Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Bir el var, muhalefetin bir araya gelmesini engelliyor”: Levent Gültekin & Ruşen Çakır tartışıyor

Levent Gültekin ve Ruşen Çakır, “Türkiye’yi kim, nasıl normalleştirebilir?” sorusu etrafında, Kılıçdaroğlu’nun yarınki Diyarbakır ziyaretini ve muhalefetin altılı zirvesinin yankılarını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Gazeteci Levent Gültekin’le birlikteyiz. Kendisiyle “Türkiye’yi kim, nasıl normalleştirebilir?” sorusu etrâfında siyâset konuşacağız. Levent, merhaba.

Levent Gültekin: Merhaba, iyi yayınlar.

Ruşen Çakır: Çok yoğunsun biliyorum; harıl harıl yeni kitabın için çalışıyorsun. Aynı zamanda Halk TV’deki yayınların da var. Arayı epeyce açmıştık. Bu yoğunlukta yayına katıldığın için teşekkürler. 

Levent, sen geçen hafta Ankara’ya gittin. Hattâ benden de birkaç kişinin telefonlarını aldın. Epeyce görüşmelerin oldu, onu da biliyorum. Şimdi, yayınımızın başlığına da uygun bir şekilde gidelim istersen. Önce iktidâra bir bakalım. İktidârın, şu hâliyle sorunları çözemediği, ciddî bir kriz yaşadığı ortada. Birlikte de çok konuştuk bunları. En son yaptığın Ankara ziyâretinden hareketle, Erdoğan’ın kendi krizini aşabilme ihtimâli, arayışıyla ilgili birtakım senaryolar, spekülasyonlar var mı? Yoksa bu böyle, Bahçeli ile ittifak hâlinde, gittiği yere kadar devam mı edecek? Ne düşünüyorsun?

Levent Gültekin: İzleyicilerimizi baştan uyarayım, çünkü konuşmalarım biraz karamsarlık içerecek. Ankara’dan aldığım bilgilerle, zihnimde oluşanları aktaracağım. Aslında bu karamsarlık değil. Sonuçta ben de ekranlarda yorum yapıyorum, insanlara anlatıyorum. Ankara’ya gidip görüşmeler yapmamın nedeni, siyâsetçiler ekranda konuştuklarının dışında neler düşünüyorlar, devlette önemli konumlara gelmiş insanlar gidişâta nasıl bakıyorlar? Çünkü onların tecrübeleri, gördükleri ister istemez bizden daha fazla. Onlarla kişisel sohbet yaparak Ankara’da neler oluyor, neler konuşuluyor, biraz arka planını anlatmak. Gayet verimli bir sohbet oldu. 

Şöyle bir şey söyleyebilirim Ruşen: Bu, senin dediğin gibi Erdoğan’ın krizi değil. Bu, Türkiye’nin krizi. Türkiye şu anda büyük bir krizin içinde. Sâdece ekonomik krizden bahsetmiyorum. Türkiye çok derin bir siyâsî kriz, çok derin bir tıkanıklık yaşıyor aynı zamanda. Ben Ankara’da hem muhâlif liderlerin bir kısmıyla görüştüm, hem devlette çok önemli makamlarda bulunmuş bazı insanlarla uzun uzun sohbet ettim — biraz da kitabıma kaynak olsun diye. Kitabımda oluşturduğum bir çerçeve var; ne kadar sağlıklı, ne kadar doğru diye onlardan arka plan bilgilerini almak istedim. Çok üzülerek söylüyorum, muhâlif kesimin siyâsetçileri de dâhil olmak üzere konuştuğum herkes, Türkiye’nin çok derin bir siyâsî kriz yaşadığını ve ağır bir yıkımla karşı karşıya kaldığını, Türkiye’yi buradan çıkartmanın hayâtî bir mesele olduğunu söylüyor. Bu artık bir siyâset meselesi, bir iktidar değişimi meselesi olmaktan; bu mesele Erdoğan’ın bir satranç oyunu meselesi olmaktan çıktı. Hele Ukrayna savaşıyla berâber ekonominin aldığı tahrîbat… Hepimiz gözden kaçırıyoruz belki, ama Birleşik Arap Emirlikleri’nin Türkiye’yle yakınlık kurması ve ardından bugün İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un Türkiye ziyâreti… Bence, muhtemelen Türkiye’yi İran’a karşı oluşturulan Sünnî bloka dâhil ettiler; İsrail Cumhurbaşkanı’nın Türkiye ziyâretinin nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Bütün bu olup bitenlere baktığımızda, benim konuştuğum herkeste, muhâlefet liderleri de dâhil olmak üzere, çok büyük bir tedirginlik var. Çünkü inanılmaz bir kilitlenme yaşanıyor Türkiye’de. Görüştüğüm herkes, çıkışın tek bir seçimle mümkün olmadığını, seçime de kalınmaması kanaatinde. Aynı zamanda, devletin bütün kurumlarının bir kişinin kontrolüne geçmiş olmasının yarattığı ağır bir tahrîbat ve onun devâsâ bir ağırlığı da var. Benim gördüğüm, özellikle siyâsetçiler arasında, “Bir çıkış yapabilir miyiz, bir yol alabilir miyiz?” çabası var. Ama çok büyük bir tedirginlik de var. Ne yapılabileceğine dâir henüz kafalarında bir netlik yok. Çünkü imkânlar o kadar daraldı ki. Meselâ bir muhâlefet lideriyle konuştum. “Öyle bir duruma geldik ki sokağa çıkmak mı ülke için bir fayda, çıkmamak mı bir fayda? Durum bu kadar belirsiz bir hâle geldi. Sokağa çıksak, iktidar bunu kullanıp bir çatışmaya mı döndürecek? Belki de tıpkı 2015’te olduğu gibi, seçmeni korku politikasıyla kontrol altına alacak. Ya da çıkmayarak, böyle sessiz kalarak, iktidarın daha da pervâsızlaşmasına alan mı açıyoruz?” tedirginliğini gördüm.

