Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

TİP Milletvekili Ahmet Şık ve Ruşen Çakır tartışıyor | Türkiye seçimleri nasıl bir atmosferde yapacak?

Sığınmacılarla ilgili tartışma siyasetin gündeminde. Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ, sığınmacılar üzerinden 7 Haziran-1 Kasım sürecine benzer bir kaos planı yapıldığını iddia etti.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “terörist yetiştiriyorlar” dediği SADAT da bir diğer tartışma konusu.

Türkiye, seçimlere nasıl bir atmosferde gidecek?

Seçim güvenliği sağlanabilecek mi?

Muhalefetin adayı kim olacak?

Türkiye İşçi Partisi (TİP) seçimlere nasıl hazırlanıyor?

Ruşen Çakır ve TİP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık tartıştı.

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz    

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Öncelikle 19 Mayıs’ı kutlayalım. Stüdyomuzda Türkiye İşçi Partisi milletvekili, gazeteci arkadaşım Ahmet Şık var. Ahmet hoşgeldin. 

Ahmet Şık: Hoşbulduk. İyi yayınlar.

Ruşen Çakır: Evet, şimdi seçim güvenliği konuşacağız; çünkü 13-14 ay bir şey kaldı normal şartlarda — erken de olabilir. Erdoğan’ın vereceği karara bağlı aslında; ama onun öncesinde, aslında bu konuşacağımız konularla da ilgili olan bir başka husus var: Gezi Dâvâsı. Hızlı bir şekilde karara bağlandı ve mahkûmiyetlerle buna bağlı olarak tutuklamalar oldu. Bildiğim kadarıyla sen dün ve önceki gün cezaevinde altı kişiyi, artı, Osman Kavala’yı da ziyâret ettin. Yani en son olarak giden altı kişi –üç kadın, üç erkek– iki ayrı cezâevinde birlikte kalıyorlar. Bir de Osman Kavala’yı ziyâret ettin. Önce onu bir anlat da… ne yapıyorlar ne ediyorlar? Ne düşünüyorlar? 

Ahmet Şık: İlk önce, Salı günü Bakırköy’e Kadın Kapalı Cezâevi’ne gittim. Mücella, Çiğdem ve Mine Hanım’ı gördüm. Aslında toplamda hepsinin morali iyi, beklediğimden daha iyiler; böyle çok da şaşkınlık yaşamış halleri yok açıkçası; tabii ki mahkemenin hukuksuzluğuna dâir bir isyanları var. Doğal olarak biraz cezâların bu kadar yüksek çıkmasını bekliyor olabilirler; ama tutuklamayı beklemiyorlardı. Ama hapishâne personelinin davranışı da iyi, yönetimin de; birtakım sıkıntıları var ama, genel olarak dışarıda gerçekten kendileri için yapılan mücâdeleyi çok önemsiyorlar. Yayınlarla olsun toplumsal bakımdan olsun, yapılanların büyümesi gerektiğinde hepsi hemfikir — ki ben de böyle düşünüyorum, yani ne kadar gündemde tutarsak, oradaki Gezi isyanına ya da Gezi direnişine dâir dâvâda ortaya çıkan hukuksuzluk aslında siyasal âidiyetlerinden bağımsız olarak Türkiye’deki herkesi ilgilendiren bir mesele olduğu için, oradan bir sesin yükseltilmesi önemli — onlar da bunun farkındalar. Kadın hapishânesinde biraz sıkıntı var; fiziksel koşullarından… çünkü kapasitesi küçük bir hapishâne; koğuşlarda yer yok ve çok küçük bir yerde kalıyorlar: 10 metrekarede iki kişi Mücella ve Çiğdem. Mine Özerden ilk hapishâneye götürüldüğünde COVİD çıktı; onu ayrı bir müşâhede odasına almışlar — ki zâten üç kişinin kalması mümkün olmayan bir yer, 10 metrekarelik bir yer. İşte, bir koğuş bulmaya çalışılıyor; Müdire Hanım’la konuştuk yani; gerçekten fiziksel koşullardan yakınarak yer olmadığını söyledi. Bir şekilde çözüm bulmaya çalışacaklar; ama hani fırsat açılmışken söyleyeyim: Ben hapishâneye girdim iki kere biliyorsunuz; yani sen de arada görüşe gelirdin filan, hani Yonca’yla olmuşluğun da vardı. Bir kıyafet değişimi yapıyorduk; kirlilerimizi verirdik, temizlerimizi alırdık. Bakırköy’de bu fiilî olarak çok engelleniyor. Yani mevzûatı biraz esneterek idâre kendi lehine aslında biraz sorumluluktan kaçma, işten kaçmak gibi yorumladım ben onu; yani bir de herkes aynı gelir grubundan değil. Şöyle bir şart koşmuşlar: “Sıfır eşya getirirseniz, olur” — etiketli ambalajlı yani. Orada hiç geliri olmayan insan da alıyor; yani doğru bir şey değil, çünkü yıkanmış temizleri alırsınız kirlilerinizi verirsiniz; böyle bir değişim var ki mevzûatta yeri var. Bu engelleniyor; buna dâir ciddî yakınmaları var yani. 

Ruşen Çakır: Silivri’de de aynısı var mı?

Ahmet Şık: Hayır, Silivri’de yok yani.

Ruşen Çakır: Ben 12 Eylül’de yattım, biz de kirli çamaşırlarımızı verir temizlenmişleri alırdık.

Ahmet Şık: Şimdi hapishâne idâresi çamaşırhane kurmuş falan filan; ama şimdi nevresimler zaten dışarıya çıkarılamıyor ve çok büyük çamaşırlar olduğu için yıkanması güç. Dolayısıyla nevresim yıkatıyor insanlar; ama kişisel eşyalarınızı başka kişilerin eşyalarıyla yıkatmaya dâir bir hijyenik takıntı var –ki haklı  da bir şeydir–; yani dolayısıyla öyle bir şeye girmek istemiyorlar. Yani bu âile görüşüyle yapılabilecek bir şey fiilî olarak; mevzûatı olan bir hak engelleniyor, orada bir sıkıntı var, onu çözmeye çalışıyoruz şu anda yani.

 Ruşen Çakır: Osman Kavala’yı da gördün mü?

Ahmet Şık: Evet, Osman Abi iyi aslında. Tabii beşinci yılının içerisinde, beş yıl bitecek birkaç ay içerisinde. Hâliyle, daha önceden tanıdığım için, biraz yaşlandığına tanık oldum. Bir saatten fazla da sohbet ettik; yani kafası hâlâ aydınlık, hâlâ memleket meselelerine kafa yoruyor; bir şey değiştirebilecek, bir hamle edecek bir pozisyon yaratma durumlarında nasıl anlatılır onlara kafa yoruyor. Ve verdikleri karârın hukuksuzluğunun tabii ki farkında o da; yani tam böyle söylemedi, ama “Acaba bir kararla tahliye edilebilir miyiz?” diye bir düşünce geçmiş aklından, ben öyle anladım. Ama şaşırtıcı da olmadığını söylüyor; neden tutuklandığını, neden hedef alındığını, Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisini neden bir nefret öznesi hâline getirdiğinin gayet farkında ve de dolayısıyla içeride yaşadığı onun için sürpriz değil açıkçası yani. 

Ruşen Çakır: Ahmet, şunu soracağım: Seni ziyâretçi olarak aldılar. Milletvekillerinin gittiğini biliyorsun, sen de milletvekilisin; ama sen istisnâî milletvekilisin. 

