Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (27): Millet İttifakı sorunlarını çözdü mü?

Adını Koyalım’da Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can ile tezkere oylamasındaki farklı tutumlar ve HDP’ye bakış farklılıklarıyla su yüzüne çıkan Millet İttifakı içindeki sorunların çözülüp çözülmediğini tartıştık. Ayrıca Lütfü Türkkan olayından hareketle, siyasi iktidarın muhalefete yönelik provokasyon ve tezgah ihtimallerini de ele aldık.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la yine karşınızdayız. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la birlikte yine bir konuyu ele alacağız. Bu hafta, “Millet İttifakı’nda sorunlar çözüldü mü?” sorusunun cevabını arayacağız. Ayşe Çavdar Berlin’de, Burak Bilgehan Özpek Ankara’da, Kemal Can İstanbul’da ve stüdyoda. Hepiniz hoşgeldiniz. Bugün 10 Kasım. Önce, Mustafa Kemal Atatürk’ü saygıyla anarak başlayalım. 

Geçen haftaki “Adını Koyalım”da Burak birçok kez Millet İttifakı’nda işlerin pek iyi gitmediğini söylemişti. Onu daha sonra konuşalım dedik. Daha sonra Burak, Medyascope’taki “Ön Libero” programında Millet İttifakı’nın geleceği konusunu işledi. Kemal Can da “5 Soru 10 Cevap” yayınında yine aynı konuyu değerlendirdi. Nihayetinde bu haftaya geldik. Ama bu haftaya geldiğimizde de, bu sorunların çok büyümeden çözüldüğü gibi bir izlenimle karşılaştık. Burak, seninle başlayalım. Sorunlar neydi? Çözüldü mü, nasıl çözüldü? Çözüldüyse bundan sonra artık sorun çıkmayacağı anlamına mı geliyor? Geçen hafta vurgulamaya çalışımıştın, fazla da konuşturmadık seni bu konuda. Neydi, şimdi ne oldu?

Burak Bilgehan Özpek: Aslında Medyascope izleyicileri için çok sürpriz gelişmeler yok. Çünkü sadece geçen hafta değil, ondan önceki hafta da bahsetmiştim bu hâdiseden. Bizi takip edenler, Ankara’da neler olup bittiğini herkesten önce öğrenebilirler. 

Başkanlık sisteminden dolayı, maalesef Türkiye’de siyaset çift kutuplu. Genel itibariyle muhalefette bir kurtuluş psikolojisi, bir devirme psikolojisi var. Bu da, kenetlenme ihtiyacını beraberinde getiriyor. Çift kutuplu siyaset şu demek: Egemen parti ya da egemen ittifak o kadar baskın ki, diğer aktörler yan yana durmaktan vazgeçtikleri takdirde, onların tekil olarak hayatta kalmaları mümkün olmuyor. Dolayısıyla muhalefetin de bir ittifak projesi içerisinde bir arada bulunması bir mecburiyet. Bugün biz muhalefet aktörlerinin yaptığı bir tercihi yaşamıyoruz. Hayatın, Türkiye siyasetinin dayattığı bir yapısal gerçeklik var ve bu yapısal gerçeklik muhalefet aktörlerini bir arada durmaya itiyor. Aslında bu biraz da geçmiş tecrübelerden kaynaklı. Mesela, 2018 Nisan ya da Mayıs ayına geri dönelim. Muhalefetin farklı adaylarla yarışması muhalefet adına çok iyi olmadı. Ama yerel seçimlere baktığınız zaman, muhalefetin bir arada durması ve bir şekilde Ankara, İstanbul gibi büyükşehirlerin kazanılması, ittifak projesinin ne kadar mantıklı olduğunu gösteriyor. Muhalefetin bir arada durması aslında bir zorunluluk. Fakat son zamanlarda ilginç bir hâdise yaşıyoruz: O da Tayyip Bey’in oy oranının dramatik olarak düşmesi. Hatta bu öyle bir düşüş ki bu, AK Parti ve MHP oylarının toplamından bile daha az çıkıyor Tayyip Bey’in oyları. İkili sorularda, “Erdoğan mı, İmamoğlu mu?” “Erdoğan mı, Yavaş mı?” “Erdoğan mı, Akşener mi?” sorularında, Erdoğan artık geride çıkıyor. Mesela MetroPOLL Araştırma’nın sonuçlarına göre, Erdoğan Mansur Yavaş’la kıyaslandığı zaman 16 puan geride çıkıyor. Akşener veya İmamoğlu ile kıyaslandığı zaman 5-6 puan geride çıkıyor. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın oy oranı düşüyor. Bu, bir anlamda yapının değiştiğini söylüyor bize. Yüzde 36-37’ye düşmüş bir oy oranıyla artık eskisi kadar korkutucu olmayan bir durum var. Bu da muhalefet aktörlerinin pragmatik olarak ittifakı devam ettirme ya da kendilerinden ödün vererek, kendi genişleme alanlarından taviz vererek birbirleriyle bir arada durma eğilimini de haliyle zayıflatıyor — hayatın gerçeği bu. Siyaset bu güç dengesi prensibi üzerinden ilerliyorsa, korkutucu olan aktör düşüşe geçtiği anda, ona karşı bir arada duran aktörler de artık kendi ajandalarını uygulamaya başlıyorlar. Çünkü zaten hâlihazırda seçim kazanılacağı için, seçim sonrası dönem açısından birtakım planlar ortaya çıkıyor. Bu biraz hatalı bir yaklaşım. Partiler içgüdüsel olarak bunu benimseyip, kendi doğal, kavuşabilecekleri seçmenlere doğru meylediyorlar. Ancak öncelikli olarak kazanılması gereken bir seçim var. Kazanılması gereken seçim konusunda da muhalefette bir rehavet psikolojisi söz konusu. “Kimi aday gösterirsek seçilir” gibi bir durum var. Çünkü Tayyip Erdoğan alerjisi ve nefreti öyle bir noktaya ulaşmış durumda ki, artık ne olursa olsun insanlar Erdoğan’ın karşısındaki adaya oy verecek. Dolayısıyla, seçimi kazanmak çok tâli bir meseleye dönüşüyor. Önemli olan, seçim sonrası Türkiye’de nasıl bir rol oynamak? Ya da hangi ağırlıkla sahnede olmak meselesi.  

Muhalefet aktörlerine baktığımızda, benim iki yıldır sürekli olarak söylediğim, “Muhalefeti merkezde kurma” stratejisinin çöküşü anlamına geliyor. Çünkü muhalefeti merkezde kurmak istiyorsanız, partiler olarak kendi ideolojik eğilimlerinizden ciddi olarak taviz vermek zorunda kalıyorsunuz. Ve sadece hükümetin yönetim beceriksizliklerine odaklandığınız, aşağı yukarı herkesin üzerinde hemfikir olabileceği teknik bir tartışma yürüttüğünüz bir politika benimsiyorsunuz. Mesela “128 Milyar dolar nerede?” meselesinin muhalefet aktörlerini ayrıştıran hiçbir tarafı yok. Ama tezkere gibi meseleler muhalefet aktörlerini ayrıştırıyor. Çünkü tezkere meselesinde artık daha ideolojik, daha ahlâkî veya kendinize göre daha rasyonel bir tutum benimsiyorsunuz ve böylece muhalefetin uyumu ortadan kalkıyor. Ben bunu yapısal olarak, Tayyip Bey’in düşüşünün kaçınılmaz sonucu olarak görüyorum. Bu mesele de Millet İttifakı’nda bazı çatlaklara sebep oluyor. Mesela, CHP seçim sonrası dönemde daha fazla ağırlığa sahip olabilmek için daha tutkulu söylemlere yöneliyor. İYİ Parti, seçim sonrası dönemde daha fazla insanı temsil edebilmek için daha sağ söylemlere yöneliyor. Bu da, “Birisi direksiyonu sağa, diğeri sola kırıyor” diye tarif ettiğim hâdisenin gerçekleşmesi anlamına geliyor. Karşılığında, muhalefetteki ittifak çözülüyor. 

