Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Köker ile Hukuk ve Demokrasi (92): Neoliberalizm, faşizm ve gelecek

Uzunca bir süredir küresel ölçekte yaygınlaşan bir “neoliberalizm”den söz ediyoruz. “Neo” öneki “yeni” demek olduğuna göre “yeni liberalizm” de diyebiliriz ama yerleşik eğilim, “neoliberalizm” terimini bütün olarak Türkçe’ye aktarmak yönünde. Yanlış da değil aslında, çünkü “neoliberalizm”, içinde liberalizmin bâzı unsurlarını barındırıyor olsa da, kendisi artık başlı başına bir “ideoloji” ve belki de küresel kapitalizmin en az son elli yılını biçimlendiregelmiş bir yapılanmanın adı. 1970’lerden bu yana, etkisini artırarak ve bu arada kendisini de değişen şartlara uyarlayarak gelişen, yayılan, yaygınlaşan bir ideoloji, belki de bir iktidar yapılanmasının adı. 

Neoliberalizmi anlamak için kuşkusuz liberalizmden hareket etmek gerekir. Kökleri daha eskiye gitmekle birlikte, esâsen 18. ve 19. yüzyıllarda doğup gelişmiş bir Batılı ideolojiden bahsediyoruz. İnsan doğasından birey ve toplum ilişkilerine, bu bağlamda ekonomik ilişkilere, hak kavramından hukuk ve adâlet teorilerine, devlet örgütlenmesinin temellerine ve niteliğine dek pek çok alanı kapsayan, kendi içinde klâsik, sosyal, siyâsî, ekonomik vb. sıfatlarıyla anılan farkı versiyonları olan bir ideoloji. Çok özet bir yaklaşımla anahatlarını belirleyin deseniz, şunları sıralayabiliriz sanıyorum: Liberalizm, bireyi toplumsal varlıktan önce gelen ve rızasıyla onu inşâ eden bir varlık olarak kabûl eder. Önce birey, sonra bireylerin ortak rızasına dayanan bir varlık olarak toplum. Birey, bu anlayışa göre, toplum karşısında önceliklidir ve bağımsız bir öznedir, bu nedenle de kendi hayatıyla ilgili kararları kendi bildiği gibi alarak hayatını kendi irâdesiyle düzenleme yeteneğine sâhiptir. Bireyin bu geniş özgürlük alanına ilke olarak müdahale edilmemelidir. Herkes, doğuştan, insan olmanın getirdiği bir nitelik olarak, hayat, emek ve mülkiyet haklarına sâhiptir, dolayısıyla da hayâtını nasıl yaşayacağına, sâhip olduğu emek gücünü nerede ve nasıl kullanacağına ve bu emek gücünün ürünleri üzerinde nasıl tasarruf edeceğine özgürce karar verebilmelidir. Bu anlamda bireysel özgürlük, ancak bir başkasının aynı özgürlüğünün korunması amacıyla sınırlandırılabilir. İşte, toplumun ve toplumla birlikte kurulan müdahaleci üst iktidarın, yâni devletin sınırı bu hakların herkes için güvenlikli bir biçimde geçerli olduğu şartları sağlamaktır. Devletin insanların bireysel kararlarından dolayı ortaya çıkan eşitsizliklere, sosyal farklılılaşmalara karışması, bunları düzeltmek için insanların özgürlük alanlarına müdahale etmesi haklı görülemez.

Kimilerine göre “klâsik” liberalizm de denilen bu anlayış, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibâren değişmiş, artan eşitsizliklerin yarattığı toplumsal huzursuzluklar ve kurulu düzenin meşrûiyetinin sorgulanması hattâ zayıflaması gibi sebeblerle yerini, devletin başta ekonomi olmak üzere çeşitli toplumsal ilişkilere müdahale etmesi ve insanların “kâğıt üzerinde” eşit olarak tanınmış özgürlüklerini gerçekten yaşayabilmeleri için gereken toplumsal refah koşullarını temin etmesinin gerekli olduğu düşüncesi benimsenmiştir. Özete, “klâsik liberalizm” ile “sosyal demokrasi”nin bir sentezi gibi görünen bu liberalizm, bir bakıma II. Dünyâ Savaşı ertesinde gözlenen “burjuvazi” ile “emekçi sınıflar” arasındaki “büyük uzlaşma”nın da ideolojisi olarak belirmiştir. 