Ahmet Şık: Ya, şöyle bir sıkıntı var. İşte, milletvekillerinin mevzûatında öyle bir hakları var. Daha doğrusu Adalet Bakanı’na dilekçe yazıyorsunuz ve Adalet Bakanlığı uygun gün ve tarih aralığını belirtiyor ve görüşe izin veriyor. Yani bunu bütün milletvekilleri kullanabilir. Ama istisnâları var — ki HDP milletvekilleri, TİP milletvekilleri, bir de şu an DEVA Partisi’nin milletvekili olan AKP’den Mustafa Yeneroğlu için bir ambargo olduğunu biliyorum. Ben üç yıldır dilekçe yazıyorum; bugüne kadar iki kez görüş izni aldım. Selahattin Demirtaş’ı iki kere ziyâret ettim. Birinde, o zaman HDP milletvekiliydi, parti aracı oldu. İkincisinde de, AKP’den üst düzey bir yönetici, sağolsun yardımcı oldu, ricâ ettim ve görüş izni aldım. Üç yıldır verdiğim dilekçelere yanıt bile verilmiyordu; yani bu kadar da bir aymazlık var. Bakanlık değişiminden sonra bir esneme olmuş, umarım devam eder. Yani çünkü hapishâne görüşünün kıymetini biliyorum ben; yani bir de hapishâneye mesaj taşımak için gitmiyorum, ama bir dayanışmadır, orada ziyaretler o insanların koğuşları için bir sohbet etme olanağıdır ve hepsi yoldaşım, arkadaşım, kardeşim — yani kimseyi göremiyorum; meselâ Selçuk Kozağaçlı’yı da görmek istiyordum, ama çok kalabalık oldu denilince çıkarılmak zorunda kaldım. Umarım bir dahakine onu da göreceğim yani.

Ruşen Çakır: Şimdi seçim konuşacağız. Tabii bu arada bir an önce tahliye olmalarını ve beraat etmelerini temenni edelim. Bütün hepsini ayrı ayrı tanıyoruz kimisini çok yakın tanıyoruz, kimisini daha uzaktan tanıyoruz; ama bir hukuksuzluk olduğu ortada.

Ahmet Şık: Oraya hemen bir cümle ekleyeyim: Aslında Türkiye artık bir kanun devleti bile olmadığı için, kimsenin hukuk yoluyla bir kazanım elde edeceğini ya da hakkı olanın teslim edileceğine dâir bir öngörüsü yok açıkçası. Çünkü bu işin ancak bir siyasal-toplumsal mücâdeleyle olacağının farkındalar. Türkiye’nin neden kanun devleti olmadığının açıklamasını da solcu eskisi diye tanımladığımız Mehmet Uçum’un yapması gerektiğini düşünüyorum — ki arkadaşlarımız bu operasyonun başında Mehmet Uçum’un olduğunu da ifâde ediyorlar. Bunu da böyle belirteyim buradan yani… 

Ruşen Çakır: Şimdi seçim konuşacağız. Seçim güvenliği meselesini konuşacağız, ama öncesinde Türkiye İşçi Partisi’ni sormak isterim. Siz dört milletvekili misiniz?

Ahmet Şık: Evet, şu anda öyle.

Ruşen Çakır: Üç tane HDP’ den seçilen, bir de CHP’den seçilmiş dört milletvekilisiniz. Ve belli bir ilgi yaratmayı da –en azından sosyal medyada gördüğüm kadarıyla– başarabilmiş bir parti ve seçime katılma hakkınız var. Ne yapacaksınız? En son bir de seçim yasası değişti, ne düşünüyorsunuz? Üçüncü ittifaka, yani HDP’nin çağrısıyla oradaki toplantılara katıldı TİP. Anladığım kadarıyla da onun takipçisi ve onun bir bileşeni olacak gibi; ama senden alalım: Hangi aşamada bir toplantı bu? 

Ahmet Şık: Şimdi, ittifakın içerisinden kamusal alana açılmışlar dışında bir şey anlatmam mümkün değil. Hani öyle çok gizli bir şey de yok; ama şık olmaz, yani dolayısıyla o görüşmelere katılanların, onun bileşenlerinin söylemesi daha doğru olur. Elbette bir takvimleme yapıldı ve de bir süre sonra üçüncü ittifak resmî olarak zâten duyurulacak. İçinde kimlerin olup olmayacağını herkes görecek; ama görünen o ki, 7-8 partiden oluşan bir yapı var — seçime girme yeterliliği olan. Seçime girme yeterliliği olmayan ya da parti olmayan siyâsî oluşumların bir araya geldiği ve dolayısıyla orada yedili-sekizli yapıdan oluşan bir üçüncü ittifak açıklanacak. Zamanını bilmiyorum, bir siyâsî harita var; ona dâir bir de tabii Türkiye de böyle çok sürprizlere açık bir ülke; birtakım hukuk takvimleri var, siyâsî takvimler var; ona göre de bir hamle etme zamânı bekleniyor sanırım. Kötü gitmiyor; birtakım ilke anlaşmaları yapıldı falan; zâten memleketin, memleket menfaati ve yurttaş çıkarının ne olduğu konusunda bir mutâbakat var; dolayısıyla orada bir çatlak yok — küçük şeyler üzerinden bir tartışma; ama tartışma derken, kavga dövüş anlamında söylemiyorum, uzlaşı ortamı aranıyor. Orada bir problem yok; Türkiye İşçi Partisi de o ittifakın içerisinde yer alacak, bunu zâten deklare ettik biz kamuoyuna. Kendi listeleriyle ve parti olarak gireceğiz. baştan beri karârımız buydu; değişen seçim sistemi işimizi imkânsız kılmıyor, ama biraz zorlaştırdığı ortada elbette. Ama ona da bir formül aranıyor; bir çeşit görüşmeler, analizler yapılıyor, sandık bazlı araştırmalar yapılıyor. Sonuçta Türkiye İşçi Partisi en az 41 ilden vekil adayı göstererek o seçimde olacak. Bir kamuoyu ilgisi var, evet; bir dip dalga olarak da yorumlayacağımız bir şey var; ama buradan çok büyük tahliller yapmanın ne kadar doğru olacağı tartışmalı olur tabii; çünkü Türkiye’de seçmenin davranışı, daha çok böyle gücün arkasında biriken bir anlayış üzerine inşâ ediliyor; ama insanlar şunu görmeli: Yani sistemle mücâdele etmenin koşulu, büyük ya da kitle partilerinin arkasında değil, düzen içi muhâlefetin değil, düzene alternatif olma iddiası taşıyanların yanında durmaktan geçiyor. Dolayısıyla oranın da bir güç merkezi olmasının kıymetini bilmeleri lâzım; çok açık söyleyeyim yani: Var olan iki ittifaktan bu ülkenin memleketin çıkarına çok fazla bir şey beklemiyorum, çok açık söylüyorum. Hani kötülemek üzere söylemiyorum ben bunu; elbette ki bu yaşadığımız karanlıktan kurtulmak çok önemli, ama düzene alternatif olma iddiası taşımak çok daha önemli. Sopayı tutan elin kimin olacağı üzerinden dönen bir iktidar kavgasına sol âlet olmaz, olmamalı; yani seçmenin böyle yorumlanması gerektiğini düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Şimdi, HDP ile birlikte, diğer parti ve oluşumlarla birlikte olan ittifak, milletvekili seçimleri için. Ama biliyoruz ki Türkiye aynı anda iki seçime gidecek ve daha önemli olan seçim, cumhurbaşkanlığı ya da aslında başkanlık seçimi olacak. Oradaki pozisyonunuz nedir?

