Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Köker ile Hukuk ve Demokrasi (93): Üç diktatörlük ve bir zorbalık arasında demokratikleşme mücadelesi

Küresel olarak demokrasinin gerilediği bir zaman dilimindeyiz. Devletlerin “meşrû” diye nitelenen fizikî zor kullanma kapasiteleri, her gün, dünyânın çeşitli yerlerinde yaşanan zorbalıklar olarak karşımıza çıkıyor. İran’da, Mahsa Amini’nin “ahlâk polisi” tarafından öldürülmesi son çarpıcı örnek. Bu olaya karşı gösterilen tepkiler İran’da bir toplumsal isyan hareketinin işâretlerini veriyor ve en çok da “diktatöre hayır!” sloganı ile birlikte anılıyor. İsyan edenler, resmî adında cumhuriyet nitelemesi bulunan İran İslâm devletini, “diktatörlük” olarak nitelendiriyorlar. Devlet yönetimine sorsanız, cevapları herhâlde İran devletinin İslâm hukukunun uygulandığı bir cumhuriyet olduğunu, buna göre böyle bir hâdisenin yaşanmaması gerektiğini, hâdisenin gerçekte nasıl olduğunun yetkili mercilerce araştırılacağını söyleyeceklerdir. Nitekim, BM toplantısı için ABD’de bulunan Cumhurbaşkanı Reisi, buna benzer bir değerlendirmeden sonra, hâdiseyi protesto edenlerin “kaos çıkarma” amacında olduklarını eklemeyi de ihmâl etmedi.

Bizim yabancısı olmadığımız bir yaklaşım. Lâik cumhuriyetin aynı zamanda evrensel insan hakları hukukuna uyma mecbûriyetini kendi irâdesiyle üstlenmiş olduğu ülkemizde, devlet adına fizikî zor kullanma yetkisini kullanan kişilerin sebeb oldukları yaşam hakkı ihlâlleri, kişiyi maddî ve manevî bütünlüğünden mahrum etme eylemleri, târih boyu değişen yoğunluk dereceleriyle belleklerimizdeki tâzeliğini koruyor. Devlet yetkisi kullanırken suç işleyenlerin gizli kalması, cezâlandırılmaması, cezâlandırıldıktan sonra bile el üstünde tutulacak mûteber kişiler olarak ortada dolaşmaları … Örnekler sayılamayacak kadar çok. Son olarak Musa Anter cinâyeti ile ilgili dâvanın zamanaşımına uğrayarak, “fâili meçhûl”lüğünün “sözde” kesinleşmesini de burada hatırlatayım.

Bunlar bir yana, dünyânın “yerleşik demokrasiler” olarak adlandırılan bölümünde de, “göçmen” veyâ “sığınmacı” insanların, her türlü haktan yoksun “çıplak” varlıklar olarak muamele gördüğü durumlar, soyut bir kavram olarak “terörle mücâdele” hattâ “teröre karşı savaş” adı altında kalıcı hâle getirilmiş olan hukuk dışı davranışlar da bunlara eklendiğinde, çağdaş dünyadaki politik manzaranın hiç de içaçıcı olmadığında birleşebiliriz sanıyorum.

Manzaranın doğru teşhis edilmesi, bu gayri insanî zorbalık girdabından çıkışın belki de en önemli ön koşulu. Geçen hafta, bu manzaranın neoliberal kapitalizmin bu evresine denk gelen, onunla uyumlu bir faşizan yönetim tarzını ortaya koyduğunu anlatmaya çalışmıştım. Bu tarzın arkasında ise, Dardot ve Laval’in Bitmeyen Kâbus adlı kitaplarında açık açık anlattığı, “kriz temelli yönetim” anlayışının yattığını belirtmiştim. Bu noktayı şimdi biraz daha açmak istiyorum.

Kriz, tıp alanından bir analojiyle îzah etmeye çalışırsak, bir organizmanın hayâtına devâm edip etmeyeceğinin belirsizliğini ifâde eden bir momenti ifâde etmektedir. Örneğin kalp krizi dediğimizde, kriz geçtiğinde kişinin hayatta kalması mümkündür ama ölüm de gerçekleşebilir. Bu analojiden hareketle, kriz dediğimiz zaman, bir tür hayat-memat mes’elesinden söz ediyoruz demektir. Kavramı devlet yönetimine, o anlamda siyâsete aktardığımızda da, kriz kavramıyla hemen hemen eşanlamlı olan kavramın “beka” olduğunu fark ederiz. Kriz öyle bir andır ki, devletin varlığını sürdürebilip sürdüremeyeceği tehlikededir. Bu durumda, krizden çıkmak için “olağanüstü tedbirler” almak gerekir ve burada “olağanüstü” sıfatının tam karşılığı, “hukuk düzeninin koyduğu sınırlamalara uymaksızın” olarak belirtilebilir. Bir diğer deyişle, kriz varsa, devletler veyâ iktidar sâhipleri, devleti devlet yapan “hukukla yönetme” ya da “meşrûiyet”
mecbûriyetini bir kenara iterek, çıplak anlamda kuvvet kullanabilirler. Ne zamana kadar? Tabiî ki kriz bitinceye kadar!

