farkında galiba. Ama teşkilatlardaki durum şöyle: Şimdi Cumhur İttifakı gidiyor. Yerelde, yeni siyasî partilerle eskiler arasındaki rekabetler, birbirlerini dışlayarak bir siyasî kimlik oluşturmaya çalışıyorlar. Çünkü bu 20 yılın bir mirası var. Ve o miras yalnızca AKP değil. 

Ben burada çözümün şu olduğunu düşünüyorum — o yüzden de Gazete Duvar’daki yazımda bahsettiğim hakem hikâyesini önerdim: Siyasî parti liderlerinin, gerekirse, az önce saydığımız kimlikler üzerinden birbirleriyle şakalaşarak, birbirlerine takılarak, bu hapishaneye dönüşmüş kimlikleri azıcık hafifletmeleri ve birbirlerine yaklaştırmaları gerekiyor. O zaman, seçmenden görecekleri teveccüh, teşkilatları da ikna etmeye başlayacaktır. Bunu yeni bir öneri olarak söylüyorum. Çünkü herkesin kendisi olarak bulunduğu yerden muhalefet etmesi ve ittifaka öyle girmesi gerekiyor. Milliyetçi ise milliyetçi, sosyal-demokratsa sosyal-demokrat. Herkes olduğu yerden gelsin gerçekten. Ama o olduğu yerden ayrılmasa da, konuşabilme performansını göstersin ki, bu hapishaneye dönüşmüş kimlikler niteliğini kaybedip, insanlar birbirleriyle koğuşun önünde yan yana gelip konuşabilmeye başlasınlar. Çünkü AKP’nin en büyük numarası buydu: “Herkes kendi yerinde kalsın”. Bu belki de yankı odaları oluşturdu. Herkesin kendi yerinde kalmasını merkezden uyguladığı bir şiddetle sağladı çünkü. Şimdi o hücrelerin kapılarının açılması lâzım. Bence anahtarlar siyasî liderlerde. Fakat onlar teşkilatlarından çok korkuyorlar. Özellikle, İYİ Parti’nin teşkilatlarından çok korktuğunu düşünüyorum. Hemen arkasından DEVA Partisi geliyor. Gelecek Partisi biraz daha serbest gibi bu konuda. CHP’de daha korkunç ve başka türlü bir şey var. Üstelik bir de, CHP’de yıllar boyunca kemikleşmiş teşkilatlar var. Oralara yeni bir şeylerin sokulması da çok zor. Teşkilatların da rahatlayabilmesi için, dediğim gibi, liderlerin gerekirse birbirleriyle şakalaşarak, kimlikler üzerinden bu diyaloğu kurmaları, kurulabileceğini göstermeleri gerekiyor. 

Çakır: Selahattin Demirtaş’ın bana yazılı verdiği röportajda https://medyascope.tv/2020/09/07/selahattin-demirtas-rusen-cakirin-sorularini-cevapladi-disarida-olsaydim-bir-sabah-basak-ile-birlikte-meral-hanimin-kapisini-calar-ve-kahvaltiya-geldik-derdim/ söylediği, “Dışarıda olsaydım bir sabah Başak ile birlikte Meral Hanım’ın kapısını çalar ve ‘Kahvaltıya geldik’ derdim” cümlesi böyle bir şeydi ve bayağı da etki yaratmıştı. Bu cümle, Millet İttifakı’nın lehine bir söz olarak kayda geçti diye düşünüyorum. 

Kemal, son turda aday meselesini konuşalım. Epeydir isimler dolaşıyor zaten. Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş. Meral Akşener hep var. İlk defa Kemal Kılıçdaroğlu da adaylığını gündemde tutuyor gibi geliyor bana. “Kılıçdaroğlu aday olur mu?” diye de sorayım, ama muhalefetin aday ismini konuşmak için sence şu an çok mu erken? 

