Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Köker ile Hukuk ve Demokrasi (80): Yargının hukukla imtihanında son perde

Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi tarafından finanse edilen “Anayasa Mahkemesi’nin Temel Haklar Alanındaki Kararlarının Etkili Bir Şekilde Uygulanmasının Desteklenmesi” projesi bağlamında yaptığı son konuşmada, AYM’ne bireysel başvuru yolunun felç olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını bir kez daha vurguladı.

Arslan bu konuşmasında, etkili bir hak arama yolu olarak bireysel başvuru yolunun işlerliğinin korunması için iki önemli şartın gerçekleşmesi gerektiğini belirtmiş bulunuyor: (1) Başvuru sayısının ve böylece AYM’nin iş yükünün azaltılması, (2) AYM tarafından verilen ihlâl kararlarının gereği gibi uygulanması.
Aslında ikinci şart yerine getirilse, birinci şart da gerçekleşmiş olacak.

Zühtü Arslan, hayli kısa olan konuşmasında, belki de en çarpıcı örnek olarak uzun yargılama süreleri nedeniyle ortaya çıkan ve “âdil yargılanma hakkının ihlâli” ile ilgili olan duruma değinmiş. Biraz da “yapısal
nedenler”e bağladığı bu durumun giderilmesi ile sorunun çözülmesinde önemli bir adım atılabileceğini de vurgulamış gibi görünüyor. “Yapısal nedenler” derken ne kastedildiğini tam olarak bilmiyorum ama, herhâlde Türkiye’de mahkemelerin mârûz kaldıkları ağır iş yükü kastediliyor. Kanımca, “yapısal nedenler” arasında adlî örgütlenmenin yetersizliklerinden kaynaklanan hususların yanında, çok önemli bir yere sâhip olan “hukuk zihniyeti” diyebileceğimiz bir özellik de ağırlıklı bir yer tutuyor.

Açıklamaya çalışayım: Bilindiği gibi AYM, bireysel başvuru yoluyla, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası tarafından ortak koruma sağlanmış olan temel hak ve özgürlüklerle ilgili ihlâlleri karara bağlıyor. Bu çerçevede, AYM kararları ile AİHM kararlarının uyum içinde olması gerekiyor, aksi takdirde hak ihlâli iddiasında bulunan kişiler konuyu AİHM’ne taşımak zorunda kalıyorlar. Esâsen, Türkiye’de 2012’de uygulanmaya başlanan bireysel başvuru yolunun kabûl edilmesinin temel gerekçesi de, AİHM’in Türkiye’den giden binlerce başvuru karşısında, kendisininkine paralel bir iç hukuk yolu oluşturularak iş yükünün azaltılması idi. Bu nedenle, AYM kararlarının AİHM içtihadıyla uyumlu olması hem işin doğasının bir gereği, hem de pratik bir zorunluluk.

Peki AYM ne yapıyor? AİHM, örneğin Demirtaş kararında açıkça belirtiyor ki, AYM hem dokunulmazlıkların kaldırılması ile ilgili Anayasa değişikliği ile ilgili incelemesinde ve hem de Demirtaş’ın ileri sürdüğü “mutlak dokunulmazlık” sağlayan “yasama sorumsuzluğunun ihlâl edildiği” iddiasını görmezden gelişinde, bizce vahim bir görev ihmâli yapmış bulunuyor. Demek ki, AYM dahi “temel hak ihlâlleri” konusunda hukuka uygun karar verme konusunda gerekli özeni ve dikkâti her zaman göstermiyor. AİHM’in bu konularda vermiş olduğu kararların Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticilerince nasıl savsaklandığını ve bu nedenle de Avrupa Konseyi bünyesinde bir yaptırım sürecinin hâlen işlemekte olduğunu da ekleyelim. AYM Başkanı Arslan’ın, AYM’nin de içinde yer aldığı Türkiye yargısının AİHM kararlarının uygulanması hususundaki durumlarını gerçekçi bir özeleştiriye tâbi tutmadığı, bu yönüyle bince eksik olan konuşmasında, yine de “mahkeme kararlarının gereği gibi uygulanması” zorunluluğunu vurgulaması önemlidir. Burada, “mahkeme kararlarının gereği gibi uygulanması” tâbirinin iki yönüne dikkat çekmek gerekmektedir. Birincisi, mahkeme kararlarının ilgili olduğu somut durumlardaki uygulanmalarıdır. Burada zâten bir tereddüt olmaması gerekir. Her tekil olayda mahkeme nasıl karar vermişse o karar, o tekil olay için uygulanacaktır. Örneğin cezaevinde tutuklu bulunan bir sanıkla ilgili olarak, tutuklama kararının “hak ihlâli” olduğuna karar verilmişse, o tutukluyu salıvermek gerekecektir. Yahût, yine örneğin bir ceza mahkûmiyeti kararı da “hak ihlâli” sonucunu doğurabilmektedir ve eğer AYM (veya AİHM) bu mahkûmiyet ile ilgili olarak bir “hak ihlâli” kararı vermişse, yargılama yenilenerek beraat kararı vermek gerekecektir.