Ahmet Şık: Onu daha önce deklare ettik; aslında bu arada önem olarak da ikisini birbirinden ayrı tutmuyoruz. Tabii mevcut sistem “tek adam, tek insan” diye târif edilen bir şeyin üzerine kurulu vs.; ama iktidar değişimi hâlinde, o güç merkezi yine tek kişide toplanmış olmasına rağmen, bir ittifakla birlikte olacağı için orada güç dağılacak. Orada bir problemimiz yok yani; kimsenin olmaması gerekiyor. Çünkü parlamenter dağılımın da belirleyiciliği olacak ve seçim olunca, sistemin orada bir çatışması var: İşte, “parlamentocu” olmak… Kim olursa olsun, aslında cumhurbaşkanının iş yapıp yapamayacağını belirliyor sistemde; orada Türkiye İşçi Partisi’nin tavrı net, yani gerçekten ilkeler üzerinden uzlaştığımız ve gerçekten bütün toplumun hem siyasal hem de etnik-kültürel-dinî her türlü çeşitlerini yansıtacak ve buna dâir, Türkiye’nin kadim sorununa dâir çözüm üretecek bir mekanizmanın üzerine kurulu bir adaya, evet, halkın menfaati ne ise onun yanında durarak tabii ki oy vereceğimizi söyledik; ama hep şerhimizi şöyle özetliyoruz yani: İkinci Ekmeleddin vakası yaşatılmaması lâzım ya da “Ben bunu gösterdim, tıpış tıpış oy vereceksiniz” cümlesinin arkasına sığınılan ve bir çâresizliğe mahkûm eden şeyde, bunun sorumlusu ne Türkiye İşçi Partisi ne diğer sol yapılar olur; o adayı dayatanlar olur. Bunu da herkesin bilmesi lâzım; yani hem Kürt siyasal hareketinin hem de onunla birlikte hareket eden Türkiye solunun diğer renkleri, Türkiye’nin toplamında bütün solun öyle çantada keklik, “Biz kimi aday göstersek ona oy verirler” gibi bir yaklaşım ve kolaycılık içerisinde olmaması gerektiğini düşünüyorum. Meselâ Fransa’daki yaşanan son cumhurbaşkanı seçimi bence iyi bir örnek ve ondan önce Macaristan’daki seçimler, yani orada da bir ittifaklar zinciri oluşturuldu, ama Orban çok ezici bir çoğunlukla çıktı ve aldı seçimi; yani birçok benzemezi bir arada tutmanın aslında doğru bir yöntem olmadığını ya da ders çıkarılması gerektiğini söyledi Macaristan seçimleri. Orada olanlar demek ki bize, var olan şeyi bir kişi kültünün üzerinde değil de o kişinin üzerine oturacağı sistemin temsilcisi olarak uzlaşmamız gerektiğini anlattı. Fransa seçimleri de, yani Le Pen gibi, sen de biliyorsun; yani Paris’te olduğumuz zaman buluşmuştuk, yani 1990’larda binde 3’lük bir partiydi, şimdi yani ikinci tura kalan bir cumhurbaşkanı adayı olan bir partiye dönüştüler yani. 

Ruşen Çakır: O da tabii solun bölünmüşlüğünden.

Ahmet Şık: Tabii bölünmüşlükle ilgili, ama orada da şu var. Yani sonuçta bence bir Le Pen’le Macron arasında zerrece fark yok yani.

Ruşen Çakır: O kadar değil. 

Ahmet Şık: Şey anlamında, sistem devamlılığı anlamında; ama orada Macron da şöyle bir kolaycılığa kaçtı: “Bana oy vermezseniz ırkçılar gelecek”. Türkiye’de aynı şey düşünülüyorsa, bakın orada yanlış yapılır; yani dolayısıyla gerçekten halkın menfaatlerini, taleplerini, arzularını ve nasıl bir Türkiye istediğini gözeten bir aday üzerinde uzlaşıp çâresizlik üzerine tepinmemek çok önemli bence.

Ruşen Çakır: Şimdi sana sormayı düşünmüyordum, ama burada artık mecbûren soracağım. Ne diyorsun Ekrem İmamoğlu olayına? Çünkü en önde gelen isimlerden birisiydi. Ve yani diğerlerinin Mansur Yavaş ve Kemal Kılıçdaroğlu olduğunu varsayarsak, özellikle hani daha sol çevrelerin oy verebileceği bir isim gibi gözüküyordu; ama Karadeniz’de işler biraz karıştı. 

Ahmet Şık: Gerçek fikrimi söyleyeyim, çok beyan etmiyorum, daha önümüzde seçim var; bu hani çantada keklik gibi görünmesin diye de bir uyarıda bulundum; ama çok açık söyleyeyim, hani adı geçen dört kişi var Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın rakibi olarak ve ben onların içerisinde en güçlü adayın Ekrem İmamoğlu olduğunu düşünüyorum, halen de öyle düşünüyorum. Yani yaptığı koca bir hatâya rağmen — ama düzeltme fırsatı olan bir hatâdan bahsediyorum. Şu nedenle söylüyorum: Yani bir dolu isim geçiyor, başka isimler geçiyor; ama dört kişinin üzerinden sürekli anket şirketleri bir şeyler soruyor — ki ben onları çok inandırıcı bulmuyorum açıkçası; çünkü bir ankette ne sonuç alacağınızı soruyu sorma biçiminiz çok belirler yani, anlatabiliyor muyum? Ve dolayısıyla orada AKP ve MHP’nin oy deposu olan OrtaAnadolu ve Karadeniz seçmeninde kırılma yaratacak kişinin Ekrem İmamoğlu olduğunu düşündüğüm için, yani adı geçen dörtlü içerisinden en az kötü aday olduğu için söylüyorum. Ve bu ceberrut iktidârın ve onun temsilcisinin karşısına çıkarabileceğimiz en güçlü adayın o olduğuna kanaat getirmiştim. Ama öyle bir hatâlar zinciri yapıldı ki ve gerçekten orada tâmir edilmesi güç, olanaksız bir şeyin de olduğunu gördük; ama hâlâ bir fırsat olduğunu düşünüyorum yani. Ama siz toplumun nefret öznesi hâline gelmiş, haklı nedenlerle nefret öznesi hâline gelmiş ve kişisel siyâsî duruşu ve suç ilişkilerindeki yeri belli olup mesleğin önüne geçmiş birini o… 

Ruşen Çakır: Basın yetkilisi mi? 

Ahmet Şık: Tabii ona da geleceğim. Nagehan Alçı, yaşı yetenler için bu dönemin, nefret edilen… ama orada bence daha tehlikeli olan Ertuğrul Özkök’tü; yani Türkiye’nin son yarım asırlık anti-demokratik târihinin en önemli medya figürüdür Ertuğrul Özkök. Bu bana şunu gösterdi: Ekrem İmamoğlu’nun geleneksel bir siyâsetçi olduğu duygusunu uyandırdı; çünkü hâlâ icâzet alacağı yerin orası olduğunu düşünüyor — ki bence bu çok yanlış. Bakın, yani orada hatâlı açıklamalar oldu; “Birkaç yüz kişinin meselesi” dendi falan, yani bunlar hiç düzeltilecek şeyler değildi. Oğlun Ali Deniz Twitter’da Space odası açtı ve ben oradaydım sabah dördü çeyrek geçeye kadar –daha doğrusu ben dördü çeyrek geçe ayrıldım– ben ayrılırken 15 binden fazla insan hâlâ Ekrem İmamoğlu’nun yaptıklarını konuşuyordu; yani demek ki bu birkaç yüz kişi meselesi değil, artı, “birkaç yüz kişi” diye tâbir edilen o meselenin öznelerinin neyi temsil ettiğini anlamak gerekiyor. Yani şimdi Nagehan Alçı’yı… hâlâ o konuda özür dilenmedi ve Ekrem Bey çıkıp diyor ki: “On sekiz yıllık yol arkadaşım Tayfun Kahraman içeride”. Evet, çok doğru bir yakınma; ama Tayfun’u içeriye hapse gönderen sistemin aparatçiklerinden biridir Nagehan Alçı. Ertuğrul Özkök onlardan birisidir. Onlarla olmaz. Türkiye’de yeni bir Türkiye hayal ediyor iseniz, medyanın da o yeni Türkiye’ye uygun bir şekilde olması ve bu eski figürlerin ortadan çıkması lâzım yani. 

Ruşen Çakır: Ben şöyle ölçüyorum: Özellikle Youtube’da, sosyal medyada benim yaptığım yayınlara gelen tepkileri artık ayırt edebiliyorum; hani kim hangisi manipüle etti, hangisi trol falan, hangisi samîmî? Ekrem İmamoğlu üzerine konuşup ettiğim videolara gelen tepkilerin içerisinde çok sayıda sâhici hayal kırıklığı tepkisi gördüm. O gerçekten herhalde kendisi de bunu farkındadır. Neyse, seçim güvenliğine dönelim.