Ancak “Muhalefetteki ittifak çözülmeli mi? Çözülmesi bu partilere fayda getirir mi?” Bunun sorgulanması lâzım. Ortalama bir Ankara siyasetçisi, “Ben kendi doğal hinterlandıma doğru hareket ettiğim zaman oy oranlarımı artırabilirim” şeklinde düşünebilir. Ancak, Türkiye’de seçmenin, daha çok kazanan tarafa meylettiği kanaatindeyim. Kazanıyor olmak ya da kazanan tarafta olduğunun sinyalini vermek, çok daha geçer bir akçe bence. Dolayısıyla ittifakın bozulması, bu partileri kazanan sınıfının dışına iteceği için, bence umdukları oy artışını da bulamayabilirler; yani oyları düşebilir. Kanaatim o yönde. Çünkü CHP yüzde 25’lik oyuyla, aslında yüzde 50’lik bir gölgeye sahip. İYİ Parti yüzde 10’luk oyuyla, yüzde 50’lik bir gölgeye sahip. Bu, ittifak adına konuşabildikleri için büyük bir konfor alanı yaratıyor. Ve o yüzde 50’lik gölge de daha fazla seçmeni, daha fazla siyaset yapmak isteyen insanı ya da daha fazla medya mensubunu kendilerine doğru çekebiliyor. En azından dikkat çekmeyi başarabiliyor. Baktığınızda, yüzde 25 ve yüzde 10, yüzde 35 ediyor ama, bu ikisi ittifak içerisinde bulundukça oy oranlarının arttığını gözlemliyoruz. Çünkü insanlar bir sonraki seçimde, kazanacak aktöre yatırım yapmak ister. Bu ittifakın bölünmesi durumunda kazanma ihtimali azalacağı için, bu partiler de bir şekilde o gölgelerini kaybedebilirler. Fakat Tayyip Erdoğan kesinlikle mağlup edilecekse, “CHP niçin daha sol gruplarla, toplumun ‘sol’ hassasiyetini temsil eden insanlarla, siyasetçilerle ya da kendi demokrasi anlayışlarına uygun sivil toplum örgütleriyle, toplumsal muhalefet gruplarıyla hemhal olmasın? Niçin oy potansiyelini artırmasın? Toplumsal dönüşümün meyvelerini niçin toplamasın?” diye de düşünebilirler. Ya da, “İYİ Parti CHP ile beraber olarak, bir türlü seslenemediği Cumhur İttifakı seçmenine, bu parti ile arasına mesafe koyarak niçin seslenmesin? Niçin oy oranını daha da artırmasın?” gibi bir düşünce ortaya çıkabilir. Bu düşüncelerin ortaya çıkmasını doğal karşılıyorum ben. Ancak bu düşünceye sahip olan insanların şunu hatırda tutması lâzım: Birincisi, seçimi kazanmak öyle tahmin edildiği kadar kolay bir iş değil. Yani Tayyip Bey hâlen dimdik ayakta ve birkaç ekonomi politikası sayesinde –mesela asgari ücreti 4.000 TL yaparak, mesela büyük vergi indirimlerine giderek veya piyasaya para pompalayarak– yeniden kendisini tamir edebilir ve favori aday hâline gelebilir. Tayyip Bey’in favori aday hâline gelmesi, bence yüzde 1-1,5’luk artışlar şeklinde olmaz; favoriyse favori olur. Dolayısıyla yüzde 37’ye düşmüş bir Erdoğan, bitmiş bir Erdoğan değil, şansı hâlen var olan bir Erdoğan. O nedenle seçimi kazanmak çantada keklik görülecek bir durum değil. Muhalifler seçimi kaybederlerse, tekil olarak yaşama şansları ortadan kalkacak. Dolayısıyla o yeni seçmenlere açılma projesi, aslında oturdukları zeminin altını oyan bir projeye dönüşebilir. 

İkincisi, Türkiye’nin, AK Parti’yi mağlup ettikten sonra da bir projeye ihtiyacı var. Türkiye şu anda bir alternatif yönetim projesi olmadan ilerliyor gibi duruyor. Bu partiler sadece Erdoğan’ı mağlup etmek için bir araya gelmiş partiler değil. Aynı zamanda, tekrar benzeri tecrübeler yaşanmasın diye Türkiye’deki sistemi rehabilite edecek, böyle bir öneriye sahip partiler. Bu öneriyle gelebilirlerse, yani bürokrasiyi onarıp kanun hâkimiyetini tekrar yerine getirip hukukun üstünlüğü prensibine uyan, Türkiye’yi modern devlet kriterlerine uygun hâle getiren, o geleneksel yönetim anlayışından uzaklaştırıp modern yönetim anlayışına yakınlaştıran bir öneriyle gelmezlerse, Tayyip Erdoğan’ı mağlup ederek elde ettikleri başarı, birkaç sene içerisinde geri tepebilir. O yüzden, bölünme normal. Buna heveslenilmesi normal. Çünkü çok iştah kabartıcı. Bugün İYİ Parti sağcılık yapmadığı için, CHP solculuk yapmadığı için ittifak devam ediyor. Yani yapmadığınız zaman ittifak devam ediyor. Ama yapmaya başladığınız zaman ittifakta çatırdamalar ortaya çıkıyor. İstanbul Sözleşmesi meselesini hatırlayalım. Mesela Saadet Partisi İstanbul Sözleşmesi konusunda ideolojik bir tavır sergiledi. Bu tavır, Saadet Partisi’nin Millet İttifakı’ndaki yerini tartışmalı hâle getirdi. Tezkereye “evet” ya da “hayır” demek, bunlara ideolojik bir anlam atfediyorsak, bu da ittifakı bozan bir şey. Maalesef ittifak içinde bulunmak çok tatsız, çok defansif bir şeydir. Artık siyaseti niçin yaptığınızı unutur hâle gelirsiniz. Hayatta kalma stresi sizi tutkularınızdan, ahlâkınızdan arındırır ve siz pragmatik bir oyuncu hâline dönüşürsünüz. Ama karşınızda olan tehdit ya da sizin tanımladığınız kötülük öyle bir raddeye varmıştır ki ittifakın dışında bir seçenek de çok uygun değildir. Dolayısıyla “Kendinizi ahlâklı hissetmek mi yoksa hayatta kalmak mı?” ikileminde tercihiniz hayatta kalmak olur. O yüzden, Tayyip Bey güçlü kaldığı sürece, mağlup edilme durumu muallakta kaldığı sürece, ittifakın, sorunlar yaşasa da ayakta kalmaya devam edeceği kanaatindeyim. 

Ruşen Çakır: Kemal, sen de bu konuyu ele almıştın zaten. Aslında birbirlerine muhtaçlar; çünkü hedefleri Erdoğan. Ama Burak’ın da söylediği gibi, olay o hedefe ulaşmakla bitmeyecek. Herkes kendi kimliğini muhafaza etmeye çalışıyor. Ama bu muhafaza, birlikte ittifak yaptığı partinin yöneticilerini olmasa bile tabanını rahatsız ediyor. Böyle bir ikilem var. Bu ikilem hep böyle devam edecek mi? Çünkü geçen sefer, Kürdistan, tezkere meseleleri yüzünden olay bayağı sertleşecek gibi oldu. Şimdi biraz duruldu.

Kemal Can: Ben Pazartesi günkü yayınımda da söyledim; yine aynı şekilde düşünüyorum. Zaten Burak’ın bıraktığı yer de oydu. Ben, şu anda siyaseti belirleyen ittifaklı düzenle ilgili şöyle düşünüyorum: Bu ittifakları zorunlu kılan şartlar değişmediği sürece, bu ittifaklar kendilerini korumaya ve bunu sürdürmeye çalışacaklar. İkinci seçenek, bu şartları yaratan değişiklik olmayabilir, ama aktörler daha iyi seçenekler olduğu fikrine kapılabilirler. Aslında iki ittifakın da hedefleri açık. Bir tanesi, bu ittifakın devamını sağlamak. Diğeri de, bu iktidarı değiştirmek. Bu iktidarın devamı ittifakıyla, bu iktidarı değiştirme ittifakı, aslında birbirini yaratan ve birbirini zorunlu kılan iki ittifak. Bu koşullar devam ettiği sürece, ittifakları devam ettirmeye gayret gösterecekler. Ama hiçbirinin de daha iyi seçenekleri yok. Bunun dayanılmaz hâle gelmesi, birtakım üslûp ve hatalarla mümkün olabilir. Ve aşağıdan yukarıya doğru, bazen teşkilatlardan, bazen tabandan çok büyük alerjiler oluşabilir. Şimdiye kadar, liderlerin belirleyiciliğiyle bu büyük ölçüde tolere edilebiliyor. Aslında iktidar için eleştirilen tek adamlık ve lider merkezli pozisyon, ittifaklar düzeninin zorunlu sonucu olarak muhalefette de geçerli. Muhalefette de, partilerin temsil ettiği bütün dinamiklerden bağımsız olarak liderlerin belirleyici bir unsur olduğunu görüyoruz. 

