Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Köker ile Hukuk ve Demokrasi (87): Öncelik hangisinde? Devlet mi, anayasa mı?

Adâlet Bakanı, birkaç gün önce, büyükelçilere hitâben yaptığı bir konuşmada, Türkiye’nin Osman Kavala ile ilgili AİHM kararını uyguladığını söylemiş. Oysa Mahkeme, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin müracaatı sonrasında bunun tam aksine hükmetmiş. AİHM’e göre Türkiye Kavala kararını uygulamamış. Soru: Adâlet Bakanı’nın dediği mi, yoksa Mahkeme kararı mı geçerli? Bakan, herhâlde Mahkeme hükmüne rağmen kendi değerlendirmesinin geçerli sayılmasını istiyor ve bir anlamda büyükelçilere de bunu telkin ediyor: Hukuka değil, devlet yöneticisinin ne dediğine bakın siz!

AYM, bildiğimiz gibi, ilginç kararlar vermeye devam ediyor. Liman işletmelerinin kiralama sürelerini uzatmaya izin veren kânunu Anayasa’ya aykırı bularak iptâl eden kararı bu örneklerden biri. İptâl başvurusunu yapanların aynı zamanda kânunun yürürlüğünü durdurma talebinde de bulundukları bu örnekte AYM, yürürlüğü durdurma talebinin görüşülmesini esâsın görüşüleceği güne bırakmış, bu arada geçen süre içinde şimdi iptâl ettiği kânun yürürlükte kaldığı için uygulanmış ve kira sözleşmelerinin süreleri 2070’li yıllara uzanacak şekilde uzatılmış. Kısacası, AYM’nin iptâl kararı, AY’ya aykırı olan kânunun uygulanmasını, AY’ya aykırı sonuçların doğmasını engelleyememiş. Belli ki, yürürlüğü durdurma kararı vermek sûretiyle siyâsî iktidarın yapmak istediği bir dizi işlemin önüne engel koymak istememiş, yoksa AYM kararlarının geçmişe etkili olmadığını bilmiyor olamaz. Böylece iktidara, hukuk dışı davranabileceği bir alanı sağlamış bulunuyor; atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra gelen iptâl kararı etkili olmuyor, sonuçta!

Örnekleri çoğaltabiliriz ve bu örnekler bugünden değil, geçmişten de olabilir. Daha doğrusu, örneklerin ortaya koyduğu, koyacağı sorun konjonktürel değil, yapısal. Şöyle sorayım: Devlet mi, anayasa mı, önceliği hangisine vermeliyiz? Aslında, pratik örnekler olmasa, bir kavramsal soyutlama düzeyinde ele alındığında, anlamsız gibi görünen bir soru. Zira, tam bir hukuk devletinde hukuk ile devlet arasında bir ayrım yapmak mümkün değildir. Bir diğer deyişle, hukuk ile anayasa düzeni ve bu düzenle devlet arasında tam bir özdeşlik söz konusu olduğu için, birinin diğerine önceliğinden söz etmek de mânâsızdır. Buna karşılık, gerçek dünyâda hukuk devleti teriminin ifâde ettiği türden tam bir özdeşliğin geçerli olmadığı, devletin belirli durumlarda hukukun dışına çıkarak hareket etmesinin kabûl edildiği bilinmektedir. Hukuk devleti anlayışında bu gibi durumlar, zorunluluklardan veyâ “hükûmet etmenin gerekleri”nden kaynaklanan “istisnâlar” olarak görülmekte ve “devlet-hukuk özdeşliği”nin esas olduğu kabûl edilmektedir. 

Teorik düzeyde böyle özetlenebilirse de, devlet-hukuk özdeşliği fikrinin târihî olarak oluşum tarzları toplumlara göre farklılıklar göstermektedir. Bu farklılığın en önemli kaynaklarından biri devlet ile anayasa arasındaki ilişkidir. Burada anayasanın önemi, hukuk düzenini belirleyen normatif niteliğinden gelmektedir. Bir diğer deyişle, bir normlar sistemi olarak hukuk, tümü anayasadan kaynaklanan normlar arasında kurulu ilişkilerden oluşmakta, bir diğer deyişle kânunlardan başlayarak “mevzûat” diye adlandırdığımız tüm kurallar ve bu kuralların uygulanması olarak karşımıza çıkan idârî ve yargısal kararların kaynağı olan anayasa, hukuk düzenini de, dolayısıyla devleti de belirlemektedir. Dolayısıyla, toplumlar arasında târihî nedenlerle oluştuğunu bildiğimiz farklılıklar, devlet ile anayasa arasındaki ilişkinin ortaya çıkış/kuruluş tarzlarından kaynaklanmaktadır.