Konumuz olan “hak ihlâlleri” ile ilgili mahkeme kararlarının bir de, ilgili tekil olayı aşan, genele etkili olan, daha doğrusu ilgili kanun ve hattâ Anayasa hükümlerini değiştirmeyi veya ilgâ etmeyi gerektiren sonuçları da bulunmaktadır. Bu, yeni hak ihlâllerinin ortaya çıkmaması için şarttır ve mahkemeler -AYM veya daha çok AİHM- bu yönde kararlar da vermektedirler. Örneğin, Türk Ceza Kanunu’nun Cumhurbaşkanı’na hakaret suçunu düzenleyen 299. maddesinin AİHS’ne aykırı olduğu, bu maddenin uygulanması hâlinde verilecek olan hapis cezalarının hak ihlâli sonucu doğuracağını AİHM defalarca ve en son Şorli v. Türkiye kararında (2021) acıkça ortaya koymuş bulunmaktadır. Aynı husus, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milleti’ni aşağılama suçunun düzenlediği 301. madde için de geçerlidir. AİHM, bu maddenin “kanun niteliği taşımadığı”na hükmetmiştir. Bu durumda, Türkiye mahkemelerinin hem Anayasa (m. 90) hem de kanunların gereği olarak yapmaları gereken nedir? Cumhuriyet Savcıları bu maddelerden dava açma yoluna gitmemeli, mahkemeler hazırlanan iddiânâmeleri kabûl etmemeli veya bu maddeleri uygulamaktan kaçınarak, açılmış dâvaları düşürmeleri, yapılması gereken budur. Böyle yapılmadığı takdirde, Zühtü Arslan’ın sözünü ettiği “bireysel başvuru yükü’ azalmayacak, artacaktır. Ancak, Türkiye yargısı, hâlâ “bir kânun yürürlükteyse, öncelikle onu uygulamak gerekir, uluslararası sözleşmeler, hele de hak ve özgürlüklerle ilgili olanların bir kânun hükmünün uygulanmasını engellemeleri diye bir şey olamaz” diye özetlenebilecek “devletçi” zihniyetle hareket etmektedirler. Bugünkü gibi, bu zihniyeti besleyen bir siyâsî konjonktürün varlığı da işin tuzu biberi olmaktadır. “AİHM kararları bizi bağlamaz,” diye başlayıp “AYM de kapatılmalıdır” noktasına kadar uzanan siyasî yaklaşımları örnek olarak zikredebilirim.
Bu konuda son perde Canan Kaftancıoğlu olayıdır. Artık, böyle anılması gerekiyor, maalesef. Olay, Kaftancıoğlu’na TCK m. 299 ve TCK m. 301’den verilmiş olan mahkûmiyet kararlarının Yargıtay tarafından onanmasıyla başlıyor. Yukarıda değindiğim AİHM kararlarına göre bu mahkûmiyet kararlarının hiç verilmemesi, verilmişlerse de Yargıtay’da bozulmaları gerekiyordu. Ama, hem siyâsî konjonktür, hem yargıya hâkim olan devletçi (devleti hukukun önüne koyan) zihniyet, olayı bu noktaya getirmiş bulunuyorlar. Sonuç: AYM bir bireysel başvuru olayı ile daha karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Yük artıyor. Dahası da var: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, hâlen AYM önünde karara bağlanmayı bekleyen ve muhtemel bir hak ihlâli kararı sonucu ortadan kalacak olan -ki, AİHM’in yukarıda değindiğim yerleşik içtihatlarının gereği olarak başka türlü olması düşünülemez bile- mahkûmiyeti gerekçe göstererek, Kaftancıoğlu’nun CHP üyeliğinin düşürülmesine karar veriyor. İşte yargının hukukla imtihanında son perde: YCBS’nın siyasi parti uyeliği ile ilgili inceleme ve soruşturma yetkisi varsa da, bunun sonucunda bir kişinin parti üyeliğinin düşürülmesine karar verme yetkisinin dayanağını ben henüz bulamadım. Bu mantıkla YCBS, günün birinde bir siyasî partinin bütün üyeleri hakkında üyeliğinin düşürülmesi kararı verebilir mi? Vermez diyemiyoruz. Şöyle de düşünüyor olabilirler: “Ben düşüreyim de, o gitsin önce AYM’ye sonra AİHM’e itiraz etsin.” Tıpkı barışçı bir gösteri sırasında, bu hak kullanımını engellemek için emir almış kolluk görevlisinin muhatabı olan “hak sahibi” yurttaşa, “AYM’ye git demesi gibi! Bakalım daha neler görüp, neler yaşayacağız.

Prof. Dr. Levent Köker, Hukuk ve Demokrasi’de yorumladı:

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.