Ruşen Çakır: Tabii orada, “Şimdi çatlak bir ses çıkmasın, müttefikimizi rahatsız etmeyelim” düşüncesi var.

Kemal Can: Aslında bu ittifak, referandumla birlikte oluştu. Bu ittifakı da çatan yine iktidar oldu. Erdoğan ve Bahçeli’nin referandumla getirdiği yeni yönetim modeli, muhalefet ittifakının da çerçevesini kurdu. Bu “iki kutuplu” meselesine Burak çok sık değiniyor, ama ben iki kutup var mı çok emin değilim. İktidar kutbu, bir kutup. Yıllardır devam eden, milliyetçi, mukaddesatçı, büyük Sünni Türk kitle. Merkezi ile, radikali ile, Türk sağının bir dünya algısı olarak, bir kutup hâlinde kristalize olmuş bir hâli. O kutup, temel refleksini bu iktidarın devamı ve bunun beka davası olması üzerine kuruyor. Bunun karşısındaki kutup ise tam kutup değil; onun dışında olanların mecburiyetten bir araya geldiği ve asıl hedefinin bu durumu değiştirmek olduğu, kendine oraya kadar bir milat çizen ve bu yüzden de bu ittifakın devamını beka davası olarak koyan… Senin söylediğin gibi, liderlerin, hatta büyük ölçüde tabanın, “Ne olursa olsun buna bir halel gelmesin” refleksi, bu sürüklenmeyi götürüyor. Ama iktidar ittifakında da, muhalefet ittifakında da potansiyel sıkıntılar var. Bu yüzden, bu üstü örtülmüş, bu ittifakı yaratan şartlar dolayısıyla konuşulmayan, arkada bırakılan, üstüne çok düşülmeyen bütün problemlerde potansiyel olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Zaman zaman üslûplarla açığa çıkıyor. Zaman zaman da böyle çatlak tartışmalara neden oluyor. Bunlar tamamen bitmeyecek. 

Burak’ın demin işaret ettiği ve benim de daha önceki yayınlarımda söylemeye çalıştığım gibi, bu muhalefet ittifakı, seçmeniyle, kamuoyuyla, sonrayı çok fazla konuşmuyor. Hatta birbiriyle de konuşmuyor. Açığa çıkmayan, üzerine konuşulmayan, “Bunları çok konuşmayalım, problem çıkar” denilen şeyler, kafaların arkasında bütün yapılan hesapların temel motivasyonu. Mesela Akşener meselesinde, niye son zamanlarda sağa yaslanmak, sağ seçmene gitmek meselesi öne çıkmaya başladı? Çünkü muhalefet burada çok temel bir şey yapmak zorunda. Bu iktidarı değiştirecek ve yeni kurucu, tamir edici yeni bir iktidar formunu üretecek seçim stratejisi, seçmenin hareket etmesiyle mi olacak? Yoksa bu partilerin kendisinin hareket ederek, o seçmenin bulunduğu yerlere yerleşerek, daha geniş tabanlar tutmasıyla mı olacak? Yani “Seçmen mi hareket edip değişikliği yaratacak? Yoksa partiler, biri kendi soluna, diğeri kendi sağına giderek, daha geniş bir alanı mı tutarak sonuç alacaklar?’’ tartışması bugünün tartışması. Bunun devamında da, “Bu tuttukları tabanlarla daha sonrası için ne kadar belirleyici olacaklar?” tartışması. Bu konuda başından beri Akşener’in zorlandığı kısım, iddia ettiği gibi bir merkez parti ve merkez siyaset üzerinden mi siyasî varlığını devam ettirecek? Yoksa daha önceki heves ve iştah uyandıran sağın yeni patronluğu üzerine mi bir vizyon kuracak? Bu temel açmazdan kaynaklanan, zaman zaman böyle çıkışlara ve sorunlara yol açan meselenin kaynağı bu.

Diğer taraftan, CHP’nin ve özellikle son dönemde Kılıçdaroğlu’nun, bazen bürokratlara, bazen iş adamlarına, bazen dünyaya ve genel olarak seçmene, kadınlara, zaman zaman birinci tekil olarak daha sonraya doğru konuşmaya başlaması, bir tür muhalefet liderliği ve merkez çerçevesini çizme gayreti anlamında algılanıyor. Bu da sanırım bir alerji yaratıyor.

Ruşen Çakır: Bunu şöyle toparlamak mümkün: Seçmene giden sanki Kılıçdaroğlu, seçmenin gelmesini bekleyen de sanki Akşener gibi. Çünkü Kılıçdaroğlu sürekli özeleştiriden bahsediyor. Akşener de “Siz beni zaten tanıyorsunuz” pozisyonunda gibi. 

Kemal Can: Ama bu son dönemde “Ömer’in Yolu”, tezkere meselesi, HDP’yi konumlandırdığı yer açıklaması, buna tam uymuyor. Aslında dediğin doğru. Akşener, merkez siyasetin gereklerini yapmakla ilgili şöyle bir şey kullanıyor: “Ben bunu söylüyorum, buna ikna olun. İdeolojilere girmeyelim, bunlara fazla kurcalamayalım” diyor. Ama bunun gereğini yapmak konusuna gelindiğinde, “sosyoloji, bizim taban, değerler” meselesini vurguluyor. Bu ikircikli tavır zaman zaman dalgalanıyor. Aynı şey CHP’de de yaşanıyor. Hatırlarsan, o da  “Acaba sağa uygun başka isimlerle mi yürüyelim?” tezi üzerinden muhalefet kurmaya çalıştı. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle devam edelim. Sorun potansiyellerini biliyoruz. Çok kabaca sağ ve sol diye tarif ediyoruz. Bu bize, “Acaba bir şeyler kötü mü gidiyor?” sorusunu sorduran olay, üst üste gelen Kürt meselesiyle doğrudan alâkalı olaylardı. Var olan sorunları yine bu mu tetikleyecek? Tabii diğer partiler de var, ama özellikle burada İYİ Parti ve CHP’den söz ediyoruz. Burada sorun çıkma potansiyeliyle Erdoğan’a karşı birbirlerine mecbur olma durumları arasındaki dengede mecburiyet baskın mı çıkar?

Ayşe Çavdar: Bu ittifakı, sert kuralları olan bir ittifak olarak tarif ettikleri sürece çıkabilir. Ben Millet İttifakı’nın çok ciddi bir hata yaptığını düşünüyorum. Bu da biraz Cumhur İttifakı’nın bulunduğu toplumsal kesime, siyasî kesime ya da ideolojik angajmana fazla bakarak kendisini belirliyor. İttifakın hangi mekanizmalarla yürüyeceğini de ona bakarak belirliyor. Oysa buna ihtiyaç yok. Kemal çok güzel bir şey söyledi. Cumhur İttifakı tarafında bir kutup var. Ama onun karşısında artık bir kutup yok. Bu biraz da CHP ve İYİ Parti’nin Millet İttifakı diye bir şeyde karar kılmalarıyla gerçekleşti. O zaman bu hattan yürünebilir. Cumhur İttifakı aslında ideolojik bir ittifak. Türk-İslâm sentezinin vücut bulmuş hâli. 1980’den, Soğuk Savaş’tan itibaren şekillenmiş ve Türkiye’de yalnızca sağın değil, aynı zamanda devletin de sınırlarını belirlemiş, eskilerde kalmış ideolojik bir ittifak. Çünkü artık o koşullar yok. O ittifakın, sanki o koşullar varmış gibi devam etmek üzere ürettiği birtakım krizleri var. O krizleri bahane ederek yan yana duruyor.  Çünkü o krizler olmadığında o ittifak da yok. Fakat karşısındaki ittifakın, yani Millet İttifakı’nın ideolojik bir ittifak olmak gibi bir zorunluluğu yok; kol kola gitmeleri gerekmiyor. Biri yolun sağından, öteki yolun solundan gidebilir gerçekten ve bunu da seçmene anlatabilirler: “Bu bir seçim ittifakıdır. Sürekli krizleri yaratan, başımıza belâ olan, yolsuzluklarla mâlûl ve siyaseti âdil bir yarış olmaktan çıkartan bu liyâkatsiz ekibi başımızdan göndermek için, önümüzdeki seçim için bir seçim ittifakı yaptık. Geçen seçimde de yapmıştık ve bunu devam ettiriyoruz. Fakat ondan sonra birbirimizle yarışacağız. Her konuda anlaşmak zorunda değiliz. Bizim anlaştığımız mesele, gelecekte yine birbirimizle yarışacağımız siyaset kulvarını âdil koşullarda üretmek üzere bir ittifak” diyebilirler. Yani “İttifakın iki aşaması var” diyecekler. “Aşamalardan bir tanesi Cumhur İttifakı’nı yenmek. Onun sebepleri belli: Türkiye’yi iyi bir yere getirmediler. Sürekli olarak kriz yaratıyorlar. İkincisi, bir gün birbirimizle yarışacağımız zaman o yarışın âdil olması için de ittifak yapmak zorundayız.” O kadar zor bir şey değil bunu söylemek. Bunun bir örneği, Türkiye’nin “Seçim Yasası” meselesinde var. AKP’nin son dönemine kadar uluslararası alanda da örnek gösterilen bir yasaydı. Çünkü beş benzemezler, birbirlerine ezelî ve ebedî düşman olan ekipler yan yana gelip seçim yasasını öyle yapmışlardı. Birbirleriyle bir siyasî angajman üretmek yerine… Çünkü bu kadar sert bir ittifak modeli –ki bu Cumhur İttifakı’nın modeli, Millet İttifakı’nın böyle bir modelde olması gerekmiyor– elbette krizler çıkacaktır.  Çünkü hem Cumhur İttifakı hem seçmen, sürekli “Şu konuda anlaşamadılar, ne oldu, bu konuda anlaşamadılar ne oldu” diye yürek ağızda ve bu bir yorgunluk da yaratacak. Oysa Millet İttifakı’nın en çok ihtiyaç duyduğu şey, hem bir esneklik, hem de siyasî rekabetin gayet arkadaşça da olabileceğine dâir neşeli bir söylem. Şu anda bu eksik. Çünkü Millet İttifakı, Cumhur İttifakı’nın ne yaptığına, nasıl yaptığına, ne dediğine bakarak bir şekilde kotarmaya çalışıyor. Ben bunun Millet İttifakı’nın her iki tarafı ve diğerleri için de sancılı ve sıkıntılı olduğunu zannediyorum. Çünkü ittifaka dâhil olacak diğer partiler de böyle bir sancının ve sıkıntının içine girmek istemeyebilirler. İYİ Parti ne istiyorsa o olabilir, CHP ne istiyorsa o olabilir, diğerleri ne istiyorsa o olabilirler. “Aramızdaki ittifak şununla ilgili, bununla sınırlı. Aramızdaki yarışı da geleceğe erteledik. Çünkü yarış şu anda âdil değil”  diye açıkça söyleyebilirler. 