Can: Kılıçdaroğlu mu kendini adaylığa hazırlıyor, yoksa birileri mi Kılıçdaroğlu’nun adaylığının sanki hayırlı olacağını düşünüyor, kestiremiyorum. Bu anlamda henüz az bilgiye sahibim. Biraz karışıklık var. Bu karışıklığı, iktidar cephesinden gelen şeylerle de büyüten bir tablo var. Çünkü orada, sistemli biçimde bunu ittirme var. Hatırlıyorsan, sürekli “Kılıçdaroğlu aday olsun” dendi. Bunu Bahçeli bile söyledi. MHP, 25 yıllık tarihinde, beş cumhurbaşkanlığı seçiminde sadece 1 kez aday göstermiş bir parti. Değil Bahçeli’nin kendisinin aday olması, 2007’de Sabahattin Çakmakoğlu’nun dışında, 2000 yılından bu yana beş seçimde de, MHP’nin cumhurbaşkanı adayı yok. 2023’te de olmayacak. Ama Bahçeli, “Kılıçdaroğlu niye aday olmuyor?” diye soruyor. İktidar medyasında da çok fazla köpürtülüyor bu. Böyle bir ittirme var. 

Anketlerde de görülen, Erdoğan’ın genel popülarite kaybı ve “Ne olursa olsun Erdoğan’a oy vermeyeceğim” diyen seçmendeki artış dolayısıyla çok zor bir tablo çıkıyor. Bu trend böyle devam ederse, iktidar bunu geri çeviremezse, “Erdoğan’ın karşısına kimi koysan kazanır”a gelebilir iş. Çünkü ilk başta Ekrem İmamoğlu yakalıyor gibiydi. Sonra, Mansur Yavaş onu da geçti. İkisi birden Erdoğan’ı geçti. Sonra Meral Akşener de onu geçti. Şimdi Kılıçdaroğlu ile kafa kafaya gibi bir tablo var. Neredeyse 1 yıl içerisinde, karşısına konan bütün adayların Erdoğan karşısında bir şansı olabileceği bir resim çıkıyor. Ama bu, biraz önce konuştuğumuz tabloyla ilgili. Artık, bu iktidardan, bu iddia edilen Başkanlık Sistemi’nden vazgeçme konusundaki seçmen eğilimi çok belirginleşmiş durumda. Ama karşısına konulacak adayla ilgili, “Bu ittifak nasıl olmalı?” tartışmasının aynısı yine burada da var. Bu nasıl bir profil olmalı? Birincisi, bu kimlik meselelerinde, birilerine, bu ittifakı oluşturabilecek kesimlerin herhangi birine, vazgeçirecek ölçüde alerjik gelmemesi gerekiyor. Ama daha önemlisi, bu iddiası ne olacaksa, o iddiayı yapabiliyor olmasını göstermesi gerekiyor. Hem bu genel tabloyu toparlayabilecek, bu itirazın desteğini arkasına alabilecek, onu aldıktan sonra da bu hedefin gereğini yerine getirebilecek, bunu sürdürebilecek bir aktör olması ihtiyacı var. 

Ortaya çıkan adaylar meselesine gelelim. “Ne olursa olsun, Erdoğan’dan bir kurtulalım” sorusuna cevap arandığında, şimdi seçim söz konusu olmadığı için anketlerde Erdoğan’ın karşısında bir sürü aday sonuç alıyor gibi görünüyor. Ama iş seçime gelip sandık ortaya konduğunda, bu ölçümler aynı sonuçları vermeyebilir. Biraz önceki tartışmaya bağlayarak “Kim olmalı?” sorusuna cevaben şunu söyleyebilirim. Birbirine tahammül edemeyecek, birbirinin varlığını bile kabul etmeyen insanların, sadece bir mecburiyet dolayısıyla yan yana durabilecek gibi görünmesi çok inandırıcı değil. Hani hep, insanlara dokunmaktan, samimiyetten, inandırıcı olmaktan, seçmenin bunu algılamasından bahsedilir. Taklit yaparak, “Aslında biz birbirimizden nefret ediyoruz. Varlığına bile, ismine bile tahammülüm yok. İsmini bile yakışıksız buluyorum” diyen biriyle, “Ama lâzım, şimdi yan yana duruyoruz” dediğinde, bunu herkes görür. 