Bir başka muhâlefet liderinin tedirginliği ise şöyle: “Toplum çok yoksullaşıyor. Artık biz bile onlarla konuşamayacak duruma geliyoruz. Çünkü nereye gidersek gidelim, insanların tek derdi ekmek ve iş, başka hiçbir konuyu dinlemiyorlar. Hiçbir konuyu açamıyoruz, dinlemiyorlar.” Bütün bunların yarattığı ağır bir sıkıntı var. O yüzden kriz Erdoğan’ın krizi değil, Türkiye’nin krizi. “Erdoğan buradan nasıl çıkacak veya batacak?” değil, “Türkiye nasıl çıkacak veya nasıl sorunlarla karşı karşıya kalacak” endişesi hâkim. 

Burada şöyle bir sorun daha var Ruşen. Kitabımda bunu ayrıntılı bir şekilde yazıyorum zâten. Meselâ 2002’de Deniz Baykal Tayyip Erdoğan’ın imdâdına nasıl yetiştiyse, 2015’te Devlet Bahçeli bir anda, “Muhalefetle koalisyon kurmuyorum” dediyse, 2015’te Deniz Baykal kendi genel başkanına rağmen Tayyip Erdoğan’la köşke görüşmeye gittiyse ve yine genel başkanına rağmen Meclis başkanlığına adaylığını koyduysa, şu anda muhâlefet bunlara benzer tuhaf bir tıkanıklık yaşıyor. Bunu da üzülerek söylüyorum.

Ruşen Çakır: Muhalefet konusuna 28 Şubat Zirvesi kapsamında değinelim istersen. İktidârı biraz daha konuşmak istiyorum. Ben şöyle hızlıca bir değerlendirme yapıyorum, bilmiyorum katılır mısın? Erdoğan, uzun bir süre, “Sorun yok, her şey yolunda” yaklaşımıyla Türkiye’nin sorunlarını reddetti. Daha sonra, özellikle ekonomik krizle berâber, “Evet, sorun var, ama biz bunları çözeriz, çözüyoruz” dedi. Şimdi son dönemde, özellikle savaşla berâber, Mâliye Bakanı Nebati’nin açıklamalarına da yansıyan, “Artık enflasyonla yaşayacağız” şeklinde, sorunları çözme iddiasını kaybetmiş bir iktidar görüyorum. Ne dersin?

Levent Gültekin: Çok doğru. Ama bu zâten sürecin getirdiği bir şey. Bizler otoriter yönetimin ülkede açacağı tahrîbatları sayarken, ekonominin çökeceğini, toplumsal barışın devreden çıkacağını, demokrasinin, hukukun, Anayasa’nın askıya alınmasının neler doğuracağını yıllardır söylüyorduk. İktidar bunları bilmiyormuş gibi davrandı; ama bence onlar da biliyordu. Kafalarında kendilerince bir Türkiye yaratmaya çalışıyorlar. Ben buna “Türkiye’nin ortadoğululaşma süreci” diyorum. O sürecin bâzen gönüllü, bâzen istekli, bazen mecbur oyuncuları pozisyonunda kalmışlar. Artık çözemeyeceklerinin farkındalar. Özellikle Ukrayna savaşı sonrasında iyice tırmanan ekonomik krizin –akaryakıta neredeyse her gün yüzde 6-10 civarında zam geliyor– toplumda yarattığı, “Evimiz ne olacak, ailemizi nasıl geçindireceğiz, ekmek nereden bulacağız, gelecek ne olacak?” endîşe ve korkusunun, toplumu “güçlü iktidar” arayışına iteceğini düşünüyor ve oraya oynuyor. Yani iktidar, “Çözersem yine ben çözerim” algısıyla dirâyetli bir görüntüvermeye çalışıyor.  