Bu söylemle ilgili olarak Aysuda Kölemen’le “Şimdiki Zaman”da https://medyascope.tv/2021/11/10/ayse-cavdar-aysuda-kolemen-ile-simdiki-zaman-63-turkiye-istisnai-bir-ulke-mi/ da konuştuk bunu. “Yerli ve Milli” kavramlar olarak konduğu zaman ve bu kavramların içeriğini de iktidar belirlediği zaman –ki bu siyasî egemenlik demektir; “Hangi konularda benimle yarışacağınızı da yine ben söyleyeceğim” diyor iktidar– bu konuya CHP daha az, ama İYİ Parti çok fazla duyarlı. Son dönemde “Ömer’in Yolu” gibi söylem motifleri de bunu gösteriyor. Bu, İYİ Parti’yi, hem CHP ile ilişkisinde, ama asıl AKP’li seçmenle ilişkisinde çok zorluyor. Çünkü egemenin siyasî söylemleriyle siyaset yaptığınızda, onun hareket alanı, iktidarda olduğu için çok daha geniş. Meral Akşener’in Kürdistan meselesi yüzünden “HDP’liler bana tuzak kurdu” demesinden hemen sonra, Tayyip Erdoğan Batman’da Kürtçe türküyle karşılandı ve bu rahatlığı kendisine sağladı. Onu öyle bir yere sıkıştırdıktan sonra, Siirtli vatandaşı Kürdistan kelimesini kullandığı için gözaltına alıp, Akşener’i de onun hakkını savunamayacak duruma getirdikten sonra, kendisi gitti ve Batman’da Kürtçe türkülerle karşılandı. Bu, onun için bir çelişki oluşturmadı. Çünkü kavramın içine neyin girip girmeyeceği konusundaki sınırları o belirliyor. Dolayısıyla siz onun kavramlarıyla siyaset yaptığınız zaman, onun sınırının dışına kolayca atılabiliyorsunuz. 

CHP’yi ayrıca konuşuruz; ama İYİ Parti’nin önünde, kendisini o kavramlardan kurtarmak, bunun için de o kavramları yeniden tarif etmek gibi bir mücadele alanı var. Bu da, en çok kendisiyle mücadele etmesi gerektiği anlamına geliyor. İYİ Parti’nin bunu pek becerebildiği de söylenemez. Nedeni de, yeni bir parti olması, elindeki insan kaynağı, hem Meral Akşener’in biyografisi hem İYİ Parti teşkilatlarının MHP’den kopmuş olması, yeni bir parti ve yeni bir siyasî söylem meselesini bir türlü kavrayamamalarına neden oluyor. Bunu aşmaları gerekiyor. 

Özetle: Bu ittifak, daha gevşek, daha esnek bir ittifak olabilir. Böyle olduğunda da, “İttifak bozuldu mu, bozuluyor mu? Şu konuda da anlaşamadılar, şimdi ne olacak1 demeleri gerekmiyor. Kendi aralarında rekabet ettiklerini de saklamak zorunda değiller. Çünkü ikisi de iki ayrı siyaset. İkisi de sağın bir yerlerinde, CHP’nin de, sol motifleri olmakla beraber, çok da solda bir yerde konumlanması gerektiğini düşünmüyorum. Söylemde değilse bile en azından pratikte böyle bir vaziyeti olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta evet, rekabet edecekler elbette. Şu anda, âdil bir siyasî rekabetin mümkün olduğu bir Türkiye’yi kurgulamaya çalışıyorlar. “Anlaşabildiğimiz konular var, oradan yürüyeceğiz. Anlaşamadığımız konuları, ileride birbirimizle yarışacağımız zamana erteleyeceğiz. Bu biraz neşe de getirir. Çünkü şu anda siyasî rekabetin kurallarını –aslında kuralsızlığını–, içeriğini Cumhur İttifakı belirliyor. İttifakın tarafları, Cumhur İttifakı ile yarış içinde birbirleriyle ilişkileniyorlar. Oysa yarışı gelecekte başka bir yerde, bizzat kendileri kurgulayacaklarını söyleyerek başka bir şenlik oluşturabilirler. “Siyaset ve gelecek başka bir yerde kuruluyor” diyebilirler. Çünkü Erdoğan ve AKP’nin hiç konuşamadığı alanlardan bir tanesi: Gelecek. Erdoğan ve AKP, 20 yılı sırtında taşıyarak siyaset yapıyor şu anda. Dolayısıyla, gelecek konusunda konuşacak durumda değiller. Oysa muhalefet gelecek konusunda konuşabilir ve geleceği bir umut konusu olarak kotarabilir. Bunun için de Millet İttifakı’nın biraz esnekliğe, espriye ve mizah duygusuna ihtiyacı var. Bu da birbirleriyle ilişkilerini biraz rahatlatarak, daha fazla diyalog kurarak olacak bir şey. 

Ruşen Çakır: İktidar, özellikle AKP kanadı, Millet İttifakı’nın parçalanması politikasını sürdürmeye çalışacaktır. Lütfü Türkkan olayında da bunu gördük. Kimisi bilinçli, kimisi kendiliğinden, ama daha çok organize bir şekilde bu olay farklı bir şekilde tırmanacak gibi duruyor. Hatırlarsanız, Kılıçdaroğlu’nun “siyasî cinayetler” uyarısı vardı. İYİ Parti yöneticileri de buna benzer duyumlar aldıklarını söylemişlerdi. Bingöl’de yaşanan olay daha farklı bir olay. Ama o olayda da gördük ki iktidar mekanizmaları hızlı bir şekilde muhalefeti birbirlerine düşürmekten ziyade, her birini tek tek şeytanîleştirme, kriminalize etme ve düşürme yoluna gidecek.  Açıkçası, ben bu olayların tırmanacağını, hatta birtakım hazırlıkların yapılıyor olmasının pek şaşırtıcı olmayacağını düşünüyorum.