Biraz önce Burak’ın söylediği temel şey; bunların birbirine benzeşmesi değil. Parlamenter demokratik sistem gibi bir iddianın karşılığı olan görüntü, “Onun varlığına bile tahammül edemem. Onunla, ismimin geçmesine bile itirazım var” diyerek, aynı Meclis’te var olmayı savunacağın bir parlamenter sistemi iddia edemezsin. Mesele bu. Üstelik çok da tarihin derinliklerine gitmeye gerek yok. Devlet Bahçeli’nin Ahmet Türk’le Meclis’te tokalaşıp, seçim sonuçları için birbirini kutladığını görmedi mi bu memleketteki insanlar? Ondan sonra Türkiye dehşetli bir savaş süreci mi yaşadı? Ondan önce olmayan şey, ondan sonra mı yaşandı? Bugün adının bile alınması yasak olan Selahattin Demirtaş kanallarda saz çalmadı mı? Şimdi bu suçlamaları yapanlar, o zaman bambaşka şeyler söylemediler mi? Tahammül ve olabilirliği göstermek için, böyle arkeolojik kazılara da gerek yok. Ama iktidar bu 5-6 yıl içerisinde neyi başarmış oluyor? Birdenbire bütün algıyı değiştiren, bir şeye dokunulmasını ya da ondan bahsedilmesini bile neredeyse tehlikeli hâle getiren bir atmosferi yaratabildi. Ama burada, kendi yaratabildiği kadar, bunu yaratabileceğine ilişkin inanca uyumlu davranan muhalefetin de katkısı oldu; bunu da görmek lâzım.

Dolayısıyla ben şuna katılıyorum: Evet, “Biz hepimiz aynıyız” tutumunda bulunmak gerekmiyor. Ama tuhaf tuhaf sembollerle, “Ben de milliyetçiyim”, “Ben de muhafazakârım” gibi taklitlerin de bir anlamı yok. Bence, çıkacak adayın, sadece odaklanılan temel hedefle ilgili, yapabilirliğini gösterebilmesi, kimseye alerjik gelmemesi, ama kendi kimliğini de saklamaması gerekiyor. Bu önemli bir şey. Çünkü o da başka bir sorun yaratıyor. Aslında hiçbir kimlik ve tercih farkımız yok. Bizim bir farkımız da yok. Başka bir alerji yaratıyor. Çünkü o tercih farklarının ifade edilmesi ve bu anlamda kendilerini de ifade etme ihtiyacında kalabalıklar var. Senelerdir bundan yoksun bırakılmış insanlar var. Açlıktan, hakların imhasından, hukuk sisteminin çökmesinden bahsederken, sadece liyâkatsiz 3-5 kendini bilmezin yaptığından bahsetmiyoruz ki. Bunların hepsinin arakasında bir tercihler bütünü var. Ayrıca, bu kimlik siyaseti ve kutuplaştırmanın becerdiği sadece Türkiye’ye has değil, bütün dünyada yaşanan bir şey var: Çok temel meseleleri kimlik meselesine dönüştürerek, konuşulmaz hâle getiriyor. Çünkü girdiğin anda, bir kültürel hatta ve kimlik siyasetine düşmüş etiketi yemek zorundasın. Ama laiklik, kadın meselesi, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, adaletsizlik, eşitsizlik, gelir adaletsizliği, hak eşitsizliği…, bunların hiçbiri kimlik siyasetiyle ilgili bir şey değil — dış politikadaki pek çok mesele de. Ama bunu alıp, başka bir okumayla kimlik siyasetinin parçasına çevirdiğinde ve herkes de, “Aman, buralara girersek kimlik siyaseti olur maazallah” diye bundan imtina ederse, aslında birlik olmayan bir ortaklık yaratılıyor. O zaman da, cevapsız kalınması riski ortaya çıkıyor. Aslında bu sadece son 5 yılın değil, 50 yılın meselesi zaten. Birileri kimlik siyasetinden imtina edip siyasetsiz kalırken, büyük fütursuz kalabalıkları arkasına alan kaba kimlik siyaseti de büyük hikâye anlatan tek hâdise hâline gelebiliyor. Oradan da Trump çıkıyor, Bolsonaro çıkıyor.