Benim daha önceki okumalarımdan edindiğim bir şey var: Otoriter yönetimlerde toplum, doğası gereği şöyle bir duyguya kapılıyor: Karşısında güçlü pozisyonda bir lider görüyor. Güçlüden kastettiğim, devlet imkânlarını kullanarak, bütün devlet karizmasını, askeri, polisi, orduyu, yargıyı üzerinde toplamış, o gücün yarattığı bir liderden söz ediyorum. İnsanlar şöyle düşünüyor: “5 liram vardı, 3 lirasını kaybettim, 2 liram kaldı. Eğer bu güçlü lider giderse, o 2 lirayı da kaybeder miyim?” İktidar bu endişeye oynuyor. Muhâlefet topluma, “’Hayır. Biz altı kişiyiz. Altı akılız, altı gözüz, altı farklı insanız. Bir kişinin aklından daha önemlidir. Biz bu yıkımı durdurabiliriz” duygusunu veremezse… Ben iktidarın, bütün stratejisini muhâlefetin bu duyguyu veremeyeceği üzerine kurduğunu düşünüyorum. Muhâlefetin başarısızlığını kendi başarısı; ülkenin yıkımını, insanlardaki endîşe ve korkuyu kendi başarısına bir katkı olarak görüyor ve buna oynuyor. Bu tutar mı? Bilmiyorum. Bunun tutup tutmayacağını muhâlefet belirleyecek. Türkiye’de yaklaşık yüzde 65 kime oy vermeyeceğini biliyor. Sorun, o yüzde 65’in kime oy vereceğini bilmiyor olmasından kaynaklanıyor.

Ruşen Çakır: İktidarla ilgili senin için sakladığım bir soru var. Özellikle Millî Görüş’ten gelen ve hâlâ AKP’de kalan insanlar tanıyoruz — uzun bir süredir, “Reis bir şeyler yapacak, ama şöyle oluyor, böyle oluyor” açıklamalarını yapan… Hattâ bir ara Güneydoğu’ya birileri gittiğinde, “Yeni bir süreç mi başlıyor? MHP’den kopuluyor mu?” diye düşünenler ya da “Reis iyi etrafı kötü” şeklinde, gerçekleşeceğini sanmadığımız açıklamalar ya da senaryolarla kendini teselli edenler hâlâ var mı? Yoksa onlar da mı bitti?

Levent Gültekin: Ben doğrudan görüşmüyorum; ama ikinci, üçüncü halka arkadaşlarımın görüştüğü, karşılaştıkları, hâlâ AKP içerisinde olan insanlar var. Bu insanların çok büyük bir kısmının endîşe içinde olduklarını duyuyorum. O endîşe, seçimi kaybetme endîşesi değil. O endîşe, “Burası Iraklaşıyor, Suriyelileşiyor ve biz bunu engelleyemiyoruz” endîşesi. “Erdoğanist” diye tanımladığım, meselâ Bakan Nebati gibi, inanmış, Erdoğan’ın sağında solunda toplanmış bir grup var. AK Parti’de “Erdoğanist” olanların dışında tamamı, meselenin iktidârı kaybedip kaybetmeme meselesi olmaktan çıktığının farkındalar. Ülke ekonomide, dış politikada, tarımda, toplumsal bütünlükte öyle bir ağır tahrîbat alıyor ki, “Biz kendi ülkemizi yıkıyoruz” duygusu var onlarda. Onların, “Tayyip Erdoğan bir yolunu bulur seçimi kazanır” meselesi olarak bakmadıklarını görüyorum. Ama “Erdoğanist” dediğim grup ise, “Erdoğan şapkadan bir tavşan çıkarır, biz yine kazanırız” duygusundalar. 

“Yapabilir mi?” kısmını tekrar söylüyorum. Bu mesele, “Bahçeli orada mı durur, burada mı durur? Erdoğan şöyle mi yapar, böyle mi yapar? Oradan ayrılır mı ayrılmaz mı?” meselesi olmaktan çıktı. 2002’den îtibâren izlenen, uygulanan senaryonun bir halkasına daha geldik. Senaryo vardı anlamında söylemiyorum. Márquez’in Kırmızı Pazartesi romanı gibi düşün. Bir cinâyet işlenecek. Kasabada herkes biliyor, fakat kimse engelleyici bir tavır alamıyor. Kimisi çıkarı örtüştüğü için, kimisi korktuğu için, kimisi vurdumduymaz olduğu için alamıyor. Sonuçta o cinâyetin işlenme günü geliyor. Ben şimdi bu insanlarla konuştuğumda, o cinâyetin işlenme arifesinde olduğumuz hissini alıyorum. O cinâyet artık işlenme aşamasına gelmiş, kimin ne yaptığının bir kıymeti yokmuş gibi. Mesele artık, “Erdoğan şöyle davrandı, böyle konuştu, bu sorunu şöyle halletti. Bahçeli’yle iktidârı bozdu bozmadı” değil. O kısımları çoktan geçtik. Asıl sorun, son sürat uçuruma giden bir ülkeyi nasıl durduracak, nasıl yeniden toparlayıp dönüştürecek? Yoksa Ukrayna savaşının etkisiyle ekonomi enkaza mı dönüşecek? Onun yarattığı siyâsî çalkantılar mı çıkacak? Bütün bunlar bir tartışma. 