Ahmet Şık: Ama neyse, gerçekten onarım için bir fırsat var önümüzde umarım. Ekrem Bey’in bunu düzelteceğini düşünüyorum. Hani cumhurbaşkanı adayı olur olmaz, gösterilir gösterilmez, bunu bilemem yani; ama adaylardan biriyse ve kanaatimce AKP’nin oy deposu olan yerden oy alabilecek en önemli kimlikse, çünkü ben açık söyleyeyim ne Mansur Yavaş’ın ne Meral Akşener’in cumhurbaşkanı yarışında şansı yok, çok net yani; ben hayâta soldan bakan, sosyalistlikle tanımlanan biri olarak bu iki isme kesinlikle oy veremem meselâ; çünkü ben o kadar çâresiz değilim. Benim talep ettiğim şey iktidar değişiminden öte, iktidar değişimin yaratacağı bir dönüşüm. Ve sistemin devamlılığı üzerine kurulu insanlarla bu olmaz. Hani Ekrem Bey bunun dışında falan da demiyorum, böyle bir iddiam da yok; ama yasal geçmişe bakarak insanlara bir not vermemiz mümkün, oradan geçer not alamayacağını biliyorum. Ve dolayısıyla geriye kalıyor iki aday; ama çok açık söyleyeyim: Kemal Bey’in Alevî olmasının Türkiye toplumu ve siyâseti için –bizler için değil elbette– bir mesele olduğunu kavrayarak hareket etmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani hiç kimse şey düşünmesin, yani ya “İktidar oradan söz kurmaz” demesin. Bakın, bu öyle bir kötü iktidar ki, çok samîmî söylüyorum, bize her gün Madımak yaşatabilecek bir iktidar ve ona çok dikkat etmek gerekiyor. Ve toplumun en önemli fay hatlarından birini tekrar kırmaya çalışan bir anlayış bu. Çığın altında hepimiz kalırız, yani ona da dikkatli olmak gerekiyor.

Ruşen Çakır: Buradan seçim güvenliği meselesine gidelim. İşâretler atmosferin daha da gerileceği yolunda. Sen nasıl bir şey bekliyorsun? Zîra şunu da hatırlatalım tekrar: Sen İrfan Aktan’a bir röportaj verdin ve orada Canan Kaftancıoğlu ve Ekrem İmamoğlu hakkında şeyler söyledin. Canan Kaftancıoğlu için dediğin çıktı, Ekrem İmamoğlu ise yargıya izin vermeden kendisi önünü kesti aslında. Onu sen söylediğin zaman, ben böyle bir şey oldum — arkadaşlar da burada tanıktır: “Ya, olabilir, ama bunları söylemek doğru mu?” diye de bir şey oldum; ama oldu, yani biz söylesek de söylemesek de oluyor. Yani böyle bir somut olarak ne öngörüyorsun anlamında –isim vererek değil ama– atmosferi nasıl öngörüyorsun?  

Ahmet Şık: Yani benim orada söylediğim şey aslında müneccimlik, kâhinlik gerektiren bir şey değil; aslında gidişâta bakıp iktidârın aklını da düşünerek, ne yapabileceğine dâir bir şeyi tartıp bir ön alma çabasıydı; yoksa Canan’la veya Ekrem Bey’e yönelik bir yargı tasarrufu olsun, Gezi isyanındaki arkadaşımdan tutun da öyle bir şeyden bahsetmiyorum. Ama olabilecek, ihtimal dâhilinde olan kötülüklerden biri budur ve daha bir dolu kötülük var orada, hepsini saymadım. Çünkü moral bozulsun diye uğraşmıyorum, gamlı baykuşluk yapmaya da çalışmıyorum. Benim orada söylemeye çalıştığım şey: “Bu tür şeyler olabilir; bizim hep olduktan sonra hamle eden, refleksimizi olduktan sonra ortaya koyan bir pozisyonumuz var; onu daha erkene çekmek lâzım” deyip, bir hani tırnak içinde naçizâne “uyarı” görevi yapıp, birlikte bir yol haritası belirlemeye, A, B, C planları yapmaya dönük bir talepti benimkisi, anlatabiliyor muyum? Hani o söyleşi yayınlandıktan sonra, o kısmı böyle çok şişirdiler vs. falan filan ama. Eh tamam, çıktı, çünkü iktidar böyle bir şey, her türlü kötülüğü yapabilecek bir şey; bunun içerisinde seçim güvenliği de var. Elbette. O seçim güvenliğinin bozulmasını bertaraf etmenin yollarının ne olduğunu biz biliyoruz. Çünkü tecrübemiz var; çünkü üç yıl önceki yerel seçimlerden var.

Ruşen Çakır: Ama seçim günü ve gecesini diyorsun?

Ahmet Şık: Evet, sürecine gidene kadar söylüyorum. Veya o giden süreçte, 7 Haziran-1 Kasım arası var. İşte meselâ, Ümit Özdağ çıkıp isim vererek Ahmet Davutoğlu’na “Bildiklerini anlat” diyor — çok doğru bir talep; hani adamın söylediği bir sürü yanlış var, ama bir kere doğru bir şey söyledi. Yani kanımca doğru adres gösteriyor. Ahmet Bey’e bakıyorsunuz: Sürekli bir tehdit etme hâli var. Aba altından sopa gösterme hâli var. Hani sen o işin sorumlusuydun? Bizâtihi hukukî sorumlusu olmasan bile, o mekanizmanın içerisinde bize bildiklerini anlatmak zorundasın. Ya da Ali Babacan… Ya, bu isimleri şu nedenle söylüyorum: Daha önce mevcut iktidarın bileşenleri, o yapının içerisinden geldikleri ve bir şeye tanık oldukları için söylüyorum. Bu bir çağrıdır, anlatabiliyor muyum? Kapalı kapılar ardından dışarıya taşırıp o bildiklerini anlatsınlar ki AKP, MHP iktidarına oy verene gerçekten hâlâ vicdan sahibi olmaya devam ettiğini düşündüğümüz insanlar da bir şey düşünür belki diye. Şimdi, özellikle 7 Haziran – 1 Kasım arası geçiş dönemi çok önemli; yani Türkiye korkunç kan banyosundan geçti, yani o korkunç patlamalarda ölen insanların boş tabutlarını taşıdık; yani âileleri üzülmesin diye, tabut boştu, çünkü paramparça edilmişlerdi. Ya da bir dolu fâili meçhul cinâyet, fâili belli cinâyet, korkunç bir savaş ortamı… tek başına iktidarı da suçlamıyorum burada. Yani iktidârın bu hamlelerine teşne olan silâhlı yapılara da söylüyorum, anlatabiliyor muyum? Orada biraz doğru siyâsî hamle etmek gerekiyor; tabii ki bir meşrû zemini olmayan bir çatışma ortamı o. Ama bizim oraya dâir tecrübemiz bize bir şey anlatıyor. Bakın, Ankara Gar katliamının duruşması hâlâ devam ediyor. Bir dolu tanık var, şüphelilerin verdiği ifâdeler var, devletin dahlini bize anlalıyor ve ona rağmen hiç yol alamıyoruz. Anlatılan devlet dahli ya da iktidar dahli, bize o iktidârın kaybettiği 7 Haziran seçiminin nasıl bertaraf edilerek tekrar mevcut rejimi iktidar kılmanın yolunu anlatıyor bize. Herkes buradan ders alsın. Hani insanları karamsarlaştırmak, umutsuzlaştırmak için söylemiyorum. Ama Türkiye her şeyin olabileceği bir dönem yaşıyor; çünkü mevcut yapıyı siyasal kimliği olan bir şey olarak tanımlayamayız, yani bir tüzüğü olan bir parti olarak tanımlayamayız. Çünkü kurdukları suç düzeninin devamlılığı için her türlü kötülüğü, bakın, her türlü kötülüğü yapabilecek yerdeler.