Dün Meral Akşener’in yaptığı konuşmalarda, Lütfü Türkkan olayının yanlış olduğunu söyleyerek çok net bir tavır aldı. Türkkan’ın istifasını istedi ve istifasını da aldı. Ama sonrasında da, acayip bir üslûpla, argo kelimelerle, iktidara meydan okudu. “Provokasyonlarınız bize vız gelir. Biz kendimize dikkat ederiz” demesi anlaşılabilir. Ama onun ötesinde, cevap verirken kullandığı üslûp… Öncelikle CHP ve İYİ Parti olmak üzere Millet İttifakı’nın bütün aktörlerinin, önümüzdeki dönemde iktidardan gelecek tekil saldırılar konusunda yeterince hazırlıklı ve deneyimli olduğunu düşünüyor musunuz? Akşener’in de söylediği gibi, Lütfü Türkkan, deneyimli bir siyasetçinin o durumda yapmaması gereken bir hatayı yaptı. Bu olay bir provokasyon da olsa yapılmaması gereken bir hata var. Ama anlaşılan siyaset, seçime kadar bu şekilde yürüyecek. İktidar olayı böyle alanlara taşımaya çalışacak. Ne dersin Burak?

Burak Bilgehan Özpek: Benin anlamadığım bir şey var. Herke provokasyon olduğu konusunda hemfikir. Maşallah hepimiz bunu çözmüş durumdayız. Fakat ısrarla bu insanlara cevap vererek, küfrederek, bu provokasyona alet oluyoruz. Siyasî tecrübe sahibi olan insanların, provokasyonu tespit ettikten sonra buna verdikleri tepki, onunla muhatap olmamak, çekip gitmek olmalıdır. Provokasyon meselesi de İYİ Partilileri şaşırtmamalı. Çünkü parti kurulduğu andan itibaren, provoke edilen, dürtülen bir parti. 2017’den bu yana, hükümet tarafından Fethullahçı suçlamasıyla, milliyetçiliğini şaibeli göstererek, sosyal medyada trolleri vasıtasıyla, esnaf ziyaretleri esnasında bağıran çağıranlar vasıtasıyla, İYİ Parti’ye, “millete ihanet etmişlik” duygusu aşılamak isteniyor. Bu çok enteresan bir durum. Çünkü popülist yönetimlerin milleti kurgulamak gibi bir eğilimleri var. Bir süredir bu konuda yazıyorum zaten. Sanki Türk halkı yüzyıllardır bir lideri, bir ittifakı bekliyordu. Cumhur İttifakı da gökten zembille indi ve muhteşem bir füzyon gerçekleşti zannediyoruz. Böyle bir şey yok. Tam tersine, bu milleti, Cumhur İttifakı’nı özleyen, bekleyen, bir şekilde kurgulayan, bizzat Cumhur İttifakı’nın kendisi. Bu kimliği inşa etti. O yüzden trollere bu kadar para harcıyorlar. Trollere bu kadar para harcamalarının asıl sebebi, milliyetçi bir partiye kendini vatan hainiymiş, millete ihanet ediyormuş gibi hissettirmek. Bu pazarlara gönderdikleri adamların asıl amacı, “Millet orada saf haliyle apayrı bir politika beklerken, İYİ Parti, birtakım yozlaşmış elitlerle kapalı kapılar ardında bir şeyler çeviriyor. Millet bundan zinhar mutlu değil” imajı vermek. Kendisini sorgulatmak ve bir şekilde hata yapmaya zorlamak. Ama bu çok kurgusal bir şey. AKP’nin tasarladığı ortalama bir vatandaş var. Bu ortalama vatandaş, S-400 alımına seviniyor, Suriye operasyonuna seviniyor, bir şekilde Tayyip Erdoğan’ı dünya lideri olarak görüyor, Libya’ya asker göndermemizi istiyor. Hükümet neyi istiyorsa, zaten bunu arzu eden ya da arzu edermiş gibi tasarladığı bir vatandaş var. Aynı vatandaş, asgari ücretle insanların niçin geçinemediğini de anlayamıyor mesela. A Haber’deki sokak röportajlarına bakın; onlar da çok kurgusal şeyler. “Ortalama Türk milleti nasıl bireylerden oluşur?” kavramına âşinâ olursunuz zaten. Muhalefeti bu insanlarla muhatap etmek ve onları hassas, kırılgan yerlerinden vurmaya çalışmak, hata yapmaya zorlamakla alâkalı bir şey. O provokasyonların asıl amacı, bir anlamda, İYİ Parti’yi –ki burada asıl hedef parti, o gözüküyor– inşa etmeye çalıştığı politikadan çıkartıp, o gündelik politikanın bir öznesi hâline getirmek, sürekli kendisini savunmak, kendisini izah etmek durumunda bırakmak. Zaten İYİ Parti bunu 2018 seçimlerinden önce çok yapmadı mı? Sürekli olarak kendisini izah etmeye çalışmadı mı? Ve bunun hiçbir etkisi olmadığını görmedi mi? Kendinizi AK Parti’nin kurgusal milletine karşı savunmak yerine, tartışmayı o eksenden alıp bambaşka eksenlere çevirmeniz gerekiyor. Siz sadece güvenlik eksenli bir tartışmanın aktörü olamazsınız. Kendinizi, sürekli olarak ne kadar milliyetçi olduğunuzu Cumhur İttifakı seçmenine, Cumhur İttifakı gazetecilerine, Cumhur İttifakı siyasetçilerine ispatlar vaziyette konumlandıramazsınız. 

Mesela, muhalefet milletvekilleri CNN Türk’e, Habertürk’e çıkıp, 3 tane, kimi temsil ettiği belli olmayan gazetecilere ne kadar milliyetçi olduklarını ispatlamaya çalışıyorlar. Bu insanlar parti üyesi değil. Evrensel standartlara göre gazeteci değil. Ama mesela İYİ Parti milletvekili çıkıp milliyetçi olduğunu anlatmaya çalışıyor. O ekseni tamamıyla reddetmek lâzım. Bugün milliyetçi olduğunu ispat etmesi gereken parti İYİ Parti değil; o stresle yaşamamalı. O tartışmanın içerisine girmemeli. Onun yerine, milli güvenlik dışında kalan konulardan bahis açıp, tartışmayı oraya yığmalı. Mesela ekonomi konuşmalı. Dünkü grup toplantısında, hiç bu meseleden bahsetmeyip, bu tartışmada müdafaa eden pozisyonunda olmaktan ziyade, Türkiye’de yoksullaşma, dolar kurunun Türkiye’yi uluslararası sistemin sömürgesi hâline getirmesi gibi konulardan konuşmak çok daha etkili bir cevap olabilir. Yoksa o kısır tartışma zaten Tayyip Bey’in kurduğu sistemin bir parçası. O itham edecek, siz müdafaaya geçeceksiniz. Onun yerine, itham edilme durumunu ortadan kaldırıp onu bypass etmek gerekiyor bence. Bu da merkez siyasetin oluşmasına etkide bulunuyor. Çünkü sizin kimliğinizi vurgulamak üzere tahrik eden bir iktidar var. Israrla, İYİ Parti’ye milliyetçi olduğunu tekrar ettirmek isteyen bir iktidar var. 

CHP’den istifa eden, kopan Kemalist milletvekilleri ya da siyasetçiler her zaman olur. Aynı iktidar, onları çıkartıp, “CHP Mustafa Kemal’in çizgisinden ayrıldı” diyebiliyor. Akit TV’de bunları söylüyorlar — sanki Akit TV CHP’nin Mustafa Kemal’in çizgisinde kalıp kalmamasına çok meraklıymış gibi. Ama tekrar etmeye çalıştıkları şey, CHP’de bir yöneticinin çıkıp, “Biz Mustafa Kemal Atatürk’ün çizgisine bağlı sapına kadar Atatürkçüyüz” demesi — ki CHP, mesela muhalefete geçmiş muhafazakârlarla konuşamasın. Bunlar böyle taktikler ve bizim artık 2021 senesinde bunları öğrenmiş olmamız ve bu işin içerisine girmemek gerektiğini öğrenmiş olmamız lâzım. Bu biraz da şununla alâkalı. Ayşe’ye ve Kemal Can’a katılmıyorum. Evet, Cumhur İttifakı ideolojik bir ittifak görüntüsü veriyor. Ama tutkulu bir ideolojik ittifak olduğu kanaatinde değilim. Müstehcen bir çıkar ittifakı olduğu düşüncesindeyim. Pazara kadar değil mezara kadar yürüyen iki partinin ittifakı teorik olarak mümkün değil. Mezara kadar gideceklerse, niçin iki farklı parti olarak hayatlarına devam ediyorlar? Kaynak bölüşüm sürecinde gayet bencil, ideolojileri bir tarafa bırakan ve kârlarını kendi partilerinin çıkarına olabilecek şekilde maksimize etmeye çalışan iki parti olduğu kanaatindeyim — ideoloji bunların süsü. Bu milliyetçi-mukaddesatçı koalisyon, 2019 yerel seçimlerinden 1 gece önce Osman Öcalan’ı TRT’ye çıkartıp “CHP’ye oy vermeyin” dedirtti. Böyle bir ideoloji. Sıklıkla bunu tekrar edelim. Rusya, 33 askerimizi şehit ettiği zaman sus pus olan bir milliyetçilik bu. Tutukladığınız birisini ABD’nin baskısıyla serbest bıraktığınız zaman sevinen bir milliyetçilik. Burada ideolojik bir boyut yok.  Burada pür pragmatik, müstehcen, kamu kaynaklarını idare etme ve paylaşma ittifakı var. O yüzden Kemal Can ve Ayşe bunu söylerken ben ne demek istediklerini anlıyorum. Ama bu, bu insanlara iltifat oluyor. Bence altını çizmemiz gereken nokta, bu insanların bir çıkar ittifakı kurdukları ve çıkarlarını korumak için, ideolojiyi hem kendi meşrulaştıran hem de karşı tarafı uyumsuzlaştıran bir araç olarak kullandıkları.