Devlet-anayasa ilişkisinin ne tür bir farklılaşma içinde ortaya çıktığına dâir kabûl gören bir tesbite göre, bâzı toplumlarda anayasalar devletten önce gelmekte, bir diğer ifâdeyle devlet anayasa tarafından kurulmaktadır. Buna karşılık, diğer bâzı toplumlarda ise anayasalar devletten sonra ve devlete bağlı olarak ortaya çıkmakta, terim yerindeyse devlet anayasayı yapmakta veyâ yapımında belirleyici bir rol oynamaktadır. Buna bağlı olarak, birinci durumda anayasanın (ve dolayısıyla hukukun) üstünlüğünden, ikinci durumda ise, devletin kendi yaptığı anayasaya uyma mecbûriyetinden söz edilmektedir. Buna bağlı olarak, ikinci durumda devletin kendisine anayasa (ve hukuk) dışında davranma imkânı sağlayan ve birinci durumdaki toplumlara göre daha geniş bir alan açmış olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Türkiye, Kıt’a Avrupa’sındaki pek çok ülke ile birlikte, ikinci kategoride yer alıyor. Bu nedenle de “hukukun üstünlüğüne dayalı bir devlet” düzenini inşâ etmekte aşılmaz sorunlar yaşamaktadır. Sık sık atıf yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’de “hukuk devleti”nin nihâî savunucuları olması gereken yargı mensuplarının, devlet ile hukuk arasındaki bir çatışma durumunda neredeyse üçte iki çoğunlukla devletin çıkarlarını korumaya öncelik vereceklerini açıklamış olmalarını en çarpıcı örnek olarak tekrar zikretmek isterim. Bugün, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yüksek yargı organlarının kararlarında, bu araştırmanın ortaya koyduğu “devletin hukuka/anayasaya göre öncelikli olduğu” düşüncesinin yansımalarını görmekteyiz. Bu düşüncenin âdetâ kurumsallaşmış olması, elbette, devletin târih içinde geçirdiği bir kısmı hayli radikal dönüşümlerden bağımsız olarak değerlendirilemez.

Konuyu hayli şematikleştirilmiş bir târih perspektifinden şöyle özetleyebiliriz diye düşünmekteyim: Devlet, târihî olarak, kök anlamından evrilerek kazandığı ilk mânâ olarak Sultan (ve tabiî hânedân) ile özdeşti. Bu ilk evrede devleti çevreleyen meşrûiyet zemini, bir anlamda Sultan’ın mutlak iktidarının temeli (ve sınırı) ise, dâire-i adâlet fikrinde özetlendiği üzere adâletti. 17. yüzyıl ortalarından îtibâren “bürokrasi” (Osmanlı’daki adıyla askerî sınıf), devletin ortağı hâline geldi ki, 18. Yüzyıl ve sonrasında yerel seçkinler ve yerel halklar da eklendi. Bu gelişmeler içinde bir yandan devlet, sultanın kişiliğinden ayrışırken, diğer yandan devletin objetif ve öngörülebilir bir hukuk düzenine, nihâyet bir anayasaya kavuşturulması arayışları ortaya çıktı. Bu arayışlar içinde, Tanzîmat’la birlikte kendi içinde “geleneksel/modern” diye bölünecek olan merkezî bürokrasi ile sultan, merkezî devlet düzeni ile yerel seçkinler ve halklar arasındaki çelişkiler ve çatışmalar, yeni bağımsız devletlerin kurulması süreçleri yaşandı. Bu süreçler içinde, merkezî bürokrasinin modernleşmiş kanadı devletin en etkili kesimi hâline geldi ve Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin başlıca siyâsî aktörü oldu.

Bu şema açısından bakıldığında, Millî Mücâdele’den Cumhuriyet’e geçiş süreci, modern (ve modernleştirici) merkezî bürokrasi ile toplum kesimleri arasında çelişkili/uzlaşmalı bir süreç olarak görünmektedir. Bu süreçte kendisini devletle özdeşleştirmiş olan bürokrasi, devletin hukukî temellerini ve çerçevesini de belirleme kudretini elinde bulundurmuş fakat, artık saltanatın olmadığı bir yeni durumda, “millî egemenlik” temeline, yâni açılımı devlet ile milletin birliğini sağlama ve muhafaza etme olan “milliyetçilik” ideolojisine dayanmak zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, Türkiye’de devlet, bütün anayasa yapma ve değiştirme pratiklerinde olduğu gibi idârî ve yargısal karar süreçlerinde de, çatışma durumunda,devletin bu millî/milliyetçi karakterini korumaya öncelik veren bir “ikili/düalist” pratiğe sâhip olmuştur.

Bugün değişen ve derinleşen kriz, bu ikiliğin sürdürülemez hâle gelmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye artık, çağdaş anlamıyla “insan haklarına dayalı demokratik hukuk devleti”ni yerleştirmek, bunun için de devlet-anayasa (hukuk) ilişkisini tersine çevirmek, bir diğer deyişle “anayasa yapan devlet” yerine “devleti yapan anayasa” pratiğini ortaya koyabilmek zorundadır. Bu, Cumhuriyet’i yüceltmek için kullanılan “kişi saltanatından millî egemenliğe geçiş” süreci kadar köklü bir dönüşümü, bir devrimci yeniden inşâyı gerektirmektedir.

Prof. Dr. Levent Köker değerlendirdi:

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.