Ruşen Çakır: Bu noktada sen demin bir “ön alma” diye söyledin. Bunu biliyorsun İngilizce tâbirle “preemptive” deniliyor. Ben Kılıçdaroğlu’nun SADAT baskınını da burada Ana Haber Bülteni’nde aynı şekilde preemptive, yani “önleyici hamle” olarak gördüm. Seçim güvenliği bağlamına oturttu. Sen de aynı düşüncede misin?

Ahmet Şık: Ya hem evet, hem hayır. Evet şu nedenle, daha doğrusu evet-hayır kısmını şundan söyledim. Hem doğru hamle, hem de değildi — zamanlaması açısından. Şimdi Türkiye toplumunda özellikle muhalif kanatta, biraz önce bahsettiğimiz endişeler var; herkes ikili sohbetinde konuşuyor ya? Böyle bir kaygısı var. O kaygıya dâir adres olarak da herkes gözünü SADAT’a çeviriyor. Dolayısıyla Kemal Bey’in SADAT’ın önüne gidip açıklama yapması o anlamda hem insanların kaygılarını gidermek için, “Bakın, ben tâkipteyim ve size güven vermeye çalışıyorum” anlamında politik olarak doğru bir hamleydi. Ama yanlışlığı şurada — iki yanlış var bence: Şimdi biz Kemal Bey SADAT’ın önüne gitmeden önce neyi konuşuyorduk? Bir gün önce Canan Kaftancıoğlu’nu ya da Canan’dan önce Gezi hukuksuzluğunu konuşuyorduk. Yani Canan Kaftancıoğlu ve Gezi Dâvâsı’nda ortaya çıkan hukuksuzluk, biraz önce dediğimiz gibi tüm yasal âidiyetlerinden bağımsız olarak bu ülkenin en temel sorununa dâir koca iki örnekti. Adâlet mekanizmasının aşılmışlığı, adâlet tesis etmekten uzak olduğu, bir mafya iktidârının tetikçisi hâline dönüşmüş birkaç yüz hâkim ve savcının elinde kötüye kullanıldığına dâir çok iyi bir tartışma ortamı var iken, siz SADAT’a o gün giderseniz, o tartışmayı geriye itiyorsunuz ve ben o hamleyi, bir yandan seçmenine ve kamuoyuna güven verme olarak yorumlarken, bir yandan da CHP içindeki ve Millet İttifakı içerisindeki birtakım “çatışmalar”a, “husumet”lere dâir, oraya dâir de bir ön alma olarak görüyorum, anlatabiliyor muyum? Ve o anlamda bir yanlış var — ki eğer Türkiye’de SADAT ve benzeri yapılardan gelebilecek tehlikelere dâir bir şeye adres arıyorsak, o açıklamanın yapılacağı yer SADAT’ın önü değil, Millî İstihbarat Teşkilatı’nın önü olmalıydı — çok açık söylüyorum. Çünkü bakın, SADAT kesinlikle soruşturma konusu edilmesi gereken bir kurum. Baktığınızda: Yasal bir iş yapıyor vs.. Mevzûat düzenlemesi, hukukî düzenlemesi yapılmış, işte, çatışmalı bölgelerde, yurtdışında, Avrupa’da ya da Amerika kıtasında birtakım örnekleri olan savaş örgütü aslında, anlatabiliyor muyum? Hukukî zemini olan, kanunî diyeyim daha doğrusu; ama şimdi SADAT’ı ilk biz nerede gördük? Suriye’nin parçalanmasını gören o iç savaşta, o emperyalizmin maşası olma görevi edinen Türkiye’nin iktidârının, AKP iktidârının bir uzantısı olarak Suriye’de görüyoruz. Peki SADAT başka nerede görev almış? Baksınlar web sayfalarında hepsi yazıyor; yani tamâmen Selefî örgütlerin çatışma hâlinde olduğu coğrafyalarda var. Suriye de bunlardan birisiydi ve orada El Kaide’sinden İslâm Devleti yani eski adı IŞİD’e kadar bir dolu yapı var ve SADAT’çılar bu insanları eğitti. Şimdi bakın, Türkiye’de herkesin olur olmaz gerekçeyle terör örgütü üyesi olmak ve propagandasını yapmakla suçlandığı bir coğrafyada, Türkiye’de de çok kanlı eylemlere imzâ atmış örgütlerin militanlarına askerî eğitim veren bir yapı, kanûnen burada duruyor. O yapının kurucusu ve başkanı, Cumhurbaşkanı’nın güvenlik danışmanı olarak sarayda görevliydi; hani Mehdi diyen kişi,Adnan Tanrıverdi’den bahsediyorum. Yani şimdi terör örgütü üyesi vs. mânâsında bir şey söylemiyorum, ama hepimizin o kadar kolaylıkla terörist olduğu bir yerde, çok kanlı Selefî eylemlere imzâ atmış, bu topraklarda da imzâ atmış örgütlerin militanlarına eğitim veren bir kurum neden soruşturma konusu edilmedi? Bunun neden iktidar nezdinde korunup kollandığı, bence önemli bir sorudur yani. 

Ruşen Çakır: Şimdi şuna özellikle dikkat çekmek istiyorum — şöyle bir anlatayım: Bizim bir arkadaşımız SADAT’la röportaj yapmak için başvurdu. Ben açıkçası kabul edileceğini sanmıyordum. Kabul ettiklerini söylediler. “Çok iyi” dedim falan, sonra biz röportajı iyice hazırlayıp uygun zamanda koyalım falan derken, bir baktık, Halk TV’ye bağlanacakmış aynı adam falan; onun üzerine biz de apar topar hazırladık verdik. Sonra bir baktım Tele1, Halk TV, şu bu, hepsinde var. Şimdi onu bir kenara koyalım. 

Ahmet Şık: Bu bir imaj düzeltme çalışması tabii.  

Ruşen Çakır: Bir de Erdoğan’ın grup toplantısında söylediklerine bakalım. O ikisi yan yana, yani bir o bir bu yan yana olunca, bu sen yanlış falan dedin de, Kılıçdaroğlu’nun o hamlesinin ne kadar etkili olduğunu gördüm. 

Ahmet Şık: Tabii ki, politik olarak doğru derken ona atıf yapıyorum.

Ruşen Çakır: Şöyle bir şey düşün: Şu âna kadar birçok yeri, birçok kurumu hedef alan çıkışlar yaptı muhâlefet ve genellikle, ya cevap vermediler ya oralı olmadılar ya da kendi medyaları vs. bunlara yer açtı; işte, Kılıçdaroğlu’na cevâbı Sabah gazetesinde ya da A Haber’de de verdiler. Ama SADAT nereye gitti? İktidar karşıtı olarak bilinen yerlere gidip konuştular, yani özel olarak konuştu. Erdoğan doğru olmadığını bile bile, “Uzaktan yakından hiçbir alâkamız yok” dedi. Bir fotoğraf da var — ki başka fotoğraflar da herhalde var. Ve orada bir de şöyle bir açıklama var: “İşte, kimin yaptırdığını biliyoruz” falan gibi bir şey var. Yani şimdi o olayın belki seçim güvenliği bağlamında çok fazla bir karşılığı olmayabilir, ama başka bir bağlamda çok ciddî bir karşılığı var. 

