Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Köker ile Hukuk ve Demokrasi (100): Cumhuriyet, eşit yurttaşlık ve Alevi sorunu

Anayasa’nın ilk maddesi, Türkiye Devleti’nin bir Cumhuriyet olduğunu söylüyor. Böyle olunca da, devlet başkanı bir kral veya sultan değil, cumhurbaşkanı sıfatını alıyor. Cumhurbaşkanı olmanın anlamı, yurttaşlar tarafından doğrudan veya temsilciler aracılığıyla seçilmek. Bununla birlikte seçim, her şey değil. Demokratik olmayan seçimlerin gerçekten seçim olma niteliği de
yoktur. Dolayısıyla, devlet cumhuriyet ise en azından “cumhuriyetin başkanı” olan kişinin demokratik seçimle belirlenmesi zorunludur. Demokratik seçimin en önemli, olmazsa olmaz şartı ise genel ve eşit oydur. Bu şart, aslında bir cumhuriyette bütün yurttaşların siyâsî hak ve özgürlükler bakımından eşit olmalarının bir uzantısıdır. Buna göre, siyâsî hak ve özgürlüklere sâhip olmak bakımından yurttaşlar arasında cinsiyet veyâ cinsel yönelim, ırk, dil, din veyâ inanç, toplumsal sınıf vb. kategorilere göre ayrım yapılarak, kişiler veyâ gruplar arasında eşitsizlik doğuracak ayrıcalıklar yaratmak mümkün değildir.

Şimdi soru şu: Toplumsal ve ekonomik eşitlik olmadan, siyâsî hak ve özgürlüklerin eşitliğinden söz etmek ne kadar gerçekçidir? Bu soru, aslında hayli eskidir ve modern zamanların başlangıcından bu yana toplumları meşgûl etmektedir. Hukukî anlamda, siyâsî hak ve özgürlüklerin eşit olarak tanınmış olması, sosyal, kültürel, ekonomik eşitsizlikler karşısında, çoğu kez anlamını yitirmektedir. Bu nedenle, demokrasinin ciddîye alındığı ülkelerde yurttaşların siyâsî hak ve özgürlükler yanında sosyal ve ekonomik haklara da sâhip oldukları kabûl edilmiştir. Türkiye de, en azından kâğıt üzerinde bu hakları tanımış olan devletlerden
biridir.

Siyâsî hak ve özgürlüklerin yanı sıra, daha doğrusu bu hakların gerçekten anlam ifâde edebilmeleri için zorunlu addedilen, başta eğitim ve çalışma olmak üzere tüm sosyal, kültürel ve ekonomik hakların tanınması, devletlere aynı zamanda yurttaşlar arasında ayrımcılık yapmama yükümlülüğü de yüklemektedir. Bu yasak, öncelikle Anayasa’da da ifâde edildiği gibi, hiçbir kişiye, gruba, zümreye imtiyaz tanınamayacağı anlamına gelmektedir. Bununla birlikte, bâzı somut toplumsal durumlarda, eşitliğin somut olarak anlam ifâde edebilmesi için, farklı durumda olan yurttaşlara farklı uygulamalar yapılması mümkün, hattâ gerekli olmaktadır. Örneğin, çalışma hakkının gerçekte anlam taşıyabilmesi için, işçi statüsündeki bireylerin özel olarak korunması için sendika, toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmıştır. Kezâ, kadınların dezavantajlı toplumsal konumlarından kaynaklanan sorunlarının eşitlik ilkesine uygun olarak çözülebilmesi için, “pozitif ayrımcılık” uygulamaları benimsenmiştir. Başka bâzı örneklerde, toplumların kendi içindeki farklılıkların siyâsî olarak ifâde edilebilmesi için, farklılıkların eşit temsili ilkesi uyarınca, cinsiyet, cinsel yönelim, etnik veya dinî/inançsal vb. gruplara özel kota uygulamaları düşünülmekte ve gündeme getirilebilmektedir.

Türkiye, Cumhuriyet’in îlânından bu yana geçen yüzyıllık süre içinde, eşit yurttaşlık kavramı açısından olumlu örnekler sergileyen bir devlet olmayı başaramamıştır. Bunun en önemli sebeplerinden biri, eşit yurttaşlık kavramının bağlandığı “anayasal kimlik” kategorisinin içeriğinin belirli bir etnik ve dinî mensûbiyetle şekillenmiş olmasıdır. Cumhuriyet’in îlânının hemen ardından gerçekleştirilen bir dizi reform, “eşit yurttaşlık” kavramının “Türklük” üzerine oturtulması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Buna ek olarak, 1924 Anayasası’ndaki terimle söyleyecek olursam, “Türk ıtlâk olunan” ve çoğunluğu Müslüman olan Türkiye “ahâlisi”nin, “ahlâk, itikadât ve ibâdât” alanlarını kontrol edecek bir merkezî organ ihdas edilmiştir: Diyânet İşleri Başkanlığı (DİB). Lozan Andlaşması ile din, inanç ve ibâdet özgürlükleri güvence altına alınmış olan gayrimüslim yurttaşlar dışındaki geniş kitlenin kendi içindeki mezhep ve inanç farklıkları dikkâte alınmaksızın, tüm gayrimüslim olmayan yurttaşların
ahlâk, inanç ve ibâdet alanlarında denetim altında olmasını hedefleyen bir idâre tarzıdır söz konusu olan.