Ben ülkede iki grup görüyorum. Biri, ülkedeki durumun vahâmetini gerçekten görenler. Diğeri de, bu durumu görmeyip, “Vardır bir şeyler” diyenler. Durumu görmeyenlerin içerisinde muhâlefette olanlar da var, hâlâ AKP içinde olanlar da var. 

Ruşen Çakır: Biliyorsun hep “kopuş” diye söyleniyor. Hattâ AKP’den milletvekillerinin yeni kurulan partilere geçme ihtimâli hep konuşuluyor. Aslında bu kopuşlardan iki parti çıktı. Ama hâlâ AKP’den bir kopuş ihtimâlinden söz ediliyor. Bu konuda bir şeyler duydun mu, yoksa birilerinin temennisinden mi ibâret?

Levent Gültekin: AK Parti’deki kadrolardan bir kopuş beklemiyorum. Hiç kimseden de böyle bir şey duymadım. O rahatsızlığın, “Bir kopuş yaşarız” aşamasına geldiğini görmüyorum. Daha doğrusu, o kopuşun bir çözüm olmadığı kanaati var orada. Toplum kesimine baktığımızda, devâsâ bir kopuş var, anketler bize gösteriyor bunu. Kararsızlar dağıtılmadan, AK Parti artık yüzde 25-27 bandında. MHP ile berâber kararsızlar dağıtılmadan birleştiğinde yüzde 33-34 bandında. Ama aynı anketlerde kararsızların yüzde 25, “oy vermeyeceğim, protesto edeceğim” diyenlerin oranı yüzde 10 olarak görünüyor. Yani yüzde 35 kopmuş. Bunların ağırlıklı kısmı iktidardan. Burada, “Niye bu insanlar bir yere gitmiyor?” sorusu üzerinden siyâsî analiz yapmamız lâzım. Ne olmalı ki bu insanlar bir yere gitsinler? 

Ruşen Çakır: O zaman burada 28 Şubat Zirvesi’ni soracağım. Yanılmıyorsam sen gelemedim o gün.

Levent Gültekin: O gün programım vardı, gelemedim. 

Ruşen Çakır: Çok kalabalıktı zâten. Orada olduğunu bilmeme rağmen Kadri Gürsel’le bile karşılaşamadım. Biraz önce söylediklerinden hareketle, 28 Şubat çok büyük bir heyecan yaratmamış anladığım kadarıyla.

Levent Gültekin: Şimdi insanların moralini de bozmak istemiyorum, ama gördüklerimi, duyduklarımı anlatmak ve anlatacaklarımla insanların moralini bozmamak arasında sıkışıp kaldım. O kadar büyük bir çatışma yaşıyorum ki. Bir taraftan da söylemesem olmaz. Bunları moralsizlik dağıtayım diye söylemiyorum. Gerçeğin görülmesini istiyorum. Ben muhâlefet liderlerinde de o heyecânı görmedim. Çok tuhaf bir şey dönüyor gerçekten. Bunun adını koymak istemiyorum, benim öyle bir yapım yok.

2002’de Tayyip Erdoğan’ın yasağını kaldırması için Deniz Baykal’ı kim iknâ ettiyse… Sana şöyle bir soru sorayım Ruşen: Erdoğan o dönem siyâsî yasaklı olduğu için milletvekili seçimlerine katılamamıştı. O dönemin devletinde, bir sabah bütün devletin ittifak yapıp Siirt seçimlerini iptal etmelerini, 3 ay sonra yenilenen seçimde Tayyip Erdoğan’ın milletvekili olmasını aklın alıyor mu? Normalde, “Demokrasiye uygun olmadığı için yasağı kaldırıyoruz. 5 sene sonra seçim var, o zaman gel milletvekili ol, seçime katıl” dersin. Ama öyle olmadı. O günün şartlarında AK Parti’nin her sözüne kıyâmet koparan devlet, o gün bir ittifak yapıyor ve Siirt seçimlerini iptal ediyor. Anayasa değişikliğiyle apar topar Tayyip Erdoğan’ın yasağını kaldırıp başbakan olmasını sağlıyorlar. 2015’te Bahçeli’yi iknâ ediyorlar. Bunu, bir yere getirmek için söylüyorum. Şu anda bir elin, muhâlefeti bir şekilde bir araya gelmekten alıkoyduğunu, o elin kimi aktör olarak kullandığını görüyorum ne yazık ki. Ama o ismi vermeyeceğim. Çünkü derdim burayı derinleştirmek değil, bir an önce birlikteliğini sağlamak. İnanılmaz oyunlar dönüyor. Bu muhâlefet, bir araya gelmeleri ve o ittifakı kurmaya mecbur olduklarını bildikleri halde, bir şekilde Cumhur İttifakı’nın çektiği veya Cumhur İttifakı adına birilerinin çektiği bazı operasyonlar nedeniyle o sıcak duyguyu oluşturamıyor. 