Ahmet Şık: Tabii ki ama şimdi şöyle bir şey var. Bir kere hem SADAT’ın temsilcileri hem de Cumhurbaşkanı doğruları anlatmıyor yani. SADAT’çıların SADAT’a dâir anlattıkları da yalan, Cumhurbaşkanı’nın SADAT’la ilişkileri konusunda söyledikleri de yalan. Yani fotoğraflar, Adnan Tanrıverdi’nin daha önceki pozisyonu, geçmiş siyasal ilişkileri, SADAT’ın kimin bağrından doğarak sahneye çıktığı filan… hepsi kayıtlarda duruyor. Ama orada muhâlefet açısından hatâ şu: Yani sâdece Kemal Bey’i, partileri kastetmiyorum, bütün toplumsal muhâlefet açısından… iktidârın kazdığı bir tuzağa bile isteye düştüğümüzü düşünüyorum. SADAT’a gözü dikmek, tam iktidârın istediği şeydir; “Cambaza bak” yapıyorlar bize deyim yerindeyse. Şu nedenle “cambaza bak” diyorum: Yani insanların doğal, olağan şüphelisini gözünün önünde tutup, geri planda başkalarıyla, başka yapılarla da iş tutulabilir. Bu dünyanın her tarafında böyledir, o nedenle söyledim; yani sâdece bir kurum üzerinden var olan kaygıları giderecek bir pozisyon almak doğrudur, ama sâdece oraya bakmak yanlış — bu mânâda söylüyorum.  

Ruşen Çakır: Peki, şimdi şeyi gördük, tabii hepimiz gördük. Hattâ Ümit Özdağ Ahmet Davutoğlu’na çağrı yaparken şöyle bir tablo çizdi. Dedi ki: “Türkiye tekrar 2015 Haziran-Kasım arası gibi bir şeye çekilebilir. Ve burada sığınmacılar üzerinden bu yapılabilir ve parti olarak bizi de buraya sokmak istiyorlar” falan deyip, böyle çok acayip bir şey yaptı. Ama açıkçası şöyle de bir husus var: 2015 döneminde bir tarafta IŞİD bir tarafta PKK vardı ve onların ayrı ayrı birtakım faaliyetleri vardı. Şimdi ikisinin de Türkiye’de bir eylem vs. yapmasının herhangi bir şeyi yok, ama Türkiye’de çok ciddî bir potansiyel gerginlik var. Ve özel olarak da tırmandırılan bir gerginlik var: Sığınmacılar konusu. Bu ihtimal… yani bu da tabii üzerinde konuşması tehlikeli bir konu, onun farkındayım; ama yine de konuşmamız lâzım. Bu potansiyeli birileri kullanmak isteyebilir mi?  Ve buna karşı ne yapmak gerekir?

Ahmet Şık: Ya, şimdi meselâ İrfan’la yaptığımız söyleşide ben aslında buna dâir bir şeyim vardı, özellikle bahsetmedim yani, ama beni en çok endîşelendiren bir şey. Şu nedenle: Birtakım siyâsî aktörlerin, siyasi figürlerin sahneye çıkışından bağımsız olarak, toplumdaki o gerilimi görebiliyoruz aslında; sokakta karşılaşıyoruz, meselâ İstiklâl Caddesi’nden yürürken insanların konuşmalarına tanık oluyorum ya da Kadıköy’de, Bakırköy’de ya da sosyal medyada sıklıkla karşımıza çıkan, bâzıları aslı astarı olamayan videolarla, yalan bilgiyle yayılan ve onun üzerinden yükselen bir “ırkçılık”, yabancı düşmanlığı var. Şimdi burada ırkçılığı tırnak içinde kullandım, şunu eleştirmek gerekiyor: Meselâ insanların sığınmacılar üzerinden doğan kaygılarının, endîşelerinin hepsinin bir toplamda “ırkçılık” diye nitelenmesini hatâlı buluyorum; yani dolayısıyla o endîşeleri de gözeterek, hassâsiyetli doğru bir dil kullanmanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Ben herkese ırkçılık torbasını atmamalı, ama ırkçı olanların olduğunu görüyorum zâten; ama burada şu da var ki, biz sonuçta bu insanlarla birlikte yaşıyoruz, yaşamaya da devam edeceğiz. Görülen o ki, araştırmalar bize diyor ki: Sâdece Suriyeliler üzerinden baktığımızda, % 68’inin bu topraklardan gitmek istemediğini söylüyor ve neden gitmek istemediğini biz biliyoruz zâten, anlatabiliyor muyum? Şimdi, burada doğal olarak yapılması gereken şey, bu insanların, özellikle yeni kuşakların, burada doğanların, daha gençlerin, çocuk yaşta olanların bu ülkeye entegrasyonunu sağlayacak politik hamleler ve uygulamalara gitmek. Bir, bu yapılmıyor; iki, mevcut iktidar sığınmacıların her birine kelle başı para hesâbı yaparak bir pozisyon aldı. Şimdi meselâ Avrupa Birliği’nden ya da diğer uluslararası örgütlerden para yardımları, çok ciddî paralar geliyor. Şimdi bakıyorsunuz, aslında bu nefret öznesi olan insanlar neredeler? Türkiye’nin çeşitli illerinin gettolarında, yani çok yoksul mahallelerinde yaşıyorlar — bu ülkede birçok insanın burun kıvırarak baktığı, yanından yöresinden geçmeyeceği yerlerde. Gençler de en ucuz işgücü olarak çalışıyorlar. Meselâ yoksul mahallesinde yaşayan Ali Bey’le Suriyeli Mehmet Bey’in arasında şöyle bir fark var yani: Suriyeli olan kişi hükûmetin uluslararası politikalarıyla birtakım yardımlardan faydalanırken, aynı berbat koşullarda yaşayan bu ülkenin vatandaşı ona tanık olup ona erişemediğinde, bir nefret öznesi olarak konumlandırıyor onu, anlatabiliyor muyum? Burada doğru olan şey, Türkiye vatandaşlarının da, ihtiyâcı varsa o yardıma, onu da onun içerisine pay etmek, o paydaş duygusunu yaratma ve bu ülkeye misafir olarak gelen, kalıcı olacağını gördüğümüz, görüyoruz, birçoğunun entegrasyonunu sağlayacak birtakım politikalar yapmak. İkincisi, uluslararası alanda yapılacak en önemli şey şu: Avrupa Birliği Geri Kabul Anlaşması kesinlikle iptal edilmelidir; yani Suriye’yi birlikte yıkan, bu kaosu yaratan, bu Suriye’yi enkaz hâline çeviren bir dolu devlet, o enkazın bütün yükünü Türkiye’nin sırtına yükledi. Yani sığınmacı insanlara enkaz nitelemesi yapmıyorum burada; orada toplamında bir enkaz var. Dolayısıyla orada yükü paylaştırmak gerekiyor, anlatabiliyor muyum? Yani sizin üç milyar Euro, altı milyar Euro para alıp da, “Tamam, ben bunları burada tutacağım, dolayısıyla Avrupa’ya gidemeyecekler, Batı’ya gidemeyecekler” demeniz doğru bir anlaşma değil bir kere. Bir de şöyle düşünün: Meselâ Gezi Karârı’yla, Osman Kavala özelinde ya da Selahattin Demirtaş özelinde İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin verdiği kararlar uygulanmıyor, değil mi? Yani peki ne yapıyorlar? Avrupa hep sert, “kınıyor” — yani tırnak içinde kullanıyorum. Yani bu kadar rezil durumdalar; ama Avrupa açısından baktığımızda şöyle bir şeyi görmek de mümkün: Şimdi Türkiye gerçekten demokratik sosyal, laik, bir hukuk devleti olsaydı, örneğin sadece kıyas için söylüyorum: Bir Almanya’daki koşulların var olduğu refah ve hukuk devleti olsaydı ve aynı oradaki gibi sığınmacıları sâdece kendisine entegrasyonu kolaylıkla sağlayacak ve seçkincilikle alacağı bir devlet olmasını mı ister Avrupa Türkiye’nin? Yoksa böyle berbat bir kanun devleti bile olmayan, karanlığın içerisinde bir diktatörün elinde debelenen bir ülke olarak yönetmeyi mi? Tabii ki ikincisini tercih ediyorlar. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararların uygulamamasına dâir tavırsızlığın en önemli nedenleridir bu — Avrupa’nın ikiyüzlülüğüdür. Avrupa Parlamentosu’nun, Avrupa Konseyi’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bir ikiyüzlülüğünün sâdece iki kişi nezdinde açılan dâvâlardaki karşılığını biz görebiliyoruz. Yaptırımsızlığın nedeni bu ve herkesin şunu net olarak görmesi lâzım: O Türkiye’nin dâhil olmak istediği söylenen Avrupa demokrasisi, Avrupa hukuku bizi bir faşizmle baş başa bıraktı. Dolayısıyla biz çözümü kendimiz bulacağız, kendi irâdemizle, kendi siyasal irâdemizle bunu çözmek zorundayız.   