Hukuk ve siyâset biliminde, kökleri antik çağa, Roma Cumhuriyet dönemine kadar uzanan bir kavram olan “diktatörlük” işte bu anlamda, iktidarın krizden çıkıncaya kadar hukukun askıya alınarak kullanıldığı bir yönetim tarzını anlatır. Eski Romalılar gibi, modern anayasal hukuk devletlerinin çoğu, bu kavramı benimsemiş ve kriz dönemlerinde geçici bir süre “diktatörlük” ile yönetilmeyi kabûl etmişlerdir. Bu anlamda diktatörlük, popüler dilde zannedildiği gibi, sınırsız bir zorbalık değil, krizi atlatmak için başvurulan geçici bir yönetim tarzıdır ve hem antik çağın Roma düzeninde, hem de modern dünyâda altı ay gibi bir süreyle de sınırlandırılmıştır.

Buna “diktatörlük-1” diyelim. Kurulu anayasal düzeni krizden kurtarıp, normal işleyişine kavuşturma misyonunu yerine getirmesi gereken diktatörlüktür bu. Buna karşılık, bir diğer diktatörlük tipi ki, buna da “diktatörlük-2” diyelim, kurulu bir anayasa düzenini yıkıp, yerine yepyeni bir anayasa düzeni kurmayı amaçlayan diktatörlük tipidir. Kurulu düzenin krizi onarılamayacak düzeyde ise, anayasa düzenini tümüyle yeniden inşâ etmek zorunlu hâle gelmiştir. Burada da diktatörlük, yeni anayasa düzeni kuruluncaya kadar varlığını sürdürecek, sonra yerini normal anayasal hukuk devletine bırakacaktır.

Günümüzdeki sorun, küresel neoliberalizm altında yaygın örneklerini gördüğümüz tip, diktatörlük-1 olsa da, bu tipten diktatörlük-2 tipine doğrudan bir geçiş imkânı da vardır. Örneğin, krizdeki bir anayasal düzeni krizden kurtarmak için “olağanüstü hâl” ilânı ile işe koyulan diktatörlük-1, bizim de çok yakından bildiğimiz üzere, olağanüstü hâli kalıcılaştıran düzenlemeler yapmak sûretiyle süresini uzatabilir ve varlığını normal hukuk düzeni içinde saklayacak yolları bulabilir. Böylece, krizden çıkma amacını değiştirmiş, kalıcı bir rejim hâline gelmeye yönelmiş ve böylelikle de farklı bir düzen inşâ etmeye yönelmiş olabilir. Ancak bu, “diktötarlük-2” gibi görünse de, farklı bir diktatörlük tipidir. Zîrâ, hem birinci, hem de ikinci tiplerinde, diktatörlük geçici bir rejimdir ve anayasal düzenin restorasyonu veya yeni bir anayasa düzeni kurulması sonrasında ortadan kalkmaktadır. Buna karşılık, bâzı durumlarda diktatörlük, kendisini normal anayasal hukuk düzeni içinde devam ettirme imkânı yaratır ve bir taraftan normal hukuk düzeni devâm ederken diğer taraftan hukuk dışı davranma tarzı olarak diktatörlük “normal düzen içindeki istisnâî durumlar”da varlığını muhafaza eder. İşte buna, Ernest Fraenkel’in ikili devlet kavramını izleyerek, “diktatörlük-3” diyebiliriz.

Diktatörlük-3 dediğimiz kalıcı diktatörlük tipi, aslında küresel kapitalizmin bu neoliberal evresinde gözlenen “bir yönetim tarzı olarak kriz”in bir diğer adı veyâ bir diğer tezâhür ediş biçimi olarak anlaşılabilir. “Bir yönetim tarzı olarak kriz” terimi, krizin geçiciliğini, aşılması için geçici bir süre için hukuk dışı uygulamalara katlanılması gerektiğini vurgulamanın ötesinde bir anlam taşımaktadır. Bir yönetim tarzı olarak kriz dediğimizde, çok kısa aralıklarla tekrarlanan “kriz” dönemlerini ve her kriz döneminde boyut değiştiren olağanüstü veyâ istisnâî tedbirleri ve bu tedbirlerin güçlendirdiği “keyfî iktidar” tarzını, yâni zorbalığı anlatmaktayız. Bu zorbalık, 1. Ve 2. tip diktatörlüklerde vâr olan, nihâî olarak hukuk devletini normal işleyişine kavuşturmak gibi bir amacın tümüyle yok edilmiş olduğu bir “keyfî” zor kullanma modunu anlatmaktadır.

Buradaki “keyfî” sıfatı, küresel neoliberalizmin bu evresinde, “zengin azınlıkların çıkarları doğrultusunda” demektir ve bu açıdan “oligarşik” bir nitelik taşımaktadır. Bu “oligarşik zorbalık”, bu niteliğini rutin olarak işlemeye devâm eden bir hukuk düzeninin içinde vâr etmesine rağmen, o düzenin ideolojik mekanizmalarıyla gizleyebilmektedir.

Demokratikleşme mücâdelesinin yolu bu ayrımların farkında olmaktan geçmektedir.

Prof. Dr. Levent Köker Hukuk ve Demokrasi’de değerlendirdi:

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.