Bugün küresel ölçekte “neoliberalizm” adı verilen oluşum ise, bu büyük uzlaşmanın sona ermesini ve dolayısıyla tasfiyesini ifâde etmektedir. Bu tasfiyenin çeşitli boyutları bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Türkiye’de de yakından bildiğimiz gibi, devletin ekonomideki varlığına ve sosyal devlet olarak bilinen niteliğine son vermektir. Bir diğer deyişle neoliberalizm, kısa adı “özelleştirme” olan kamu kurumlarının özel mülkiyete devri veya özel mülkiyet gibi işletilecek duruma getirilmesi ile devletin sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi kritik alanlardan çekilerek, bu alanları da serbest piyasaya, yâni sermaye mantığının egemenliğine terk etmesi anlamına gelmektedir. 

Neoliberalizmin bu ekonomik ve sosyal alanların dışına taşan ve bir bakıma buradaki özelleştirmeci-sermayeci mantığın uzantısı niteliğinde olan bir diğer boyutu ise, biraz paradoksal bir biçimde, “liberal demokrasi”nin de tasfiyesidir. Klâsik liberalizm, bireysel özgürlüğe verdiği öncelik nedeniyle, ilk ortaya çıktığında, devletin anayasal hukuk devleti niteliğinde olması gerektiğini ve bunun özünün de bireyin doğal hak ve özgürlüklerini güvence altına olmak olduğunu kabûl ediyordu. 19. yüzyıl boyunca ve hattâ kısmen de olsa 20. yüzyılın ilk yarısında, anayasal hukuk devletinin gerçek sâhiplerinin mülkiyet sâhibi “burjuvazi” olabileceği düşünüldüğünden, emekçi sınıflara siyâsî kararlara katılma hakkı anlamında seçme ve seçilme hakkı tanınması düşünülmüyor, liberal hukuk devletinin demokratik olması gerektiği tezlerine karşı çıkılılordu. II. Dünyâ Savaşı sonrasının büyük uzlaşması, genel ve eşit oy hakkının yanında emekçi sınıfların kendi örgütleriyle siyâset sahnesinde belirleyici oldukları bir demokrasiyi berâberinde getirmişti; buna “liberal demokrasi” deniyordu.

İşte neoliberalizm, bu demokrasiyi de tasfiye etmeye yöneldi ve bu yöneliş devam ediyor. Neoliberalizmin liberal demokrasiyi tasfiye etmeye yönelişi, sâdece ekonomik ve sosyal alanlardaki “sendikasızlaşma” ve “prekaryalaşma” gibi olguların bir sonucu olmayıp, artak ekonomik eşitsizlikler ve kapitalizmin periyodik olarak sıklaşan krizlerinin toplumsal ve siyâsî alanlara yansımalarıyla da karşımıza çıkmakta. Bu bağlamda, önce 21. yüzyılın başlarında yaygınlaşma eğilimine giren “melez rejimler”in, bu rejimlerde gözlenen “demokrasiden uzaklaşma” eğilimlerine bir süre sonra yerleşik demokrasiler olarak nitelendirilen ABD ve Avrupa toplumları da dâhil oldu. Nitekim, neoliberalizmin bugün geldiği noktada, geleceğin demokratik bir biçimde yeniden inşâ edilebilir olup olmadığı, ciddî bir “neofaşizm” ihtimâlinin hiç de yabana atılmaması gerektiği gibi değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu değerlendirmelerin Türkiye’yi de ilgilendiren en önemli yanlarından biri, “kriz”in -veyâ kriz kavramıyla birlikte anılan “istisnâ hâli”nin yâhût Türkiye’deki adıyla “olağanüstü hâl”in- neoliberalizmde bir yönetim tarzı hâline geldiği iddiâsıdır. Buna göre neoliberalizm, her krizden sonra daha da güçlenerek yoluna devam etmektedir. Şimdi, bu evrede, neoliberalizmin beklenen evresinin bir tür faşizmi olup olmayacağı merak konusudur. Faşizm, geçmişte kalmış, olmuş bitmiş bir târihî fenomen olmanın ötesinde bir anlama sâhiptir ve buna göre, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, irrasyonalizm, gerçeklerden kaçma, yalanın yaygınlaşması gibi bugün de kamusal ve siyâsî alanda yaygın olarak gördüğümüz unsurlar, bize faşizmin bir dönüş içinde olduğunu işâret ediyor. Bu işâretleri bâzı yazarlar “neofaşizm” olarak, bâzı yazarlar ise “postfaşizm” olarak nitelendirmekte. Özellikle “postfaşizm” nitelemesinin bugün yaygın olarak “popülist otoriter rejimler” denilen kategori için kullanıldığını hatırlatmak isterim. Acaba, gidişât bu yönde midir? Küresel olarak da, Türkiye olarak da yeni bir faşizm dalgasının eşiğinde miyiz? Yaklaşan seçimleri bir de bu tehdit açısından değerlendirmek yerinde olacaktır.

Prof. Dr. Levent Köker Hukuk ve Demokrasi’de değerlendirdi:

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.