Ruşen Çakır: Burada tekrar seçim güvenliği bağlamına gelecek olursak, buralardan birtakım tahriklerin vs.’nin olabilme potansiyelini görebiliyor musun?

Ahmet Şık: Çok yüksek, yani biraz önce sözü uzattım, oraya gelecektim. Yani ben Türkiye’nin en gergin fay hattının bu sığınmacılar üzerinden yükseldiğini görüyorum. Çünkü her siyasal anlayıştan, her partinin altında biriken bir yabancı düşmanlığı var. Kimi zaman ırkçılık çizgisine kayan bir söylemle de oluyor bu. Ya, meselâ Kadir Has Üniversitesi’nin iki tane ayrı araştırmasında şu sonuç çıktı: HDP seçmeniyim diyenlerin %67’si Suriyeli istemediğini söylüyor. Şimdi meselâ onun şöyle bir sâiki var: Bir, zâten Türkiye’nin en ucuz işgücü iken, kendinden daha ucuz bir işgücünün gelmesi üzerinden bir sınıfsallığa işâret ederek onu istemiyor. İki, Sünnî Arap oldukları için ve IŞİD’in orada yaptığı katliamların da bir parçası olduğunu düşünerek, Alevîler’de ve Kürt halkında böyle bir şey var, ayrım var. Ama böyle kademelendirerek baktığımızda, giderek böyle daha orta sınıfa doğru uzandığımızda, beyaz yakalı işlerde çalışanlarda, CHP, İYİ Parti, HDP, o bu, AKP, MHP, hepsinin altındaki seçmenlerde de korkunç bir yabancı düşmanlığı var ve bunu pompalayan bir anlayış var. Şimdi Ümit Özdağ bir yandan uyarı yapıyor, “Partimiz bunun için kullanılabilir” diyor. Eh senin zâten söylemin buna müsâit olduğunu gösteriyor. Bir kere sen söylemini değiştireceksin, ya da Bolu Belediye Başkanı’nın nasıl hâlâ CHP’nin belediye başkanı olarak orada durduğuna Kemal Bey ve parti yöneticilerinin bir yanıt vermesi lâzım. Bu bir ihraç nedenidir, o partiden ihraç etmek için.

Ruşen Çakır: Bugün yine bir şey yazmış, gördün mü? Billboard… 

Ahmet Şık: Arapça Billboard yani 

Ruşen Çakır: Evet, “İstenmiyorsunuz, gidin”.

Ahmet Şık: Bakın, bunlar da sonuçta tam bir taşra siyâsetçisi kafası; orada bir damarı görüyor ve oradan bir oy potansiyeli yaratmaya çalışıyor. Ümit Özdağ’ın bir partisi var onun üzerinden gidiyor; Tanju Özcan ise belki sonraki seçimde milletvekili adayı olacak, ona oynuyor; bakın, siyâsî kariyer hesâbınızla yaptığınız bu aymazlık ileride bizi çok kötü kan banyolarının içine sokabilir.  Daha önce, işte, en yakın Altındağ’da olanları hatırla; yani çok organizeydi ve devlet gözetiminde, polis gözetiminde yapanlar vardı — ben polisler ortak mânâsında değil, engelleyici bir güç olarak orada bulunmadığını söylüyorum. Zaman zaman çeşitli yerlerde çıkan ayaklanmalar, yabancılara ait işyerlerinin yakılıp yıkılması vs.. Bu çok basit, küçücük bir kıvılcıma bakar ve Türkiye’de aynı anda birçok fay hattını devreye sokar ve gerçekten önü alınamaz. Şimdi Ümit Bey bir yandan pozisyonunu biliyor, ama o uyarıyı yaparken bunu gözeterek yapıyor. Ya da Devlet Bahçeli, iki üç hafta önce grup konuşmasında benzer bir şey işâret etti. Kendisi iktidar ortağı, yani “Acaba iktidar ortağına ya da onunla bağlantılı birtakım yapılara mı mesaj veriyor?” diye ben düşündüm; yani “Bu alanda çok söz söylemeyin, çünkü provokasyona açık bir zemin var burada” derken, evet, çok doğru bir şey söyledi Devlet Bey. Eh o zaman, iktidârını uyaracaksın, devletin içerisindeki hangi kanadın bunu yaptığını… Bakın, çok net söylüyorum: Ümit Özdağ devlet içi bir kanadın görevlendirmesiyle sahneye çıktı. Ben aynı şekilde Süleyman Soylu’nun da birbirlerinden bağımsız olarak yine aynı kanat tarafından yönetildiğini düşünüyorum. Şu tezimden yola çıkarak bakın, şunu da son geriye dönük baksınlar, arşivlere, son yedi sekiz ay içerisinde, işte, İran sınırından Türkiye’ye gelen sığınmacı akını görüntülerine tanık olduk. Benim iki ayrı kurumda çalışan gazeteci arkadaşlarım izinli olarak gittiler, onların görüntülerini çektiler, fotoğrafçılar birlikte seyahat ettiler ve jandarmadan izinli yaptılar bunu. Şimdi jandarma kime bağlı? İçişleri Bakanlığı’na, yani sınır denetimini yapan İçişleri Bakanı kim? Süleyman Soylu. Süleyman Soylu kendi iktidârını ve kendi pozisyonunu eleştiri konusu yapacak haberlere neden izin verildiğini açıklamak zorunda bana. Hani gazeteciler izin almasın mânâsında söylemiyorum; sansürcü bir yerden söylemiyorum, ama işin politik yansıması olarak söylüyorum. Sonuçta eleştiri oklarının kendine döneceğini bile bile, o görüntülerin çarpıtılarak kullanılacağını bile bile, buna izin veriyor olmak benim kafamda soru işâreti uyandırıyor.  

Ruşen Çakır: Peki, şeyi sormak istiyorum. Şimdi, 2015’te Haziran-Kasım arası yaşadığımız deneyim şunu gösterdi bize: AKP oyları alamadı, kaostan sonra, istikrar arayışı aracılığıyla aldı. Bu böyle bir şey mi? Yani Allah’ın emri mi bu? Yani kaotik bir ortamda seçime girilecek olma ihtimâli her zaman iktidârın işine mi yarar?

