Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Köker ile Hukuk ve Demokrasi (81): Türkiye’nin siyasi rejimi | Kime göre “demokrasi” neye göre “otoriter”?

Türkiye’nin siyasî rejimi nasıl nitelendirilebilir? Bu sorunun ilgi çekmediği bir dönem herhalde yoktur. Tek-parti döneminden bugüne her zaman hem akademik alanda, hem de güncel medya platformlarında yoğun bir biçimde tartışılmış olduğunu söyleyebiliriz. Akademik araştırmalarla medya platformlarının sıklıkla içiçe geçtiği günümüzde bu soru, akademik dünyanın ürettiği bazı kavramların akademik olmayan mecralarda da kullanılmasıyla dikkat çekiyor. Soruya verilen farklı cevapların oluşturduğu tartışmalar da böylece bilimsel bir araştırma konusu olmanın yanısıra güncel siyaseti de etkileme potansiyeli olan bir içerik kazanıyor. 

Sözü getireceğim yer, 2018 Temmuz’unda bütün hükümleriyle yürürlüğe giren Anayasa değişikliklerinden bu yana, Türkiye’nin siyasî rejimi tartışması. Bu tartışmada en fazla öne çıkan kavram, yarışmacı (competitive) otoriterlik. Buna alternatif başka kavramlaştırmalar da var. Örneğin Türkiye’yi “liberal olmayan”, “delegasyoncu”, “kusurlu” gibi sıfatlarla belirlenen bir “demokrasi” diye nitelendirmek isteyen yaklaşımlar, yarışmacı otoriterlikten sonra en popüler olanlar. Hepsini birlikte kuşatan bir de şemsiye kavram var: “melez rejim”, yâni ne saf anlamıyla demokratik, ne de saf anlamıyla otoriter. Kavramlarla ilgili ilk sorun da burada başlıyor: Türkiye, veya benzeri başka bir rejim, eksikleri, kusurları olsa da, yine de bir “demokrasi” mi, yoksa “otoriter” olarak mı nitelendirilmeli? Yarışmacı otoriterlik ikinciye yakın olduğunu söylüyor ama tam olarak da otoriter bir rejim yok. Seçimler yapılıyor, muhalefet partileri var ve iktidarı seçimle ele alabilecek bir potansiyele de sahipler. Temel hak ve özgürlükler ve kuvvetler ayrılığı, özellikle de bağımsız yargı hayli tahribata uğramış olsa da yine de bütünüyle silinip yok edilmiş değil. Ama, seçimler eşit koşullarda gerçekleşmiyor, iktidardakilerin devlet gücüne sâhip olmalarından kaynaklanan avantajlar yaratmaları nedeniyle, yarışmanın eşit ve özgür bir tarzda yürütülmediği bir çarpık durum söz konusu.

Bu ve benzeri nitelemelerle ilgili elbette bazı sorunlar ve bunlara yöneltilen bazı eleştiriler var. Bunlardan ilki, bu kavramların değeri ile ilgili. Kullandığımız kavramların değeri de tabiî o kavramlarla ne yapmak istediğimize bağlı olarak belirleniyor. Örneğin amacımız “ne olduğunu betimlemek” mi, yoksa olan biteni açıklamak mı? Yâhût, olanın “anlaşılması” mı asıl hedef? Siyasetin kurucu unsuru olan insan eyleminin öznel ve nesnel anlamının araştırılması mı amaçlanıyor? Yoksa, olup bitenleri değerlendirmeye, olması gerektiğini düşündüğümüz bazı idealler açısından var olan yapıları, oluşları eleştirmeye ve aşmaya mı yöneliyoruz?

Yukarıda listelediğim kavramların çoğu gibi popüler olarak da revaçta olan yarışmacı otoriterlik, öncelikle betimleyici bir kavram, melez rejim kavramı ve bu kavram içinde yer alan tipolojiler gibi. Akademik dünyanın ürettiği bu ve benzeri kavramların sadece betimleyici düzeyle sınırlı olması kabûl edilemez. Çünkü, bilimsel araştırmanın bu tarzı açısından aslolan olguların betimlenmesi değil, açıklanması asıl hedeftir. Dolayısıyla, örneğin yarışmacı otoriterlik kavramının sâdece Türkiye’deki rejimin ne olduğu sorusuna bir cevap olarak kalamayacağı açıktır. Kavram ve içinde yer aldığı teorik çerçeve, yarışmacı otoriterlik denilen rejimin nasıl ve neden oluştuğu sorularını da cevaplandırmalıdır. Kavramın temel olarak yaşadığı sorun da buradadır. Betimleyici düzeyde olguların ne olduğunu ortaya koymak bakımından iknâ edici olan kavram, açıklama düzeyine geçtiğimizde sorun yaşamaktadır. En önemli sorun da, bu kavramın açıklamaya çalıştığı rejim tipinin Türkiye’deki oluşum sürecinde, değişimin görece “demokratik” olan bir rejimden bozularak otoriterleşmesi gibi bir izahatın ağır basmasıdır.

Kavram, bu yönüyle Türkiye’nin geçmişindeki kalıcı otoriter paradigmanın fark edilmesini imkânsızlaştırmakta, hâlen içinde bulunulan otoriterlik durumundan çıkışın ipuçlarını geçmişin “otoriterlik öncesi” kurum ve pratiklerinde aramaktadır. Kavramın kullanılışında bir haklılık unsuru vardır, inkâr etmeyelim. Türkiye’nin siyasî rejimi bugün, eskisine göre, çok daha hukuktan, hak ve özgürlükten, demokratik niteliklerden uzaklaşmış durumdadır. Ancak, bunun sebebi, başından beri otoriterliği ağır basan Türkiye siyasetini belirleyen “otoriterlik paradigması”dır. Bu paradigma, “monolitik devlet” ile “çoğul toplum” arasındaki çatışma tarafından belirlenmiş bir paradigmadır. Paradigmanın kurucu unsuru devletle özdeşleşmiş bürokrasi ve onunla işbirliği yapan toplumsal sınıf ve gruplardır. Bu paradigmanın yerleşmesini mümkün kılan ise, tarihî olarak devletin kendisini hukukun her zaman üzerinde ve dışında davranabilecek biçimde örgütleme kapasitesine sâhip olmasıdır. Dolayısıyla, Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu ve eskisine göre daha koyu bir tonla karşımıza çıkar otoriter rejim tablosunun aşılması için, bu “otoriterlik paradigması”nı kökünden değiştirecek bir devrimci dönüşüme ihtiyaç vardır. Sorunun çözümü, örneğin geçmişin parlâmentoculuğunun restorasyonunda değil, toplumda var olan çoğulluğu hakkıyla ifâde eden yeni ve hukukun dışına çıkma yeteneği yok edilmiş bir siyasal kurumlaşmanın inşa edilebilmesinde aranmalıdır.

Prof. Dr. Levent Köker, Hukuk ve Demokrasi’de yorumladı:

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.