Çakır: Burak, aynı soruyla, aday meselesi ile bu turu ve yayını tamamlayacağız. Kemal isimleri çok zikretmedi, ama isimler de ortada. İsimlerden de konuşabiliriz. Senin bu konuda ne düşündüğünü merak ediyorum. Ayşe, sana da aynı şeyi soracağım. Çünkü yeni bir öğe olarak katıldığı için, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı meselesini de soracağım. Ne düşünüyorsun Burak?

Özpek: Çok katmanlı bir süreç sonunda ortaya çıkacak bu. Partilerin içinde bazı klikler var. Partilerin birbirleriyle olan müzakereleri var. Bir de halkın isteği var. Yani aslında sadece anketlerde çıkan sonuçlara göre karar verilmiyor. Burada, siyasî parti kurumsallığı ve siyasî partilerin birbirleriyle olan ilişkileri de bir rol oynuyor. Dolayısıyla, anketlerde en yüksek görülen adayların, mutlaka aday olacağı anlamına gelmiyor. Yani bu kadar kolay bir iş değil. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, içerdiği yetkiler açısından çok başa bela bir pozisyon aslında. Oraya getireceğiniz birisini aslında muhalefet o yetkileri kullanmaması için getiriyor. Şu anda muhalefetin temel söylemi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yetkilerini tam olarak kullanmak değil, tam olarak kullanmamak üzerine oturmuş durumda. Dolayısıyla bu biraz da, o koltuğa oturacak kişinin siyasî kariyer beklentisi, kendi kişilik özellikleri ve içinde bulunduğu siyasî bağlantıların iyi analiz edilmesini beraberinde getiriyor. Bu açıdan, eğer Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi yetkilerini kullanmayacaksa, olabildiğince siyasî hırslarından arınmış, siyaseten kıdemli ve tecrübeli, bir şekilde toparlayıcı ve parlamenter sisteme geçiş sürecini idare edebilecek insanların adaylık ihtimali daha yükseliyor. 

Benim görebildiğim kadarıyla burada iki grup var: bir grup, şu âna kadar yönetenler grubu, yani belediye başkanları Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu; diğer grup da siyasetçiler grubu, ülke siyaseti hakkında yorum yapmış, risk almış, siyasî atmosferi şekillendirmeye çalışmış isimler — bunlar da Meral Akşener ve Kemal Kılıçdaroğlu. Şimdi bunlar arasında bir tercih yapılacak. Ben, siyasetçilerin daha avantajlı olduğu kanaatindeyim. Özellikle Akşener ve Kılıçdaroğlu’nun adaylığı konuşuluyor. Bu isimlerin cumhurbaşkanlığı makamını, yönetmek için değil, yönetmemek için ve bir şekilde parlamenter sisteme geçiş için kullanabileceği kanaatindeyim. 

Öte taraftan, belediye başkanları yönetim deneyiminden geldikleri için, cumhurbaşkanlığını yönetim için bir enstrüman olarak kullanabilirler. Tabii buna parti içinde veya partiler arası müzakereler sonunda, kendileri karar verecekler. Kemal Can’a katılıyorum. Bir önceki turda da söyledim: Burada kişilerin kim olduğundan ziyade, yönetici kadronun ne olduğu, kimlerden oluşacağı, geçiş programının hangi maddeleri içerdiği ve o muhalif cepheyi oluşturacak aktörlerin asgari olarak birbirlerinin meşruluklarını kabul etmeleri gerekiyor. Bunu kabul etmeden ortaya konan pragmatizmin öncesinde de, sonrasında da, süreç devam ederken de, kimseye bir faydası olacağını düşünmüyorum açıkçası. 