Ahmet Şık: Sâdece iki nedenle bu yapılabilir; denenmiş bir şey var. Ama aynı nedenlerle denemek ya da bir nedeni bahâne ettiği şeylerle tekrar olacak mı emin değilim. Yani Kürt nefretini kazımak üzerinden olacak mı emin değilim. Çünkü bir doyum noktasına ulaştı ve insanlar çok kuşkuyla bakıyor; yani bu bombalı saldırı olduğunda, Bursa’daydım, cezâevi personeline yönelik saldırıda ve sokaktaki herkes, “Ya, 7 Haziran’da olanlar oluyor, bu iktidârın işi” diye bakıyordu ki, üstlenme oluyor, terörist dendi vs. falan, ona rağmen, çünkü orada bir doymuşluk var. Bu nedenle, sığınmacılar üzerinden üstlenen gerilimi oynayacağına dâir endîşem büyük; şimdi, tutar mı tutmaz mı kısmında şöyle düşünüyorum: Daha önce denedi ve sonuç aldı. Ve insanlar korkularına teslim olabilir. Çünkü çok kolay. Hele ki güvenlik kaygılarının olduğu, can güvenliğinin ve hukukî güvenliği olmadığı bir ortamda, “Ya, lânet olsun! Bana dokunmasın” diyebilir. Bunu doğru bulmam, ama rasyonalize edebileceğim bir şeydir. Ama şöyle bir şey de var: Eğer ki bu iktidar koltuğunu kaybedeceğinden emin olduysa, bu kaosu verir. Çünkü yönetilemeyecek bir ülke bırakmak ister geriye. Kimi koysanız, en güçlü cumhurbaşkanı adayı da seçilse, ya da hiç ummadığımız ama herkesin mutâbık kaldığı bir isim de seçilse, yönetilemeyecek bir ülke bırakmak için her şeyi yapacaktır. Çünkü normal bir geçiş olduğunda, bütün son yirmi yılına yayılan yolsuzluk, hırsızlık, yağma, talan, hukuksuzluklar, bir dolu kanûnen suç olan her şeyin raftan indirileceği bir dönem başlar ve bunu istemezler yani. Burada gerçekten endîşe etmemiz gereken bir süreç var; ama ben bunu sâdece korkulsun diye söylemiyorum. Herkes kime âidiyet duyuyorsa parti olarak, partilerine basınç yapmak zorunda, bunu tartışmak ve önlem almak ve Türkiye’deki yaşayan herkesle –partilisi olsun olmasın, seçimde o partiye oy kullanacak olsun olmasın– bunu birlikte inşâ etmek, o güven ortamını yaratmak zorundayız. Hiçbir şey olmasa bile herkesin kafasında bir hile hurda işi dönüyor. Ya, olabilir yani; çünkü ben öyle çok büyük hîleler yapıldığını düşünmüyorum, yani toplamda büyüğe işâret ediyorlar ama, bakın, yaklaşık 200 bin sandık var, 10 bininde hile yapıyorlar; ben size çok net söyleyeyim: Son on yılın referandumlarının seçimlerinin hiçbiri hîlesiz olmamıştır. Ama iktidar için kritik olan yerlerde hepi topu 8-10 bin sandıktaki oyları değiştirerek yapıldı, ama bu sâdece herkesin düşündüğü gibi Kürt nüfusun yoğun olduğu illerde olmuyor: Bir önceki seçimde gördük işte, Rize’den, Erzurum’dan kasabasındaki köyünden adam oturmuş, “Bir MHP’ye, bir Erdoğan’a” diye mühür basıyorlardı ya da % 99’u Kürt olan Suruç’ta, giden arkadaşlarımdan biliyorum, ya, kalaşnikofla tuvalete kilitlediklerinden bahsediyorlardı. Yani kalaşnikof tehdidiyle, işte, orada bile güvenlik yok; sonuçta İstanbul’un bir mahallesinde de olabilir, Ankara’da da olabilir, İzmir’de de olabilir; sonuçta burada yapılacak olan tek şey şu: Nasıl ki İstanbul seçimlerinde CHP târihinde ilk kez ya da yakın târihinde ilk kez sandık güvenliğini ve sandık denetimini sağladı, aynısını bu seçimde yurt çapında yapmak zorunda — sâdece CHP değil, bütün partiler.

Ruşen Çakır: İstanbul’daki o seçim başarısını bedelini de Canan Kaftancıoğlu’na ödetmeye çalışıyorlar. 

Ahmet Şık: Tabii ki, yani orada Canan Kaftancıoğlu’nun bir sürü hatâsı olabilir ya da hiçbiri olmayabilir, bunu tartışma konusu etmem, ama çok büyük bir başarısı vardır. İstanbul seçiminin alınmasında, sandık güvenliğini sağlamak için birlikte kurdukları sistem bize doğru sonucu çıkardı. Aynısını tüm Türkiye’ye yaymanın elimizde denenmiş bir modeli var; buna tüm partiler, “altılı ittifak” diye anılan masada olan olmayan herkesi dâhil ediyorum, ya da herhangi bir masada olmayan herkes burada görev almalı, herhangi bir partinin seçmeni olmasına gerek yok, bu bir yurttaşlık görevi, Türkiye’nin geleceğine ilişkin bir görev bu. Yani çünkü gerçekten şu soruyu herkes kendine sormalı: Bu seçim bizler için olduğu kadar ve hattâ ondan daha fazla iktidar için de bir ölüm kalım seçimi; yani var olmakla olmamak arasında bir seçim. Ama bu seçimin yitirilmesi hâlinde, üzerinde yaşayabileceğimiz bir toprak olup olmayacağını dâir de bir seçim. Herkes buna buradan bakmalı. Bakın bu ülke işgal edilse, bugün ne yaşanırsa o yaşanırdı — herkes buradan değerlendirsin. Bu bir işgal ordusundan kurtulma seçimi ya. Dolayısıyla, hani Kurtuluş Savaşı’nı hep kazma kürekle savunduk diye târif ederler ya? Herkes gidip o sandığın başında bekleyecek, oyunu kullanmakla bitmeyecek bu iş ve her kuşun etinin yenmez olduğunu, atı alanın Üsküdar’ı geçemeyeceğini bu iktidâra öğretmek zorunda, haddini bildirmek zorunda. Yoksa biz yeni yeni siyâsî rehineler kaptırırız hapishânelere, insanlar sürgüne gitmek zorunda kalır, kimileri öldürülür hesap sorulamaz, anlatabiliyor muyum? Ama bu arada şuradan da belirteyim, hani yayının başındaydı ama, dün Can Atalay’la konuştuk. Şimdi, Can’la tabii başka hukukumuz var; iki kere tutuklandığımda avukatlarımdan birisiydi, yani kardeşimdir kendisi. Dedi ki: “İşte girdim” dedi, “hapishâneye götürüldüm, bir baktım” dedi, “işte iki-üç saat düşündüm, sonra, ‘Bu mu lan?’ dedim” diyor, “Bu mudur bizi korkutacak? Korkmuyorum “ dedi. Anlatabiliyor muyum? Tam da mevzû bu. Yani insanlar yitireceğini göze alarak cesâretli davranabilirler. Can hani çok cesur da biz korkağız, ötekiler korkak suçlaması, kıyas için söylemedim bunu; yapacakları iş bu ve onu da göze almamız lâzım. Bakın, Selahattin Demirtaş beş yıldır içeride, dimdik duruyor. Osman Kavala, birçok insanın tanımadığı, solcu addetmediği… –anlatabiliyor muyum?– bir insanken, dimdik duruyor ve öyle beş yıldır tek adım geriye düşmedi. Siyasal savunmasını yaptı, Gezi isyanını savundu; çok bambaşka bir sınıfsal ve sosyal yerden gelmiş olmasına rağmen bunu yapıyor, anlatabiliyor muyum? Ya da elindeki tüm malvarlığını mevcutları gibi bir suç örgütüne, bir suç iktidârına yanaşmalık yaparak yiyip devam edebilirdi. Onu değil de doğru olanı tercih etti. Ya, hayat dediğimiz şey zâten tercihlerimizin toplamı; ileride târih bizi bir yere oturtacak ve herkes ona göre tercihini yapmak zorunda. Bu seçimde de ona göre yapmak zorunda. Biraz önce dedin ya? İki oy kullanacağız, evet, bir cumhurbaşkanlığı seçimi için oy kullanıyoruz, bir de Parlamento seçimi için, umarım ortak adaylık konusunda kimseyi kırmayacak bir şey inşâ edilmeye çalışılır ve bu karanlıktan kurtulmanın yolu açılır. Ama Parlamento seçiminde, çok net söylüyorum yani, ortak cumhurbaşkanı adayının çıktığı yere değil, üçüncü ittifaka oy vermek de bir yurttaşlık sorumluluğu. Böyle de bitireyim yani.

Ruşen Çakır: Neyse, isteyen istediği yere versin. Ahmet, çok teşekkürler.

Ahmet Şık: Ben teşekkür ederim. 

Ruşen Çakır: Türkiye İşçi Partisi Milletvekili gazeteci Ahmet Şık’la seçim güvenliği meselesini ve başka birçok şeyi konuştuk. Kendisine çok teşekkürler sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.