Zaman içinde, DİB bir denetim kurumu olmanın yanında, bir hizmet kurumu hâline de gelmiş ve hattâ 1982 Anayasası ile birlikte siyâsî bir fonksiyon da üstlenmiştir: “milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek görev yapmak”! 1982 Anayasası ile birlikte getirilen zorunlu din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleri de DİB’nin bu amacına destek veren bir uygulama olarak görülmelidir. Netîce olarak, görüntü odur ki Türkiye, bir cumhuriyet olmanın gerektirdiği eşit yurttaşlık anlayışını, Türklük ve DİB’nın yorumuna uygun bir Sünni (Hanefi) İslâm inancı temelinde kabûl etmekte, bunun dışında kalan yurttaşları “tam yurttaş” saymamaktadır.

1921’den başlayarak “tam yurttaş” sayılmayan “gayrimüslimler” bir kenara bırakılacak olursa, gayrimüslim olmayan yurttaşların mârûz kaldıkları ayrımcılıkların en önemli dışavurum alanları, anadilinde eğitim konusuyla bitişen Kürt sorunu ve zorunlu din dersleri ve DİB ile birleşen Alevî sorunudur. Anadilinde eğitim konusunda durum şudur: Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının
Türkçe dışında bir dilde anadilinde eğitim hakları yoktur. İstisna olarak, Lozan’da bu hakları güvence altına alınmış gayrimüslimler yer almaktadır. Bu durumda, tablo şudur: Müslüman olmayan yurttaşların anadilinde eğitim hakları vardır, buna karşılık gayrimüslim olmayan yurttaşlar için bu hak söz konusu değildir, onlar için gerçek anadilleri ne olursa olsun, Türkçe
“eğitimde resmî anadilidir”. Bu, kanımca tipik bir ayrımcılık örneğidir.

Gelelim Alevî sorununa. Bu konuda, AİHM’nin zorunlu din dersleriyle ilgili verdiği kararların uygulanmadığını biliyoruz. Buna ek olarak, 9 Kasım 2022’de Resmî Gazete’de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararı (CBK) ile Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı “Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı” (Başkanlık) kurulmuştur. Başkanlık’ın görevi, “Alevi-Bektaşi kültürünün araştırılması ve cemevleriyle ilgili işleri yürütmek” olarak tanımlanmış ve bir teşkilât oluşturulmuştur. Bu teşkilât içinde başkan ve başkan yardımcısının, “mali ve sosyal hak ve yardımlar ile diğer özlük hakları bakımından sırasıyla strateji geliştirme başkanı ve bakanlık genel müdür yardımcısına denk” oldukları belirtilmiştir.

Burada, Cumhuriyet’in eşit yurttaşlık anlayışının nasıl çarpık bir zeminde durduğunu ortaya koyan çok çarpıcı hususlar dikkati çekmektedir. En çarpıcı olanı, 1924’te toplumun ahlâk, îtikat ve ibâdet alanlarını denetim altında tutmak amacıyla kurulan ve zaman içinde, çok partili hayata geçilmesinden sonraki dönemlerde aynı zamanda bir din hizmetleri kurumuna da dönüşen
DİB’e birebir benzeyen bir yaklaşımdır. CBK’de her ne kadar “araştırma, ihtiyaçların tesbiti ve giderilmeye çalışılması” gibi “hayırhah” olarak görülebilecek hususlar ağırlıktaysa da böyle bir merkezî teşkilâtın aynı zamanda Alevî dernekleri ve cemevleri üzerinde bir denetim fonksiyonunu da icrâ edeceği açıktır.

İkinci olarak, din ve inanç özgürlüğü bakımından bu teşkilâtın nerede durduğudur. CBK ile açıkça ortaya konulmuştur ki Türkiye Cumhuriyeti, Aleviliği din ve inanç hürriyeti bağlamında ele almayı reddetmeye devam etmektedir. Osmanlı’dan bu yana, beş asrı aşkın bir süredir vâr olan tutumda bir değişiklik yoktur. İster istemez akla gelen husus, devletin, “cumhuriyet” dahi olsa, bu tavrının değişmemesinin altında, bâzı yurttaşlarının kimliklerinin cumhuriyet için “muzır” olabileceği kaygısını muhafaza ettiğidir. Hatırlanacağı üzere, 2009’da TRT’de Kürtçe yayın yapan bir kanal açıldığında, Genelkurmay basın sözcüsünün açıklaması, bunun “zararsız kültürel açılım” olduğu yönündeydi. Öyle zannediyorum ki, CBK’yle kurulan Alevi-Bektaşi Başkanlığı da devlet büyüklerince böyle nitelendiriliyor olmalı. Sonuçta, folklorik bir kategori olarak Aleviliğin yeniden üretilmesine çalışılmakta, din ve inanç alanında bir özgürlük hakkı olarak mütalâa edilmemektedir.

Bu yeni teşkilâtın mevcut Alevi örgütlenmeleri karşısındaki durumu, onlar tarafından nasıl karşılanacağı, çok önemli ve ayrı bir konu. Her halükârda belirtmemiz gerekiyor ki, Alevî sorunun esâsını oluşturan, Aleviliğin din ve inanç hürriyeti bağlamında değerlendirilmesi ve cemevlerinin ibâdet yeri olarak tanınması talepleri bir kez daha reddedilmiştir. Bu durum, cumhuriyet olmanın gereği olarak eşit yurttaşlık ve ayrımcılık yasağı konusunda herhangi bir ilerleme kaydedilmediğini de maalesef ortaya koymaktadır.

Prof. Dr. Levent Köker Hukuk ve Demokrasi’de değerlendirdi:

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.