Ben durumun yeni bir aşamaya geldiğini düşünüyorum. Bir el ya da biri veya Cumhur İttifakı ya da her kimse, muhâfazakâr partilerin Millet İttifakı’na girmesini engellemeye çalışıyor. O eli aşamadıkları için o ittifak büyümüyor. Belki birkaç ay sonra büyüyebilir, muhtemelen aşabilirler. Ama şimdi sorunu aşamadıkları için, iş sadece parlamenter sistem üzerindeki ittifakta kalıyor. Muhâlefet liderleriyle konuştum. Gidip onlara akıl vereyim filan değil, kendi zihnimi netleştirmek için neler olup bittiğini anlamak için onlarla konuşuyorum. Hepsi de gayet samîmî, düzgünce anlatıyorlar. O anlatılanlardan anladığım, orada bir sorun, bir tedirginlik var. Yani birisi istemeden bir partiye çomak sokuyor. O partiden birisi, aklımıza gelmeyecek birisi bir cümle söylüyor. O cümle diğer muhâlefet liderlerini rahatsız ediyor. O muhâlefet liderleri tedirgin gidiyor buluşmalara. Ben başka bir operasyon döndüğü kanaatindeyim.  O yüzden o heyecan dalgası henüz oluşmadı. 

Millet İttifakı’nın altı partiden oluşması önemli. Aslında topluma şu duyguyu pazarlayabilirler: “Tek akla karşı altı akıl var burada. İçimizde ekonomiyi iyi bilen de var. İç politikayı iyi bilen de var. Devlet tecrübesi olan da var. Dış siyâseti iyi bilen de var Bu altı aklın bir araya gelmesi Türkiye için önemli bir kurtuluştur.” Bu duyguyu henüz veremiyorlar. Çünkü dediğim gibi, orada tuhaf bir şey dönüyor. Gerçekten tuhaf. 

Ruşen Çakır: Muhafazakâr partiler derken Saadet Partisi’ni de katıyor musun? Yoksa sâdece Gelecek ve DEVA Partilerini mi kastediyorsun?

Levent Gültekin: Şu anda birinci halkada Gelecek ve DEVA partileri var. Ama ilerleyen süreçte Saadet Partisi’nin de oraya katılacağını ve bir şekilde, Tayyip Erdoğan’ın, CHP adayı ile baş başa kaldığı bir seçim organize edildiğini düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Yani muhâlefetin diğer adaylarının, CHP adayına pek destek vermeyeceği bir tablodan söz ediyorsun. O zaman Erdoğan’ın kazanma ihtimâli çok yükselir.

Levent Gültekin: Buna doğru gidiyor diyorum. Bunu kurarlar, başarırlar, yaparlar anlamında söylemiyorum. Bu kurgunun çabası var, onu gördüm. 

Ruşen Çakır: Şöyle bir soru var ortada: İYİ Parti ve CHP birlikte hareket ediyor. Akşener ve Kılıçdaroğlu da bayağı da iyi anlaşıyor gözüküyorlar. Demokrat Parti de zâten onlarla berâber. Temel Karamollaoğlu ile Kılıçdaroğlu’nun arası, bir önceki seçimden beri çok iyi. Gelecek ve DEVA partilerinin bu ittifakın dışında olmasında nasıl bir çıkarı olabilir?

Levent Gültekin: Onlar yeni parti kurdular. Kendilerince bir kimlik kazanma çabası içindeler. Siyâsette var olmak için kendilerini bir ittifakın parçası olmak zorunda hissediyorlar. Onlarda gördüğüm endîşe açısından söylüyorum: Öyle bir tablo çıkar ki, tabanı o ittifaka götüremeyecek hâle gelirler. Var olanı da kaybederiz duygusu yaşıyorlar. Şimdi oyları yüzde 2-3. Diyelim, öyle bir yapı kuruldu ki, bunlar Millet İttifakı’na gittiğinde seçmen, “Hayır, biz oraya gelmiyoruz” duygusuna kapılabilir. Seküler kesimdeki seçmen, eski muhâfazakâr siyâsî aktörlere nasıl önyargılıysa, “Ben asla oraya gitmem” diyorsa, muhâfazakâr ya da sağ seçmenin de kendilerince uzak durduğu siyâsî aktörler var. Vitrinde o siyâsî aktörleri gördüğünde, “Biz bunların iktidârına mı çalışacağız?” diyecekler. Biraz daha netleştirmek açısından şöyle anlatayım: Türkiye’de artık partiler demokrasisi yok. Yani partilerin yarışı değil kutupların yarışı var. Türkiye’de iki kutup var. Sekülerler ve muhâfazakârlar. En geniş hâliyle târif ediyorum. Muhâfazakârların liderliğini şu andaki Cumhur İttifakı yapıyor. Sekülerlerin liderliğini de CHP. Türkiye’de toplum, seçmen, “Hangi kesim iktidar olacak? Sekülerler mi, muhafazakârlar mı?” diye bakıyor. DEVA Partisi’ne ya da Gelecek Partisi’ne oy verebilir. Ama “Benim DEVA veya Gelecek Partisi’ne verdiğim oy, öbür kutbun iktidarına yarar” diye bakıyor. Mesela CHP tabanında çok rahatsız olan seçmen var. Ama buna rağmen Muharrem İnce’nin partisine gitmiyorlar. Çünkü onlar da haklı olarak, “Muharrem İnce’ye gidecek her oy, bizim kutbun iktidar olmasını engellemekten başka bir şeye yaramayacak” diye düşünüyor. Aynı duygu, AK Parti’den kopmuş kararsız seçmende var: “Biz DEVA ya da Gelecek Partisi’ne gidebiliriz. Ama onlara gitmemiz bizim kutbun iktidar olmasını engellemekten başka hiçbir işe yaramıyor. Onlar da en fazla 5 milletvekiliyle Meclis’e girmiş olacak.”  Ben Ali Babacan ve Davutoğlu’nun, Millet İttifakı’na girmekte istekli olduğunu tahmin ediyorum. Gözlemlerimden ve konuşmalarımdan çıkardığım sonuç bu yönde. Ama ellerinin çok da kolay olmadığını, hem kendi partilerinden hem kendi tabanlarından gelen baskılarla zorluk ve sıkışmışlık yaşadıklarını, karar veremediklerini, Cumhur İttifakı üzerinden yapılan operasyonlarla, o yaşadıkları zorlukların daha da büyütüldüğünü görüyorum. 