Çakır: Ayşe, programı seninle sonlandıralım. Sen çok güzel bir Meral Akşener değerlendirmesi yapmıştın. Akşener daha önce de aday oldu ve partisi kurulur kurulmaz hiç de azımsanmayacak bir oy aldı. Partisi daha çok oy aldı, ama kendisinin oyu da hiç fena değildi. Aslında onun aday olması çok riskliydi bence. O tarihte yüzde 2-3 gibi bir oy almış olsaydı, herhalde İYİ Parti’yi bırakırdı. İYİ Parti de onsuz yok olup gidebilirdi. 

Adaylar arasında Kılıçdaroğlu’nun adı da dolaşıyor, belediye başkanları zaten var. Ya da, belki adını hiç duymadığımız “beyaz atlı prens” ya da “prenses” çıkacak. Bilemiyoruz. Sen ne düşünürsün?

Çavdar: Ben, aday tartışmasının muhalefet partileri arasında yapılacak bir ittifakın önünü tıkayacağını düşünüyorum. Zaten yanlış bir tartışma olduğunu da düşünüyorum. Çünkü “Neyin liderliğini, neyin öncülüğünü yapacak?” Ya da “Neyin içinde olacak? Neyin cumhurbaşkanı olacak?” sorularına cevap vermeden adayı konuşmak, bize, elimizdekilerle yola devam etmeyi öneren bir şey. O da bir sürü sıkıntıya yol açar. Her adayın hem avantajları hem dezavantajları var. O yüzden ben, hem siyasî partilerin hem toplumsal muhalefetin, önce “Biz Erdoğan’dan sonra ne yapmak istiyoruz?” konusuna somut cevaplar vermesi gerektiğini düşünüyorum. Sonra, o yapmak istediğimiz ve yapmak zorunda olduğumuz şeyleri, “Bunu en iyi kiminle götürürüz? Erdoğan’dan sonraki sürecin moderasyonunda –liderliğinde demiyorum– kim daha etkili ve becerikli olur?” diye bakarak aday belirlememiz lâzım. Çünkü şimdiden adaylara baktığımızda, şöyle bir tehlike var: Erdoğan’ı yenecek birini seçmeye çalışabiliriz mesela. Mevcut anket mantığı ve o mantıktan ortaya çıkan siyaset de, strateji de bunu öneriyor bize. “Kim Erdoğan’ı yenebilir?” Anket soruları hep öyle. Oysa bizim bundan başka bir şeye ihtiyacımız var. Artık Erdoğan’ın olmadığı bir zamanı hayal ederek, o zamanı modere edecek birisini bulmaya ihtiyacımız var. Dolayısıyla, önce mutabakatın yapılması gerektiğini düşünüyorum. Sonra belki şu olabilir: “O mutabakatın yapılma sürecinde, kim hangi rolleri, nasıl üstlendi?” diye o mutabakatın aktörlerine bakarız. 