Ruşen Çakır: Kemal, Lütfü Türkkan meselesi ilginç bir örnek olarak gündeme düştü. Videoyu izlemişsindir. O klasik, deneyimli politikacı, vatandaşı kafakola alıp, gönlünü alacak sanıyorsun. Birden olayın rengi değişiyor. Hakikaten hiç beklenmedik bir durum. Bir siyasetçi olarak Bingöl’e gitmişsin, oraya bir çıkartma yapıyorsun. Sonrasında yaşananlar… Bu tür şeylerde kimi zaman ellerine geçen fırsatı değerlendirecekler, kimi zaman da bir şeyleri tezgâhlamaya çalışacaklar. Olay artık tamamen belden aşağı gidecek gibi görünüyor. 

Kemal Can: Evet, büyük ihtimalle öyle. Burak’ın söylediği gibi, provokasyon olacak veya buna vesile olacak vakaların bulunup bulunmaması ile ilgili değil. Bu tür bir taktik karşısında nasıl bir pozisyon alındığıyla ilgili. Bugün Türkkan olayı olmasaydı yarın başka bir vesile bulunurdu. Önemli olan, bunu nasıl karşıladığın. Dolayısıyla, bu provokasyonların sonuç alıcı ya da Meral Akşener’in söylediği gibi “üzerinde tepinilen” bir şeye dönüşmesinde, Burak’ın örneklerini sıraladığı gibi doğrudan muhalefet aktörlerinin bu tür konularda, zaaflarını fazla açık eden hatta bazen kabul eden tutumlarının çok etkisi var. Bu konuya döneceğim, ama önce Burak’ın bahsettiği ideolojik sağ meselesine dâir birkaç şey söylemek istiyorum: İdeolojik ittifakın değerler dünyasının sahiciliğiyle ilgili mesele, AKP ile sınırlı değil. Koca bir anti-komünizm ve ABD’nin bunun üzerine inşa ettiği ve Türkiye’de neredeyse bütün sağ radikal unsurlar ve merkezi önemli ölçüde belirleyen sağ düşünce dünyasının, dünya ölçeğinde de, ekonomik tercihler ölçeğinde de bu değerleri bu tür kullanması hiç yeni değil. Bu yüzden, 6. Filo’yu protesto eden çocukları 68’de döven de, daha sonra bütün 70’ler boyunca sağın temel refleksini anti-komünizm, ama aslında ABD’nin temel bölge ve dünya çıkarları üstüne inşa etmesi de bunun bir sonucu. Zaten bu, süreklilik kazanmış bir ideolojik ikiyüzlülük. Bu, sadece AKP’nin ürettiği yeni bir durum değil. Sanki daha önce çok saf değerlerdi de, birdenbire AKP ile bütün zemini kaymış gibi düşünülmesin. Genel olarak merkez sağ, önce, pragmatizmi öne çıkaran büyük kitle hareketleri olarak doğmuştur. Doğruyol böyledir, Anavatan Partisi böyledir, Demokrat Parti böyledir, AKP de başlangıçta böyledir. AKP’nin ilk yıllarında da AB’ye girmek, dünyayla bütünleşmek, “Bu ülkenin her şeyini herkese satarım. Bu ülkeyi pazarlayacağım” diyen ve seçmenine de bunu satan, o değerlerden de pek söz etmeyen, hatta o değerlerin bir kısmını ayaklar altına alacağını söyleyen bir tutumdan, iş sıkıntıya girdiğinde, değerler, beka davası, güvenlik söylemlerine dönüyor. Bu döngü sürekli tekrar ediliyor. Şimdi, çok travmatik bir biçimde ve büyük hasar vererek yeniden tazeleniyor. Dolayısıyla o kutbun ideolojik içeriği, o ikiyüzlülüğü ve o pragmatik çıkar birliğini de zaten içinde taşıyan bir durum. 

İkincisi, Burak’ın işaret ettiği ve senin söylediğin gibi, “Bir yerde katı değerler ve oynatılmaz bir sosyoloji var ve onun hakikatleriyle davranmak lâzım” ezberine bağlı olarak, “Biz, kendi tabanımızın reaksiyon verebileceği ya da bizim aleyhimize kullanılabilecek olan şeylere çok dikkatli davranmalıyız ve bunlara kuvvetli cevaplar vermeliyiz” ezberi, kısa vadede mâkul ve mantıklı görünüyor. Hem daha çok seçmen kazanmak için işe yarar gibi görünüyor ya da sizin üzerinize gelinmesini engellemek için işe yarar gibi görünüyor. Ama senelerdir deneyimlendiği gibi, bunlara çok yüksek reaksiyonlar verilmiyor. Hatta Akşener’in grup toplantısında, dilini de değiştirerek verdiği cevap, yüksek bir karşılık olmuyor. Yüksek bir zaaf ve açık verme anlamına geliyor. Akşener’in, “Kürdistan” tartışması sırasında, Meclis kürsüsünden çıkıp HDP pozisyonu üzerine konuşma ihtiyacını duyması, bugün Batman’da yaşanan şeyin kapısını açan bir durum. Bir de şöyle bir şey var: Cumhur İttifakı partileri, daha önce de gördüğümüz gibi bir işbölümü yapıyorlar anlaşılan. Çünkü Bahçeli çıkıp bütün memlekete CHP’yi anlatacağını söyledi. CHP’nin yoldan çıkmışlığını MHP üstlenmiş durumda. İYİ Parti’nin üzerine gitme işini de AKP üstlenmiş durumda. Bu böyle devam edecek. Burada yapabileceğiniz şey, onların mesnetsiz saldırılarını cevaplamaya çalışmak ya da karşı saldırıyla “Siz daha fenasını yaptınız” demek çözüm değil. Bunun çözüm olmadığını gördük. İktidarın artık bu işten sonuç alamadığını uzun zamandır görüyoruz. Sen de dün bu konuda bir yayın yaptın. Ama sonuç almasını sağlayan şey, onun yeteneği değil, cevap verme konusundaki ısrarın devam ediyor olması; o konuda hâlâ bir kırılganlık ya da bir zaaf olabileceği düşüncesiyle, cevap verme ihtiyacı. Bu konuda, liderlerden çok, teşkilatların ve o yapının ürettiği ezberleri oralardan kazımak kolay değil. Özellikle İYİ Parti’nin hem teşkilat yapısı hem belirli bir seviyedeki üst kadrosunda bu konudaki ezber, adeta genetik bir kod haline gelmiş biçimde ve oldukça kuvvetli. Bunun tezahürlerini görüyoruz. Bu böyle devam ettiği sürece, bunu dışarıya itme cesareti gösterilmediği takdirde, iktidar, sonuç aldığı için üzerine gelmeye devam edecek. Burada, insanları merkeze çağırma iddiasında, kendi merkez pozisyonunu tarif açısından dönüştürücü rol çok önemli. Merkez sağın, hatta AKP’nin becerebildiği şey, biraz önce Burak’ın söylediği milleti ya da seçmeni biçimlendirme meselesi önem kazanıyor. Çünkü AKP’nin hâlâ gücünü koruyabilmesinin nedeni, kutuplaştırma ve bu tür provokasyonların yanı sıra, siyaset yapma biçimini, insanların düşünme biçimini, güvenlik algısını biçimlendirme kabiliyetini henüz kaybetmemiş olması. Bunu destekleyen en önemli şey de, muhalefet aktörlerinin buna uygun davranıyor olmaları. Bu dönüştürücü cesareti gösterip, seçmeni hareketlendirmek, “Bırakın o saçmalıkları. Burada başka bir şey konuşmamız gerekiyor” meselesine ikna etmeleri gerekiyor. Bunun değişmez olduğunu, o seçmenle ancak tek tipte konuşulabileceğini, sadece bu değerler ve bu değerlerin ağırlığı meselesini de kaçınılmaz olarak iktidar belirlediği için, o değerler ekseninde cevap üretmek ve onları orada memnun etmek üzerine biçimlendirdiğinde, bu dönüştürücü etkiyi yaratamıyorsun. Bunu yaratamadığında da büyük bir motivasyon üretemiyorsun. Muhalefet böyle bir kilitlenme yaşıyor. 