Burada da benzer şeyler yapılıyor. Ve o sorunları halledemedikleri için, oturup, “Bu ittifakı büyütelim, işimize bakalım” ya da “Bir an önce adayımızı belirleyelim. Adayı kamuoyuna deklare etmiyorsak bile, en azından aday kısmında zihnimizi netleştirelim” de diyemiyorlar. Tabii genel anlamda herkesin bir çabası var. Kılıçdaroğlu çok çaba sarf ediyor.  Nasıl yapacağız, bunları nasıl aşacağız konusunda kendince bir arayış içerisinde. Babacan ve Davutoğlu da ayrı bir arayış içerisinde. Ama o sorunu henüz çözemediler. O arka plandaki sorunlar halledilmediği için, toplum henüz oradaki heyecânı alamıyor. O sorunlar halledilirse, ben o heyecânın oluşacağı kanaatindeyim. Senin soruna böyle cevap vermiş olayım. 

Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu, daha önce ertelediği Diyarbakır gezisine gidiyor. Oradan Şanlıurfa’ya geçecek. Biliyorsun bu gezi iki kere iptal edilmişti. Gezinin ana temasının “helâlleşme” olacağını biliyoruz. Sence, bu gezi Kılıçdaroğlu için riskli bir gezi mi, yoksa rahat ve onu güçlendirecek bir gezi mi olur? Ne dersin?

Levent Gültekin: Kemal Bey daha önce “Demokrasinin yolu Diyarbakır’dan geçiyor” demişti. Ardından, İYİ Parti’den sert tepki ve eleştiri geldi. Bunun üzerine Kemal Bey “kadim şehir” diyerek Diyarbakır’a gitme politikasını açıkladı. Belli ki o vurgunun Millet İttifakı’nda yarattığı rahatsızlığın farkında. Ve olabildiğince, büyük bir çabayla Millet İttifakı’nı bir arada tutmaya çalışıyor. Diyarbakır’a gitmesinin bir sonucu olup olmayacağını bilmiyorum. Ama benim bildiğim, bir gezi üstüne insanlar, “Kemal Bey geldi. Biz hemen fikrimizi, kanaatimizi değiştiriyoruz” demezler. Bu, rasyonel bir bakış açısı değil. HDP’nin masaya oturup oturmayacağı, adaylık sürecinde bir aktör olarak görülüp görülmeyeceği de netleşmedi. Bunlar çok etkili faktörler. Ama şöyle söyleyebilirim: Millet İttifakı’nda olup, Cumhur İttifakı ile zihinsel koalisyon içinde olanlar, Kemal Bey’in bu çabasını bir anlamda boşa çıkarıyorlar. Kemal Bey’in bu çabasının, sonuç alacak bir etki uyandırmasını da boşa çıkarıyorlar. Hattâ Kemal Bey’in daha rahat, daha cesur söylemlere yönelmesini de engelliyorlar. Çünkü Kemal Bey’in Millet İttifakı’nı bozmamak konusunda büyük hassasiyeti var. Cumhur İttifakı ile zihinsel koalisyon içinde olanların bilinçli bir operasyon yaptıkları kanaatindeyim. Bu sâdece “Bu cümle bizi rahatsız etti” meselesi değil. 