İkinci bir şey daha söyleyeceğim. Bunu her söylediğimde herkes itiraz ediyor, ama bir realite var ortada. Erdoğan’dan sonra biz Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e de geçeceksek, en fazla üç senelik, hadi diyelim iki senelik bir geçiş dönemi idrak edeceğiz. Bu da bayağı sıkıntılı bir dönem olacak. Atıyorum, mesela İmamoğlu bence çok iyi bir başbakan adayı; ama cumhurbaşkanı olarak bilemedim şimdi. Bir de, muhtemel kariyerini, iki yıllık bir geçiş sürecinin bütün o sıkıntılarını modere etmek için neden harcasın? Dolayısıyla, orada daha deneyimli, tarafların arasını bulacak, müzakereleri yürütebilecek, insanları sakinleştirecek birinin olması bana daha pratik geliyor. Bu açıdan bakıldığında, Kılıçdaroğlu böyle bir işlevi zaten ittifak içerisinde yapıyor, gene yapabilir. Kusuruma bakmasın, ama şunu da söyleyeceğim: Siyasî kariyer anlamında, herhalde İmamoğlu’nun kendisinden beklenti içinde olunan şeyleri beklemiyordur — ya da Akşener’in. Yaşı itibariyle, deneyimi itibariyle ve bugüne kadar siyasette gördüğü işlev açısından söylüyorum. Dolayısıyla, “Kılıçdaroğlu aday olsun” demiyorum, ama onun temsil ettiği nitelik, şimdiye kadar ittifak içinde bir kurucu rol üstlenmesi, tarafları bir araya getirmeye çalışması, nizâları önlemeye uğraşması gibi, o karakterde birinin, iki yıl için orada olması önemlidir. Çünkü o iki yılda olacak olanlar, siyasetteki konumları ve rolleri itibariyle İmamoğlu’nu, Yavaş’ı, Akşener’i çok zorlayabilir. Dolayısıyla, oradan aldıkları yaralarla, gelecekte hakikaten zorlanabilirler. 

Sonuç olarak şöyle özetleyeyim: 1) Mutabakatın, ne hakkında ve ne için olduğuna bakmamız lâzım; 2) “Erdoğan’ı yenmek istiyoruz” diye değil, “Erdoğan nasıl olsa gidiyor, sonrasında ne yapacağız?” diye hikâyeye bakmamız lâzım; 3) Bu ara dönem olacaksa, mutabakat bunun içinse, o ara dönemin ihtiyaç duyduğu niteliklere bakarak lideri tartışmamız lâzım diye düşünüyorum. 

Çakır: Bitirmeden önce Burak’a söz vereceğim. 

Can: Ben Ayşe’nin ve Burak’ın söylediklerine bağlı, başta da değindiğim bir şey söyleyeceğim. Muhalefetin, başkanlık yapmayacak bir başkan seçmek gibi bir zorunluluğu var ve hatta bu Başkanlık Sistemi’ni kaldıracak süreci de işletecek. Ama şöyle sıkıntılı bir paradoks var: Aslında, bunu mümkün kılan âcil sorunlar bunu güçlendiriyor. Ekonomi başta olmak üzere, dış politika ve bir sürü alanda sorun var. Bu yüzden değişim ihtiyacı daha fazla ve iktidar oy kaybediyor. Ama bu sorunlara yönetsel olarak müdahale etmeyecek ve aslında süreci sadece başkanlık etmeden götürecek birini önermenin de itici bir tarafı var. Bu kaçınılmaz ve paradoksal bir şey. 

İkincisi de başta söylediğim şey: Tamam, başkanlık yapmadan Başkanlık Sistemi’ni ortadan kaldırmak da bir anayasal süreç. İktidar, ucu ucuna yüzde 45 gibi bir barajı tutturabildiği takdirde, şimdi muhalefet olan ama iktidara gelecek olanlara da anayasayı değiştirme alanı bırakmayabilir. Dolayısıyla siyaset bir açmaza girer. Bunların hepsine cevap üretmek gerekiyor. 

Çakır: O zaman, senin o referandum teorine geliriz. Muhalefet iktidara gelip Anayasa Referandumu yapar. 

Can: Yani bunların hepsi süreci etkileyecek şeyler. Bu teorik, kolay bir şey gibi görünüyor, ama sonrası daha belalı iş. Sonrayı sonra konuşamayız. Sonrayı, şimdi konuşmak zorundayız. 

Çavdar: Evet, kesinlikle.