İktidar burada bir çifte kazanç gördüğü için bunu devam ettirecek. Birincisi, bu konuda zaafını tekrar ediyor ve kaçınılmaz olarak onu savunma pozisyonuna itiyor. İkincisi, o savunma pozisyonunu çok abartırsa, muhalefet ittifakında çatlak görüntüsü oluşuyor. Çünkü çok yüksek reaksiyonlar vermeye başlarsan, bu sefer de, o tarafa doğru hareket edip, yüksek ideolojik çıkışlar yapmak zorunda kalıyorsun. HDP’nin meşru olduğu tartışmasının sonrasında, HDP’yi başka bir konumda gördüğünü açıkladığın anda, aslında ittifak ortağına da bir şey demiş oluyorsun. Tersinden olursa; tezkere konusunda CHP, “Yabancı askerlere ‘evet’ demek milliyetçilik mi?” diye çıkış yaparsa, İYİ Parti’ye bir şey demiş oluyor. Sadece iktidara konuşmuş olmuyorsun. Buralara zorladıklarında, iktidar açısından çifte kazanç yaratıyor. Sizi, hem kendi tabanınızda ya da genel olarak kamuoyundaki değerler alanında sıkıştırıyor, savunmaya itiyor, hem de eğer bu savunmaya çok sert reaksiyonlarla kalkışırsanız, bu sefer içinizdeki o gevşek denge bozuluyor. Muhalefetin bunu yönetebilmesi gerekiyor. Bu konudaki zaafları henüz aşabilmiş değiller. 

Ruşen Çakır: Ayşe, tam da bu soruyu soracağım sana. Muhalefet bu tür saldırıları yönetebiliyor mu? Yönetebilecek mi? Kimisi kendi içinden kaynaklanan sorunlar olabilir. Bir de, dışarıdan kurulacak olan birtakım tezgâhlar olabilir. Bunların iktidar tarafından rahatlıkla artırılabileceğini öngörebiliyoruz. Erdoğan’ın, “Daha bunlar iyi günleriz” demesi hâlâ ortada duruyor. Tekzip etmedi, geri adım da atmadı. Ne düşünüyorsun?

Ayşe Çavdar: Zorlanırlar ama yapabilirler. Yapabilmelerinin de bir koşulu var. O koşulun ne olduğunu, “Biz AKP siyasî alanı daralttı dediğimizde, ne demiş oluyoruz?’’ sorusuna cevap vererek söyleyebilirim. AKP, sadece hangi konuların siyasî olup olmadığına karar vererek yapmıyor. Erdoğan, “Türkiye’nin ülke dışında yapacağı operasyonlar siyaset üstüdür” dedi mesela. Ne demek siyaset üstü? Elbette siyasetin konusudur bu. Buna karar veren de Erdoğan olmamalıdır. Ama öyle. Çünkü hangi konuların siyasî olup olmadığına tek taraflı olarak kendisi karar veriyor. Ama daha önemli bir şey var. O konuların siyasetinin hangi üslûpla yapılıp yapılmayacağına da kendisi karar veriyor. Ona ben “Siyasetin yerini propagandanın alması” diyorum. Birkaç kelimelik cümlelerle, tespitlerle, sloganlar ya da videolarla, diyalogu, kendini izah etmeyi ve karşılıklı konuşmayı imkânsız hâle getiren, sürekli siyasî ortamı propaganda aracılığıyla trolleyen bir üslûp bu. Bunun içerisine yalan haber de giriyor, bu türlü provokasyonlar da girebiliyor. Bununla mücadele etmenin birkaç yolu var. Ama bu mücadelenin önündeki en önemli engel, ne yazık ki mevcut muhalefetin siyasî kadrolarının da bu üslûbu benimsemiş olmaları. Siyasetin nasıl yapıldığı konusuna yeterince emek harcamamaları. Böylece, iktidar taşları atıyor, diğerleri de atılan o taşları toplayıp geri atmaya çalışıyorlar. Tabii ki taşı ilk atan sürekli kazanıyor. Bunun önüne geçmenin birkaç yolu var. Bir tanesi, dediğim gibi siyasî üslûp ve siyasetin ne olduğu konusunda bir düşünmek ve siyaset yapmaya başlamak. Bu, az önce söylediğim gibi, birbirleriyle aralarındaki fikir ayrılıklarını doğru dürüst konuşmakla da olur. İktidarın yaratmaya çalıştığı gizli saklı bir şeyler var mevzuunun üstesinden ancak şeffaflıkla gelinir. Her hafta yan yana gelseler, birbirleriyle konuşsalar, “Bu hafta şu şu konuları ele aldık. Gündemimizde şunlar vardı, şöyle kararlar aldık” diye göstere göstere konuşsalar, kimse de gizli saklı bir şeyler olduğunu düşünmez. Fakat dediğim gibi, 1) iktidarın yapabileceklerinden çekindikleri için, 2) iktidarın dışında bir siyasî üslûp belirleyemedikleri için, bunun üstesinden gelemiyorlar. 

Az önce Burak’ın söylediği, “Bu, ideolojik değil, çıkar hikâyesi” konusunda bir şey söylemek istiyorum. “İdeolojik ortaklık” dediğim zaman iltifat etmiyorum. “Yerli ve milli” ortaklık dediğim zaman da iltifat etmiyorum. Hatta bu siyaseti birlikte ürettikleri o eril “yerli ve milli” ideolojik ittifakın dili de bıçkın bir dil. Bıçkın dediğimde de iltifat etmiyorum. Bunların hepsi, o mevcut, gayet galiz ve müstehcen çıkar ortaklığını örtmek, meşrulaştırmak, ama asıl önemlisi muhalefet edilemez kılmak için. Bir tür arsız erkek bir ideolojiden bahsediyoruz. O Türk-İslâm sentezi dediğimiz şeyin bugün geldiği yer orası. Onların ürettiği bir dil ve siyaset birliğini, bu kadar müstehcen bir çıkar ortaklığını nasıl muhalefet edilemez, meydan okunamaz kılacaklar? Bununla baş etmenin yolu, birincisi: arsızlıkla, ikincisi: saldırganlıkla. Bunun dışında bir siyasî dil üretmek gerekiyor ki, bu bıçkın, müstehcen ve arsız siyasî dil, kabak gibi boşlukta kalsın ve karşılık bulamasın. Verilen her karşılık ve Cumhur İttifakı’nın ürettiği tarzda bir ittifak üretmeye yönelik her çaba, eğer taraflar herhangi bir konuda hemfikir olmazlarsa ittifakın dağılacağı gibi bir endişenin yayıldığı her ortam, bu arsız, müstehcen ve saldırgan dili işe yarar kılıyor. Dolayısıyla karşı tarafın biraz esnek olması lâzım. Birbirlerine benzemeyebilirler. Birbirleriyle hemfikir olmak zorunda değiller. Millet İttifakı’nın konusu hiçbir şekilde birlikte bir iktidar üretmek değil; ama birlikte bir bâdirenin üstesinden gelmek, sonra da kendi siyasî yolculuklarına devam etmek. Sonuçta, 20 yıldır AKP’nin ürettiği siyasî bir çerçeve, siyasî bir dil, siyaset etmeme biçimi, siyaseti mümkün kılmama biçimi var. Millet İttifakı’nın kendi siyasî yolculuklarına devam etmelerinin önündeki en büyük engel, onunla baş edecek yaratıcılıktan yoksun olmaları. Bu yaratıcılıktan yoksun olmalarının nedeni AKP’ye bakmaları. Bunu daha önce de söylemiştim. Her iki tarafın da bir dünya görüşü ya da “Ben şu durumda şunu yaparım. Kendimi dünyanın şurasında görüyorum. Ülke için biçtiğim don da budur. Böyle bir ülke ve böyle bir dünya istiyorum. İnsanlar arasında şöyle ilişkiler istiyorum.  Böyle bir hukuk istiyorum” deyip, ısrar ettiği bir şey yok. Onun yerine, gündelik vaatlerle bu açığı kapatmaya çalışıyorlar. Böyle bir şey olduğu için, o gündelik siyasetin, yine Cumhur İttifakı’nın belirlediği bıçkın, yerli ve milli, arsız ve müstehcen diline cevap verirken buluyorlar kendilerini. Şenlik bir türlü karşı mahallede kurulamıyor. Çünkü o mahallede de, hâlâ buradaki kavram ve üslûpla, burada kalan daracık yerde oyun kurulmaya çalışılıyor. Onun oyunu oynanıyor. Kendi oyunlarını kuramıyorlar. Özetlersem: Evet, bu provokasyonlar devam edecek. Çünkü zayıf taraflarını çok açık belli ediyorlar. Bu zayıf taraflarını belli ettikleri yer de, birbirleriyle konuşmadıkları yer. Bu provokasyonların devam etmemesi için yapılacak tek şey, bunların işe yaramadığını göstermek. 