Muhâlefetin bu seçimi kazanması için diğer altı parti birleşecekler, tamam. Ama o da yetmiyor, HDP’nin de bu ittifaka destek vermesi gerekiyor. Bu bizim yorumumuz değil; matematik, anketler bunu söylüyor. HDP Millet İttifakı’nın yanında durmazsa veya boykot kararı alırsa, Millet İttifakı seçimi kazanmakta zorlanır. Peki, HDP şu anda bir aktör olarak niye muhâtap alınmıyor? Niye konuşulmuyor? En azından, niye gönlü alınmıyor? O partiye oy veren seçmenin duyguları tamir edilmiyor, sıcak mesajlar neden verilmiyor? Çünkü Cumhur İttifakı bütün stratejisini, ya HDP’nin boykotuna, ya da Millet İttifakı’nın karşıtı olması üzerine kurmuş. Sen de haberlerini almışsındır; şu anda iktidar, “Yeni adımlar atabilir miyiz? Yeni bir şeyler yapabilir miyiz?” diye İmralı’da pazarlıklar yapıyor. En kötü ihtimalle, HDP’yi Cumhur İttifakı’na oy verme aşamasına getiremese bile, Millet İttifakı’ndan koparma çabası var. HDP’nin yetkin isimlerinden birinden duydum: “Öcalan’la artık haritalar üzerinden konuşuluyor” diye açıkladı. Öcalan’la böyle bir pazarlık yapılıyor. Öcalan da somut talepler istiyor. Muhtemelen bu taleplere göre bir çağrısı olacak. O çağrı da HDP’nin tavrını belirleyecek. Bu tarafta bu yapılırken, buna karşı sâdece, “Ben Diyarbakır’a gittim. Helâlleşme çağrısı yaptım” demek… Bu çağrı tabii ki çok kıymetli, ama yeterli değil. Etki uyandırır mı? Ben Kemal Bey’in bu çağrısının etki uyandırmasının önündeki engelin, Millet İttifakı’ndaki, Cumhur İttifakı ile zihinsel koalisyon içinde olanlardan kaynaklandığını düşünüyorum. Eğer onlar engellemezse, Kemal Bey çok daha cesur cümleler kurabilir. Daha çok açılım sağlayabilir. HDP ile daha ciddî görüşmelere başlayabilir. Oraya birazcık ağırlık verdiğinde, birazcık sıcak cümle kurduğunda, öteki taraftan zorlandığını görüyor. O taraftan zorlandığında, bu tarafa net mesajlar veremiyor. O yüzden çok istediği gücü ve birlikteliği oluşturamıyor.

Ruşen Çakır: Bugün Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Mehmet Kaya ile bir yayın yaptım. Görüşlerine çok değer verdiğim birisidir. Kendisinin çok ilginç tespitleri var: Mesela, Kürtlerin önemli bir bölümünün, muhâlefette olmayı ya da dışlanmak istemediklerini, artık iktidarda olmak istediklerini söyledi. İYİ Parti’nin ilk zamanlarında, buraya bir ilgi olduğunu, ama daha sonra, İYİ Parti’deki birtakım söylemler nedeniyle bu ilginin azaldığını belirtti. Şu anda iktidar olma potansiyeli nedeniyle CHP’ye yönelik çok ciddi bir ilgi olduğunu söyledi. CHP’nin, Güneydoğu’da birçok kişinin ikinci partisi olduğu konusunda da bir anlamda hemfikiriz. CHP’nin iktidâra gelme ihtimâli üzerinden oraya bir ilgi olduğunu söylüyor. Hem bu yönü var, bir de artık HDP’nin iktidar olmak, dışlanmak değil merkeze gelmek isteği var. Biliyorsun, daha önce dindarların meselesiydi bu. Kürtler de artık bunun gerçekleşmesini bekliyorlar ve CHP’yi de bu anlamda bir imkân olarak görüyorlar diye açıkladı Mehmet Kaya. Sen ne düşünüyorsun?

Levent Gültekin: Bu, toplumsal bir psikoloji. 2002’de AK Parti de böyle büyüdü hatırlarsan. Herkes çökmüştü. İnsanlar AK Parti’nin iktidâra geleceğini görmüştü. Ben buna, “Kayığa atlamak” diyorum. İnsanlar bir şekilde o kayığa atlama ihtiyacı hissediyor. Çünkü o kayığın dışında kalmak istemiyorlar. Bu çok anlaşılır bir şey. İktidar alternatifi olan bir partinin büyüme, toparlanma ihtimâli her zaman yüksektir. Fakat burada bir şeyi göz ardı ettiğimizi düşünüyorum. Biz Türkiye’de, normal, demokrasinin işlediği, demokratik meşrûiyeti olan bir seçime doğru gitmiyoruz. Algılar, manipülasyonlar, korku politikası, çatışma politikası, her türlü pazarlıkların döndüğü bir ortamdayız. Gasbedilmiş bir ülkedeyiz. Demokrasi sistemi normal işliyor olsaydı, bizim bu dediğimizin bir sonuç alma ihtimâli çok yüksekti. Ama karşı tarafta, oyun kuran, oyuna çomak sokan, her sıkıştığında bir aktör devreye sokarak giden oyunu bozan, yürüyen aksamı bozan bir durum var. Dahası, şu anda bu ekonomik endîşenin ve siyâsî krizin yarattığı korkunç bir korku politikası var. Ben kendimi de katarak söylüyorum, hepimiz bu endîşeden dolayı delirmek üzereyiz. İnsanlar doğası gereği anksiyeteye kapılıyorlar. Buna kapılmak, doğru düşünememeye, doğru tepki verememeye, çok çabuk manipüle edilmeye, çok çabuk öfkelenmeye neden oluyor. Düşünsene, yarın biri “Üç gün sonra ekmek bulamayacakmışız” kampanyası başlatsın, belki fırınlar yağmalanır. Öyle bir psikoloji var. Üç gün önceki ayçiçek yağı meselesi, toplumdaki o psikolojinin bir göstergesi. Bütün bunları hesâba katmak zorunda olduğumuzu ve siyâsî analizi buna göre yapmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. 