Çakır: Tamam, bir dahaki yayınlarda diyelim. İzleyicilerimize şunu söylemek istiyorum: Bu yayını yapmadan önce, konuyla ilgili 2 başlık önerdim. Birisi bu konuştuğumuz başlıktı. Diğeri Sedat Peker’di. Bir tek Burak, Sedat Peker konusunu konuşmamızı istemişti. Onun için, Burak’tan kısa bir Sedat Peker yorumu alalım. Ama anladığım kadarıyla, bu olay sürecek. Haftaya program yapacaksak –ki yapacağımızı umuyorum– Sedat Peker’i daha geniş konuşmamız gerekebilir. Programı senin Sedat Peker yorumunla bitirelim ki gönül koyma. 

Özpek: Estağfurullah. Ben daha çok Sedat Peker’in sizinle olan ilişkisi üzerinde durmak istiyorum; bunu konuşmayı planlamıştım. Program başka türlü devam edince, dün akşam başka bir yerde konuştum. Onu söyleyeyim isterseniz. Sedat Peker’in açıklamaları üzerine dikkatimi bir şey çekti. Mesela birçok insan program yapmış ve bunlar çok fazla izleniyor. Yani, Sedat Peker’in videosunu izleyen, bir de hızını alamayıp başka yorumları da izliyor anladığım kadarıyla. 800-900 bin izlenmiş videolar görüyorum. Fakat bunların çoğu komplo teorisi; çok fantastik şeyler. Herkes kendi kafasındaki teorisini ortaya koyuyor. Ruşen Abi, siz de değerlendiriyorsunuz, ama sizin izlenme oranınız o kadar yüksek değil. Mesela 900 bin izlenmiyorsunuz. Fakat Sedat Peker ısrarla sizden bahsetti. Onun da çok akıllıca bir hamle olduğunu düşünüyorum. Çünkü Sedat Peker’in en büyük korkusu, hükümet tarafından magazinleştirilmek ve marjinalleştirilmek. O bakımdan, o kamusal tartışmanın hangi kanallar üzerinden yürüyeceğini biliyor. Dolayısıyla, Sedat Peker sizden bahsederken, sizin de ondan bahsetmenizi istiyor aslında. Çünkü siz bahsettiğiniz zaman, ana akım noktaya geliyor ve kamusal tartışmanın göbeğine oturuyor. O yüzden o paslaşmanız dikkatimden kaçmadı, bunu belirtmek istemiştim. 

Çakır: Evet, benim üzerimden ana akıma geliyor. Çünkü şöyle şeyler de var. Mesela, Fethullahçılar buradan çok ekmek yemeye çalışıyorlar. Birçok kişi bana, “Şunu izledin mi? Bunu izledin mi?” diye soruyor. Açıkçası ben onları izlemiyorum. Çünkü Fethullahçı kafasının nasıl işlediğini biliyorum. Kemal de iyi bilir. Savcılardan, polislerden, telefon kayıtlarından birtakım bilgiler alırlar. O bilgiler gerçek bilgilerdir. Yanına da birtakım bilgiler eklerler. Siz o gerçek bilgiyi alır, ama aslında zehri yutarsınız. Şu anda yaptıkları o. Sedat Peker’in en çok istemeyeceği şey de budur herhalde. Fethullahçılar’a alet olmuş bir insan profili çizmek istemiyordur. Açıkçası, şu âna kadarki çizgisiyle çok ilginç bir şey becerdiğini düşünüyorum. Şaşırdığımı da beyan ediyorum zaten. Neyse bu konuyu uzatmayalım, önümüzdeki yayınlarda konuşalım. Çok iyi bir yayın oldu. Ayşe’ye, Burak Bilgehan’a ve Kemal’e çok teşekkür ediyorum. Muhalefetin ittifak ve aday seçeneklerini tartıştık. Keyifli ve güzel bir yayın oldu. Herkese teşekkürler. Bizi izlediğiniz için sizlere de teşekkür ediyoruz. İyi akşamlar. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.