Eklemem gereken bir şey daha var: “Halkımız böyle, halkımız şöyle” ezberleri, hem CHP’de, ama en çok da, yeni bir parti olduğu ve ayrılıp geldiği siyasetle duygusal bağını koparamadığı için İYİ Parti’de ciddi bir problem yaratıyor. Halkımızın neye kızıp kızamayacağı, milletin aslında ne olduğu konusundaki ezberler, ellerini bağlıyor. Onun yerine şöyle yapabilirler: Mesela birkaç ay boyunca, “Halkımız bana ne dedi? Şimdi beni beğendi mi? Bu söylediğimi nasıl oyladı?” diye düşünmek yerine, “Halkımız gerçekte ne istiyor ve halkımız nasıl birileri?” diye anketlerle araştırmalar yaptırsalar, buna biraz kafa yorsalar. AKP’nin ilk zamanlarında yaptığı gibi, bunu anlamak üzere birtakım angajmanlar üretseler… Angajman derken, sivil topluma, esnafa gidip ya da sokağa çıkıp, “Biz sizinleyiz. Biz geldiğimizde neler neler olacak” demekten bahsetmiyorum.  Onlarla angaje olmak, o sorunları içine almak, problemleri ve çözüm önerilerini siyasetin içeriğine dâhil etmek gibi yöntemler deneseler, bu provokasyonlara karşı daha az kırılgan olurlar. Canları gene sıkılır, ama daha az kırılgan olurlar. Bu yöntemleri denemek yerine, AKP’den artakalmış birtakım siyasî ve propaganda ekiplerini alıp, onların ürettikleri söz ve söylemlerle –“Ömer’in Yolu”ndan bahsediyorum– bir tür yeni AKP olmaya adaymış gibi davranıyorlar. Ama böyle bir kapasiteleri yok, zaten böyle bir şeye ihtiyaç da yok. Bu olduğu takdirde, herhangi bir siyasî kazanım elde edeceklerine dâir bir şey de yok. Çünkü aslı orada duruyor hâlâ. Yüzde 35-36’larda biri var orada. Onun yerini alabilecek güçte bir taklit üretmek mümkün değil. Dolayısıyla, evet, bu provokasyonlar olacak ve kırılgan olacaklar. Çünkü hem birbirlerinin hem de oyuna talip oldukları kesimlerin problemlerine önerdikleri çözüm önerilerine angaje bir siyaset üretmeyi henüz akıl etmiyorlar. Olabilecek tek şey buyken, bunu yapmıyorlar. 

Ruşen Çakır: Yavaş yavaş toparlayalım programı. Burak, ekleyeceğin bir şey var mı?

Burak Bilgehan Özpek: Kısaca, Ayşe’nin son söylediklerine tamamen katıldığımı ifade ederek bitireyim. Bir halkla ilişkiler dönemi yaşıyoruz. Siyaset gittikçe yüzeyselleşiyor. Yüzeyselleştikçe de, liderin performansının, billboard’ların, reklam filmlerinin bir anlam ifade ettiği bir dünyada yaşıyoruz aslında. Bu, bizim kazanabileceğimiz bir savaş değil. Kısıtlı bir bütçeyle, medya üzerindeki kısıtlı bir kontrolle, muhaliflerin kazanabileceği bir savaş değil bu. Muhalifler halkla ilişkiler ve propaganda savaşını kazanamaz. Bu çok net. Kesinlikle kazanamaz. İkincisi, halkla ilişkiler, reklamcılık, siyasal iletişim veya propaganda gibi kavramlar, siyaset biliminin özüne dâir çok temel önermeleri aklayarak, kendi kafasındaki toplum kesimleri üzerinden bir söylem üretmeye çalışıyor. Yani, Tayyip Bey’in ve Devlet Bey’in yaptığı neyse, onun biraz daha farklısını yaparak bir şeyler kazanmaya çalışıyor; bu da doğru değil. “Muhafazakârlardan oy almamız lâzım. O yüzden partinin fontlarını yeşil yapalım” diye hareket edemeyiz. Bu, Türkiye’nin ve Türkiye’de yaşayan insanların hiçbir sorununa deva olacak bir yaklaşım değil. Liderle vatandaş arasında kurulması gereken iletişim de doğru yöntemi değil. Halbuki Türkiye’nin sorunlarına yönelik tespitlerinizi ve çözüm önerilerinizi tane tane anlattığınız zaman, insanlar sizi dinliyor. Bu insanlar bir parfümeri firmasının müşterisi değil. Türkiye’de siyaset ciddiye alınan bir olgu. İnsanların hayatı buna çok bağlı. İnsanlar umut etmek istiyor. Dolayısıyla, siyasetçileri, reklam kampanyaları üzerinden konuşmak istediği toplum kesimlerine amatörce tanıtmak yerine, liderlerin bu toplum kesimlerinin Türkiye’ye, siyasete dâir beklentileri ve somut problemleri üzerinden aklı başında önerilerini paylaşması çok daha önemli. “Kahramanın Yolculuğu” ya da “Ömer’in Yolu” gibi sürekli olarak bir yol vurgusuyla hareket eden, siyasal iletişimi, siyaset biliminin, siyasî söylemin ve siyasî içeriğin önüne koyan anlayış, Türkiye’de iktidarın kazandığı bir oyundan başka bir işe yaramaz.

Ruşen Çakır: Kemal, senin eklemek istediğin bir şey var mı?

Kemal Can: Burak’ın söylediği, geçen hafta konuştuğumuz “Neo-liberalizm mi, yoksa yeni ahbap-çavuş kapitalizmi mi?” aslında neo-liberal iktisadın siyasete yaptığı ve onun siyasî mimarisiyle ilgili bir şey. Ekonomi, dış politika gibi birtakım alanlar siyaset dışına çıkartılarak, siyasete yasaklanarak, siyasî alan daraltılmıyor sadece. Siyasetin tanımlanma biçimi değiştirilerek, vatandaşın müşteriye dönüştüğü, siyasî programların reklam sloganlarına indirgendiği ve siyasetin teknik bir mesele hâline getirildiği… İktidara gelen, süreci teknik bir mesele gibi yönetir. Bu işi, en çok müşteriyi toplayabilmiş program ve lider yürütür. Bu aslında, bugün çıkış olarak gördüğü popülizmin ve otoriterliğin asıl kaynağını oluşturan yaklaşım. Çünkü böyle merkezîleştirdiğin ve teknikleştirdiğin zaman, son derece popülist bir demagoji eşliğinde, tek adamların belirleyiciliğini artırabilecek bir zemin yaratıyor. Sistem krize girdiğinde bunları üretiyor. Bunun şaşırtıcı biçimde her yerde aynı sonuçları üretmesi, tam da bu siyasetsizleşme dediğimiz işleme tâbi tutulması. Siyasetin, insanların içinde olduğu, insanların birlikte yaparak kendilerini ve dünyayı dönüştürme çabası olduğu iddiasını bir kenara bırakıp, reklam sloganlarıyla en iyi yöneticiyi bulduğumuz, en iyi firmayı seçtiğimiz bir şeye dönüşmesi. Bunu bu teknik hâlinden çıkartmak gerekiyor. Ama çözüm formüllerinin de hâlâ o tür araçlarla arandığı bir siyaset algısı, sadece iktidarla sınırlı değil ne yazık ki.

Ruşen Çakır: Evet, “Adını Koyalım”ı burada sonlandırıyoruz. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.