Peki, niye Doğu’da ve Güneydoğu’da CHP’ye bir akım var? İnsanlar haklı olarak bu iktidârın kaybettiğini görüyor. Bu iktidârın artık kaybettiğinden zerre kadar şüphem yok; bu şartlarda normal bir seçimi almasına yüzde 1 bile ihtimal yok. Ama şunu da biliyoruz: Eğer kazanan çıkmazsa, kaybedenin elinde kalmaya devam ediyor iktidar. İktidar, şu anda muhâlefeti bölerek, aralarına nifak sokarak, ayrıştırarak, kazananın çıkmamasını organize etmeye çalışıyor. Kürtlerin CHP’ye akışı doğal; iktidar alternatifi bir partiye yönelebilirler. Ama bu ne kadar gerçekçi olur? CHP bunu bir iktidar alternatifine dönüştürebilir, ortak aday çıkarabilir mi? Ortak aday çıkardığında herkesi iknâ edebilir mi? Çıkardığı aday, toplumun farklı kesimlerinin ilgisini çekebilir mi? Bütün bunlar önümüzde bir handikap. 

Ben ortak aday meselesinde de geç kalındığını düşünüyorum. İlân etme açısından söylemiyorum. Macaristan’ı izliyorsan, orada yaşananları görüyorsundur.  

Ruşen Çakır: Evet, biliyorum. Önseçimde aday belirlediler.

Levent Gültekin: Evet. İlk aday belirlediklerinde, Orban’a yüzde 5 fark atıyorlardı. Fakat zaman içerisinde çıkan tartışmalar, kimisinde milliyetçilik duygusunun kabarması, kimisinde sosyalistlik duygusunun kabarması, öbürünün şu duygusunun kabarması nedeniyle, kendi aralarında bir tartışma yaşamışlar. Geçenlerde Financial Times’da şu anda anketlerde Orban’ın gerisine düştüklerini okudum. Makaleden öğrendiğime göre, insanlar muhâlefetin kendi aralarındaki tartışmasını görünce, “Bunlar ülkeyi yönetmekte zorlanabilirler” duygusunu yaşamaya başlamışlar. 

O yüzden, Doğu ve Güneydoğu’da CHP’ye yönelimin de, mevcut kararsız seçmenin yöneliminin de, ancak “Bunlar ülkeyi yönetebilir” duygusunun iyice yerleşmesinden sonra kalıcı hâle gelebileceğini düşünüyorum. Yönelmek başka, kalıcı hâle gelmesi başka. O yüzden, iş artık Erdoğan meselesi olmaktan çıktı. Muhâlefetin, o birlikteliği sağlayıp, topluma “Yönetebiliriz” duygusunu vermesiyle alâkalı.

Ruşen Çakır: O zaman, “Kim nasıl normalleştirebilir?” sorusuna pek cevap veremeden yayını bitirmek zorunda kalıyoruz.

Levent Gültekin: Belki tekrar olacak, ama yine söyleyeyim: Bu mesele, Türkiye’yi normalleştirme değil, önce Türkiye’nin canını kurtarma meselesi. Türkiye bu yıkımdan canını kurtaramazsa, normale dönme ihtimâlinin de ortadan kalkacağını düşünüyorum. Bu mesele artık bir parti meselesi, A Partisi, B Partisi, A kutbu, B kutbu meselesi değil. Ülke bir ortadoğululaşma sürecinin sonuna geliyor. “Bu ülkeyi oradan döndürecek miyiz, döndürmeyecek miyiz?” olarak bakmalı. Kararsızlığı bir tarafa bırakmalı. Aday seçimi, aday tercihi, “Şu aday mı olsun, bu aday mı olsun?” yaklaşımının bu yıkımı kolaylaştırdığını görmesi gerektiğini düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Levent, burada noktalayalım. Aslında bu saatte “Transatlantik” programını yapacaktık. Ancak Ömer Taşpınar’ın rahatsızlığı nedeniyle bu haftaki programı iptal ettik. Çok teşekkürler Levent. Yine yoğun ve çok verimli bir yayın oldu.

Levent Gültekin: Ben teşekkür ederim. Yeri gelmişken söyleyeyim. “Transatlantik” programını ben de çok beğenerek izliyorum. Buradan Ömer’e geçmiş olsun dileklerimi ileteyim.

Ruşen Çakır: Tekrar teşekkürler Levent. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.